30 Ekim 2009 Cuma

YEDİ SEKİZ HASANPAŞA



Geçen ayı dünyanın çeşitli mutfaklarını tadarak geçirdim. Hayatımın yemek kültürü açısından en değişik dönemiydi. Peşisıra Vietnam, Çin, Greek, Amerikan, Japon, İngiliz, Meksika, Etiyopya mutfaklarına daldım, İnjera yedim, yengeç yedim, acayip acayip şeyler yedim, çoğunu beğendim galiba - en azından farklıydı.

Klişeye dönüp ama n'olursa olsun ülkemizin mutfağı en güzeli demeyelim tabi. Onu kestirmek bizim işimiz değil. Fakat az evvel Yedi Sekiz Hasanpaşa'nın önünden geçerken saat de tam 5'e gelmek üzereyken bir acıbadem ve mekik alıp çayla içsem nasıl olur diye düşündüm, sonra da aklıma siz geldiniz!

Yazmıyorduk epeydir, fırsat bu fırsat olsun. Yedi Sekiz Hasanpaşa Beşiktaş Çarşı'da yer alır. Esas Yedi Sekiz Hasanpaşa da Beşiktaş'ta karakol komutanlığı yapan şiddetiyle meşhur bir zatmış. Burayla ne alakası var arayamadım şimdi, bilen yazar zaten. Biz öze gelelim. Eski püskü hali hiç değişmemiştir, benim Beşiktaş'ta yaşadığım 10 yılda. Dışarıdan gördüğünüzde pek dikkatinizi çekmeyebilir bu yüzden. Ama bir şekilde içeriden birşeyler alırsanız müptelası olabilirsiniz.

Ben acıbademleriyle samimiyet kurdum önce. Alışılmışın dışında daha küçük ve tek parça olur burada. Bir gün acıbadem kalmadığında da mekikle tanıştım. Bazıları selanik gevreği ve kokoyu çok sever. Neyse epey çeşit tatlı tuzlu kurabiye vardır burada. Beş çayı için idealdir. Beşiktaş çarşısını sevmek için önemli sebeplerden biridir. Halkın buraya girip bir şeyler alması hiç değişmeyen günlük alışkanlıklardandır.

Girdiğinizde bir zil çalar kapıda, amcaların bir kere yüzüme gülmüşlüğü ve konu harici söz etmişliği yoktur, tartıları hala eski usül ibreli cinstendir. Kuru pastaların kilosu 14 ila 16 lira arasıdır. 250 gramlık paketler yeterli olur genelde.

Sonra gelirsiniz eve, demlersiniz çayı da, yersiniz içersiniz pek güzel olur.

by tunchay

28 Ekim 2009 Çarşamba

LUCKY.!



Buradaki son postum oluyor bu.

Muhtesem evsahibim Flying Dutchman ve ekibine su güzel ortamin kapisini kisa süreligine de olsa bize actigi icin cok cok tesekkür.. Yok tahmin ettiginiz gibi ne bir kavga, ne bir tartisma ne de olumsuz bir sey yasandi. Üretken olmami saglayip bana postlar yazdirdi FD. 9 tane iri iri post attirdi ve daha da önemlisi Borges bloguna geri dönmemi sagladi.. En basindan kendi blogunu acacasiya kadar olan bölüm diyerek koydu adini. Biz tuhaf yaziyoruz, hicbir yere koyamam ben bu yazilari blog disinda.. Bir baska yere de gönderemiyorum zira icerisinde kimilerini rahatsiz eden tonlarca imla hatasi, typolar filan.. Siz bunlari kendinize mesele edip sabaha kadar tartisadurun ben bu sekilde bassiz/sonsuz yazilar yazmaya devam edecegim.. Yer yer basina ona buna saldiriyoruz ki tahmin edemeyeceginiz gariplikler dönüyor sonrasinda.. Ama FD sadece yaz dedi, yaz borges.. Imla, typo, türkce karakter ? Düzeltirim ben gerekirse..

Gercekten de öyle yapti. Beni filan bosverin siz bu adamin üretme sevdasina iyi bakin.. Biz yazariz/yazmayiz ama su adamin hakkini vermek gerek..

Radiohead saheseri Lucky.. Ayni zamanda sansliyim böyle güzel olusumun kucuk bir parcasi olmaktan dolayi.. Simdi artik ben yasadigim süre boyunca icerisine bir sey katacagim bloguma geri dönüyorum. Her sey icin bir kez daha cok cok tesekkürler..

P.S: Prag'a bol selam bizden sevgili FD.!

By Borges

PRAG'IN DA GİDELİM



















Tarihin en iğrenç 10 esprisinden birisi olabilecek bu girişle birkaç günlüğüne sizden izin isteyelim. Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'a gidiyoruz, salı gününe kadar yokuz. En azından ben yokum diğer yazar kadrosu buralarda. Son 2-3 günüm Prag'a daha önce gitmiş, eş dosttan tiyo almakla geçti. Tabii internet sayfalarını da dolaştık biraz. Dönüşte hatırlatın, iki tane tip adamı fena döveceğim. Bir gittiği yerleri anlatırken kişileştirmelere başvuran tip. "Prag, gözleri yarı açık, hüzün dolu şehir", "Amsterdam, şen şakrak bir arkadaş gibi, o derece sürprizlerle dolu, o derece çılgın", "Moskova, uzun süredir görmediğiniz arkadaşınızın soğukluğunda, ama bir o kadar melankolik", "Paris, lisede sizi reddeden kız gibi, ulaşılmaz ama tutkulu", "Rio de Janeiro, ilkokulda yumurtalı ekmek getiren Coşkun gibi, öyle lümpen, öyle proleter". Şehir bu arkadaşım şehir, Habitat toplantısı yapmıyoruz burada. İkinci tip de daha önce söylemişimdir, 1 hafta kaldığı yeri 10 yıl yaşayan adamdan daha iyi bildiğini zanneden tip. Farkettim bu bir tek bizim millette var. "Czerony Savdushka'nın meyhanesine gitmeden Prag'ı gezdim demeyin". Yok ya...Savdushka he mi? Sanarsın meyhanede baş garson. 3 gün kalmışsın yahu ne Savdushka'sı..."ama ölümü gör Redutha Jazz Club'a git bak, Prag'ın en iyisi"....

Velhasıl bu duygularla Bohemya'ya doğru yola çıkıyoruz efendim. Monica Sweetheart, Sylvia Saint, Daniella Rush, rahmetli Lea de Mae'nin kabristanı....Geliyoruz ayık olun.

Görüşmek üzere.

3:6


















Lothar Matthaus ile ilgili haberleri verirken Macar milli takımındaki görevinden bahsetmiştik. Oradan Macar milli takımının altın yıllarına bir göz gezdireyim dedim ve aslında buraya taşımamız gereken efsane bir maça gözüm takıldı. Macarların 1950'lerde dünyanın tozunu atan Altın Takımının ya da diğer adlarıyla Magical Magyars, Marvellous Magyars, Magnificent Magyars veya Mighty Magyars gibi lakapları olan, Kocsis'li, Puskás'lı, Grosics'li, Bozsik'li, Hidegkuti'li, Czibor'lu o efsane kadrosunun tarihi değiştirdiği maçlardan birisi. Birçoklarına göre dünya futbol tarihinin en iyi maçı yada geçtiğimiz yüzyılın maçı. 25 Kasım 1953'te Wembley Stadyumu'nda oynanan ve Macarların 6-3 kazanarak İngilizlerin kendi evlerindeki saltanatına darbe vurduğu o müthiş maç.

Wembley'deki maç öncesi İngiliz basını daha takımlar sahaya çıkmadan, maçı "Yüzyılın Maçı" olarak lanse ederler. Macarlar 4 Haziran 1950 tarihindeki 5-2'lik Polonya galibiyeti ile başlayan seride tam 23 maçtır yenilgi yüzü görmeişlerdir ve bu seride sadece 4 kez beraberlik almışlardır. 5, 6, 7, 8 hatta 12 gollü galibiyetler vardır bu seride. Tartışmasız olarak dünyanın en iyi takımı durumundadırlar. Daha 1 sene önce Helsinki olimpiyatlarında berabere dahi kalmadan şampiyon olmuşlardır ve formlarının zirvesindedirler. İngilizler ise tam 52 yıldır kendi evinde, Büyük Britanya dışından bir takıma kaybetmemektedir. En son yenilgi aldıkları tarih 1901 tarihidir. Dolayısıyla iki cevizden birisinin, beraberlik dışında bir sonuç alınması halinde kırılacağı maçtır bu efsane maç.














Macarlar sahaya o günün en geçerli taktiği olan ve daha önce blogda da ele aldığımız, "W" harfini andıran 2-3-5 taktiği yerine bir U harfini andıran, kanatlardan rakip kaleye inen bir taktikle oynarlar. Böylece güçlü İngilzi defansıyla da karşılaşmadan Gil Merrick'in koruduğu kaleye inmeye çalışırlar. İngilizler ise blindik taktikleri ile sahaya çıkarlar. 52 yıllık yenilmezliğin getirdiği o güvenle yine mağrurlukları üzerindedir. Macarları o halleriyle bile küçümserler. O günkü hezimeti yaşayan oyunculardan Billy Wright yaptıkları hayatı şöyle anlatır. "Macarları hem taktik olarak hem de oyuncu kalitesi olarak aşırı küçümsemiştik. Maç öncesi yanyana sahaya çıkarken, Macar oyuncuların ayakkabılarına baktım. Atletlerin giydiğine benzer, boğazı bileğin altına kadar inen ayakkabılar giymişlerdi. Dönüp Stan Mortensen'e 'merak etme alırız bu maçı, adamların doğru dürüst malzemesi bile yok' dediğimi hatırlıyorum". Onun ve arkadaşlarının bu mağrurluğuna efsane Puskás ve arkadaşları sadece birkaç dakika sonra tokat yapıştırmaya başlayacaktır.
















Wembley Stadyumu'nda 100.000 kişilik bir kalabalık vardır ve hepsi takımlarının Macarları sahadan sileceğini izlemeye hazırdır. Macarlar santrayı yapar. Puskás topu ileriye taşır, Hidegkuti'ye verir. Kocsis ve Puskáskadar şöhreti olmayan gizli kahraman Hidegkuti ceza sahasına yaklaşır ve girer girmez de daha 90. saniyede müthiş bir şutla topu İngiliz kalesinin tavanına yapıştırır. 1-0. İngilizler neyle karşı karşıya olduklarını o an anlarlar ve silkinip kendilerine gelmelerinin zamanı geldiğini sezerler. 13. dakikada Stan Mortensen'in pasını değerlendiren Jackie Sewell maça dengeyi getirir. Ama bu beraberlik golünü attıkların pişman olurlar, zira Muhteşem Macarlar İngilizleri sonraki 15 dakika içinde teslim alırlar. Önce Hidekuti sahneye tekrar çıkar. İngiliz ceza sahasında yaşanan karambolde yakın mesafeden topu ağlara gönderir. 4 dakika sonra efsanenin sırası gelmiştir. Sağ taraftan getirilen topu ceza sahası içinde alır. Vuruşunu engellemek isteyen, maç öncesi galibiyetten emin olan Billy Wright çekeceği şutu engellemek için önüne atlar ama Puskás topu sola çekerek Wright'ı İngiliz bakkaliyesine gönderir. Sonra da Merrick'in ağlarına yapıştırır. İngilizlerin çilesi bitmemiştir. 3 dakika sonra Bozsik'in frikiğine topuğuyla müdahale eden Puskás durumu 1-4' getirir. İngilizler bu fırtınadan sonra 38'de Stan Mortensen ile bir gol bulurlar ve ilk yarı sonuçlanır. 2-4.

















İkinci yarıya umutlu çıkar İngilizler, Ancak aynen maçın başındaki gibi Macarların bu umutları söndürmesi de uzun sürmeyecektir. 50. dakikada Altın Kafa Kocsis'in kafası direkte patlar, dönen top ceza sahası dışına açılır ve Bozsik müthiş bir füzeyle durumu 2-5'e getirir. İngilizlerin gardı düşmüştür. Hezimet devam eder. 3 dakika geçmez ki Hidegkuti sol kanatta ceza sahasına kaldırılan topa uzak direkte ayak koyar ve hat-trick yapar. 2-6. 100.000 Wembley seyircisi ve sahadaki İngiliziler kroki durumdadır. 57'de Alf Ramsey ile bir penaltı golü bulurlar ama o kadar. Maçın Hollandalı hakemi Leo Horn son düdüğü çaldığında İngiltere'nin 52 yıllık Wembley saltanatı sona ermiştir ve ülke tarihinin en büyük futbol tokatlarından birisini yemişlerdir.

Maç boyu, uyguladıkları "U" taktiği gereğince sürekli yer değiştiren Puskas ve Kocsis'i marke etmekte zorlanan İngiliz defans oyuncuları bu ikilinin ortasından hücum yapan Hidegkuti karşısında çaresiz kalmışlar ve maç boyu şaşkın ördek gibi sahada dolaşmışlardır. Macarlar İngiliz kalesine tam 35 şut atmışlar, İngilizler ise 5'te kalmışlardır. Sir Bobby Robson daha sonra bu maçı şöyle anlatır. "Puskas, Kocsis ve diğerleri...Bu oyuncular hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Bizim için Mars'tan gelmiş gibiydiler. Maç öncesi futbolun efendisinin bizler, onların ise yönetilen olduğunu düşünüyorduk. Ama gördük ki durum tam tersiydi. Puskas Macar ordusunda görevli bir subaydı. Bir askerin bize futbol dersi vermesini çözememiştik". Macarların bu taktiği daha sonra Hollanda'nın dünya futboluna tanıttığı "Total Futbol" felsfesinin de temelini oluşturmuştur. Maçtan 6 ay sonra 23 Mayıs 1954'te Budapeşte'de rövanş maçına çıkılır. Macarlar İngilizleri bu sefer 7-1 ile perişan ederler. Bu halen İngiliz futbol tarihinin en ağır milli takım yenilgisidir. Macarlar 6-3'lük bu galibiyeti bugün dahi unutamazlar ki unutulacak gibi değildir. Aşağıda bu maçın anısına bastırılan telefon kartları görülüyor.



























Bu muhteşem maçın görüntülerini şuradan izleyebilirsiniz. Bugün o gün sahada olan İngilizlerden kaleci Gil Merrick, ilk golü atana Jackie Sewell ve George Robb halen hayattalar. Macar tarafında ise efsane kaleci Gyula Grosics ve defans oyuncusu Jeno Buzánszky yaşıyor. Grosics hakkında blogda yine hoş bir yazımız vardı. Bu müthiş maçın kadrolarıyla bitirelim.

25 Kasım 1953, Wembley Stadyumu
Seyirci sayısı: 100.000

Hakem: Leo Horn (Hollanda)

İngiltere: Gil Merrick (Birmingham City) - Alf Ramsey (Tottenham Hotspur), Bill Eckersley (Blackburn Rovers) - Billy Wright (Wolverhampton Wanderers) (k), Harry Johnston (Blackpool), Jimmy Dickinson (Portsmouth) - Stanley Matthews (Blackpool), Ernie Taylor (Blackpool), Stan Mortensen (Blackpool), Jackie Sewell (Sheffield Wednesday), George Robb (Tottenham Hotspur)

Teknik direktör: Walter Winterbottom

Macaristan: Gyula Grosics (Honvéd) (yerine 76. dakikada Sándor Gellér (MTK Hungária FC) girdi) , Jenő Buzánszky (Dorog), Mihály Lantos (MTK Hungária FC), József Bozsik (Honvéd), Gyula Lóránt (Honvéd), József Zakariás (MTK Hungária FC), László Budai (Honvéd), Sándor Kocsis (Honvéd), Nándor Hidegkuti (MTK Hungária FC), Ferenc Puskás (Honvéd), Zoltán Czibor (Honvéd)

Teknik direktör: Gusztáv Sebes

Goller

İngiltere: 13' Jackie Sewell 1-1, 38' Stanley Mortensen 2-4, 57' Alf Ramsey 3-6

Macaristan: 1' (90. saniye) Nándor Hidegkuti 0-1, 20' Nándor Hidegkuti 1-2, 24' Ferenc Puskás 1-3, 27' Ferenc Puskás 1-4, 50' József Bozsik 2-5, 53' Nándor Hidegkuti 2-6

3D DERBİ





















Futbol takımları (kulüpler veya milli takımlar farketmez), final gibi, yarı final gibi seviyelerdeki çok kritik maçları eğer kendi evlerinden uzakta oynuyorlarsa, bazen maçları kendi stadyumlarında kurulan dev ekrandan yayınlarlar. Açıkçası her ne kadar stadyum atmosferi olsa da ben bu tür organizasyonları gereksiz bulurum (kulübe olan maddi getirisi dışında). Zira o sırada, canlı olarak izleyemediğin bir maç için, sınırlı bir alana kendini hapsetmenin manası yok. Sahaya şişe atacağım desen zaten olmaz kime atacaksın. Meksika'daki uygulama bu alanda bir ilk oldu sanırım. Bir lig maçını canlı olarak 3D sinemalarda yayınladılar. Geçtiğimiz pazar günü America ile Guadalajara arasında oynanan ve America'nın Kolombiya'lı oyuncusu Aquivaldo Mosquera'nın üçüncü dakikada attığı golle 1-0 kazandığı maç, Azteca Stadyumu'ndaki onbinlerin yanında 3 boyutlu teknolojiye sahip Meksika sinemalarındaki seyircilerle de buluştu. Tabii iki grup arasında önemli bir adrenalin farkı var. Birisi stadyumda kendini parçalıyor, öbürü sinema salonunda patlamış mısır yeyip kola içiyor. Televisa kanalı aynı hadiseyi Apertura Ligi'nin finalinde tekrar yapmayı planlıyor.

Bizde Galatasaray-Fenerbahçe derbisi 3 boyutlu olarak sinemalarda yayınlanırsa o sinemanın selahiyeti açısından iyi olmayabilir. Zira Lugano'yu gözünün önünde görünce tokatlamak isteyenler, sinema perdesine pet şişe atacaklar, Arda'yı kovalayacaklar, grup galinde üçlü çekecekler yüzünden pek sağlıklı olmaz diye düşünüyorum.

27 Ekim 2009 Salı

EN İYİ DRAMA DİZİSİ VE 40 HARAMİLER

Efendiiim 1 ayı aşkın süredir devam eden 2000'li yılların en iyi drama dizisi oylaması sonuçlanmış bulunuyor. Oylama öncesinde herkesin beklediği gibi eski hırsız yeni orta malı Kate'in, kıtipiyöz doktor Jack'in, Beyaz Show çocuğu Sawyer'ın, "he is my son" Michael'ın, pörtlek gözlü Benjamin'in, Yaşar Nuri ekolü post-modern ruhani lider John Locke'un dizisi Lost birinci oldu. Yarı final oylama yazısında Lost'a espri olsun diye "gençlik dizisi" deyince kıyamet kopmuştu buyurun buna da koparın. Yalnıııız nasıl oldu? Şimdi aşağıdaki listede göreceğiniz gibi 822 oy almış Lost. Ama bu onun gerçek oyu değil. Zira dün akşam bu oylamaya, ekşisözlükte verilen bir link dolayısı ile ufak bir akın oldu. Bu akından önce ikincilik koltuğu ile arasındaki fark 80 oy civarında dolaşıyordu. Yani aslında gerçek oy sayısı 822 değil 640-650 arası. Tabii benim farketmediğim, oylamanın ilk başladığı günlerde de bu tür manipülasyonlar var mı bilemiyorum. Orada da olduysa birinciliği bile tartışmalı olabilir. Dolayısıyla bir House MD sever olarak gururluyum, ki bu çakma Robinson Crusoe ordusu birinci olabilmek için blok oylara ihtiyaç duymuştur ve "final oylamasına gerek yok birinci belli" diyenler tutuşmuş ve kestirme yollara başvurmuştur. Gönüllerin şampiyonu House'dur, Oz'dur...O kadar. Hatta yarışmanın başında "manipülasyon serbest" yazmasam diskalifiye bile ederdim dua etsinler. Aha da şuraya yazıyorum, bu oy verenlerin hepsi dizinin finalinde cevaplanmayan bir dolu soru ve mantıksızlık görünce gelip, biz ne etmişiz Dutchman diyecekler. Bu Lost'u bundan 20 sene sonra kimse hatırlamaz.

Kullanılan oy: 1856

Lost: 822 oy (%44)
House MD: 556 oy (% 29)
Oz: 270 oy ( %14)
Battlestar Galactica: 208 oy (%11)

Yarı final oylaması sonuçları
İlk tur oylaması sonuçları

DAHİ VAN GAAL DELİ VAN GAAL



Bir teknik adam nasıl maç kazanır onun görüntüsü bu. Geçtiğimiz hafta sonu Allianz Arena'da oynanan Bayern Munich-Eintracht Frankfurt mücadelesi. Durum 1-1. Bayern'iN kendi evinde mutlak surette kazanması lazım. Dakika 86. Louis Van Gaal Luca Toni'yi oyundan alıp Martin Demichelis'i oyuna sürüyor. Yani 86'da ona gol lazımken, bir forveti oyundan alıp bir defans oyuncusu oyuna sürüyor. Arena'daki 69.000 kişi de dahil maçı izleyen herkes "bu adam ne yapıyor" diye soruyor. Sonraki herşey 120 saniyede gizli. Van Gaal, Demichelis'i defansa yerleştirip, defanstaki hava toplarına hakim Daniel Van Buyten'i, hücuma, Luca Toni'nin boşalttığı yere gönderiyor. Bir uzun boylu defans oyuncusundan bir forvet yaratıyor, Van Buyten rakip ceza sahasına ayak bastıktan 60 saniye sonra Frankfurt ağlarına kafayı çakıyor. Bayern 2-1 kazanıyor. Videonun son bölümünde gol sonrası tepkisine dikkat Hollandalı teknik adamın. "Kafa bu kafa" diyor tüm dünyaya.

Bir böyle kafa var, bir de bu değişikliği "Bayern gol atması gerekirken hücum oyuncusu çıkarıp, defans oyuncusu alıyor, inanamadım Kaiser i-na-na-ma-dım, ben Kaiser'in yerinde olsam bu korkak hocayla o gün yolları ayırırım" diye yorumlayacak kafa...İkisi de futbolda...Ne yapalım?

SANDRO RANIERI GIMARAES CORDEIRO

Ağustos ayının ortalarında, İngiltere'den uçağa binen 4 kişilik bir ekip, Brezilya'ya indiklerinde, ülkede bulunma sebepleri yukarıdaki adamdı. İçlerinde kulüp başkanı Daniel Levy'nin de bulunduğu 4 kişilik Tottenham Hotspur ekibi, Internacional kulübünde forma giyen defansif orta saha oyuncusu Sandro Ranieri Guimarães Cordeiro'yu izlemek için Porto Alegre kentine gelmişlerdi. Üstelik Brezilya kulübü, daha bir kaç hafta önce, Temmuz ayının sonunda golcüsü Nilmar Honorato Da Silva'yı 11 milyon euroya Villarreal'e satmıştı. Levy elinde 15 milyon poundluk bir çekle gitti Brezilya'ya. Sandro'yu Londra'ya götüreceğinden emindi. Ancak uzattığı çeki Internacional başkanı Vittorio Piffero reddetti. Reddedilmesi zor bir teklift ibu aslında. Henüz 19 yaşındaki bir adam için 15 milyon pound. "Çeki görünce, içimden güldüm" diyor Piffero "Sandro, o paranın en azından iki katı ederdi". Ancak Levy, ülkeden ayrılırken kulüp yöneticileri ile gelecekteki bir teklifte öncelik hakkı konusunda anlaştı ve İngiltere'ye eli boş dönmemiş oldu.

Aslında Brezilya'nın doğu kıyısında, daha kuzeyde bulunan Riachinho kentinde doğdu Sandro ama ailesinin güneye taşınması ile, 16 yaşında Porto Alegre takımı Internacional altyapısına girdi Sandro. Kuzeyde kalsalar bugün Atletico Mineiro'da top koşturuyor olabilirdi. 18 yaşında A takımla maçlara çıkmaya başladı. Ancak takımda düzenli bir yer elde etmesi, 2008 yılında, arkasında beklediği oyuncuların sakatlanması ile oldu. Profesyonel olduktan sadece 14 ay sonra onu Brezilya milli takımına çağırdı. 9 Eylülde oynana Şili maçında oyuna sonradan girerek milli formayla da tanıştı. Avrupalı oyuncu avcılarının onun peşine düşmesi de aynı döneme rastlar.

Lakabı "Predator" Sandro'nun. Oldukça güçlü fiziği sebebi ile bu lakap takılmış. Hocası Tite onun için "büyük bir oyuncu olabilmesi için her türlü yeteneğe sahip, çok iyi bir sağ ayağı, hava toplarında geçilmez bir hakimiyeti ve çok iyi kullandığı bir sağ ayağı var, Dunga onu milli takım seçmekle çok doğru bir iş yaptı" diyor. 2013 yılına kadar kulüple konratı var. Tottenham'ın Ocak ayında kendisini almak için bir girişimde daha bulunması bekleniyor. Aynı zamanda İtalyan pasaportuna da sahip olması bu transferi hızlandıracaktır. Ancak Fiorentina da imza yarışına dahil olacak gibi. Felipe Melo'nun Juventus'a satışından ellerinde kalan paranın bir kısmını onun transferinde kullanmak istiyorlar. Sandro ise "elbet bir gün Avrupa'ya gideceğim ama önce Brezilya'da işimi bitirmeliyim" diyor. O iş Ocak ayında biter gibi...

BEN HİÇ KİTAP OKUMUYORUM



















Bu cümleyi söyleyerek koltuk kabartan insanların gitgide çoğalması kıyamet alameti mi acaba?

Ramazan ayında, bir iftar sofrasındayız. Yandakiler hararetli şekilde bir şeyler tartışıyor, ben de sofrayı dikizliyorum; zira ezan okundu, okunacak.

"Üniversite, tahsil hayatı" gibi şeylerin konuşulduğunu kestiriyorum ama karnım aç, o yüzden boş bakıyorum. Herhalde sandığım kadar boş ifadeli değilmişim ki "Sence?" diye bir soru geldi konuşanlardan.

"Ne, bence?" dedim.

"X diyor ki, üniversiteler gereksizmiş" diye tartışılan konuyu söyledi, vatandaşlardan biri.

Beyne düşen jeton, ben hurmalara bakarken yolda oyalandığı için "Genel olarak eğitim sisteminde, özelde ise üniversitelerin işleyişinde aksaklıklar olduğuna" dair bir girizgah yapacaktım ama metalik tıngırtı gelince uyandım.

"Nasıl yani lan gereksizmiş?" diye, devamında agresifleşeceğimi belirten bir soruyla yaklaşınca muhatabı hemen atladı ve "Bir şey öğrenilmiyor ki abi üniversitede. Hem zaten çok okumak da iyi değil. Ben hiç kitap okumuyorum mesela" deyiverdi... Bunu söyleyen neredeyse 30 yaşına gelmiş, görenin "Bu adam olsa gerek" diyeceği bir adem evladı.

Ne diyeceğimi bilemedim... "Ben bir elimi yüzümü yıkayayım, öyle geleyim" diye kalktım, oruçlu olduğum için "İftardan sonra söverim" diye kendime söz verdikten sonra, sessiz sedasız iftarı yaptım; o gün bugündür de bu vatandaşı görünce yolumu değiştirmeye başladım.

"Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır" cümlesinin revaçta olduğu zamanlardan, buraya ne zaman geldik; okumamak ile övünmek ne zaman moda oldu, farkına varamadım ama çok kötü bir şey bu. Zaman zaman yakınlarımdan da duyuyorum ve içim acıyor. Aranan bilginin doğrudan browserın araç çubuğuna yazılarak, google'dan öğrenildiği bir çağda yaşıyor olmak, yeni nesli kitaplara çok uzak yetiştiriyor. Bıkmadan, usanmadan, gerekirse zorla kitap okumak, okutmak gerek. "Süt için, süt içirin" şeklinde dile gelen fiziksel gelişim sloganından bile önemli bir konu bu.

Yeni vizyona giren "Nefes" filminde, vizyondan önce meşhur olan bir sahne var. Bölük komutanı, nöbette uyunmamasını gerektiğini anlatırken çok can alıcı bir cümle söylüyor:
"Uyursan, ölürsün"

O şartlar altında, o vb. coğrafyalarda kılavuz istemeyen, düz bir gerçek bu. Nöbet tutarken uyuyan her asker ölmez. Fakat bazen kaide gelir, istisnayı bozar ve uyursan ölürsün... Bunun kitap okumakla bir alakası yok gibi gözüküyor ama var. Benzer netlikte, benzer sağlamlıkta bir kaide var.

Okumazsan, bilemezsin. Daha da önemlisi; okumazsan, sevemezsin.

En basitinden; bir dakika sonra ne getireceğini bilmediğimiz şu karman çorman hayatı yaşarken, sevdiğin insanın başına bir şey geldiğinde ona yardım edebiliyor olmanın yolunu açabilir okumak. Bundan bile imtina etmek, bilmemektir ve sevmemektir örneğin.

Mark Twain'in bir sözünü hatırlayalım. Ne kadar doğru demiş:

"Kitap okumayan insan, okumayı bilmeyenden daha üstün değildir"

by Canarino

FD'nin notu: 28. İstanbul Kitap Fuarı 31.10.2009 - 08.11.2009 arasında, yazının üstüne hatırlatalım dedik.

VAKA-I TWITTERİYE-2

Şeytan icadı Twitter'ın futbol dünyasını sabote etme aktivitesi devam ediyor. Göreceksiniz daha ne yiğitler telef olacak bu yolda. Gregory van der Wiel'den bahsettik daha geçen hafta. Hollanda'nın 10 gün önce Avustralya ile deplasmanda oynadığı özel maç için, teknik direktör Bert Van Marwijk'ın açıkladığı aday kadrodaydı. Ancak 4 Ekimdeki Roda JC-Ajax maçında sakatlanınca kulüp doktoru oyuncunun uçak yolculuğu yapamayacağını açıkladı. Van der Wiel Hollanda'da bırakıldı. Ama 7 Ekim sabahı, saat 5'te bizim eleman Twitter sayfasına bir resim koydu (yukarıda). Takım arkadaşları Thimothee Atouba, Marvin Zeegelaar ve Kenneth Vermeer ile rapçi Lil' Wayne'in konserinde çekilmiş bir resim. Van Marwijk da, "madem bu adam sakat, uçağa binemiyor, rap konserinde işi ne?" diye sordu uzaklardan tabii. Bu sefer medeniyetin tek dişi kalmış canavarına yenik düşen adam Hull City'nin ABD'li forveti Jozy Altidore. Hafta sonu oynanacak Portsmouth karşılaşması için stadyuma maçtan 50 dakika önce gelmiş Altidore ama oyuncuların stadyumda olmaları gereken saatten 40 dakika daha geç kalmış. Bunun üzerine onu ilk onbirde düşünen Hull City hocası Phil Brown da yedek kulübesine çekmiş. Maç 0-0 bitmiş, bizimki gitmiş eve, açmış Twitter'ı, hemen yazmış. "Geç kaldım, hepinizden çok çok özür dilerim, benim hatamdı".

Phil Brown bunu haber alınca çileden çıkmış tabii. "Bu tür hadiseler kulübün özel meseleleri ve aramızda kalmalı" diye aba altından sopayı göstermiş. Hatta biraz da üstünden göstermiş, zira Altidore para cezası alacak. Brown, "bütün hafta boyunca taktik çalışmalarınızı yapıyor ve ilk onbirdeki oyuncuların üzerine bir plan kuruyorsunuz, maça 1,5 saat önce gelmelerini söyleme hakkınızın olması çok büyük bir problem olmamalı" diye Altidore'u yedek bırakma gerekçesini belirtmiş ama dediğim gibi para cezasının asıl sebebi Altidore'un çenesini....pardon Twitterını tutamaması. Bu örnekler çoğalacak, sadece futbol dünyasında değil tüm spor dallarında. Tenis dünyasında da birkaç ay önce bir Twitter haisesi patlak vermişti.

İnsanoğlunun varlığına yöneltilmiş bu büyük tehditin esiri olmayalım a dostlar. Yarın kızınızı, bacınızı bu Twitter belasına kurban verirsiniz. Ben bugünden uyarıyorum. Her kim ki Twitter'ın pençesine girmiştir, bizden değildir...

BALLBOY...BADBOY



Hafta sonunda Stuttgart'ın Hannover deplasmanında 1-0 kaybettiği maçta Jen Lehmann takımı mağlupken topu bir an önce oyuna sokmak için top toplayıcıya koşuyor. Montunda Hannover arması taşıyan top toplayıcı da galibiyete bir katkı da ben yapayım diyor. 39 yaşındaki bir çınarın ne hallere düştüğünün göstergesi. Hannover kollektif uyum işini abartmış. Top toplayıcıları da taktiğe dahil etmişler.

Tabii, söz konusu genç büyük ihtimalle bir daha o görevi yapamayacak, maçları kenardan bedava izleme şansını da çöpe atmış oldu.

HAFTASONU NOTLARI 2010 - 7


Ara uzadı, ama dünkü maçla hayata döndük. Her şeye rağmen seviyorum ben bu maçları. Katlanamıyorum, yüreğim sıkışıyor, tam hazırlanamadığınız sınavın iptal olması için anlamsız bir istek duyarsınız ya, hep o oluyor, hemen bitsin, sonu gelsin istiyorum ama bir şekilde, ilk düdükle son düdük arası dakika saymama rağmen geçiyor bitiyor, kişisel derbi tarihime bir halka daha ekleniyor her seferinde. Ben bu gerilimli haliyle sevdim derbiyi!

* Notlar derbiyle işgal olacak, mazur görün, o varken diğer her şey silikleşiyor, biliyorsunuz işte. Zaten kaydadeğer başka bir şey de izlemiyorum kaç zamandır, ara verdik aşırı futbol günlerine, Ahmet'e devrettik. Ahmet demişken belirtelim. Kaç zamandır kafamızda olan Stat Gezginleri projemiz, Hyundai ve FourFourTwo'nun ortak projesiyle hayat buldu. FourFourTwo kasım sayısında Ahmet'in Ege turunu ve bu turda yaşadığı şahane olayları okuyabileceksiniz.

* Saat 5 olmuştu Nazlı'ya geldiğimde. Ekip rakı masasını evde kurmuş, son 10 yılın maçlarını izleyerek hazırlanıyordu derbiye. Ben ise başka işler yüzünden sokaklardaydım o saatlerde. Gözlemlere de o saatlerde başladık esasen. Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama, Galatasaraylılar'ın kazanabiliriz umudu ve arzusunun zirveye çıktığı maçtı bu maç. Eh öyle olduğu da Facebook'ta ve sokaklarda belli oluyordu. Bilenmiş mesajlar ve giyilmiş formalar, isteğin canlılığına delaletti belki. Gelgelelim öte tarafta da bir ekstra motivasyon vardı galiba. Rakibin iyi durumda olması, hücum hattının ürkütücü yanı, sarı lacivertlileri de gaza getirdi. Nazlı'ya geldiğimde sokağın haline inanamadım gerçekten. Renkleri boşverin de, futbol din ya hani, cenneti varsa orası gibi bir yerdi herhalde. Saat 6 sularında etraftaki 5-6 tekel bayide bira kalmadığına şahit olduk. Corona'ları ve light'ları yağmalıyorlardı en son. Biz geç kalmışlığın da etkisiyle prag usulü fanta-votkalarla başladık işe, iyi de geldi. Meşaleciler de ortamı fırsat bilmiş, yakaladıklarına satıyorlardı. Satılan da yanıyordu tabi hemen. Dumanın kokusunu da özlemişiz, içimize çektik.

* Tuvalet sıkıntısı var tabi sokakta, bilen bilir. Arka sokaktaki bir boş arsa o işi görüyordu dün akşam. Oraya doğru yönlendiğimde sokakta feryat figan bağıran bir kadın gördüm, yardım istiyordu. "N'olur gelin Fenerbahçeliler evimize saldırdı, babam kalp hastası, bıçak çekti" falan diye gaza gelmiş. N'oluyor derken birkaç kişiyle daha çıktık baktık yukarıya. Adam nasıl bir gaza gelmişse, ufacık çocuk var ağlıyor. Etrafta da kimse yok. Herhalde sokaklarda iyice vandal hale gelen birkaç gerizekalı şişe falan attı cama, bunlarda da bir telaş. Neyse ki iş açmadık başımıza, sakinleşti olay, geri döndük yerimize.

* Bir iddiam vardı maçtan önce. Yukarıda da anlattığım sebepten kırılma maçıydı bu maç. Galatasaray'ın arzusunun tavan yapacağını, bu noktada da kazanamazlarsa, belki bir beş yıl daha aşağıya doğru bir eğri olabileceğini düşünüyordum. Doğru çıkar mı bu tespit bilmem ama, yine de taraftardaki ve camiadaki bu arzunun sahaya yansıtıldığını söyleyemeyiz.

* Sahaya yansıma falan dedik, girelim artık içeriye, maçı anlatalım. İçeriye girince bir bayramlaşma faslı başlıyor tabi artık. Görmediklerimizi görüyoruz, gazın son haline geliniyor artık. Seneye şeker-kolonya getirmeyi düşünenler var, o derece. Bu geyiği dünkü idmanda Koch da yapmış, futbol bayramını şeker dağıtarak kutlamış. Biz ise, dakikalar yaklaştıkça heyecanı harlıyoruz. Hele içeride neden olduğunu o an bilmediğimiz 15 dakikalık gecikme iyice geriyor. Meğersem neler olmuş biz görmezken. Kavgalar döğüşler, yarılan kafalar. Maç başlar başlamaz Baros da sedyeye düşünce, gidişat hakkında endişeleniyoruz.

* Kim ne derse desin, on yıldır bu maçların gidişatı hep Fenerbahçe lehine olması gerektiği gibi oluyor. Daha ilk dakikalarda sayılmayan gol arzuları katmerliyor. 12. dakikada artık bu maçlarda görmeye alıştığımız ufak bir Galatasaray savunması konstrasyon kaybı ve boşta Alex'in dokunuşu. İkinci yarı başlamış ve Galatasaray'ın yüklenmesi beklenirken, bir kaleci hatası, bir penaltı ve ikinci gol. Belki bu golün hemen ardından yenen gol işleri sarpa sardırabilirdi bu kez, orada da Keita'nın kritik bir dakikada dışarıda kalması belirleyici oldu. Sonrası zaten olması sürpriz olmayan bir gol daha ve sonuç.

* Daum'un hakkını yemeyelim. Bükreş'te işe yarayan oyun yapısını değiştirmedi. Galatasaray'ın en önemli ama bir yandan da tek önemli planı olan kanat oyunlarına karşı akıllı bir diziliş kurdu sahada. Mehmet-Gökhan'ın direnci ve öbür kanatta da Vederson'un Inter maçındaki performansını hatırlatan oyunu, Galatasaray'ın çok şeyler beklediği Arda-Keita ikilisinin önünü tıkadı. Bu anlarda aslında plan b'yi yaratması beklenen Elano'nun da henüz istenen seviyenin yakınlarında bile olamaması işleri değiştirdi bence.

* Lefter-Alex buluşmasına ithafen, alternatif güncellenmiş slogan önerisi, tam zamanı: "Ver Alex'e, yaz Excel'e!"

* Sahaya bir şeyler atılması falan tasvip edilecek şeyler değil. Son 1-2 yıldır azalmıştı Kadıköy'de bence. Ama bu yıl yine abardı olay. Ben burada da Galatasaray'ın görece daha kuvvetli ve favori olarak gösterilmesinin Fenerbahçe taraftarının bozulmaya doğuştan müsait psikolojisini etkilediğini düşünüyorum. Sanki rakip daha kuvvetliyken bir şeyler yapmaya mecbur hissediyor bazı aptallar kendisini. Bir işe yaradığı da görülmemiş bugüne değin! Eğer saha dışı olaylar oyunu etkiliyor olsaydı herhalde 2007 Mayıs'ındaki o efsane olaylı maçta Fenerbahçe'nin beş yemesi gerekirdi. Net bir şey var, soğukkanlı kalan, mücadele eden kazanıyor.

* Bir de şeyi konuştuk. 10 senedir kimler geldi kimler geçti. O gün sahada olan tek futbolcu vardı pazar günü oynayan: Emre Belözoğlu. (Bu arada arşivleri karıştırırken şunu buldum 7 mayıs 2001 gazetelerinde; koymasam çatlarım: Emre çıldırdı - GALATASARAY otobüsü, güvenlik için maçtan sonra uzun süre staddan ayrılamadı. Bu sırada birçok taraftar, ellerindeki darbukalarla oyuncuları kızdırmaya çalıştı. Emre’ye çok sayıda laf atıldı. Adeta çılgına dönen Emre, otobüsten inmeye çalıştı. Takım otobüsündeki yöneticiler bu oyuncuyu güçlükle sakinleştirdi. ) Formaları değiştirmişti tabi. Şunu demek istiyorum. Olay sadece Kadıköy deplasmanında artık varolduğu söylenen gerilimli ruh halini geçmiş durumda. Tam bütün futbolcular artık alıştı, geçen yılki kavgadan sonra bu yıl daha sakin geçebilir diye düşünürken, sene başında ülkeye yeni gelen iki oyuncu işleri başa sarıyor: Baroni ve Keita. Baroni belki oradaki itmesinin böyle bir sonuca yol açacağını düşünmüyor olabilir, çünkü bilmiyor işte tarihi. Ya da Keita, kendisine gelen su şişesini kenardaki federasyon görevlisine götürdüğünde hakikaten işe yarayacak sanabilir, çünkü bilmiyor.

* Toparlayalım. Nereye kadar gidecek bu iş bilmiyoruz. Ama elimizden geldiğince şu derbileri korumaya çalışsak keşke. Fener taraftarının gözü önünde Galatasaray tribünlerine polis dalarken "oh oh" çekilmese keşke. Dışarıda işi refahı sağlamak olan polis, önce bize laf atıp, sonra coplarla dalmasaydı keşke. Hakemin kafasına gelmeseydi yabancı madde, sahaya hiçbir şey atılmasaydı. Sadece futbol kalsaydı geriye ve Rijkaard'ın stratejisini, Daum'un akılcılığını konuşabilseydik. Neyse ne diyelim, elde kalanlarla yetineceğiz.

* Kısa özetler geçeyim diğer şeyler hakkında, çünkü hakikaten hiçbir şey izleyemedim bütün haftasonu. Eskişehir'in koreografisini yeni izledim, haftanın gürültüsünde es geçildi, ama yine alkışlanacak bir iş. Hayatımda ilk kez gördüğüm sahneye imza atan, gol atmadan sevinen oyuncu Ekrem Dağ da komikti hakikaten. Beşiktaş için kritik bir üç puan, Galatasaray'la 4 puan var arada sadece, üstelik Galatasaray'a yenilmelerine rağmen, o kadar da kötü değil durum. Trabzonspor için de kritik bir galibiyetti. Sivas'ın yerine aday Gençler ve Kayseri önemli 3 puanları bıraktı, ama Bursa hala yükselmeyi sürdürüyor. Yedek kulübesinde kırmızı kart görme rekorunu kırmaya oynayan Okan Buruk'a ne demeli bilmiyorum. Andre Moritz'in golüne ve o golü ona attıran Ali Güneş'e de şapka çıkaralım. Musa Aydın golü Bülent hocasına hediye etmiş asker selamıyla. Necati ise Antalya'da sahnelere geri dönüyor, bu performansla belki gol krallığı tabelasına üstlerden girerek, ismini tekrar hatırlatabilir. Özellikle geçen haftaki golü tekrar tekrar izlenmeli. Bir çift sözüm de Bangoura'ya! İnsan boş kaleye attığı gol için 3 takla atar mı yahu, o hatayı yapan kaleciye ayıp!

* Fenerbahçe kağıt üstünde 5 puan önde, bir de oynamadan kazanacağı 3 puanı daha var. Şimdiden 30 puan yapmış durumda. Geçen yıl ilk devreyi 33 puanla bitirdiğini hatırlatırsak, bu puan daha anlamlı oluyor. Bu yıl çıta daha yukarıda olacak ve Fenerbahçe'nin olası iki maçtaki puan kaybı yarışı yine 3-4 takım arasına çekecek. Tepedeki iki yalnız hipotezimiz şimdilik rafa kalkmış durumda.

Bırakalım atıp tutmayı da gerisine bakalım. Heyecanın katsayısı körüklendi. Kış yaklaşıyor, domuz gribi söylemleri yoğunlaşıyor, bir yandan da çift basamaklı haftalarda ligdeki yerlerin daha belirli hale gelmesini takip edeceğiz.

by tunchay

YENGEYE İŞ BULUN

"Futbolcu eşini ikna" bu camianın en büyük problemlerinden bir tanesi. Bana sorarsanız erkek toplumunun ne derece kadınlara bağlı olduğunun, onlarsız yapamayacağının ve kadınların istediklerinde biz fanileri nasıl parmaklarında oynatabileceğinin en büyük kanıtıdır. Kulüp bir futbolcuyla veya teknik adamla anlaşır, bütün ayrıntılar tamamdır, anlaşma imzalamaya ramak kalmıştır, beraber transfer bile konuşulur ama fethedilmesi gereken bir kale vardır ve o kale öyle sıradan taktiklerle fethedilebilecek bir kale değildir. Gerekirse gemileri karada yürütmeniz gerekir. Zira o futbol adamının eşi veya sevgilisi "İstanbul mu...valla ben Avrupa'yı bırakıp oraya gidemem" dediği an transfer çıkmaza girer. Yenge ile kulüp başkanı muhattap olur, İstanbul bolca övülür, İstanbul'a davet edilir, boğazda balığa götürülür, "bak sizin Champs-Élysées'in varsa bizim de İstiklalimiz var, sen daha Emirgan'da kahvaltı görmedin, Ayasofya'yı Sultan Ahmet'i görmedin" diye propaganda yapılır. Ümraniye, Esenler, Gültepe semtlerinin yanından bile geçirilmez. Eş ikna olursa olur, olmazsa iş biter. Son yıllarda bir de bu ikna aktivitesine futbolcu sevgilisine o ülkede iş bulma eklendi. Özellikle söz konusu bayan model veya televizyon kişiliği olunca bu daha da sık oluyor.

Dün Lothar Matthauss'un Arjantin Ligi ekiplerinden Racing Club ile anlaşma imzaladığını duyurduk. Görünüşe bakılırsa anlaşma henüz % 80 oranında geçerliymiş. Adamın geçen aralıkta evlendiği 21 yaşında Ukrayna'lı bir model sevgilisi var. Ben şimdi seksi fotoğrafları için size tıklatmayayım. İsmi Liliana Chudinova. 2007 Oktoberfeest'de tanışmışlar. Matthauss Maccabi Netanya'nın başında iken Chudinova Tel Aviv Üniversitesi'nde gazetecilik okuyordu. Şimdi tası tarağı toplayıp Arjantin'e gitmek zorunda. Matthaus'da kızı kızdırmamak için "daha anlaşmayı tam imzalamadık, eşime Arjantin'de modellik işi bulmazlarsa anlaşma imzalamam" demiş. Koskoca panzer olmuş üç tekerlekli bisikler. Valla bu adam zamanında Brezilya'da Atletico Paranaense'yi çalıştırırken "ben köyümü özledim" diye iz bırakmadan kaçanadam. Yarın bir gün "karım evden kaçtı, çok mutsuz, ben de gidiyorum" diye de kaçabilir. Matthauss, pardon Chudinova, Racing'in başına geçmezse olabilecek diğer adaylar Jose Pekerman, Carlos Ischia veya Hector Cúper.

26 Ekim 2009 Pazartesi

İÇİMİZDEKİ CIBALIA'LI



Pazar akşamı oynanan Dinamo Zagreb-Cibalia Vinkovci maçı. Dakika 33. Dinamo Zagreb kendi evinde 1-0 mağlup ve atak geliştiriyor. Top sağdan ortalanıyor, Pedro Morales uzak direkte topa vuruyor, kaleci Marijan Antolovic'in üzerinden aşan top ağlara giderken Dinamo'lu Ilija Sivonjic yetişiyor imdada, hayır diyor ben kimsenin yapamadığını yapacağım, kale çizgisine 10 santimetre uzaklıktan topa dokunacağım ama golü engelleyeceğim. Azmine şapka çıkartıyorum. Morales daha sonra attığı penaltı golü ile takımına bir puanı kazandırdı.

DO SVIDANIYA RAMOS

Dünya futbolunda Roman Abramovich etkisinin getirdiği en büyük olumsuzluklardan birisi, para harcayan her adamın, o paranın karşılığını kısa sürede alma isteğini artırması oldu. Bir adama örneği 2 yıllık devlet tahvili alması gerektiğini ve 2 yıl sonunda % 20-25 oranında kazancı olacağını söylerseniz burun kıvırır, ama "sen boşver tahvili o parayı bana ver, şu köşeden 5 maç oynayayım helalinde 10 koy 150 al" derseniz çıkartır trınk diye sayar önünüze. Bankacılık yaptığım için "para sahibi" insanın psikolojisini iyi biliyorum. Özellikle Türk insanında bu alışkanlık daha fazladır. Abramovich'in İngiltere'den dünyaya yaydığı bu alışkanlıktan, ironik şekilde İngilizler en az etkilenen oldular. Evet transfer ve oyuncu ücretlerinde büyük yükselişler oldu ama teknik direktörlere olan sabırlarında çok büyük değişiklikler olmadı. Thaksin Shinawatra'nın Sven-Goran Eriksson'u, Manchester City'nin son yıllardaki en iyi derecelerden birisini elde etmesine rağmen kapının önüne koyması gibi istisnalar oldu elbet ama diğer ülkeler bu furyadan çok kötü etkilendiler. Özellikle de Abramovich'in vatanı Rusya.

Bu furyanın son kurbanı Juande Ramos oldu. Daha 47 gün önce CSKA Moskova'nın başına geçmiş ve ilk maçında Kryliya Sovetov'u 3-0 mağlup etmişti, dün kendi evlerinde FC Moskova'ya 3-1 mağlup olunca kapıyı gördü. Sadece 6 lig maçında takımın başında sahaya çıkmış oldu. 3 galibiyet, 2 beraberlik ve 1 mağlubiyet onun ipinin çekilmesine yetti. Göreve 3 atarak bağladığı Sovetov'un hocası Leonid Viktorovich Slutsky onun koltuğuna oturdu. Yardımcılığına da eski Rusların ebedi kellerinden Victor Onopko getirildi. Takım lider Rubin Kazan'ın 10 puan gerisinde beşinci sırada. 30 Ekimdeki Terek Grozny maçından sonra Manchester United-Rubin Kazan-Spartak Moskova-Wolfsburg trafiğine giriyorlar. O trafiğin sonunda da bir teknik adam değişikliği olabilir.

Yazının girişinde yaptığımız saptamanın bir etkisi daha var. Daha bir kaç yıl önce önemli başarılar yaşamış teknik adamları bir anda öğütüp kötü adam durumuna düşürmesi. Ramos daha 2 yıl önce Sevilla ile tarih yazmış bir adamdı. Şimdi 2 yıl içinde ikinci kez kovuluyor (geçici Real görevini saymazsak).

Not: Başlık ifadesi Rusça "Güle Güle Ramos" demek.

GERİ DÖNÜŞLERİN TAKIMI

Geçen Pazar'a kadar Milan ve Leonardo'nun durumu knock-out olmaya yakın boksörden farklı değildi. Ligde son 3 maçta 2 beraberlik ve 1 mağlubiyet alınmış, Şampiyonlar Ligi'nde de sahalarında Zurich'e 1-0 kaybetmişlerdi. Van Basten'in gölgesi Leonardo üzerinde dalgalanmaya çoktan başlamıştı. Sezon başında Kaka'nın gönderilmesi ve yerine doğru dürüst transferlerin yapılmamış olması ile Galliani yonetimine karşı bir başka cephe de taraftarlar olmuş, zaman zaman yaptıkları protestolar ile de seslerini yükseltmişlerdi. Sportif anlamda istenilen skorların gelmemesi Milan taraftarlarının sabrının iyice taşmasına sebep olacaktı. Bu şartlarda geçen hafta San Siro'da Roma karşısına çıktı Milan. Maçın hemen başında Jeremy Menez'in attığı gol, zaten takıma pamuk ipliği ile bağlı Leonardo'nun Milanello günlerinin sonuna yaklaştığını haber verir gibiydi. İkinci yarıda sahneye Brezilyalılar çıktı ve hemşehrilerinin takımdan bu kadar cabuk ayrılmasina seyirci kalmadılar. Önce devrik kral Ronaldinho sahneye çıktı penaltı golüyle ve beraberliği getirdi. Ardından Pato, Leonardo'nun Milanello pasaportuna bir temdit almasını sağlayacak golü attı. Hafta içi durak Madrid'di. Dida, Leonardo'nun cellatlığına soyunmuş, ellerindeki topu Raul'un önüne bırakmıştı. Kimse'nin Milan'dan bir beklentisi yoktu bu maç için belki ama, büyük bir kulübün başarılar ile yaşlanmış oyuncuları için sahada verilmesi gereken bir onur mücadelesi vardı. Once Pirlo şöyle uzaklardan bir selam çaktı Casillas'a. Casillas geri çevirmedi bu şık daveti. Casillas'ın Milan icin düzenlediği hayır gecesiydi 21 Ekim akşamı. Pato'ya da geçiş izni verdi Pirlo'dan sonra ve Milan geriden gelip öne geçti. Madrid beraberliği yakalasa da Milan maçı kazanacağım diyordu bulduğu pozisyonlar ile. Önce Pato'nun şutunu çıkardı Casillas, sonra temiz bir golunu iptal etti hakem De Bleeckere Milan'ın. Bu kadar on çalışmadan sonra Pato geceye noktayı koydu. Maçın sonunda Milanlıların yaşadığı sevinç, galibiyeti kendilerinin de beklemediğini gösteriyordu aslında.

Ve dün gece Milan Chievo deplasmanına çıktı. Yine maçın başında geriye düştüler. Birkaç günlük rüya sona eriyor diye düşünurken, son yılların kayıp yıldızlarından birisi daha parlamaya karar verdi. 81'de vurdu ilk kafasını direkten dönen topu tamamlarken Nesta ve skoru 1-1'e getirdi. Ve maçın son anlarında yine sahnede Nesta vardı. 5 dakikalık uzatma dakikalarının başında kornerden gelen topa vurduğu kafa ile maçı Milan'a getirdi. Milan son 3 maçında da geriden gelerek kazandığı maçlarla yeni “The Team of the Come Backs” olma yolunda baslangıç adimlarını atmış gözüküyor. Beşiktaş'ın bir dönem sürekli geriye düşüp maçlarını kazandığı günleri hatırlatan Milan için, bu geri dönüşlerin takımı moral olarak yukarılara taşıdığı aşikar. Ancak Milan ne oyun olarak ne de kadro olarak tepeyi zorlayacak bir seviyeye gelebilmiş değil. Milan bu tip maçlar oynamaya devam ederse, bir şampiyonluk öyküsü olmasa da güzel bir futbol hikayesi yazılabilir hakkında sezon sonunda.

by Demetrio Albertini

PANZERİN TANGOSU

Tam dünya kupasının klişe manşetlerinden oldu. Lothar Matthaus Arjantin kulübü Racing Club ile sözleşme imzaladı. Futbolculuğu efsane, teknik direktörlüğü kepaze adamlardan birisi Lothar Matthaus. Tabi Partizan ile kazandığı Sırbistan şampiyonluğunu bu özelliğini bozduğunu düşünüyorsanız o başka. Futbolu bıraktığında kariyerinde 7 Bundesliga, 1 Serie A, 1 UEFA Kupası, 1 Dünya Kupası şampiyonluğu ve 2 Şampiyonlar Ligi finali bulunuyordu. Futbolu bıraktıktan 2 sene sonra Rapid Wien'in başına geçti. Başarısız sonuçlar onu 2002 Aralık ayında Partizan Belgrad'ın başına getirdi. Sezonu şampiyon olarak tamamladı ve izleyen sezonda da Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme turunda Newcastle United'ı şok biçimde eleyerek Şampiyonlar Ligi'ne girdi. Takımı grubun son sırasını alınca 2003 Aralık ayında Macaristan Milli Takımı'ndan gelen teklifi kabul edip ilk milli takım deneyimine girişti. Büyük bir hayal kırıklığı oldu bu macera. Takım 2006 dünya kupası grubunda bozguna uğrayınca takımdan ayrılmakla kalmadı kıtadan da kaçtı Matthaus. Brezilya'da Atlético Paranaense'nin başına geçti. Fena başlamadı aslında orada. İlk 7 maçında 5 galibiyet 2 beraberlik almıştı ama Avrupa ve aile özlemi baskın çıktı. Görevi bıraktı, hem de nasıl bırakma. Kontrat imzaladıktan 5 hafta sonra, özel problemlerini halletmek içni Avrupa'ya gitmesi gerektiğini ve 3-4 gün içinde döneceğini bildirdi kulüp yetkililerine. Gitti ve 2 hafta dönmeyip, 2 hafta sonunda kulübe istifasını faksladı. Kulüpteki eşyalarını almak için bile ülkeye dönmedi. Herhalde yakılmıştır o eşyalar Curitiba meydanında.

Mayıs 2006'da devraldığı Red Bull Salzburg ile 2006-07 sezonu şampiyonu olmasına rağmen kulüp yöneticileri tarafındansezon bittikten kısa süre sonra kovuldu. 1 sene boşta dolaştıktan sonra İsrail'de Maccabi Netanya'nın başına geçti. 25 senedir şampiyon olamıyordu takım. Alman bu geleneği bozamadı. Geçtiğimiz sezon sonunda görevi bıraktı. Cumartesi günü Güney Amerika'ya dönüşünün resmiyetini Racing Club başkanı Rodolfo Molina açıkladı. Racing Club Boca, River, San Lorenzo ve Independiente ile birlikte Arjantin'in 5 büyüğünden birisi. Ricardo Caruso Lombardi'nin yerine getirildi Matthaus. Takım 2001 Apertura Ligi'nden beri şampiyonluk yaşayamıyor. Üstelik bu şampiyonluk 1966'dan beri kazanılmış tek şampiyonluk.2009-10 Apertura Ligi'nde 10 maçta sadece 5 puan toplayabildiler. Panzer, Arjantinlileri uçurumun dibinden çıkarmaya çalışacak.

STEVE SIMONSEN

























Blogda geçtiğimiz sezon Bolton ile müthiş bir performans gösteren Jussi Jääskeläinen ile ilgili bir yazı yazmıştık. Finlandiya'lı kaleci 12 yıldır Bolton Wanderers kalesinde istikrarlı bir performans veriyordu ve geçtiğimiz yılın ilk yarısında bu performansını zirveye taşıdı. Bugün de kökeni kuzeye dayanan bir kaleciden bahsedeceğiz. Fabio Capello hafta sonu White Hart Lane'e geldiğinde amacı uzun süreli bir sakatlıktan çıkmış olan Jonathan Woodgate'in ve diğer oyuncuların son durumunu görmekti. Ama hiç beklemediği bir adamdan gelen milli takımlık bir performans gördü karşısında. Maçta oynayacağı, başlama vuruşundan bir gece önce belli olan Danimarka asıllı İngiliz kaleci Steve Simonsen'den. Aslında maçta Stoke'un kalecisi Danimarka'lı Thomas Sørensen koruyacaktı ama cuma gecesi geçirdiği rahatsızlık nedeni ile kadrodan çıkarılınca kale 30 yaşındaki kaleciye emanet edildi. Stoke yedek kalecisiz çıktı maça. Simonsen de Peter Crouch ve bir dolu Tottenham'lı oyuncuya karşı tek başına savaştı. Çıkardığı çok net 4 gol pozisyonu var. Maçın belli bir dakikasından sonra gol yemeyeceği belli olan kaleciler vardır ya, hani, kaleyi 7.32'den 2 metreye indirmiş gibi görünürler. Simonsen de öyleydi işte cumartesi günü. Peter Crouch her hava topunu alıp köşelere çaktı topları o da hepsini çıkardı. Tottenham Aaron Lennon'ın sakatlığı ile 10 kişi kalınca Stoke yavaş yavaş rakip kaleyi yokladı. Önce Tuncay'ın vuruşu az farkla auta gitti, ardından da Whelan 86'da Stoke'a mucizevi bir 3 puan getirdi. Maçın 10 dakikalık özeti burada.

Danimarka'lı bir deniz subayının oğlu Simonsen. Annesi İngiliz. Sunderland taraftarı olarak büyümüş ve kariyerine Tranmere Rovers'da başlamış bir isim. 17 yaşında Tranmere ile ilk maçına çıktı. 19 yaşında 3.3 milyon pounda Everton'a transfer oldu ki bu Everton kulüp tarihinin en pahalı transferiydi. İngiliz futbolunun geleceği en parlak kalecilerinden birisi olarak sayılıyordu. Performansı onun 21 yaş altı milli takımına seçilmesini sağladı.Ancak 2001-02 sezonu dışında Everton'da kaldığı 6 senede yaklaşık 30 maçta forma giyebildi. 2004 yılında Stoke City'e bedelsiz transfer oldu. Stoke ile geç kalmış patlamasını yaptı ve takımın bir numaralı kalecisi oldu. 2004-05 yılında taraftarlarca yılın oyuncusu seçildi. 2006-07 sezonunda üstüste 7 maçta gol yemeyerek kulüp rekorunun sahibi oldu. Ancak 2008-09 sezonunda Danimarka'lı Sørensen'in transferi ile yedek kulübesine mahkum oldu ve sadece 5 maç oynayabildi. Bu sezona da yedek kulübesinde başladı. Ta ki cuma gecesi Sørensen'in rahatsızlığına kadar. Sahaya çıktı, Danimarkalı'yı hiç aratmadığı gibi Stoke hocası tony Pulis'in de aklını fena karıştırdı. Sørensen döndüğünde kaleyi devralacak mı, yoksa bu muhteşem performansın sahibi adamı yedek kulübesine mi çekecek.

HUDSON'IN LANETİ

















İnsanoğlundan isteğim şu saatleri geri ve ileri alma işini ebediyyen kaldırması. Bu kadar yıl geçti hala hangi dönemde ileri alınıyor, hangi dönemde geri alınıyor bilmiyorum. Zaten ne zaman bahsi geçse olaya yaklaşımım "şimdi yarın ileri mi geri mi alıyoruz, ileri di mi, yok geri galiba yaaa geri geri...(sessizlik kafada hesaplar)...ileri ya yok...şimdi bir saat fazla mı uyuyoruz, yok az lan galiba...az mı" şeklinde. Bu ikilemleri insanoğlunun hayatından silsinler. Zaten bu ileri-geri alma günlerinin ertesinde işe gidecekse işine geç kalan, sabah önemli bir iş yapacaksa onu kaçıran bir dolu adma var. Benim geçmişte bu yüzden pazar sabahı programlarından bazılarını kaçırmışlığım vardır (hangi pazar programı diye sormayın....Hong Kong Phooey ve Laff-a-Lympics Olimpiyatları). Futbolcuların da başına bir şey gelmesi normal, hele ertesi gün antrenmanları olanların.

Buyurun Real Madrid bir kulüpte yılardır forma giyen bir adam olsan bile şu saati geri alma olayının kurbanı oluyorsun. Guti pazar sabah kalkmış. Kahvaltısını yapmış, arabasına binmiş, antrenman sahasına gelmiş, bir bakmış ki takım arkadaşları antrenman sonunda. Demişler "neredesin hacı 2 saat oldu antrenman başlayalı". Sebep belli tabii, saatini bir saat geri almayı unutunca, antrenman onun düşündüğünden bir saat erken başlamış, e oraya gelişi de 1 saat sürmüş. Tablo meydanda. Ben Guti'ye ceza verileceğini düşünmüyorum. Bu kış saati-yaz saati uygulamasını ilk çıkaran şahsa verilsin. Kim o? Yeni Zelanda'lı George Vernon Hudson isimli entomolog. Entomolog, böcek bilimci demek. Allahın böcekçisine dünyanın kaderini bırakırsan böyle olur.

HADDİNİ BİLEN TAKIMIN ZAFERİ















Dakika 57. Hakan Balta golü atıyor, kendi sahasına dönüyor, yerini alıyor, kenara bakıyor, suratında hoşnutsuz bir ifade "hadi beee" ifadesi. Spiker Melih Şendil anons edince öğreniyoruz sebebini. Arda oyundan çıkıyor, Kewell yerine giriyor. Rijkaard'ın dün teknik adamlık adına yaptığı en müspet hareketi saha içindeki Galatasaray'lı futbolcular böyle yorumluyorlar. Kötü bir değişiklik olarak. En azından golü atan Hakan, Arda'nın çıktığına üzülüyor. Galatasaray'ın özellikle son 2 ayda giderek artan probleminin o kadar güzel bir fotoğrafıydı ki o an. Takımdaki futbolcuların ne derece Arda'ya bağımlı, onun yeteneklerine bel bağladığının göstergesi. Messi'nin Arjantin milli takımında yaşadığı problemin aynısı. Bu anlık bir tespitti biz maçın başına dönelim.

Uğur Meleke'nin hafta içi bir derbi analiz yazısı vardı. Daum'un bu maçta da, bu sezon genelde yaptığı gibi öne geçip onu korumak üzerine bir taktikle oynayabileceğini söylüyordu. Öyle yaptı Alman hoca. Maçın başında, geçmişten gelen psikolojik destekle de saldırdı. Atılan golde top Wederson tarafından ortaya kesildiğinde Roberto Carlos ofsayt pozisyonunda, hatalı bir hakem kararı ama bizim işimiz o değil. Daum'un taktiği daha maçın başında tutunca da sonra planın ikinci aşaması girdi devreye. Galatasaray'ın hücum hattındaki 4 adamını birbirinden uzaklaştırmak. Nonda, Elano, Arda ve Keita ilk yarı boyunca birbirlerine 20 metrelik uzaklıkta oynadılar. Topu aldıklarında en yakın arkadaşlarını görmek için kafalarını kaldırdıklarında sadece sarı lacivert renkleri gördüler. Markajı sevmeyen 4 adam böylece birbirinden giderek uzaklaştı. Arda bundan en fazla nasibini alan adam oldu, zira topu her aldığında taç çizgisine sıkışmıştı ve başında en az iki FB'li oyuncu vardı, o da dakikalar ilerledikçe kaleden uzaklaştı. 40 dakikalar civarı top ayağına geldiğinde orta saha çizgisi etrafında dolaşıyordu. O dakikadan sonra bir şey ortaya çıktı Kewell, Baros, Elano, Nonda, Arda, Keita farketmez...Galatasaray markajı sevmeyen ve durarak oynayan bu adamlarla bir şey yapamayacaktı. Zira elinde Torres'in arkasında motor gibi çalışan Dirk Kuijt ve Benayoun yoktu. Yukarıda söylediğimiz gibi Messi'nin Arjantin milli takımında hep düştüğü, Barcelona ile de geçtiğimiz yılki Chelsea maçlarında düştüğü durumun aynısıydı. Milli takımda bunun sonucu başarısızlık oluyor aynen Galatasaray'da olduğu gibi. Barcelona'da olmuyor çünkü arkasında Xavi ve Iniesta gibi iki adam oynuyor. Sıra orada zaten.

Bu savunma iyi yapılıyorsa elinizdeki şanslar uzak şutlar ve duran toplardır, nitekim Galatasaray'ın tek golü bir kornerden geldi hatırlatalım, bunun dışındaki tek pozisyon maçın son bölümündeki Aydın'ın pozisyonu. Mustafa Sarp'ın ağırlığını koyduğu pozisyon. Zaten bu taktiği delmek için muhtemel çözümlerden birisi de budur, kitlenmiş hücum oyuncularına destek verecek orta saha oyuncuları. Ancak Ayhan ve Mustafa Sarp kendi defans adamlarının çıkaramadığı topları alıp ileriye götürme işiyle o kadar meşguldüler ki hücuma destek olamadılar. Ayhan oyunun iki yönünde de çok kötüydü. Kariyerinin en çok pas hatasını yaptığı maçı oynamış olabilir. Fenerbahçe'nin ise yarım forvetle oynadığı oyunu tebrik etmek gerekir. Tribünlerde "Herkes Haddini Bilecek" pankartı açan taraftarın takımı haddini bilen taraftı sahada. Galatasaray'la açık alanda çarpışmayı değil, alanını daraltarak ve onu bozarak oynamayı tercih ettiler. Colin kazım hayati pozisyonda olduğu bu taktikte bana göre müthiş oynadı. Servet ve Gökhan'ı kâh faul yaparak kâh nizami şarjlarla, kâh boş koşularla inanılmaz yordu. Coca Cola Kid diye boşuna demiyorlar. Derbinin tüm dünyada izlendiğini biliyordu, vitrindeki Coca Cola gibi davrandı o da, iyi pazarladı kendini. Emre ve Baroni Ayhan ve Mustafa Sarp'ın yüzünü rakip kaleye dönmesini ellerinden geldiğince engellediler. Şöyle bir kozları var ellerinde. Bu taktik aynı zamanda çok geçerli bir deplasman taktiğidir. Rövanş maçında da Galatasaray'ı durduracak taktiği biliyorlar.

Galatasaray'ın çözmesi gereken sorunlar aynı. Defans hattının ve orta saha oyuncularının ileri uçtaki dörtlüye pas aktaramamaları, kanattaki ikilinin taç çizgisine itildiği maçlardaki hücum fakirliği ve ileri uçtaki oyuncunun bu durumun sonucunda silikleşmesi. Bir de buna son 1 aydır Leo Franco hadisesi eklenmiş durumda. Giderek saatli bir bombaya dönüşüyor Arjantin'li. Öndeki defans adamlarının güvenini kaybederse (ki o güvenin hafiften sarsıldığını düşünüyorum) sezonun sonunu zor getirirler. Henüz Galatasaray'a kazandırdığı bir puanı yok, bununla ilgili verdiği umut da yok.

Pozisyonlar hakkında uzun uzun konuşmak mümkün ama sahada Daum'un Rijkaard'ı mat ettiği çok açıktı bu yüzden konuşmak çok şeyi değiştirmeyecek. Fenerbahçe'nin ilk golünde ince bir ofsayt olduğu, penaltı pozisyonunun da biraz ağır olduğunu iddia etmek mümkün ama pozisyon üretemeyen bir takım karşısında, attığı goller dışında 2-3 çok net pozisyon bulan bir takımın galibiyetini bunlara bağlamak yersiz olacaktır.

Rüya takım; zevksiz, etileyici olmayan futbol oynayan takımın 5 puan gerisinde. Futbol böyle, renkli olan değil efektif oynayan kazanıyor. 1982 ve 1990 Brezilyasının değil, 1998 Fransası ve 2008 İspanyasının zamanı. Alışmak lazım.

25 Ekim 2009 Pazar

DELİLER

















"Ne güzel şeysin be futbol". Bu maçtan sonra sadece bu denir işte. 2 saat sonra başlayacak derbinin son yıllardaki utanç görüntülerini izleyip futbolun kirlendiğini düşünen insanlara bağırmak lazım onlar anlayana kadar. Çin malı Sony'i kullanıp "Sony'i beğenmiyorum" diyen adamın Japon fabrikasından çıkanı dinleyince Nirvana'ya ermesi gibi. İngiltere Ligi'ndeki üst düzey maçların hepsi kanser hastalarının umudu kemoterapi gibi. Bu sporun en kötü örneklerini izlemek zorunda kalan bizlerin umutlarnı yeşertiyor. Zira başka hiçbir yerde, bir maçın 96. dakikasında 20'şer milyon poundluk adamların, topun önüne cesetlerini atmalarını izleyemezsiniz. Maç bittiğinde düşündüm. HD İskender'de 1,5 İskender, üstüne künefe...Şu keyfin yanına yaklaşır mı? Eh ancak...

İlk yarı ufak çapta Andre Marriner'in şovuydu aslında.Bu düzeyde bir maçı ilk kez yöneten Marriner devreyi bitirdiğinde Van der Sar da dahil iki takım futbolcuların ortasında kaldı. Carrgaher, Giggs, Mascherano, Rooney, Ferdinand bir şeyleri şikayet ediyorlardı. Sir Alex de kaçırmadı fırsatı tabii. Soyunma odasına giderken dördüncü hakeme salladı bir şeyler. İkinci yarıyı ayrı bir yere koyup incelemek lazım. Lucas ve Macherano, Gerrard'ın yokluğunda olağanüstü mücadele ettiler. Lucas bazı pozisyonlarda fizik açısından yetersiz kaldı ama çok fazla yüklenmemek lazım, zira çok önemli bir boşluğu doldurmaya çalıştığı gibi hücuma da destek vermek zorundaydı. E onu dünyada yapan 4-5 oyuncu var zaten. Birisi de tribündeydi ve Lucas onun yerini doldurmak zorundaydı. Liverpool bu sebeple hücum gücünün neredeyse tümünü Kuijt, Benayoun ve Torres'in aralarında yapacakları organizasyona bağlamıştı. Üçünün paslaşmasıyla geldi gol zaten. Sonrası tam bir şölen. 87'de top Benayoun'un ayağına geldiğinde İsrail'li sol açıktan koşu yapan Kuijt'ı görebilseydi maç 2-0'a gelecekti. Görmedi, görmediği gibi topu kaptırmak için ısrar etti, kaptırdı, takım az daha onun yüzünden 10 kişi kalıyordu. Carragher indirdi Owen'ı. Marriner kartlardan sarı olanını tercih edince Sir Alex'e bir maç sonu demeci şansı daha çıktı. Çıkmayan kırmızı 2 dakika sonra Vidic'e çıktı. Sırp oyuncu böylece üstüste üçüncü Liverpool maçını da kırmızı kart görerek bitirdi. Sonraki 5-6 dakika göz kırpmadan izlenecek anlar.

















Osmanlı ordusunda "deliler" diye bir bölük varmış zamanında, savaşta düşman üzerine ilk onlar salınırlar ve hayatlarını kaybedip kaybetmeyeceklerine bakılmazmış. Amaç düşmanı bozmakmış sadece. 94'te Kuijt, Lucas, Macherano üçlüsünün Manchester United sahasında yaptıkları taarruzun başka tarifi olamaz. Zayi oldular zaten, Van der Sar'ın üzerine hücum eden ikiliden Mascherano geç hamle yapınca ikinci sarıdan kırmızı gördü o da. 95'te United rakip sahada 4-5 kez top gördü ayağında ama ne zaman kaleye baksalar ayaklarının dibine kendini atan Liverpool'lı oyuncuları gördüler. Jamie Carragher maçın son 10 dakikasında kaptan köşkünden emirler yağdıran kumandan gibiydi. Top kesti, arkadaşlarını yönlendirdi, top çıkardı...Torres'in yerine giren Ngog 96'da, beraberlik golü için ileriye çıkan O'Shea geri dönemeyince ipini çekti Kırmızı Şeytanlar'ın. Reina'nın ikinci golden sonra 110 metre katedip uzak korner bayrağı dibindeki Ngog'a sarılmasını görünce maç golle beraber bitti sandım ama meğer İspanyol kaleci son düdüğü bekleyememiş. Son 10 dakikayı bir daha bir daha izleyesi geliyor insanın.

Yukarıda ismi geçmeyen Glen Johson'a da parantez açmak lazım. Müthiş oynadı. Sir Alex hakeme yüklenecek tabii ama böyle bir maçta bu kadar birbirleriyle uğraşmaktan kaçınan futbolcuları görüp ders almamız lazım. Neredeyse her kritik pozisyonda birbirlerine çok medenice davrandılar. Bu yüzden de saha içinde birbirleriyle adam gibi tartışma şansları oluyor. Birbirlerinin boğazına sarılmadan.

Liverpool'la ilgili bir iyi bir kötü haberimiz var. Kötü haberi verelim. Bu takım Torres'siz oynayamıyor. Hem onun dönüşü sonrası takımın rayına oturması hem de onun oyundan çıkışından sonraki 15 dakikalık sürede tamamen mehkum olmaları bunun bir göstergesi. İyi haber.Torres sahalara döndü!!!. 22 yıldır üstüste 4 maç kaybetmemişti Liverpool. En son Kenny Dalglish döneminde bunu yaşamışlardı. Dalglish tribündeydi. Mutlu ayrıldı. Biz de öyle...Şimdi akşam "dünya derbisi" bekliyor bizi. Dur klişeyle bitirelim. Bizimkisi dünya derbisi ise bu adamlarınki ne?

23 Ekim 2009 Cuma

FLY AGENT STARLING...FLY FLY FLY

DEĞİL Mİ HAŞMET















Hıncal Uluç kaç yaşında? Oldukça yaşlı.

Hıncal Uluç kaç senedir yazıyor? Çok uzun zamandır.

Allah uzun ömür versin; uzun uzun yazsın. Çünkü düzenli ve huzurlu yaşantı tekdüze oluyor bir süre sonra. Arada sırada sinirlenmek lazım. Sağ olsun, kendisi bu lüzumun giderilmesinde, bize çok yardımcı olan bir yazar.

Futbolun dışında yazdıklarına dair diyecek fazla bir şeyim yok. Belki katılacak onlarca şey bile buluruz, arasak. Ama iş futbola gelince, orası başka...

Çok uzatamayacağım, yazmaya takatim yok ama görünce dayanamadım.

Fenerbahçe'nin Gaziantep'e kaybetmesi üzerine aşağıdakileri söylemiş kendisi.

"Ben hayatımda bu kadar kötü bir Gaziantep gördüğümü hatırlamıyorum. Mahalle takımı gibiydi. Pardon, mahalleli gibiydi, takımı değil! Ortada takım yoktu. Futbolun ilk icat edildiği yıllarda, kale de yokmuş, takımların formaları da yokmuş, oyuncu sayısı da yokmuş. Öyle anlatır futbol tarihi sayfaları. O zaman araba yok tabii sokaklar boş. Bin 800'lü yıllar. Sokaktan geçen, canı isteyen bir tarafa doğru vururmuş topa, herkes kendi başına. Böyle bir Gaziantep vardı. Bu kadar takım oyunundan uzaktılar. Bu takıma Fenerbahçe yenilebiliyor"

Şunu okumaya başlayan, daha ilk cümleden Hıncal Uluç'un hayatını Gaziantepspor'a adadığını falan zanneder. Halbuki değil... Tamam, mübalağa bir söz sanatıdır ama bir yazar sezonun muhtelif haftalarında bir sürü takım için aynı cümleleri kuruyorsa o iş sanat olmaktan çıkar, işkembe-i kübraya girer. O bunu sürekli yapıyor.

Rahmetli Kenan Onuk, izin vermedi yaptıkları programda. Ne zaman ki ekranların futbol konusundaki emme basma tulumbası Haşmet Babaoğlu ile yalnız kaldılar, Michael Jordan & Scottie Pippen gibi oldular iyice. Arada bir cılız "Orada Hıncal abi'ye katılmıyorum. Hepimizin gözden kaçırdığı bir nokta var. Gerçi bir yandan bakınca haklılık payı da yok değil." serzenişi; o kadar.

Memlekete gelince, vakit olduğunda dalacağım arşivlere. Bir sezon seçeceğim öylesine. O zaman diliminde kaç kez "İnanamadım" yazmış, kaç defa "Falanca takımı bu kadar kötü görmedim" demiş, kim için "Futbolu bilmiyor" diye fikir belirtmiş, bir bir sayıp, alt alta yazacağım.

Büyük ihtimalle sonuç "Gelmiş geçmiş kimsenin bir bok bilmediği, kendisinin ise her bokun en iyisini bildiği" doğrultusunda olacak. Biz de monoton hayatın etkilerinden bir kez daha sıyrılıvereceğiz.

by Canarino

YAVAŞ AYI YAVAŞ




Nintendo nerden çıktı?
Bulanın anasını,
Wii'de tenis oynarken,
S.ktin LCD camını.

by Canarino

MENDES ETKİSİ

























Yine Avrupa maçları ertesinde yaptığımızı yapıp UEFA ülke puanı listesini verelim. İyi kapattık haftayı. Ancak takım sayımızın çok fazla olmaması Portekiz'le puan farkının sabit kalmasına, Hollanda ile de farkın ufak da olsa açılmasına sebep oldu. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın galibiyetlerinden 2/5= 0,4 x 2 = 0,8, Beşiktaş'ın beraberliğinden de 1/5= 0,2 puan aldık ve haftayı 1 puanla kapattık. Portekiz de Porto, Benfica ve Sporting Lizbon galibiyetlerinden 2/6 = 0,333 x 3 = 0,999 yani 1 puan aldılar. Nacional ise haftayı mağlup kapattı. Portekiz'le aramızdaki 0,871'lik fark korunuyor. Hollanda ise PSV, Ajax, Heerenveen ile galip gelirken, AZ ile beraberlik elde etti. Twente ise Sheriff deplasmanında mağlup oldu. AZ'in 90. dakikada Mendes'in golü ile Arsenal karşısında aldığı beraberlik, Hollanda'nın farkı açmasına sebep oldu. Haftayı 1,166 puanla kapadılar (2/6 = 0,333 x 3 = 0,999 yani 1, 1/6 = 0,166 + 1 = 1,166). Onlarla da aramızda 1,230'luk bir fark var.

Bu arada yine not düşelim, bu sonuçlar önümüzdeki sezon değil, 2011-12 sezonunda Avrupa kupalarına gidecek takım sayısını etkileyecek.


puan 09/10 08/09 07/08 06/07 05/06 kalan/toplam takım
1. ENG 71,142 7,214 15,000 17,875 16,625 14,428 6/7
2. SPA 68,757 6,928 13,312 13,875 19,000 15,642 7/7
3. ITA 55,624 6,714 11,375 10,250 11,928 15,357 7/7
4. DUI 52,374 6,250 12,687 13,500 9,500 10,437 6/6
5. FRA 45,406 6,666 11,000 6,928 10,000 10,812 5/6
6. RUS 40,458 2,833 9,750 11,250 6,625 10,000 2/6
7. OEK 38,550 4,800 16,625 4,875 6,500 5,750 2/5
8. ROE 37,991 4,583 2,642 2,600 11,333 16,833 5/6
9. NED 32,880 5,750 6,333 5,000 8,214 7,583 5/6
10. POR 32,462 4,166 6,785 7,928 8,083 5,500 4/6
11. TUR 31,650 4,800 7,000 9,750 6,100 4,000 3/5
12. ZWI 27,625 5,000 2,900 6,250 4,100 9,375 2/4
13. GRI 26,499 4,500 6,500 7,500 4,666 3,333 3/5
14. DEN 26,350 3,400 8,200 5,125 6,125 3,500 1/5
15. SCH 24,958 1,833 1,875 10,250 6,750 4,250 2/6
16. BEL 22,500 3,300 4,500 4,500 4,700 5,500 3/5
17. BUL 21,500 2,625 2,250 2,750 5,125 8,750 2/4
18. TSJ 21,175 3,300 2,375 5,125 5,750 4,625 2/5
19. ISR 17.625 6,000 1,750 2,375 6,000 1,500 2/4
20. CYP 17,499 3,750 6,333 2,666 1,750 3,000 1/4
21. NOO 17,400 2,100 2,500 5,400 2,000 5,400 0/5
22. OOS 17,075 6,875 2,250 3,200 1,500 3,250 4/4
23. SLW 15,832 2,500 4,833 2,166 2,625 1,125 0/4
24. ZWE 14,191 2,500 2,500 5,400 1,125 2,666 0/4
25. SER 13,500 2,500 3,000 2,625 2,125 3,250 1/4
26. POL 12,541 2,125 5,000 1,666 2,625 1,125 0/4
27. KRO 11,832 2,500 4,333 3,666 1,000 0,333 1/4
28. WRU 10,791 2,625 4,000 1,833 1,000 1,333 1/4
29. IER 9,541 1,375 2,500 1,000 2,833 1,833 0/4
30. FIN 9,499 1,375 1,833 2,625 1,333 2,333 0/4
31. BOS 8,749 1,750 1,833 1,833 1,833 1,500 0/4
32. LIT 8,416 1,250 2,500 1,500 1,833 1,333 0/4
33. LET 7,998 2,000 1,166 1,333 2,166 1,333 1/4
34. MOL 7,040 1,875 0,666 1,333 1,500 1,666 1/4
35. SLV 6,957 1,375 1,333 0,666 1,250 2,333 0/4
36. HON 6,750 2,750 1,000 1,000 1,000 1,000 1/4
37. GEO 5,748 1,750 1,166 1,000 1,166 0,666 0/4
38. AZE 5,498 1,375 0,666 0,666 1,333 1,333 0/4
39. IJS 5,415 1,250 1,166 1,666 1,000 0,833 0/4
40. MAC 5,332 0,500 0,500 1,666 1,166 1,500 0/4
41. LIE 4,500 1,000 0,000 0,500 2,000 1,000 0/1
42. KAZ 4,499 1,250 0,833 0,750 0,666 1,000 0/4
43. EST 4,374 0,875 0,333 0,833 1,500 0,833 0/4
44. ALB 3,999 1,000 0,666 0,500 0,833 1,000 0/4
45. ARM 2,999 0,500 0,000 1,333 0,500 0,666 0/4
46. WAL 2,581 0,250 0,333 0,666 0,666 0,666 0/4
47. MON 2,125 1,125 0,500 0,500 0,000 0,000 0/4
48. FAE 1,832 0,000 0,333 0,333 0,500 0,666 0/4
49. NIE 1,624 0,125 0,333 0,500 0,166 0,500 0/4
50. LUX 1,249 0,250 0,000 0,333 0,166 0,500 0/4
51. AND 1,000 0,500 0,000 0,500 0,000 0,000 0/2
52. MAL 0,916 0,750 0,000 0,000 0,166 0,000 0/4
53. SMA 0,750 0,500 0,000 0,250 0,000 0,000 0/2