30 Eylül 2007 Pazar

KAFA TUTMA SIRASI HIBEES’DE



İskoçya Premier Ligi’nde şampiyonluk 1985’ten beri Glasgow kentinden dışarı çıkmıyor. Son olarak kupa Alex Ferguson’un başında olduğu Aberdeen’in müzesine gitti 22 yıl önce. Ondan önce de aralıksız 19 yıl Glasgow’daydı. 1965’ten beri sadece 4 kez Celtic ve Rangers’ın dışında iki takım ipi göğüslediler. 3 kez Aberdeen bir kez Dundee United. Gers’in 50, Bhoys’un 41 şampiyonluğu var toplamda. Son 12 yıldır da bu iki takım dışında ikinci olabilen bir tek Edinburgh’un iki önemli takımından biri olan Hearts var.

Bu sezon yine bildik tablo var. İki takım puanları eşit halde zirveye ortaklar 8 hafta sonunda. Ama bu sefer en azından ligin başında umut veren bir takım var. Edinburgh’un diğer takımı Hibernian. Litvanyalı iş adamı Vladimir Romanov’un sahibi olduğu Hearts’ın nefesi bu sene yetmeyecek gibi. Kafa tutma sırasını ezeli rakiplerine devrettiler. Hibernian 8 maçta henüz yenilmedi ve Glasgow’un iki temsilcisinin 1 puan gerisindeler. Takımın başında İskoç Milli takımının efsane oyuncularından John Collins var. Hibs Collins’in profosyonel olarak futbola başladığı takım aynı zamanda. Dün Kilmarnock’u 4-1’lik skorlar geçtiler.

Hibees bir kaç hafta daha dayanabilirse bu sezon İskoç Ligi en azından belli bir süre takip edilebilir olabilir.

29 Eylül 2007 Cumartesi

90'LI YILLARIN CİNDERELLALARI 3/10 - SALVATORE SCHILLACI



“The man from Sicily striked like lightning”. İtalya’da düzenlenen 1990 Dünya Kupası’nın bize sunduğu bir başka sürpriz Toto Schillaci’nin 2. turda Uruguay filelerine gönderdiği enfes golün ardından İngiliz spikerin dudaklarından dökülen cümle.

Sicilya’nın önemli futbol kentlerinden Palermo’da dünyaya gelen İtalyan futbolcu hakkında hep oldukça fakir bir ailede büyüdüğü, hatta daha da ileri giderek doğru dürüst okuma yazma bilmediği söylenip durur. Futbola da doğduğu kentte başlayan futbolcu 1982 yılında Palermo Amatörlerinden bir başka Sicilya kulübü Messina’ya transfer olur. 1989 yılına kadar Serie B’de aynı takımla mücadele eden golcü kendisi için rüya gibi geçecek Dünya Kupası’ndan bir yıl önce Serie A’ya, Torino kentinin siyah-beyazlı kentine yerleşir. İtalya Milli Takım Teknik Direktörü Azeglio Vicini onu Dünya Kupası kadrosuna alındığında milli takım tecrübesi yok denecek kadar azdır. Zaten turnuvada ilk planda düşünülen forvet ikilisi Napoli’den Andrea Carnavale ve Sampdoria’nın simge oyuncusu Gianluca Vialli’dir. Turnuvanın ilk maçı olan Avusturya maçında da bu ikili maça başlar. Ancak Carnavale’nin yerine durum golsüz berabere iken oyuna giren Sicilyalı maçın tek golünü atar. Daha sonra da İtalya’nın üçüncülük maçı da dahil olmak üzere Roberto Baggio ile oluşturdukları ikili Gök Mavililerin turnuvada attıkları 10 golün 8’ine imza attı. Schillachi bu gollerin 6’sını atarak turnuvanın gol kralı oldu.



Turnuvanın ardından Juventus’ta 1992 yılında transfer olup 2 sene oynadığı Inter kulübünde pek başarılı olamayan Toto, 1994 yılında Japonya’nın Jubilo Iwata kulübüne transfer oldu ve   J-League’de oynayan ilk İtalyan futbolcu unvanını aldı. Burada oynadığı 3 sezonda 78 maçta 56 gol kaydeden Scillaci’ye Japonlar “Toto-san” lakabını taktı. 1997 yılında futbolu bırakarak yetiştiği Palermo’ya dönen Schillaci 2005 yılında popüler yarışmalardan Survivor’ın İtalyan versiyonu olan “L'Isola dei Famosi”ni sunuculuğunu yaptı.

Sahaya girdiği anda üzerinde eğreti duran şortu ve forması, garip koşuş stili, gol attığı zaman hayatında ilk golünü atmış futbolcular gibi sevinmesi, her daim kirli sakalı adeta üzerinde fakir, sefil bir Sicilyalı çocuk havası büründürürdü Schillaci’ye. Bu yüzden attığı goller 1990 Dünya Kupası’ndaki müstesna performansı kendisine hep sempati duyulmasını sağladı. Nitekim tüm milli takım kariyerinde oynadığı 16 maçın 7’sinin, attığı 7 golün 6’sının bu turnuvada olması sebebiyle söz konusu turnuva İtalyanlar tarafından “otti Magiche di Totò Schillaci” (Toto Schillaci'nin sihirli geceleri) olarak anılmakta.

USTA - ÇIRAK








Aslında fotoğraflar ligin ilk haftalarında United'ın 1-0 kazandığı karşılaşmadan, ancak aşağıdaki konu açısından çok hoş tatlar barındırıyorlar.

DÜŞLER TİYATROSUNDA HIRÇIN BİR İRLANDALI




Futbol yaşamını halen aktif olarak sürdüren en "hırçın" futbolcular hakkında bir değerlendirme yapılsa Roy Maurice Keane herhalde listenin başlarında yer alır. Üstelik Keane'in hırçınlığı ve agresifliği zaman zaman "arıza" bir nitelik de kazanıyor. Futbol yaşamı boyunca hem bu kadar başarılı bir kariyere sahip olup, hem de bu kadar saha içi ve dışı skandala karışmış futbolculara aslında adada sık sık rastlanıyor.

Roy Keane 10 Ağustos 1971 yılında İrlanda'nın Dublin'den sonra en büyük kenti olan Cork'ta dünyaya geldi. Mayfield köyünde futbol topuyla tanışan futbolcunun küçüklüğünde aslında boyu sebebiyle çok fazla futbola elverişli olmadığı düşünülüyordu (bugünkü boyu 1.80). İlginç olan aynı düşüncenin bir başka unutulmaz Manchester United orta saha yıldızı Bryan Robson'ın başına gelmesiydi. Bunun üzerine tüm futbol kariyerine yayılacak olan savaşçı kimliğinin ilk örneklerinden birini sergilercesine kendisine bir iş bulur. Bulduğu iş İrlanda'nın vazgeçilmez simgelerinden biri olan publarda satılan bira varillerini taşımaktan ibarettir. O dönemde en sevdiği kulüp Tottenham Hotspur idolü ise Glenn Hoddle'dır. Kısa bir süre boksörlük de yapar (gelecekte sahada çizeceği profil göz önüne alındığında pek de sürpriz sayılmaz). Bu arada da futbolla ilişkili yeteneklerini geliştirmeye çalışır.

Bu çalışmalarının karşılığını ise futbol kariyerine ilk adımını attığı İrlanda Kulübü Cobh Ramblers'da alır. İngiliz futbolunun önemli isimlerinden Nigel Clough onu 1990 yılında keşfeder ve Nottingham Forest kulübüne transfer eder. 18 yaşında Premier Lig'in önemli kulüplerinden birine katılan Keane 1990 yılında da Liverpool deplasmanında bu ligdeki ilk maçına çıkar. Aynı sene Nottingham'la F.A. Cup finali oynar. Bir sene sonra ise yeri bu sefer Lig Kupası Finali'dir. Forest bu iki finali de kaybeder ama Keane için bu futbol hayatında kulübüyle yaşadığı az sayıda başarısızlıklardan olacaktır.

Bu devrede Roy Keane milli takıma da seçilir. Hem de daha 19 yaşındayken. Ancak milli takımdaki Keane yine bildiğimiz Keane'dir. 1991 yılında İrlanda'nın ABD milli takımıyla Boston'da yaptığı dostluk maçının akşamı futbolculara izin verilir. Ertesi gün uçak 07:30'da kalkacaktır. Bütün takım kalkış saatinde ordadır, Keane hariç. Sir Jackie Charlton dahil herkes Keane'i yarım saat bekler. Saat 08:00'da Roy çıkageldiğinde Jackie Charlton kendisine patlar. "19 yaşındasın, ilk defa milli takımla seyahat ediyorsun, bizi ne kadar beklettiğinin farkında mısın?"... Cevap Roy Keanevaridir: "Size beklemenizi söylemedim ki?"

19 Temmuz 1993'te Manchester United ve Roy Keane'in kaderini değiştirecek bir olay meydana gelir. Kırmızı Şeytanlar genç İrlandalı'yı o zamanlar rekor sayılan bir ücretle 3,750,000 pounda kulüplerine katarlar. 1993 yılından 1996 yılına kadar sağ kanat ve ön libero gibi pozisyonlarda gidip gelen Roy Keane bu adaptasyon dönemine rağmen bu dönemde Manchester United'ın 3 Premiere Lig Şampiyonluğu'nda (ki 1994 ve 1996 yıllarında kulüp F.A. Cup'ı da kazanarak "duble" yapmıştır) büyük pay sahibi olur. 1996-97 sezonunda ise önce Paul Ince'in ayrılmasıyla orta sahanın beyni görevini, sezon sonunda da Eric Cantona'nın futbolu bırakmasıyla kaptanlık pazubandını uzun yıllar taşımak üzere devralır.

1997 sezonunun ilk 2 ayı geçilmişken Dünya Futbol Kamuoyunu 4 yıl sonra uzun süre meşgul edecek bir olayın temelleri atılır. Ligin ilk yarısında, 29 Eylül 1997'de, Elland Road'da oynanan Leeds United-Manchester United maçında Norveçli futbolcu Alf-Inge Haaland'la ikili mücadeleye giren Keane yerde kalır ve kalkamaz. Haaland ise yerde yatan Keane'in başına giderek numaradan yerde yattığını ve sakatlığı abarttığını yüksek bir sesle belirtir ve bunu bütün kameralar yakalar. Gerçekte Keane'in dizinden kaynaklanan sakatlığı o kadar ciddidir ki sezonu kapatır. Ancak Roy Keane Haaland'ın bu davranışını unutmaz, ta ki 4 sene sonra rövanş için eline bir fırsat geçene kadar.

O sezon zamanını yedek kulübesinde geçiren Keane, United'ın rüya sezonu 1998-99'da tekrar sahalara döner. O sene lig şampiyonluğunun yanı sıra Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu'nu rüya bir finalle kazanan Manchester United, Bayern Münih'i 1-0 yenik götürdüğü maçta 89 ve 91. dakikalarda bulduğu 2 golle 2-1 yenmiştir. Ancak Keane açısından acı olan Nou Camp'teki bu muhteşem finalde olmamasıdır. Çünkü yarı finaldeki Juventus maçında sarı kart görerek cezalı duruma düşmüştür. Nitekim bir çok otorite bu olayın o sene Keane'in İngiltere'de yılın futbolcusu ödülü alamamasına sebep olduğunu belirtir.


1999-2000 yılında Roy Keane yine mükemmel bir sezon geçirir ve bir önceki sene kaçırdığı ödüle ulaşır. Bu ödülün üzerine İngiliz Futbol Yazarları Ödülü'nü de ekler. Yıl sonunda kontratı bitmiştir ve serbest kalmıştır. Lazio, Inter ve Bayern München İrlandalı yıldızı kadrolarına katmak için uğraş verirler. Ancak kaptan gemisini terketmez. Hem de bu 3 kulübün önerdiği haftalık 100.000 poundu geri çevirip 52.000 pundaa imza atarak. Ama bu rakam bile onu adanın en zengin futbolcusu yapmaya yetmiştir. Ancak bu 52.000 pound o sene ilginç bir olaya sebep olur. Sezon içerisinde Manchester United yönetimi bilet fiyatlarındaki artışın sebebinin Keane'in aldığı 52.000 pounda bağlayınca futbolcuyla kulüp arasında bir sürtüşme yaşanır. Daha sonra Keane otobiyografisinde bu açıklamayla ilgili yıllardır bir özür alamadığını belirtecektir.

2000-2001 sezonu Roy Keane'in saha içinde ve dışında skandalları ve sıradışı çıkışlarıyla geçecektir. Bu çıkışlardan ilk olarak taraftarlar nasibini alır. Takımın Şampiyonlar Ligi'nde Dinamo Kiev'i 1-0 yendiği maç sonrası, kaptan, deplasmanlarda çok daha iyi bir taraftar desteği aldıkları, deplasman taraftarlarının gerçek United taraftarları olduğu, Old Trafford'da kendilerini izlemeye gelen seyircilerin çoğunun ise sandviç yemek için maça geldikleri ve futbolla ilgili bildikleri tek şeyin kelimenin okunuşu olduğu yönünde bir açıklama yapınca adanın manşetlerine taşınır.

Aynı sene içinde İrlanda Milli Takımının Kıbrıs Rum Kesimi'ni deplasmanda 4-0 yendikleri maça giderken uçakta federasyon yetkiliilerinin kendilerinden daha iyi koşullarda ağırlandığını belirterek futbolculara 2. sınıf vatandaş muamelesi yapıldığı iddiasında bulunur. Ancak Roy Keane'in o seneye damgasını vuran davranışı 2001'in ilkbaharında meydana gelir. 21 Nisan 2001 tarihinde Old Trafford'da oynanan Manchester derbisinde United ve City karşı karşıyadır. Roy Keane'i o gün sahadaki oyundan başka bir şey ilgilendirmektedir. Rövanş. 4 sene önce kendisinin sezonu kapattığı pozisyonda kendisini numara yapmakla suçlayan Alf Inge Haaland bu sefer City formasıyla ilk kez karşısındadır. Keane maç devam ederken bir pozisyonda Haaland'a yaklaşır ve "take that, you c*nt" ifadesiyle beraber dizine sert bir harekette bulunur. Haaland yere yıkılır, bu sefer sıra Keane'dedir. Haaland'a yaklaşır ve söylenir. "Bir daha numara yaptığımı sakın ileri sürme, takım arkadaşın Wetherall için de biraz var". Daha sonra arkasını döner ve hakemin kırmızı kartını göstermesini beklemeden soyunma odasına gider.



Olay ada basınına bomba gibi düşer. Keane'e 5 maç oynamama 150.000 poundluk rekor bir para cezası verilir. Haaland'ın avukatları da hareketin bilinçli bir hareket olduğundan hareketle Keane'e bir dava açmaya hazırlanırlar. Zira Haaland sadece o sezona değil tüm futbol kariyerine 29 yaşında nokta koymuştur. Daha sonraları, futbolu bırakma sebebinin Keane'in sakatladığı dizinden değil diğer bacağındaki sakatlığından kaynaklandığını ileri sürecektir.

2002 yılı Keane ve kulübü için pek iyi geçmez. United yıllar sonra sezonu kupasız kapatmıştır, Keane de Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçında sakatlanır ve sezonu kapatır. O sezon da ani çıkışlarına bir yenisini ekler ve Jaap Stam'ın Lazio'ya 16.5 milyon pounda satılması sonucu, söz konusu transferin futbolcuların alıp satılabilen birer et parçası olduğunu ve transferlerde kendi fikirlerinin hiç bir öneminin olmadığını belirtir. Ancak İrlandalının 2002 yılındaki son hadisesi bu değildir. 2002 Dünya Kupası için İrlanda milli takımıyla Güney Kore'deyken teknik direktör Mick Mc Carthy'i antrenman teknikleri ve uyguladığı taktiklerin başarısızlığı nedeniyle suçlar ve hakaretler yağdırır (Mick, you're a liar... you're a fucking wanker. I didn't rate you as a player, I don't rate you as a manager, and I don'trate you as a person. You're a fucking wanker and you can stick your World Cup up your arse. The only reason I have any dealings with you is that somehow you are the manager of my country! You can stick it up your bollocks). Ayrıca kamp şartlarından da rahatsızdır. Kadrodan çıkartır ancak Dünya Kupası'ndan sonra eğer özür dilerse milli takıma dönebileceğini belirtir. Ancak Roy Keane gibi bir futbolcuya özür dilettirmek pek kolay değildir. Nitekim bunu kimse başaramaz.

2003 yılında Keane yine skandallarla iş başındadır. Önce çıkardığı otobiyografisinde Alf Inge Haaland'ı kasten sakatladığını ileri sürer, daha sonra da Sunderland maçında Jason McAteer'e dirsek atarak 6 maç ceza alır. Basın bir kere daha kendisini "sapık" ilan eder. Arkasında duran isimse yine aynıdır. Sir Alex Ferguson. Keane o sezon içerisinde sakatlığından dolayı bir ameliyat olur, Aralık ayında sahalara döner ve 8. lig şampiyonluğunu kazanır.

2005 yılının 18 Eylül'ünde Manchester United'ın Liverpool'la 0-0 berabere kaldığı maçta Roy Keane'in ayağı kırılır. Kırmızı Şeytanların 2 ay sonra Middlesborough'ya 4-1 kaybettikleri maç sonrası MUTV canlı yayınında Keane bir çok futbolcuyu Manchester United formasına layık olamamakla suçlar. Hatta Rio Ferdinand bu suçlamalardan en çok nasibini alanlardandır.
"Haftada 120.000 pound aldığın ve Tottenham maçında 20 dakika iyi oynadığın için kendini süperstar mı zannediyorsun?" Bu açıklamalar aynı zamanda Keane'in Kırmızı Şeytanlarla iplerinin koptuğu andır. 18 Kasım tarihinde 12 yıllık United kariyerine nokta koyan futbolcu kulüpten ayrılır. Geçirdiği başarılarla dolu 12 yıl için kulübe teşekkür eden Roy Keane'in ayrılması üzerine yaptığı konuşmada Alex Ferguson kendisinin kendi jenerasyonundaki en iyi orta saha oyuncusu olduğunu ve 12 yıldır kulübün kazandığı başarıların merkezinde durduğunu belirterek övgüler yağdırır. Futbolcu kulüpten ayrılışından kısa süre sonra "bir gün kariyerimi noktalayacağım yer" olarak tanımladığı Celtic'e imza atar. 2006 yılının Ocak ayında kariyerine başladığı Celtic’in Lig ve F.A.Cup Şampiyonu olduğu aynı sezonun sonunda Roy Keane aktif futbolculuk yaşamına nokta koyar.

Futbolculuk kariyerlerinin bitişi ile, teknik adamlık kariyerinin başlangıcı arasında bu kadar az zaman olan ender oyuncu vardır tarihte (Rudd Gullit ve Gianfranco Zola örneklerinde gördüğümüz oyuncu menajerleri saymazsak). Roy Keane 2006 yılının Ağustos ayında İngiltere Championship takımlarından Sunderland’e imza atar. Kulüp Roy Keane göreve geldiğinde 24 takımlı ligin 23. sırasındadır. Sezon sonu ise şampiyon unvanıyla 1. sırada. Rüya gibi bir sezon. Yılın menajeri ödülü ve Premier Lig’e geri dönüş. Futbolcu olarak bıraktığı lige teknik direktör olarak geri dönüşü sadece 1,5 sezon sürmüştür.



Sunderland içinde bulunduğumuz sezon Premier Lig’e de iyi başladı. Ligin ilk haftasında Tottenham’ı son dakika golüyle mağlup eden kırmızı beyazlılar şu an 15. sıradalar. Çok iyi bir pozisyon olduğu söylenemez, ancak geçen seneki inanılmaz çıkış ve İngiliz futbolunda istikrarın önemi göz önüne alındığında bir şeyler söylemek için erken.

Yazıyı dünya Futbolunun en ilginç kişiliklerinden biri olan bu haşarı asabi İrlandalının kariyeriyle ilgili istatistiki verilerle bitirelim.

Manchester United'la, 1 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu (1999), 1 Kıtalararası Kupa Şampiyonluğu (1999), 7 Premiere Lig Şampiyonluğu (1994,1996, 1997,1999, 2001, 2002, 2003) 4 F.A. Cup Şampiyonluğu (1994, 1996, 1999, 2004), 4 Charity Shield Şampiyonluğu (1993, 1996,1997, 2003), Sunderland ile Championship Şampiyonluğu ve Yılın Menajeri ödülü. Bu süre zarfında Roy Keane 85'i enternasyonel arenada olmak üzere 452 kez Kırmızı Şeytanların formasını giydi ve 51 gol kaydetti.

Not:: Şubat 2005 yılında karakterleri Keano (Roy Keane), General Macartacus (Mick McCarthy) and Fergie the Scottish Dolphin God (Alex Ferguson) olan I, Keano adlı bir Yunan epik müzikal komedisi Dublin'deki Olympia Tiyatrosunda sergilenmiştir.

28 Eylül 2007 Cuma

SİNEMA TARİHİNİN EFSANE SAHNELERİ 3/10: IL BUONO, IL BRUTTO, IL CATTIVO


Görkemli bir savaş filmi çekmeye hazırlanırken 1989 yılında hayatını kaybeden efsane bir yönetmen. Günümüzde halen yönetmenlik koltuğunda olgunlaşan bir seyir halinde olan dev bir sinema karakteri. Çok iyi iki karakter oyuncusu. Sergio Leone’nin yönettiği, Clint Eastwood’un “Blondie”, Lee Van Cliff’in “Angel Eyes” ve Eli Wallach’in “Tuco” rollerinde döktürdüğü “Dolar Üçlemesi”nin bu son filmi “İyi, Kötü, Çirkin” üçlemenin aynı zamanda zirveye çıktığı film oldu. 

Neredeyse kendinden sonra gelen bu türün tüm temsilcilerini etkileyen ve Amerikan İç Savaş’ına da göndermeler yapan filmin, bizce birbiri ardına gelen 2 efsane sahnesi var.

Filmin sonuna doğru altınların saklı olduğu (ya da Tuco’nun öyle sandığı) mezarlıkta Arch Stanton’ın mezarını bulmak için mezar taşlarına tek tek bakan Eli Wallach’le beraber sürekli dönen bir kamera ve arka fonda çalan enfes Ennio Morricone bestesi “Ecstacy Of Gold”.

İkincisi ise altınların ortaya çıkmasının ardından üçlünün düellosu. Sergio Leone oldukça uzun sayılabilecek (2 saat 40 dakika) bu filmde eşsiz hikaye anlatımı ve düello sahnesinde zirveye çıkan gerilim yaratma konusunda hünerini gösteriyor. Ennio Morricone’nin enfes müzikleri, bugün tek tük örneklerini görebileceğimiz western sinemasının en iyi örneği. Harika geçen bir 160 dakika.

http://www.youtube.com/watch?v=awskKWzjlhk

VER MARTA'YA YAZ DEFTERE




Çin’de devam eden Bayanlar Dünya Kupası finallerinde dün akşam oynanan maçlar sonunda Brezilya, Amerika Birleşik Devletleri’ni 4-0, Almanya da Norveç’i 3-0 mağlup ederek finalde birbirlerinin rakibi oldu. Bir anlamda 2002 Dünya Kupası’nın karşı cinsler arasındaki oynanacak rövanşı diyebiliriz

Tabi ki turnuva boyunca göze çarpan en önemli konu Brezilya Milli Takımı ve oynadıkları eşsiz futbol. Grup müsabakalarında 10 gol yiyip kalelerinde gol görmediler. Çeyrek finalde Avustralya’yı 3-2 yarı finalde ise AB.D.’yi 4 golle geçtiler. Final maçının da kesin favorisi durumdalar. Özellikle takımın gol krallığında ilk iki sırada yer alan oyuncuları 7 gollü Marta ve 5 gollü Cristiane’yi izlemek ayrı bir zevk. Eğer vaktiniz varsa video izleme sitelerinden birini açın. Arama butonuna “FIFA Women’s World Cup 2007” yazın. Brezilya’nın gruplarda 5-0 kazandığı Yeni Zelanda ve dün akşamki A.B.D. maçlarını izleyin. Sonra da yukarıda saydığımız bu 2 oyuncunun kendi “erkek” takımınızda oynamasını ister misiniz diye bir sorun. Bacak araları, uzaktan şutlar, göze hoş gelen paslaşmalar, topuk hareketleri. Açıkçası ben kendime sordum ve ne yalan söyleyeyim bayan futbolunun yükselişi böyle devam ederse, yıllar sonra zamanında Perguia ve Siena’nın çılgınlık olarak nitelendirilen görüşleri birer serbestiye dönüşebilir. Bu iki kulüp, takımlarında bayan futbolcu oynatmak için İtalyan federasyonun başvuruda bulunmuşlardı. Özellikle Siena, Hanna Ljungberg ve Victoria Svensson adlı 2 İsveçli oyuncuyu kadrosuna katmak için büyük çaba sarfetmiş ama başarısız olmuştu. En büyük gerekçe bayanlardaki kondisyon problemleri ve çabukluk eksikliğiydi. Fakat bu turnuvayı izleyince bir Galatasaray’lı olarak “Servet’in arkasında bir Renata ve Ümit Karan’ın arkasında bir Marta yedek kulübesinde otursa. Şöyle son yarım saatte oyuna girse” diye düşünmeden edemiyor insan

Final Pazar akşamı

27 Eylül 2007 Perşembe

SAHADA 3 EVDE 0


Demek sadece bize özgü bir davranış değilmiş. Hollanda futbol geçmişinin iki değişmez oyuncusu Ronald Koeman ve yardımcısı Jan Wouters geçtiğimiz sezon kupa maçları olan Go Ahead Eagles ve NAC Breda maçlarında sarı kart görerek cezalı duruma düşen defans oyuncusu Manuel Da Costa’yı dün akşam 3-0 kazandıkları Herenveen maçında sahaya sürünce, Hollanda Futbol Federasyonu skoru değiştirmedi ama doğal olarak sayıların yerini değiştirdi. PSV’ye de kupaya güle güle demek kaldı. Kulüp genel menajeri Jan Reker durumu kısaca utanç olarak tanımladı.

Yıllar önce Beşiktaş’la oynanan maçta 6 yabancı kuralını ihlal ederek Fenerbahçe’yi aynı skora mahkum eden Mustafa Denizli ve Oğuz Çetin’in kulakları çınlasın.

KOZAKKEN BOYS




Werkendam, Hollanda’nın güneyinde Kuzey Brabant eyaletinde yer alan bir şehir. Takımları Kozakken Boys. Amatör Lig’deler. Hani şu arama motorlarında araştırıldığında 369 sonuç bulunabilen takımlardan.Bizdeki tam çevirisiyle “Cumartesi Üstklasman B Ligi” diyebiliriz oynadıkları lige. Dün akşam bu kentin sakinleri Hollanda Federasyon Kupası’nda Hollanda Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük takımını konuk etti kendi evleri Sportpark dan uw Linkerhand’da. Ajax uzatmada 2-1'lik skorla kazanabildi. 104. dakikada Dennis Rommedahl’ın golüyle. Alanya’nın Sivas’ı Türkiye Kupası’nın dışına itmesi mi yoksa bu mu daha büyük sürpriz karar veremedik

26 Eylül 2007 Çarşamba

SİVRİSİNEĞİN ISIRIĞI BÜYÜK OLDU




8 Eylül Cumartesi akşamı tüm Türkiye’nin, özellikle La Valletta kentinde Türk Milli takımının nefes alışlarını hızlandıran kısa boylu ufak-tefek 1.64 boyunda bir oyuncu vardı. Aslında Malta’nın Dünya Standartlarında belki de tek oyuncusu. Maç boyu Servet’i,İbrahim Üzülmez’i ve bilumum savunma oyuncularımızı peşinde koşturdu durdu. Mosquito (Sivrisinek) lakaplı Michael Mifsud

O Mifsud dün akşam da Carling Cup Finali’nde Coventry City formasıyla Old Trafford’da, Kırmızı Şeytanların ipini çekti. Coventry City Maltalının attığı 2 golle maçı 2-0 kazandı.

Tabi Manchester United'ın Kuszczak, Simpson, Pique, Evans, Bardsley, Martin, O'Shea (c), Anderson, Nani, Eagles, Dong'dan oluşan kadrosu da gözden kaçmamalı. Yine de United United, Old Trafford yine 70 bin kişilik tiyatro. Dolayısıyla küçümsemek yersiz.

İNGİLİZ FOTOMAÇ’I BUYURDU: MARCO VAN BASTEN CHELSEA YOLUNDA




Zaten geçtiğimiz Pazar Hollandalıyı Old Trafford’da Roman Abramovich’in hemen arkasında görünce, bir de maç 2-0 Kırmızı Şeytanlar’ın üstünlüğüyle bitince bu tür haberlere hazırlıklıydık. Bizim basınımız tarafından “İngiliz tabloid basınının önde gelen gazetelerinden” diye gösterilen ama tercümesi “asparagasların Londra şubesi” diye açıklanabilecek The Sun da boş durmadı tabi. Hemen haberi geçti.

Chelsea tarafından konu “Avram Grant şu anda kulübün çalıştırıcısıdır ve bu uzun dönemli bir planlamanın sonucudur” şeklinde açıklama geldi.

Hollanda Federasyonu yetkilisi Anja Van Ginhoven “Van Basten’in Manchester’ı ziyareti, milli takım kalecisi Edwin Van Der Sar’la görüşmek amaçlı” diyerek Chelsea kulübünün açıklamasına paralel hareket etti. Ama daha sonra yaptığı ekleme manidar. “Yıl sonunda Hollanda futbol federasyonu ve Van Basten, 2008 Avrupa Şampiyonası sonrası tamam mı devam mı sorusunun cevabı için bir araya gelecekler”

Marco Van Basten ile birlikte adı geçen bir diğer isim ise bir başka Hollandalı Guus Hiddink. Vatandaşı gibi Rus Milli Takımı ile kontratı 2008 turnuvası sonrası bitecek teknik adam da mercek altında.




Bu söylentilerin çıkmasındaki önemli hususlardan birisi de şu. Premier Lig’de görev yapan menajerlerin UEFA Kuralları gereği profosyonel menajerlik belgesinin bulunması gerekiyor. Bunun içinde 240 saatten oluşan bir kursa katılmaları gerekiyor. Söz konusu durum Leicester’ı çalıştıran Martin O’Neill’in de başına gelmiş ve Kuzey İrlandalı teknik adam 5 günlük bir kursa katılmak zorunda kalmıştı.

İngiliz yetkililer söz konusu yetki belgesinin alınması için Grant’in katılması gereken kursun ortalama 1 yıl sürdüğünü belirterek Abramovich’in lobi faaliyetleri yolunu seçerek İsrailliye “özel izin” belgesini sağlayacağı konusunda birleşiyorlar.


Zamanında Oğuz Çetin'in de benzer bir dertten muzdarip olarak saha kenarında takım elbise yerine uzun bir süre eşofmanla dolaşmak zorunda kaldığını hatırlamıyor değiliz. Grant'ın hafta sonundaki sportif hali de gözlerden kaçmadı.



Söz konusu dedikodulara gelince kariyerinde Fenerbahçe dışında (söz konusu takımda tescilli teknik direktör öğütme makinesi olunca) neredeyse başarısızlık bulunmayan Guus Hiddink'e söyleyecek bir lafımız yok ama henüz Portakalların başında kayda değer bi başarı elde edemeyen (Dünya Kupası’nda 2. turdaki veda, 2008 elemelerinde son maçlarda son dakika golüyle ancak gelen ikincilik) Marco Van Basten ne tür bir kumar olur bilemiyoruz.

TURK FUTBOLUNUN AVRUPA'DAKİ MACERASI ÜZERİNE




2002 yılında Kore ve Japonya'da düzenlenen Dünya Kupası'nda Türk Milli takımının elde ettiği üçüncülük Türk Futbolunun bugüne kadar geldiği en yüksek nokta olarak belirtiliyor.
 

Açıkçası bu yükseliş dönemi öncesinde Türk Futbolu'nun Avrupa sahnesindeki hali pek iç açıcı değildi...Kulüp takımları seviyesinde elde ettiğimiz en büyük başarı Göztepe'nin o zamanki adıyla Fuar Şehirleri Kupası'nda 1969 yılında oynadığı çeyrek finaldi ve milli takım seviyesinde 1954 Dünya Kupası dışında hiçbir uluslararası turnuvaya katılamamıştık. Ancak 1984 yılında Alman Teknik Direktör Jupp Derwall'in Galatasaray'da başlattığı yeniden yapılanma dönemi Türk Futbolunda yepyeni bir sayfa açtı. Derwall'in sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da mücadele edebilecek bir takım yaratma hedefiyle başlattığı yapılanmanın ilk iki yılında Galatasaray pek de hoş bir dönem geçirmedi.Ancak 3. seneyle gelen şampiyonlukla beraber düğmeye de basılmış oldu. Yukarıda bahsettiğimiz başarılar arka arkaya bu dönemde gelirken alınan sportif başarılardan öte bir başka şey daha yeşermeye başlamıştı.Büyük düşünme ve Avrupa'lı rakiplerin gözünü korkutucu bir oyun sergileme hedefi. Bu hedefin ilk temsilcisi Derwall'in öğrencisi Mustafa Denizli oldu...Onu hala 2002'deki üçüncülüğün baş mimarlarından gösterilen Sepp Piontek'in öğrencisi Fatih Terim izledi.

Lucescu Terim'den aldığı bayrağı devam ettirirken Milli Takım da Terim-Denizli-Şenol Güneş sürecinin sonunda bahsettiğimiz Dünya Üçüncülüğüne ulaştı...Bu arada Beşiktaş'ın 2003 yılında Şampiyonluk hedefiyle çıktığı UEFA Kupası'nda oynadığı Çeyrek Finali de unutmayalım...Bu uzun saptamaların sebebi aslında sistemli bir programın sabırlı bir uygulama sonucunda güçsüz, pasif bir futbol sistemini nereye getireceğini gösterme çabası. Maalesef Türk Futbolu bu tür bir örneği geçtiğimiz birkaç yıl içinde göremedi. Ne teknik direktörler kendi kurdukları sistemi devam ettirecek antrenörleri yanlarında yetiştirme yolunu seçtiler ne de yıllar boyu devam edecek bir sistemi oturtma yoluna gittiler. Futbolumuzda yeni bir heyecan olarak algılanan Ersun Yanal maalesef görev yaptığı takımlarda uzun süreli yer almak yolunu seçmedi.

Dolayısıyla anlatmak istediğimiz ne Ligimizin lokomotifi büyük takımların ne de zaman zaman çıkış yakalayan Anadolu takımlarımızın bu tür uzun süreli bir yapılanmaya girecek durumda olamamaları, yolun henüz başında olmaları yahut bu yola girmek isteyenlerin de bir çok problemle meşgul oluyor olması, Daum örneğinde olduğu gibi.

Bir diğer problem basınımız, ülkemizdeki ekonomik durum, kulüp yöneticilerinin bulundukları pozisyonu ve makamı koruma isteği ve taraftarların tutumu gibi sebeplerle Avrupa Başarısının Türkiye'de elde edilecek unvanların öneminden çok daha geriye atılmış olması. Açıkçası bunun en büyük örneği Avrupa'da elde edilen başarısızlıkların başarı ölçütünde asla bir araç olarak kullanılmaması ve toptan bir kabullenme haline gidilmesi.

Avrupa'nın önde gelen bir çok liginde kulüpler kendi liglerinde elde edilecek başarıları, özellikle şampiyonlukları Avrupa'daki hedefleriyle aynı seviyeye koyuyorlar. Ancak henüz bizim ligimiz Avrupa'daki önde gelen futbol otoriteleri tarafından ne de Avrupa'daki futbolseverler tarafından istikrarlı bir şekilde takip edilen bir lig değil. Üstelik bu liglerde kulüplerin forma satışı, televizyon gelirleri ve ödüllerden elde ettikleri gelirler Şampiyonlar Ligi'nden gelen paralarla boy ölçüşecek seviyede. Dolayısıyla prestij açısından olsa da maddi açıdan Avrupa Başarısına ciddi bir gelir kaynağı gözüyle bakmalarına gerek yok.

Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi ekonomik sıkıntı çeken bir çok kulübümüz için Avrupa sahnesi çok iyi bir gelir kaynağı olabilir. Özellikle söz konusu ekonomik gelişmenin ülkemizin şartları göz önüne alındığında kısa zamanda gerçekleşemeyeceği düşünülürse bu kaynağın önemi daha da artıyor.

Maddi gerekçeden öte bu tür bir istikrar politikasının sadece Avrupa'da değil, Türkiye'de de başarıyı getireceği hatta Galatasaray örneğinde görüldüğü gibi Milli Takım üzerinde de itici bir güç etkisi yapacağı kaçınılmaz. Zaten UEFA bu gerçeğin farkına vararak Avrupa Liglerinde yer alan takımların belli maddi ve yapısal standartları yerine getirmelerini içeren bir kriterler listesi hazırladı. Bu uygulamanın kulüpleri sadece mali açıdan değil, pozitif düşünce, girişimcilik ve büyük düşünme açısından da ateşleyeceğinin farkındalar. Ancak üzücü olan (Şenes Erzik'in açıklamlarına göre)genelde Doğu Bloku ülkelerindeki takımların rehabilite edilmesi amacıyla üretilen kriterlerin bizim ülkemizin de ilacı olacağı gerçeği.

Sonuç olarak kısa vadede yeni bir Avrupa Kupası veya büyük başarılar beklemek çok da olası değil. Açıkçası bunun nasıl gerçekleşeceğine ilişkin bir fikir telakkisi ya da uzun vadeli plan da henüz ortaya atılmış değil. Dolayısıyla böyle bir ortam ve saydığımız gelişmelerden sonra yazımıza başlarken sorduğumuz soruların cevabı hakkında bir kanıya varmak da sanırım biz futbolseverlere kalıyor.

TV WARS : ŞEHRAZAT STRIKES BACK




Trt’nin eski dönemlerinde üniversiteli gençlerin yaşadığı bir evde geçenleri anlatan bir dizi vardı. Seyrettiğim son yerli dizi oydu sanırım.O günlerden sonra bir tek Avrupa Yakası’na bakıyorum. Sonbahar geldi, bayanların dizi manyaklığı da bonus olarak teşrif etti salonlarımıza. Bir de bu arkadaşlar hayattaki tek lüksü futbol olan erkeklerimize “ayol ne anlıyosun şundan. Topun peşinde 20’ye yakın kişi” şeklinde insanın omuriliğinin çekilmesine neden olan tepki vermiyolar mı? Yahu sen ne anlıyosun her hafta Şehrazat’ın maceralarından…Rahat bırakın kadını ne yapıyosa yapsın…

Neyse…Aslında benim garibime giden Türk kanallarındaki bu 7/24 dizi çılgınlığı değil. Yerli televizyon kanallarımızın haber bültenlerine bir haller oldu son aylarda. Aslında her şey normal başlıyor. Yemek yerken özel bir kanalı açıyorum. Sağ alt köşede kaçtan başladığını bilmediğim geriye doğru sayan bir süre var. Anlamı nedir o da ayrı bir merak konusu? Ne yapalım yani evin içinde acele mi edelim? İşlerimizi çabuk mu bitirelim…”Hanım çayı getir… Allah belanı vermesin kadın…Haberler başlıyo…Çabuk ulaaannn”….Anlamsız bir icat yani.

Sonra ekranlara spikerimiz geliyor.Hükümet-Ordu gerginliği ya da Amerika-Irak sürtüşmesi ile ilgili haberi okuyor. Her gün aynı şeyleri dinlediğimden odaya çekiliyorum. İnternete bakarken salondan kulağıma yabancı olmayan Hans Zimmer’ın bestesi geliyor. Bildiğimiz “The Rock” filminin müziği bu. Severim o filmi. Salona gidiyorum hangi kanalda olduğunu öğrenmek için. Ekranda Yaşar paşa… Bildiğim kadarıyla o oynamamıştı filmde… Valideye diyorum demin açtığın film hangi kanaldaydı. Deminden beri kanalı değiştirmediğini söylüyor. Gerçekten de biraz beklediğimde haberin fonundaki müziğin Hans Zimmer olduğunu fark ediyorum. Aynı müzik Amerikan-Irak sürtüşmeleri ile ilgili haberde de devam ediyor. Öyle ki “The Rock” filminin her iki hit soundtracki kullanılıyor bu haberde.Çatışma görüntüleri verilirken arka planda heyecanlı olan parça kullanılıyor. Haberin devamında evsiz kalan Iraklı çocuklara geçilince müzik duygusallaşıyor.

Odama çekiliyorum yüzümde tebessümle…Tam yerime oturucam yine salondan bestecisinin Klaus Badelt olduğu ( Hans Zimmer’ın da yardımı var) Karayip Korsanları’nın müziği He’s a Pirate’ın melodisi geliyor. Bu seferki haber değildir, valide İki Aile denen televizyon faciasından bıkmış güzel bir tercih yapmış diyorum kendi kendime ve salona koşuyorum. Gözüm ekranın sağ üst köşesinde “Tv’de ilk kez” ibaresi arıyor ama nafile. Haberler aynen devam…Hindistan-Pakistan sınırında gerginlik bu sefer konu…Tamam da bu müzikler ne ya..Noluyosunuz? Karayip Korsanları’yla Hintlilerin ne alakası var. Delirecek gibi oluyorum. Kafayı yemiş bunlar….

Küfür ede ede odamda Fm 2007 Meksika ligine devam ediyorum. Ve o muhteşem tını geliyor derinden…Evet ….Clint Mansell’in “Hope Overture” bu….Efsane film Requiem For A Dream…Bu sefer hangi kanal diye sesleniyorum içeri…Atv çığırmasını duyuyorum….Kanalı açtığımda da bir şok daha…Haber ”İstanbul’da deprem paniği”…Ekranda Şener Üşümezsoy…Fonda Clint Mansell…Olamaz bari bu müziğe yapmayın…Kanalı değiştiriyorum….Kanal D “Yaprak Dökümü”…Ekran ikiye bölünmüş…Ve Clint Mansell’in büyüleyici müziği eşliğinde kovalamaca sahnesi….Yuh artık…Tam rezillik…

Özel kanalların iş güzarlığı, değişik bir şeyler yapma isteği, birbirlerini kopyalama huyları komik duruma düşmelerine neden oluyor ama sanırım onlar bunu farkında değil…..

Son günlerde mp3 forumlarının en gözde konu başlığı : Atv Ana Haber Müzikleri…..

Ne diyelim Grammy’de başarılar…..
by Barad-dur

LIVERPOOL KUPA BEYİ




Türk basınının favori başlığıyla açalım istedik..

Dün Avrupa’da kupa gecesiydi. İngiltere Lig Kupası 3. Turunda Arsenal Newcastle United’ı Emirates Stadı’nda konuk ederken, Liverpool Reading deplasmanındaydı. Daha doğrusu Steve Finnan ve Fernando Torres’i bir kenara koysanız Liverpool yedekleri de denebilir. Rafa Benitez’in her maç takım tertibini değiştirmesi ünlüdür ama bu sefer Liverpol forması altında bu sezon ilk kez gördüğümüz adamlar da mevcuttu. Torres’i bir kenara koyalım dedik ama maçı Reading deplasmanında 4-2 kazanan kırmızıların son 3 golünün de sahibi aynı İspanyol golcüydü. Arsenal son 6 dakikada Nicolas Bendter ve Denilson’ın attığı gollerle Saksağanları 2-0’la geçti.Cardiff City ise West Bromwich Albion’ı deplasmdan 4-2 ile geçti. Golleri atan isimler Robbie Fowler, J. Floyd Hasselbaink ve Trevor Sinclair olunca Cardiff’in bu sene nasıl bir kadro kurduğunu idrak edebiliriz sanırım. Gerçi bu kadro ismen daha küçük ama dinamizm açısından vitesi sürekli büyüten kadrolara karşı ne yapar bilinmez.

Hollanda’da ise Vitesse Arnhem’in düşüşü sürüyor. Eindhoven kentinin PSV’nin yanında üvey evlat muamelesi gören Jupiler League takımı FC Eindhoven’a deplasmanda 4-2 ile boyun eğdiler.

Almanya Ligi’nde ise kupanın aksine lig maçları oynandı ve Halil Altıntop’un hafta içinde tribünlerden aldığı protestolara karşılık cevabı takımının Duisburg deplasmanında 2 golle aldığı üç puanın açılışını yaptığı 3. dakikada attığı goldü.

25 Eylül 2007 Salı

90'LI YILLARIN CİNDERELLALARI 2/10 - FRANCOIS OMAM-BIYIK




1990 Dünya Kupası. Yer Giuseppe Meazza San Siro Stadyumu. 1986 Dünya Şampiyonu Arjantin grubunun en kolay maçı olacağını düşünülen müsabakada Kamerun ile oynuyor. Kamerun’un kadrosunda aslında o turnuvada sonradan adından sıkça söz ettirecek bir çok oyuncu mevcuttu. Roger Milla, Emanuel Kunde, Andre Kana Bıyık, Stephen Tataw, Cyrille Makanaky, Eugene Ekeke ve o gün Arjantin Kalecisi Pumpido’yu 67. dakikada avlayacak olan Kana-Bıyık’ın kardeşi Francois Omam-Bıyık. Daha sonra turnuvada Sovyetler Birliği maçında ayağının kırılması sonucu yerini bir başka sürpriz Goycoechea’ya bırakacak olan Pumpido bu dakikada Omam-Bıyık’ın ceza alanı penaltı noktası civarında yükselerek yere doğru vurduğu topu, önce tutar gibi olmuş ancak daha sonra elinden kaçırarak içeri almıştı.

Bu 1-0’lık galibiyetle (hem de maçı 9 kişi bitirerek) Dünya Kupalarının sürprizli açılış maçlarının ilk örneklerinden birini veren Kamerun rüzgarı da arkasına alarak Çeyrek Final vizesini almıştı. Bu maçın bir diğer unutulmaz pozisyonu Arjantinli Claudio Caniggia’nın durum 1-0 iken orta sahadan aldığı topla 3 rakibini sırayla geçmesi ancak her birinden geçerken bir darbe alması, en sonunda da kendisini düşüren Benjamin Massing’in kırmızı kartla oyun dışı kalması akabinde yerde bir kaç saniye yuvarlanmasıydı.

İşte bu maçın kahramanı Omam-Bıyık futbol hayatına 1986 yılında ülkesi takımlarından Canon Yaounde takımında başladıktan sonra aralıksız olarak 8 yıl futbol hayatını Fransa’da sürdürdü. Daha sonra önce Meksika Ligi’ne oradan da çok kısa süre oynayabildiği Sampdoria’ya transfer olan Omam Bıyık kariyerini 2000 yılında Chateauroux takımında sonlandırdı. 1987 ve 1991 yıllarında Afrika’da Yılın Futbolcusu sıralamasında üçüncü sırayı alan Omam Bıyık halen Meksika’da yaşamını sürdürüyor.

NON-FLYING DUTCHMAN


Richard Wagner'in bir denizciyle ilgili operasıdır "Uçan Hollandalı". Bu günlerde Arjen Robben için kullanılıyor. Bir zamanlar da bir "Non-Flying Dutchman" vardı. Manş denizinden altından tren yoluyla, üstünden deniz yoluyla , en fazla yolculuk eden insan oydu herhalde. Biz onu daha çok "Buz adam" lakabıyla tanıdık ama uçaklara olan korkusu dillere destandı.

24 Eylül 2007 Pazartesi

BLOKLAR ARASI BAĞLANTI, TAKIM SAVUNMASI, KOLLEKTİF UYUM, ALAN DARALTMA, HÜCUM PRES




TFF 1. Lig’de dün Samsunspor Karadeniz derbisinde Orduspor’u konuk etti. 40. dakikada maç 4-0 Samsunspor lehineydi. Maç 7-5 bitti. Serkan Aykut 4 gol attı. Özellikle bunlardan üçüncüsünü hele hele dördüncüsünü mutlaka izlemek lazım. Serkan 10 yaş daha genç, 15 santim daha uzun, deri rengi de biraz daha esmer olsaydı Cristiano Ronaldo Samsunspor’a gelmiş demekten kendimizi alamazdık.

Ha başlıktaki Ömer Üründül cümleleri bu arada bu maç sırasında mundar oldu, onu da belirtelim tabi.

BİR STAD YAPALIM DAĞ BAŞINA




Bir stad yapalım dağ başına,
İçinde oynayan bir, izlemeye gelen bin pişman olsun.
Bir stad yapalım dağ başına,
Ağustos sıcağında ya da Eylül baharında Trakyadan Trakyadan çırçır edercesine estirsin dursun.
Ne futbola ne de adında geçen olimpiyatlara elverişli olsun.
Yolu da olsun. Hem de en yoncasından. Kıvrılsın yılan gibi, şekilli olsun.
Ama bitmesin 4 senede, bitirilemesin. Elalem depremden yerle yeksan olmuş şehrini 2 senede kurarken.
Belki bir gün metro da gelir, gelmezse de canı sağolsun.
Futbolu seven, takımını seven o muazzam(!) mabede koşsun. Yollarda kalsın, tarlalarda batıp çıksın, çoluk çocuk perişan olsun.
Maçın son 10 dakikasının heyecanı değil, TEM’e nasıl bağlanırım sendromu sarsın dört bir yanını,
Tribününden seçebildiğin en ayrıntılı görüntü iki tane takım, tezahurat diye bağırdığın havada bulut olsun.
Bir stad yapalım dağ başına,
Bizim gibi bin kere gitmem diye yeminler edip bozanlara, bu dünyada azap olsun.




by forzabrian
fotoğraf by Gorky

SİNEMA TARİHİNİN EFSANE SAHNELERİ 2/10: THE SHAWSHANK REDEMPTION





Andy Dufresne isimli genç bir avukat aslında işlemediğini iddia ettiği bir suçtan (karısını ve aşığını öldürmek) dolayı hapse atılır. İçerde kaldığı süre boyunca tüm hapishanenin çehresini değiştirir. Arkadaşlarının bile. En yakın dostu ise ona “gerekli şeyleri sağlayan adam” olan Red’dir. 19 yıl boyunca haksız yere hapis yattığı filmin sonuna doğru iyice belirginleşen Dufresne, hapishane müdürünün buna kulak asmaması ile aslında çok önceden planladığı bir kaçışı gerçekleştirir. Malum sahne de sinema salonu, televizyon veya bilgisayar ekranı, her kim filmi hangi platformdan izliyorsa 3-4 saniye çakılı kalmasına yol açan sahne. Raquel Welch posterinin altındaki sırrı gösterdiği sahne.

Tim Robbins Andy Dufresne, Morgan Freeman da Red rolünde A kalite bir performans veriyorlar. Film boyunca tutulan nefes son yarım saatte suratta bir mutluluk ve büyülenmeye bırakıyor. Red karakterinin filmde sarfettiği gibi: “Andy Dufresne....Pislik dolu bir tünelde süründükten sonra öbür tarafa tertemiz çıkmıştı”

Imdb’nin tüm zamanların en iyi filmleri sıralamasında 9.1 puanla 2. sırada bulunan “The Shawshank Redemption” aynı zamanda ne zaman nerede rastlarsanız rastlayın yüzüncü kere de olsa kendisini izlettirecek filmlerden.



1967 Parole Hearings Man: Ellis Boyd Redding, your files say you've served 40 years of a life sentence. Do you feel you've been rehabilitated?
Red: Rehabilitated?
Red: [sighs] Well now, let's see.
Red: [pauses] You know, I don't have any idea what that word means.
1967 Parole Hearings Man: Well, it means you are ready to rejoin society...
Red: [interrupting] I know what you think it means sonny.
Red: To me it's just a made-up word
Red: A politician's word; so, young fellows like yourself wear a suit and a tie... and have a job
Red: What do you really want to know?
Red: Am I sorry for what I did?
1967 Parole Hearings Man: Well, are you?
Red: There's not a dya goes by I don't feel regret.,
Red: Not because I'm in here and because you think I should.
Red: I look back on the way I was then... a stupid, young kid who committed that terrible crime.
Red: I want to talk to him.
Red: I want to try and talk some sense to him.
Red: Tell him the way things are, but I can't.
Red: That kid's long gone, and this old man is all that's left.
Red: I gotta live with that.
Red: Rehabilitated?
Red: It's just a bullshit word.
Red: So you go on and stamp your form, sonny, and stop wasting my time.
Red: Because to tell you the truth, I don't give a shit.

http://www.youtube.com/watch?v=KtwXlIwozog

TELE KUTU'YU MUMLA ARATIR OLDU BU PAZARLAR


Avrupa’nın önemli liglerinden Almanya’da Bayern Münih Hamit’in yine boş geçmediği maçta deplasmanda Karlsruhe’yi 4-1 ile geçerken, Man. Utd. Avram Grant’ın Chelsea’nın başında arz-ı endam eylediği ilk sınavında rakibini Tevez ve Saha ile 2-0’lık tarifeyle geçti. Arsenal’in resitali sürerken Liverpool teklemeye başladı. İspanya’da Barcelona kayıpsız Real ise 2 puan kaybıyla haftayı geçti. İtalya’da haftanın maçında Roma ile Juventus 2-2’lik beraberliğe razı olurken Hollanda’da sezon başlangıcının flaş ekibi Feyenoord’u PSV Eindhoven 4 golle bozguna uğrattı. İskoçya’da ise Celtic ilk mağlubiyetini Hibernian deplasmanında alarak koltuğu Glasgow kentinin Protestan ulemasına devretti. İçerde ise Galatasaray kayıpsız yoluna devam ederken, Beşiktaş tökezleyerek aldığı puanlara yenilerini ekledi. Fenerbahçe’de ise henüz çift haneli rakamlara ulaşamama sıkıntısı var. Bir de Sivas diye bir takım var tabi ki. Çift haneli rakamlara ulaşamayan Fenerbahçe’ye İstanbul’da kaybetmeselerdi şu anda liderlik koltuğundalardı.


Ancak bizim bahsetmek istediğimiz başka şeyler. Pazar gününde bu kadar hadise olup biterken bunun bize nasıl aksettirildiği. İki örnek sadece.

Fox Tv. Kült olma yolunda ilerlemeyi bıraktı ve giderek sevimsizleşmeye başladı. Newcastle-West Ham mücadelesi. Maç öncesi hafta içinde Newcastle Utd. Altyapısında top koşturan ancak kansere yenik düşen 15 yaşındaki Jordan Thompson’ın anne ve babası maç öncesi saha kenarında elele. Hakem Mike Riley aşağı yukarı 90 saniye süren bir saygı duruşu başlatıyor. Herkes ayakta, alkış sesleri. Gözyaşları içinde bir anne baba. Bizim Fox Tv spikerinin derdi ise başka: “Emre bu maçta sakatlığı nedeniyle (ne sakatlıkmış bu Türkiye’den İngiltere’ye gelince baş gösteriyor) maç kadrosunda yok. Saat 18:00’de ada futbolunu ada futbolu yapan Man Utd. – Chelsea maçı Fox ekranlarında.”....Sahada ne oluyor, kimin için bu kadar alkış, bu kadar organizasyon. Umurunda değil. Çünkü bilgisi yok. Çünkü bir kere araştırmamış. Bu tür maç anlatım odalarında her daim internete bağlı bir bilgisayar bulunur. Bari ona bak be güzel arkadaşım.

Kanal 1: Adnan Aybaba – Selçuk Yula. İzledik. 15 dakika tartıştılar. Ama ne konuştular, ne hakkında tartışıyolardı kendilerine sorsanız bilemezler. Sadece Aybaba’nın şöyle bir şeyler anlattığını gördüm 3 dakika içinde. “Bu Fenerbahçe’de 6 yabancıdan fazla var. Niye bu kadar adam alınıyor, Türk yapılıyor, yetim hakkının paraları bunlar. Bu kadar para sokağa atılmaz. Barcelona Chelsea’de bu kadar adam bu kadar para alsa hesabını soran vardır. Nerde bu basın, neden sormuyor. Bu yöneticilerde de suç var. Önce onlar değişsin. Ama onlar amigoların kontrolünde. Bak Selçuk Yula, amigo önemli adam, o yönetim kurulundaki 40-50 adamdan daha önemli. Peki Selçuk Yula soruyorum nerde devlet? Devlet niye müdahale etmiyor......”

Baktık Aybaba’nın motor soğumadı ben TV’nin motoru soğusun diye kapatma tuşuna basmak zorunda kaldım.

23 Eylül 2007 Pazar

SUAREZ NÖBETİ SNEIJDER'DAN DEVRALDI




Hollanda Ligi’nde bugün Ajax AZ ‘yi deplasmanda 3-2 mağlup ederken Amsterdam ekibinin 2 golüne imzasını koyan Suarez maçın en dikkat çeken ismiydi. Ligde ve Avrupa Kupalarında oynadığı toplam 8 maçta 4 golün altına imza atan Uruguaylı golcü, Huntelaar’la iyi bir ikili oluşturma yolunda ilerliyor. 1987 doğumlu genç futbolcu Uruguay’ın 2 büyük takımından biri olan Nacional’ın (diğeri Penarol) altyapısından yetişti. 2006 yılında Hollanda Ligi takımlarından Groningen’e 800.000 euroya transfer oldu. Geçtiğimiz sezon Yeşil Beyazlı takımda rakip fileleri 10 kez havalandıran futbolcu fiyatını neredeyse ona katlayarak 7.5 milyon euroya Ajax’a transfer oldu. Henüz 20 yaşındaki futbolcu bu sezona da çok iyi girmiş durumda. Mart ayında Uruguay milli takımıyla da ilk maçına çıkan futbolcu görünüşe göre Huntelaar’la beraber gol krallığı yarışını sonuna kadar kovalayacak.

Hollanda futbolunun Ruud Van Nistelrooy’la başlayan Hesselink, Huntelaar, Koevermars, Kuyt, Sneijder, Afonso Alves’le devam eden dünya futboluna sunduğu forvet zincirine yeni bir halka ekleniyor olabilir.

GELREDOME'DA HASATI ÇİFTÇİLER TOPLADI




Gelderland derbisi dün Arnhem'in Gelredome stadında oynandı. Görünen o ki Doetinchem kenti futbolcularına ligin ilk maçında 8 gol yemek yaramış. Vitesse'yi de 2-0 ile geçtiler. Ligde 4. sıraya tırmandılar. Geçen sene Jupiler League'de puan rekoru kırarak Eredivise'ye çıktıktan sonra ilk hafta asansör takım havası verdiler ama sonraki 4 haftada 3 galibiyet ve 1 beraberlik. Süperçiftçilerin görünüşe göre hasat mevsimi devam edecek.

GENÇTEN BİR KAÇ LONDRALI ÇOCUK




Hafta içinde son 2-3 yılın flaş takımı Sevilla’yı 3-0, dün de Derby County’i 5-0 ile geçen Arsenal’in her iki maç onbirinde de yaşı 26’dan ileri olan tek oyuncu 30 yaşındaki kaleci Almunia’ydı. Takımın orta sahasının üç kritik futbolcusu Belarus’lu Alexander Hleb ve Çek Tomas Rosicky 26, İspanyol Fabregas 20 (evet yazıyla “yirmi”) ve bu sezon attığı 6 golle takımın en golcü ismi olan Adebayor 23 yaşında.

Arsene Wenger’in gençlere olan güveni ve her fırsatta onlara büyük sorumluluklar vermesi bilinen bir gerçek ama bu sene Fransız teknik adam alışkanlığını iyice ileri götürdü. Takımın en tecrübeli isimlerinden biri sayılan ve takımda dördüncü yılını dolduran Robin Van Persie sadece 24 yaşında.

Arsenal şu an Premiere Lig’in lideri, 2003/2004 sezonunda yenilgi almadan kazandıkları (26 galibiyet 12 beraberlikten oluşan muazzam bir performans) şampiyonluğun ardından bu sene inanılmaz formdalar ve Chelsea’nin geçirdiği Mourinho depremi, Manchester United’ın sezon sonu beklentilerini gerçekleştirecek kadar iyi başlayamaması Wenger’in ekmeğine yağ sürdü. 6 maçta 5 galibiyet 1 beraberlikle zirveye kurulmuş durumdalar ve form grafikleri bu şekilde giderse sonuna kadar götürecek gibi duruyorlar.

Aşağıda Arsenal’in dün Derby County’i 5-0 yendiği maçın ilk onbiri ve futbolcuların yaşları var.

24 Manuel Almunia (30)
22 Gaël Clichy (22)
3 Bacary Sagna (24)
6 Philippe Senderos (22)
5 Kolo Toure (26)
2 Vasiriki Abou Diaby (21)
4 Francesc Fabregas (20)
16 Mathieu Flamini (23)
25 Emmanuel Adebayor (23)
9 Eduardo (24)
32 Theo Walcott (18)

22 Eylül 2007 Cumartesi

NİHAT KAHVECİ OTOMATİĞE BAĞLADI




Tugay Kerimoğlu’nun Avrupa’ya gidişi ve ada futbolunda halen performansını sürdüren bir ikon haline gelmesi ile birlikte Türkiye topraklarında yetişen ve Avrupa’daki istikrarlı iki oyuncumuzdan biri Nihat Kahveci. Nihat, Beşiktaş’ta ona çok güvenen ve her fırsatta sorumluluk veren John Benjamin Toschack’ın sezon ortasında Real Sociedad’a beraberinde götürmesi, ancak sezonun bitimiyle beraber görevden ayrılması ile tipik “eski teknik direktörün en güvendiği ismin yeni teknik direktörce kıyıma uğraması” pozisyonuyla karşı karşıya kalmasına rağmen Nantes ile Fransa’da büyük işler yapan Raynald Danouix‘nın gözüne kısa sürede girdi ve Sociedad’daki ilk sezonunda Sırp Darko Kovacevic ile birlikte belki de İspanya’nın en iyi forvet ikilisini oluşturdu. Real Sociedad o sene Sander Vesterveld, Xabi Alonso, Valery Karpin, Aitor Lopez Rekarte, Tayfun Korkut, De Pedro, Darko Kovacevic ve Nihat Kahveci gibi isimlerin inanılmaz üst düzey performansı ile son maça kadar götürdüğü rüya gibi şampiyonluk yarışını 1 puanla Beyaz Şimşekler’e kaybetti. Nihat o sene attığı 23 golle Ronaldo ile beraber Gol Krallığı yarışında 2. sırada yer alırken bir çok maçta attığı kritik goller ve Kovacevic’e yaptığı asistlerle San Sebastian kenti ve tüm İspanya’da büyük bir beğeni kazandı. Öyle ki her sene dağıtılan “altıntop” ödüllerinin adaylarından birisi oldu ve İspanya’daki bir çok futbol yayını tarafından yılın futbolcusu seçildi.

İzleyen sezonlar Nihat ve Real Sociedad için bir önceki sezon kadar iyi geçmedi. Özellikle Xabi Alonso’nun Liverpool yolunu tutması takımda büyük sarsıntıya yol açtı. Nihat Sociedad’da 2 sezon daha oynadıktan sonra geçtiğimiz sezon Villareal’e transfer oldu ancak geçirdiği sakatlık onu 1 sene boyunca formadan mahrum bıraktı.

Nihat Kahveci geçen hafta Mallorca deplasmanındaki frikik golüyle sahalara döndüğünün sinyalini verdikten sonra, geçtiğimiz Perşembe UEFA Kupası 1. tur maçında Belarus temsilcisi BATE Borisov karşısında 4-1 galip gelen Villareal’in 2 golüne imza attı. Onu ülkemizden Avrupa’ya giden ve hüsran yaşayan bir çok futbolcudan bir adım ileri taşıyan en önemli özellik her zaman golü düşünmesi ve vuruş tekniğinin tereddütsüz, net ve sonuca yönelik olması. Görünen o ki yıllar önce Galli teknik adamın Beşiktaş’ın başındayken Nihat’ı her oyuna sürdüğünde saha kenarına gelip neredeyse her pozisyonda kendisine direktif vermesi meyvesini vermiş görünüyor. Nihat bu formunu sürdürürse 2008 yılındaki Avrupa Şampiyonası Finalleri’ne (tabi milli takım finallerin vizesini alırsa) damgasını vurabilir.

90'LI YILLARIN CİNDERELLALARI 1/10-TOMAS SKUHRAVY


 
1990 yılında İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası’nı izleyenler hatırlarlar, o zamanki adıyla Çekoslovakya gruptaki ilk maçında Kosta Rika önüne çıkmış ve çeklerin 4-1 kazandığı maçta o ana kadar futbol vitrininde adı sadece ülkesindeki başarılarıyla duyulmuş olan Skuhravy adında 25 yaşındaki bir genç 3 gol atmıştı. Ülkesinin lokomotif takımı Sparta Prag’da oynadığı 6 sene boyunca toplam 142 maçta 59 gol atan Skuhravy, çizmede düzenlenen turnuvadan sonra kendi topraklarına dönmek yerine Dünyaya kendini tanıttığı topraklarda kalmaya karar verdi ve Serie A takımlarından Genoa’ya transfer oldu.

Genoa’daki ilk sezonunda Uruguaylı Carlos Aguilera ile süper bir ikili oluşturan futbolcu Genoa kulüp tarihinin son yıllardaki en iyi derecesi olan lig dördüncülüğünde de büyük pay sahibi oldu. Genoa’da oynadığı 5 sezonda toplam 57 golü altına imza atan Skuhravy, 1995 yılında transfer olduğu SportingLizbon ve daha sonra ülkesine dönerek oynadığı Viktoria Zivkov takımlarına Serie A yıllarının başarısına ulaşamadı. Tomas Skuhravy şu anda kendisini zirveye taşıyan kulübün kenti olan Genoa’da yaşıyor ve televizyon yorumculuğu yapıyor.

1990 Dünya Kupası’nın Dünya futboluna kazandırdığı sayısız yıldız oyuncu ve ilginç karakterlerden birisi.

21 Eylül 2007 Cuma

SİNEMA TARİHİNİN EFSANE SAHNELERİ 1/10: SILENCE OF THE LAMBS


FBI’dan yeni mezun Ajan Clarice Sterling kadınların derilerini yüzerek dönüşüm geçirmeye çalışan bir katilin peşine düşer. Bu takipte kendisine yol gösterecek kişi ise hastalarının karakterini test etme işini biraz (!) ileri götüren Dr. Hannibal Lecter’dır.

Kısaca 3 satırda böyle özetlenecek olan Silence Of The Lambs (Kuzuların Sessizliği), Jonathan Demme’in yönetmenliğinde bir başyapıta dönüştü. Tabi filmin başarısının ardında yatan sebep iki ana karakterin Jodie Foster ve Anthony Hopkins tarafından mükemmele yakın canlandırılmasıydı. Merceğe alacağımız sahne ise bu iki karakterin ilk defa karşılaştığı sahne. Ajan Sterling tüm bir eğitim boyunca öğrendiği kitap doğrularıyla Lecter’ı çözmeye çalışır ama, nafile. Çünkü dansettiği kişi, karşılaştığı insanın neredeyse tüm geçmişini 5 dakika içerisinde kendisine tokat gibi çarpan bir insan sarrafıdır. Konuşma ilerledikçe emin adımlarla içeri giren Sterling aslında gerçek hayattaki ilk dersini almış olarak mekandan çıkar.

Anthony Hopkins bu filmde geliştirdiği sakin, alçak sesli, kendinden emin tavrıyla sinema tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ikon yarattı.

Aşağıdaki linkte söz konusu sahnenin videosu yer alıyor.

Hannibal Lecter: You know what you look like to me, with your good bag and your cheap shoes? You look like a rube. A well scrubbed, hustling rube with a little taste. Good nutrition's given you some length of bone, but you're not more than one generation from poor white trash, are you, Agent Starling? And that accent you've tried so desperately to shed: pure West Virginia. What is your father, dear? Is he a coal miner? Does he stink of the lamp? You know how quickly the boys found you... all those tedious sticky fumblings in the back seats of cars... while you could only dream of getting out... getting anywhere... getting all the way to the FBI.

Clarice Starling: You see a lot, Doctor. But are you strong enough to point that high-powered perception at yourself? What about it? Why don't you - why don't you look at yourself and write down what you see? Or maybe you're afraid to.


http://www.youtube.com/watch?v=vkouB2ZhpiA

GELDERLAND DERBİSİNDE KARTALLAR ÇİFTÇİLERE KARŞI



Hollanda birinci ligi Eredevisie'de bu hafta bir derby heyecanı var. Gelderland bölgesinin iki takımı Vitesse Arnhem ve De Graafschap 22 Eylül Cumartesi günü Arnhem'in Gelredome Stadında karşı karşıya gelecek.

Vitesse bu sezona 3 maçta 3 galibiyetle girdikten sonra geçtiğimiz hafta Eindhoven deplasmanında PSV karşısında 1-0 mağlup oldu. Vitesse'de Theo Janssen ve Danimarkalı orta saha oyuncusu Mads Junker öne çıkan isimler.
"Superboerin (Süperçiftçiler)" lakaplı De Graafschap ise ilk hafta kendi evinde Ajax'tan 8 gol yedikten sonra yenilgi yüzü görmedi.

De Graafschap'ta De Groot şu ana kadar attığı 5 golle gol krallığı listesinde 2. sırada.

MR. EGO ARTIK YOK




İngiltere Premiere Lig Ekiplerinden Chelsea'nin başında 4. yılını geçiren Portekiz'li teknik adam Jose Mourinho nasıl olduğu hala tam olarak açıklanmayan gelişmeler sonucu görevinden ayrıldı. Porto ve Chelsea'de aralıksız görev yaptığı toplam 6 senenin hiç birini kupasız geçirmeyen Mourinho bu süre zarfında arka arkaya olmak üzere 1 UEFA Kupası bir Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, 2 İngiltere Premiere Lig Şampiyonluğu ve F.A. Cup şampiyonluğu yaşadı. Premiere Lig'deki iki şampiyonluğu sırasında Ronaldo, Rooney, Van Nistelrooy, Henry gibi forvetlerin arasında Mavilerin forveti Didider Drogba ve Eidur Gudjohnsen gibi 2 ismi duyulmamış futbolcuydu.

Mourinho gibi bir futbol karakterinin görevden ayrılmasının arkasında görüldüğü kadarıyla başkan Roman Abramovich'le yaşadığı ayrılıklar var. Mourinho'nun görevden ayrılmasının ardından manager koltuğuna daha önce Chelsea yönetiminde de görev alan ve Abramovich'in dostu İsrailli Avram Grant ve Steve Clarke oturdu. İkili Mourinho'nun yokluğunu hissettirmemeye çalışacak.

Tabi hissettirilmemeye çalışılan Jose Mourinho gibi bir adamın yokluğu olunca ne kadar başarılı olurlar şüpheli.
Kim ne derse desin futbol dünyası ve Ada futbolu çok önemli bir karakterini kaybetti.
Moruniho'nun alacağı tazminat ise merakla bekleniyor. Zira Portekizli'nin ayrılık dedikodularının ilk basına yansıdığı aylarda "Beni görevden alırlarsa dünyanın en zengin teknik direktörü yaparlar" şeklinde bir açıklaması olmuştu.

20 Eylül 2007 Perşembe

FİYASKO TRANSFERLER

Zaman zaman Türkiye’nin en büyük kulüplerinden ekonomik kriz haberleri geliyorsa, kuşkusuz bunda fiyasko transferlerin payı büyüktür. Her yıl hesapsızca harcanan paralardan, bir maç oynamadan ülkesine dönen futbolculardan bile nasiplenmiştir kimi zaman. İşte yüzlercesinin arasından, arkasından epeyce konuşturan son yılların 10 fiyasko transferi. UEFA ve FIFA geçtiğimiz beş yıl içinde ülke futbollarının gelişmesi için kulüplerin ekonomik istikrarının çok önemli bir etken olduğunun altını çizen bir dizi önlem aldı. Özellikle kulüplerin maç günü gelirlerini etkileyen 90 dakikalık süre dışındaki etkenlerin öneminin bir hayli arttığını gördük. Genel olarak bakıldığında maç günü hasılatı, merchandising ve catering olarak adlandırılan maç günü kulüp mağazalarından yapılan satışlar ve reklam gelirleri, aslında aynı noktada birleşiyor; bu gelirleri elde etmeyi hedefleyen takımların sahaya çıkardıkları takımın bir önceki seneden ne kadar daha heyecan verici olduklarında… Kulüplerin bunu kanıtlamalarının en kolay ve kestirme yolu ise transfer. Ancak Türk futbolu ve özellikle üç büyükler maalesef son yıllarda verdiği örneklerle akıllı transfer politikaları, yurt dışında futbolcu yetiştiren ülkelerde kurulan scout mekanizması, futbolcu ücretlerindeki denge gibi konulardan hiç nasiplerini almadıklarını gösterdiler. Biz de bu fiyaskoların ‘transfer politikaları ayağından yola çıkarak ‘en’leri seçtik… Hemen belirtmekte fayda var; bu fiyaskolar, futbolun ticarete dönüştüğü, Federasyon’un özerkleşmesinden sonraki süreçten seçme…


1- Osvaldo Nartallo (Beşiktaş): Hafızalardan silinmeyen bir tablo; Fotospor gazetesinde yayınlanan fotoğraflarda yeni Kempes olarak lanse edilen Nartallo, transferinden bir gün sonra Fulya tesislerinde basın mensuplarının önünde top sektirmektedir. Ama rivayet odur ki, hiçbir denemesinde beş sektirmeden öteye geçemez. Kariyerine San Lorenzo takımında başlayan ve Orlando Pirates, Angelos de Puebla, Granada gibi takımlarda oynayan Osvaldo Nartallo, Türk futbol tarihi ve Beşiktaş adına izlediğimiz en ilginç futbolcularından biriydi. Dede tarafından gelen İtalyan kanı sebebiyle kısa sürede Serie A’ya transfer olacağını her fırsatta dile getiren Arjantinli oyuncunun Beşiktaş’tan ayrılışı, çizme istikametine değil Petrolofisi istasyonuna doğru olmuştu. Nartallo, oynadığı sezon Beşiktaş’ın en golcü oyuncularından birisi olmuştu, ama attığı gollerin yarısının boş kaleye, geri kalan yarısının da burun, kalça, diz, sırt gibi ayak dışı organlarla atılmış olması ilginçti. Ancak yine de oynadığı sezon Fenerbahçe’ye her iki maçta da 2-1 yenilen Beşiktaş’ın iki golünün de sahibi olması, hele bunların arasından Kadıköy’de attığı golün Beşiktaş kariyerindeki en güzel gol olması da dikkat çekicidir.



2- Dominic Iorfa (Galatasaray): İşte ‘Türk futbol tarihinin en skandal transferi’ yakıştırmasına kimsenin itiraz etmeyeceği bir transfer. Oynadığı kulüplerden biri olan ve 18 ay boyunca gol atamadığı İskoçya’nın Falkirk takımının teknik direktörü, kendisini antrenmanda görene kadar transfer edildiğini bilmediğini söylemiştir. Oynadığı bir başka kulüp olan Southend United’a, asıl transfer edilmek istenen kardeşi Danel Iorfa’nın yerine yanlışlıkla transfer edildiği söylenir. Kariyerinde Galatasaray ve Falkrik dışında Shrewsbury, Peterborough, Guangzhou, Instand-Dick gibi takımlarda oynayan Dominic Iorfa’nın, ülkesinde 400 metre atletiyken futbolculuğa yatay bir geçiş yaptığı, bu yüzden kendi kendisine orta yaptığı ve attığı paslara kendisinin koştuğu söylenir. Buna rağmen Nijerya milli takımında 21 kez milli olduğu gerçeği de dikkat çekicidir.

3- Sabin Ilie (Fenerbahçe): Kardeş kontenjanı bazen Arçil-Şota gibi meyve vermiyor. Galatasaray’a oynadığı bir buçuk sezonda çok şey katarak Valencia’ya transfer olan Adrian Ilie’nin gazını alan Fenerbahçe’nin transfer ettiği, ancak işe yarayan tek yanı Fenerbahçe’ye sonraları faydalı olacak Mosheou ile takas edilmesi olan Sabin Ilie, ilginçtir; Fenerbahçe’nin düştüğü hata kendilerine özgü olmamalı ki yine kardeşinin peşinden Valencia’nın yolunu tutmuş, orada da kendini göstererek (!) ülkesi Romanya’ya gönderilmiş, yolculuğunu Çin 2’nci liginde Changchun Yatai takımında sürdürmüştür. Halen Yunan liginde Iraklis takımında top koşturmaktadır.

4- Victor Shaka (Trabzonspor): Trabzonspor’un bir diğer transfer hadisesi Misse Misse ile birlikte transfer edilen Nijeryalı golcü (!) Victor Shaka, basın mensuplarının yine top sektirme konusunda engin yeteneklerine şahit olduğu futbolculardandır. O zamanlar Trabzonspor’da oynayan Tolunay Kafkas’ın ifadesiyle çok iyi göğüs istopu yapan golcü, transfer olduğu takımda maç kadrosuna bile giremeyen oyuncular kervanının önde gelen temsilcilerindendi. Shaka, tahminimizce Mehmet Ali Yılmaz’ın hırsını Kevin Campbell’dan çıkardığı ‘yamyam’ fobisini oluşturan futbolculardan biriydi.

5- Gabriel Tamas, Ovidiu Petre, Florian Bratu üçlemesi (Galatasaray): Gheorghe Hagi’nin Türkiye’ye ayak basışı, nasıl Adrian Ilie, Filipescu, Popescu, Lucescu gibi Türk futbolunun yararına olacak örnekler ortaya çıkardıysa Sabin Ilie, Lutu, Radu Niculescu gibi akıllara zarar örnekler de çıkarmıştı. Ama bunların en belirgini, Galatasaray taraftarının her hafta katlanmak zorunda olduğu işkencenin üç temsilcisiydi. Fatih Terim’in uğruna spiker fırçaladığı Gabriel Tamas’ın başını çektiği bu üç oyuncu, Galatasaray tarihinin son yıllardaki en kötü döneminin mimarlarındandı. Önde gelen özellikleri, Tamas ve Petre’nin oldukça ağır, Bratu’nun ise gereğinden fazla hızlı olmasıydı. Bratu, Galatasaray’dan sonra hangi yetenek avcısının gözlemleriyle olduğunu merak ettiğimiz bir transferle Nantes’ın yolunu tuttu, ancak geçtiğimiz sezon Valencienns’e kiralanarak alıştığımız yeteneklerini sergiledi ve 12 maçta tek bir gol dahi atamadı. Petre şu anda ülkesi Steau Bükreş’te top koştururken Gabriel Tamas ise ilginçtir Galatasaray’dan sonra Spartak Moskova’ya transfer oldu ve bu sene Celta Vigo’ya kiralanarak 23 maçta forma giydi. Kendi etrafında dönmesi yaklaşık beş saniye süren Tamas’ın bunu nasıl başardığı ayrı bir merak konusu. Ne diyelim, her üçleme Brehme-Klinsmann-Mathaaus (Inter) ya da Rijkaard-Gullit-Van Basten (Milan) gibi olmuyor.

6- Souleymane Oulare (Fenerbahçe): Fenerbahçe’ye geldiğinde Belçika Ligi’nin son sezonunda şampiyon olan Racing Genk’in 17 golle gol kralı futbolcusu unvanını da beraberinde getiren Gineli golcünün Fenerbahçe’deki ömrü, yarım sezon ve dört gol sürmüş; daha sonra İspanya’nın Las Palmas takımının yolunu tutmuştu. Las Palmas’ta da aynı performansı göstermiş olacak ki, İngiltere’nin Stoke City takımına transfer olan futbolcu, kariyerinin dibini Belçika 2’nci Ligi’nde Heusden Xolder ve C.S. Vise takımında geçirmiştir. Oulare’nin Belçika’da manşetlere en son çıkışı, Kasım 2006’da Brüksel’de sahibi bulunduğu otelde iki kadının alkol komasına girerek hayatını kaybetmesi ve otelin sağlık koşullarının standartların çok altında olduğunun anlaşılmasıyla oldu.

7- Frank De Boer (Galatasaray): Galatasaray’ın ‘ikinci Terim dönemi’nin bir başka fiyaskosu… Vatandaşı Pierre Van Hooijdonk, ezeli rakipte ‘Aziz’ unvanını alırken, Barcelona’da artık ağırlığından ve sakatlığından hareket edememesi sebebiyle satıldığı rivayet edilen De Boer’in, Galatasaray’daki ömrü yarım sezon oldu. Kardeşi Ronald De Boer gibi Glasgow Rangers’a, oradan da Katar’ın Al Rayyan’a transfer olan Frank De Boer’dan geriye verdiği kısa düşen geri pasları, rakiplerin 5 metre geriden koşmaya başlayıp 5 metre önüne geçtikleri ikili mücadeleleri kaldı. De Boer, 2006 Nisan’ında futbolu bırakarak, kariyerine ilk başladığı Ajax’a genç takım antrenörü olarak döndü.

8- Adrian Knup (Galatasaray): ‘Birinci Fatih Terim dönemi’nin büyük umutlarından biri olan Adrian Knup, Galatasaray’a İsviçre Milli Takımı’nda 50 kez milli olup 26 gol atmış bir futbolcu olarak 1996-97 sezonu başında Karslhure takımından gelmişti. Ancak Alman Ligi’ndeki dört yıllık kariyerine ve ‘94 Dünya Kupası’ndaki göz alıcı performansına rağmen Knup, sarı kırmızılı takımda sadece bir sezon oynadı. Attığı gol sayısı ise Galatasaray’ın Zeytinburnuspor’u 5-2 yendiği maçta ve UEFA Kupası ön elemesinde Constructorul maçında attığı birer golden ibaret olmak üzere ikiyi geçemedi. Haliyle de devre arasında ülkesi İsviçre'nin Basel şehrine geri döndü ve futbolu burada bıraktı. Adrian Knup, son yıllardaki fiyasko transferler içinde çok şöhretli olmayan, ama iyi bir forvet olarak bilinmesi sebebiyle şaşırtıcı bir hayal kırıklığı olarak hafızalarda kaldı.

9- Robert Enke (Fenerbahçe): İşte son yılların fiyaskodan öte, en garip transfer hikâyesi. Carl Zeiss Jena’da futbol hayatına başlamış, Borussia Monchengladbach’ın kalesine geçmiş, oradan üç yıl oynadığı ve kaptanlık pazubandını taktığı Benfica’ya transfer olmuş ve daha sonra da Barcelona’nın transfer ettiği, ama kaleci bolluğundan olsa gerek 2003 yılında Fenerbahçe’ye kiralık olarak yolladığı bir kaleciden bahsediyoruz. Bu kariyere sahip Robert Enke, Türkiye’deki ilk maçına çıktı, üç gol yedi. Daha sonra da bunun aynı zamanda oynadığı son maç olduğu ortaya çıktı. Neye uğradığını anlamadan geri gönderilen Enke, Ocak 2004’te Tenerife ile anlaştı. Burada yarım sezon oynadıktan sonra da halen kalesini koruduğu Hannover 96 ile 2004-05 sezonu için anlaştı. Ha unutmadan, Fenerbahçe’nin bir maçta biletini kestiği Robert Enke, iki ay önce Alman Milli takım formasıyla ilk maçını Danimarka’ya karşı oynadı. Öyle görülüyor ki Enke, Kadıköy’de hayatının sadece bir 90 dakikasını işgal eden o zaman dilimini yaşayıp yaşamadığından bile emin değil. Açıkçası biz de öyle…

10- İbrahim Ba (Ç. Rizespor): Aslında 10 numara için Anadolu takımları arasında bir seçim yapmak zorundaydık. Gençlerbirliği’ne büyük umutlarla gelen Nijerya Milli takımının forvet oyuncusu Haruna Babangida, Trabzonspor’a Victor Shaka ile beraber eziyet eden Misse Misse ya da İstanbul takımlarından Fenerbahçe’nin bu sezonki transfer bombası Deivid De Souza ve Beşiktaş’ın defans hattının zayıf halkaları Thomas Hengen-Sixton Veit ikilisinin de haklarını yemek istemeyiz, ama bir futbolcu Bordeaux, Milan, Marseille, Bolton Wanderers gibi takımlarından sonra (ki Milan’da oynadığı altı sezonda 56 kez forma giymiş bir oyuncudur) Rize’nin yolunu tutup iki maç oynadıktan sonra İsveç’in yolunu tutuyorsa, bu dikkate değer bir olay. Djurgarden takımında da aynen Rize kentinde olduğu gibi aradığını bulamayan Ba, 2006 yılı sonunda kulüpten ayrıldı.

TRIBUTE TO ÜMİT AKTAN



1997 yılının sonbahar aylarını hatırlayanlar Adrian Ilie’nin meşhur kepçelerinin sonucunda, Galatasaray’ın her iki maçta da 4-1 galip gelerek Şampiyonlar Ligi ön elemesinden grup müsabakalarına kaldığı maçları hatırlarlar. İsviçre’deki ilk maçı sunan spiker Ümit Aktan meşhur “Sion depresyon oldu” ifadesini bu maçta dile getirmiştir. Aslan, bu akşam İsviçre'de 10 yıl sonra rakipte yine depresif bir tat bırakmak amacıyla sahada.

BİR YILDIZ TRANSFERİNİN ANATOMİSİ


Mayıs ayı birçok Avrupa liginde olduğu gibi ülkemiz liglerinde de sona çok yaklaşıldığının habercisidir. Taraftar kendisini ligin finish düzlüğünün heyecanına son sürat kaptırmış olsa da yaklaşan uzun soluklu futbol tatili de kapıya dayanmıştır. Hele ki o yaz dönemi uluslararası bir futbol organizasyonuna denk gelmiyorsa sıcak yaz günlerinin çekilmezliği katlanarak büyür ve her taraftar tek bir noktaya odaklanır. Transfer.

Birçok Avrupa kulübü sistemli çalışmaları neticesinde kendi ekonomik imkanlarında alacakları oyuncuları daha sezon bitmeden renklerine bağlar iken, ülkemizde bu tarz örnekler birkaç istisnayla sınırlı kalmıştır. Kulüplerimizin transferden sorumlu yöneticileri genellikle yumurta kapıya dayanmadan somut adımlar atmayı tercih etmedikleri için liglerin sona erdiği ve koca bir sezonun çalkantılı sularının yeni yeni durulmaya başladığı dönemde bir diğer kaos ortamına adeta balıklama dalınır.

Kulüplerin sözleşmesi biten mevcut oyuncularıyla yeniden anlaşma sağlamaları anlamına gelen iç transferler beklenen sonuç veya olağan bir durum olarak karşılanırken, yurtiçi ve yurtdışındaki bir başka kulüpten yapılan ve adına dış transfer denen organizasyon taraftar bünyesinde farklı sonuçlar doğurabilmektedir. Elbette ki dış transferler içerisinde ruh ve akıl sağlığına en zararlı olanı yurtdışından yapılan “yıldız” transferleridir. Yazılıp çizilen veya üzerinde konuşulan onlarca ölü doğmuş transfer haberlerinin yarattığı kaos ortamı bir yana, gerçekleşme sürecine girmiş “yıldız” transferleri her safhasında ayrı bir gerilim filmi edasıyla taraftarı bir saatli bombaya dönüştürme kapasitesine sahiptir.

Yıldız transferi safhalarından ilki, zaman açısından uzunluğu ve yarattığı etkiler açısından tehlikeli olmasıyla ön plana çıkan bekleme sürecidir. Bu süreç, talip olunan yıldız oyuncunun “x kulüpte oynayabilirim” söylemiyle başlar ve detay sınırlarını zorlayarak devam eder. Bu söylem taraftarlar arasında ancak küçük çaplı kalp çarpıntılarına yol açsa da, esasında ilerleyen günlerde ortaya çıkacak bonservis ücreti sorunu, oyuncunun karısının-sevgilisinin ülkeye gelmek istememesi ya da çocuklarının okul problemi gibi birçok nedenden ötürü gerilimin dozajı yükselir ve her Allahın günü pembe dizi entrikaları tadındaki bu gelişmelerle afallayan taraftar yavaş yavaş kıvama gelmeye başlar. Bu noktada kulüpler tarafından hedef şaşırtmak amacıyla yapılan “ilgilenmiyoruz” açıklamaları dahi pek etkili olmaz. Bahsi geçen televizyon veya gazete haberlerinin yanı sıra bazı taraftarların kendi meşrebince kulüp içerisinden (!) elde ettiği duyumlarını internetteki forum ortamlarında ya da kulaktan kulağa yayması ile bu safha misyonunu tamamlar. Son yıllarda pek rastlanmasa da aynı oyuncu için bir diğer ikinci kulübümüzün de devreye girerek bu safhanın süresini daha da uzattığı tarihte görülmektedir.

İkinci safha ise anlaşılmak üzere aşamasıdır. Oyuncuyla veya kulübüyle yalnızca ücret üzerinde küçük pürüzlerin kaldığı, pazarlığın kızıştığı, “bugün, olmadı yarın, bilemedin ertesi gün bitiyor”.söylemlerine sıkça başvurulan, taraftarın ise tüm bu olup bitenler karşısında cinnet geçirdiği bir süreçtir. Bu dönemde gün içerisindeki spor haberleri itinayla takip edilir, yerli ve yabancı basın yakın markaja alınır. İyice bunalan taraftarlar arasında “Anlaşmış mıyız? Hadi canım… İmza attığını gözümle görmeden inanmam abi” vakaları en sık rastlanılanlar arasındadır. Bu süreç yıldız oyuncuyla resmen anlaşılması ile son bulur.

Artık resmen anlaşma sağlanmış kabul etme ve karşılama safhasına geçilmiştir. Bünyelerde günlerce biriken stresin bir şekilde dışa vurulacağı bu süreç, günümüz merchandising anlayışıyla hızla piyasaya sürülen ve sırtında yeni yıldızın adının yazılı olduğu takım formaları ile start alır. Formalara olan ilginin boyutu ile taraftarın bu transferi kabul etmesi veya benimsemesi tamamıyla doğru orantılıdır. Bugüne kadar Bergkamp gibi uçak fobisi nedeniyle karayolunu tercih eden bir yıldız ülkemize transfer edilmediğinden genellikle gelen oyuncuların karşılanma noktası herhangi bir sınır kapısı değil, havaalanı terminalleridir. Karşılamanın kalabalık bir kitleyle ve bol izdihamlı yapılması en makbul olanıdır. Taraftarın deşarj noktası o anlar olduğundan itiş kakış ve sert tepkiler kaçınılmazdır. Karşılamanın en büyük klişesi ise uçağın rötarlı gelmesidir. Bu gecikme, “Çoktan gelmiştir, kalabalık yüzünden başka kapıdan kaçırmışlardır.” “Kadın kılığında çıkarmışlar abi” gibi ilginç asparagaslara da zemin hazırlamaktadır. Futbolcunun dış hatlar terminalinde görünmesiyle birlikte karşılaştığı manzara karşısında yaşadığı şaşkınlığı gidermek amacıyla (!) yoğun bir şekilde sağa sola çekiştirme egzersizi uygulanır ve boynuna maksimum sayıda atkı bağlanır. Yoğun tezahuratlar eşliğinde yıldız futbolcu havaalanından uğurlanır ve ertesi gün yapılan bol top sektirmeli görkemli bir imza töreniyle transfer süreci son bulur.
by forzabrian

19 Eylül 2007 Çarşamba

METRONOM YİNE ŞAŞMADI




Dün akşam son şampiyon Milan Şampiyonlar Ligi ilk maçında Benfica’yı San Siro Stadı’nda mağlup ederken perdeyi açan isim, kendisinden izlemeye alışık olduğumuz free-kick gollerinden birini atan Andrea Pirlo’ydu. Milan’lı taraftarların orta sahadaki hiç teklemeyen oyun karakteri sebebi ile “metronom” lakabını taktıkları Pirlo dün akşam taraftarlara hediye ettiği mükemmel free-kick gollerinden 4 tanesini 2005-2006 yılında bir sezona sığdırması ile bu alanda kulüp rekorunun da sahibi. İtalya Milli takımı’nın Dünya Şampiyonu apoleti taktığı 2006 Dünya Kupası Final Maçı’nda da “maçın adamı” ve tüm turnuvanın en iyi 3. oyuncusu seçilen Pirlo son 10 yılda Dünya Futbolunda görülen en “sağlam” orta saha oyuncularından birisi. Milan’ın orta sahasının sırrı da burada yatıyor. Kabına sığmayan, serseri mayın Gennaro Gattuso ve onun yanında tam bir kontrol adamı Andrea Pirlo

LUCESCU WON, BUT IT WAS A POOR MATCH




FM 2007 oyununu oynayanlar bilirler. 1-0,2-0 biten maçların sonunda hep aynı ileti çıkar: ".... won, but it was a poor match" veya "bore draw".

Mircea Lucescu Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali'ne çıktığı, ertesi sene 2. tur gruplarının son maçında kaçırdığı Çeyrek Final vizesinin vukuu bulduğu senelerde ve Beşiktaş'ta görev yaptığı yıllarda bu tür “poor match” ve “bore draw” serileriyle başarılara ulaşmıştı. Özellikle Galatasaray taraftarları maç başında atılan golllerin ardından 80 dakika tek akciğerle nefes alabildikleri nice maçları hatırlarlar.

Lucescu dün akşam da Şampiyonlar Ligi grubundaki ilk maçında takımı Shaktar Donetsk’le ada futbolunun şu andaki en formda takımlarından Glasgow Celtic’i ilk 10 dakikada Brandao ve Lucarelli’nin attığı gollerle 2-0 mağlup etti.

Bu sene Donetsk kentinin futbolsever insanları, kaslarında aşırı gerilme problemleri yaşayabilirler.

SICKO


Sivri dilli muhalif Michael Moore yine Amerikan Rüyasındaki gedikleri bombalamaya devam ediyor. Bu sefer operasyon masasında bizzat operasyon masasının kendisi var. Amerikan Sağlık Sistemi Moore'un okunun ucunda. Sicko.Hani web üzerinde sipariş sitelerinde olur ya "Bunu satın alanlar bunu da aldı"


"Bowling For Columbine"

"Fahrenheit 9/11"


KALEİÇİ


Ankara Kalesi.

Muhtemelen bir mahale maçı (ya da kale maçı da diyebiliriz)

Futbolcunun yalnızlığı

Ya da güneşin en dik geldiği saatte bile insan hayatının kaderini belirleyen o yuvarlaktan uzak kalamama.


Bizim "o an" ımız...
Fotoğraf: Gorky

18 Eylül 2007 Salı

BEŞİKTAŞ RIGHT TO THE GOAL TONIGHT?*




Beşiktaş Şampiyonlar Ligi macerasına 2003 yılının sonbaharında o zamanlar Sparta Prag’da oynayan Zelenka’nın 92. dakikada Lazio ağlarına bıraktığı golle ara verdiği yerden devam ediyor. Marsilya’nın Kupa 1’de hatırladığımız son kayda değer başarısı ise AC Milan’ı Basile Boli’nin golüyle yenerek o zamanki adıyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandığı 1993 yılı. Ancak bu unvan daha sonra finansal yolsuzluklar ve şike iddiaları sebebiyle elinden alındı. Marseille 2 sene öncesinde de Avrupa’nın flaş takımı Saviçeviç’li, Boban’lı, Prosinecki’li ve Panchev’li Red Star Belgrad’a penaltı atışları sonucu 5-3 yenilerek elenmişti. Didier Deschamps, Fabian Barthez, Jean Pierre Papin’in 20’li yaşlarının başlarını sürdükleri yıllardan bahsediyoruz.

*Konu başlığı Marsilya kulübünün ambleminde de yer alan ve "doğrudan gole" anlamında gelen "Droit Au But" cümlesinden gelmektedir.

BİZ SPORCUNUN HANGİSİNİ SEVİYORUZ ACABA?








İki tane kolun öyküsü bu. İnsan vücudundan ileri doğru uzatılan.

Birisinin sahibi 12 yaşında. Trabzonlu ve Trabzon’da yaşayan bir kız. İlköğretim okulları arasındaki atletizm yarışmasında yarışın son anlarında madalyaya koşarken tökezleyip geride kalan arkadaşına uzanan bir yardım elinin sahibi. Madalyayı kaçırmak pahasına. Nitekim Hilal Coşkuner bu davranışından ötürü madalya kazanamadı ama dünyanın en prestijli ödüllerinden olimpiyat oyunlarının kurucusundan ismini alan “Dünya Fair Play Baron Coubertin Büyük Ödülü”ne layık görüldü. Ödül 8 Aralık’ta Paris’te kendisine takdim edilecek.

İkincisinin sahibi 27 yaşında. Newcastle’de yaşayan bir Türk. Avrupa Şampiyonası Grup Elemelerinde Türkiye’nin 2-0 kazandığı Macaristan maçında atılan 2 golden sonra da basın tribününe kalkan kolun sahibi. Hani şu Galatasaray’dan ayrılırken ligin sonunda sakatlıktan kaçınıp Inter’e sağlam gitmek için maçlara çıkmayan Emre, hani şu İsviçre maçlarından sonra saha içinde İsviçreli kovalayan ve rekor ceza alan Emre, hani şu 3 farklı siyahi oyuncuya ırkçı saldırı yaptığı iddiaları ortaya atılan Emre, hani şu Türk futboluna son 5 senedir “hiç”ten başka bir şey vermeyen Emre.....Emre....Emre....Başka bir ülkede olsa çoktan ülke halkının kollarını kaldırarak veda edeceği Emre.


Gençlerimize sahip çıkalım, bu kadar genç çocukları yakmayalım. Hangisini yakmayacağız? Hangisine sahip çıkacağız ya da çıkmalıyız? Centilmenlik ödülüne “aptallık ödülü” adını veren bir ülkeyiz. Ne de olsa Hilal yarışmayı kazanacakken “aptalca” geri dönüp madalyadan oldu. Ne de olsa Emre hakkını korudu, helal olsun.

Zeka, çeviklik, ahlak.Tekrar hatırlatalım mı?

17 Eylül 2007 Pazartesi

WASHINGTON SC




2002-2003 yılında “gol makinesi” nidalarıyla Fenerbahçe’ye transfer olan Brezilyalı Washington Stecanelo Cerqueira, sarı lacivertli formayla çıktığı maçlardan sonra ilk yarıyı bitiremeden geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’dan ayrıldı. Kalp rahatsızlığı işin bahanesi oldu ya, Fenerbahçe tribunleri ve Türk medyası da Washington’ın adını pek hatırlamak istemedi. Washington ülkesinde gördüğü kısa süreli tedaviden sonra 2004 yılında ülkesi takımlarından Athletico Paranaense ile sözleşme imzaladı. O sezon attığı 34 golle Brezilya Gol Kralı oldu. Coração Valente (Cesur Yürek) lakabını omuzlarına takarak Pasifik’in diğer ucuna Tokyo Verdy takımına gitti. Burda attığı 22 golün ardından Urawa Red Diamonds takımına transfer oldu. 2006 yılında oynadığı 35 maçta 33 gol atan Washington takımının şampiyon kendisinin de Gol Kralı olduğu senenin ertesinde bu yıl da 25 maç sonunda lider olan takımının en golcü ismi. Kısacası Japon Ligi’ne damgasını vuran takım ve oyuncunun patronu ise yine Kadıköy diyarından geçen Holger Osieck.

GAMBLING WITH THE DEVIL


21 Kasım'da Hellish Tour kapsamında ülkemizde de Gamma Ray ile birlikte bir konser verecek olan Helloween'in yeni albümü "Gambling With The Devil" raflardaki yerini aldı. Heavy Metal camiasının en eğlenceli gruplarından olan Helloween'in albümünün ağır topları "Kill It", "As Long As I Fall", "Final Fortune" ve "Can Do It". Yeni Melek siyahlara bürünmek için gün sayıyor.

PERESTROIKA J.R. HOLDEN'IN ELLERINDE





80’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde bir Amerikan fast food dükkanı açılacak desek, herhalde Sovyet halkına hakaretten yargılanabilirdik. Hele hele 88 Olimpiyatlarında David Robinson’lı A.B.D. ile karşı karşıya gelerek nefes kesen bir çekişmeye imza atan Sabonis’li S.S.C.B.’nin bir gün karşı takımdan siyahi bir oyuncuya kendi ülkesi takım sporları tarihinin en kritik hamlelerinden biri için sorumluluk vereceğini söylesek. Ya peki bu sorumluluğu veren olarak o takımın tüm yetkilerini elinde bulunduran kişinin de Rusların deyimiyle bir “kapitalist” olduğunu söylesek.

Kupanın “sinderella”sı Rusya, David Blatt önderliğinde J.R. Holden’ın bitime 29 saniye kala Pau Gasol’un elinden çaldığı top ve 2 saniye kala attığı zor şut ile Eurobasket 2007’nin şampiyonluğuna, ev sahibi İspanya’yı 60-59'luk skorla yenerek ulaşırken, tarihin ve değişimin insanoğluna neler gösterebileceğinin de kanıtı oldu.