31 Temmuz 2009 Cuma

STRANGE CM HAPPENINGS vol.32






















Serinin yine okuyucu destekli bir maddesiyle birlikteyiz. İlki Haldun Üstünel'in bile transfer bağlama yeteneklerini aşan bir durum. Onat Güngör göndermiş. Şöyle diyor. Kendisi Said Hamdaoui isimli cengaveri almış Malatyaspor'a, yetiştirmiş ve Catania'ya 14 milyon dolar peşin, 10 maç sonra da 2 milyon dolar ödenecek şekilde satarak Malatyaspor tarihi transfer rekorunu kırmış. Ancak gelin görün ki çakal Catania 10 maç sonra ödenecek parayı 4 maç sonra ödemiş. Ödemiş de ne 2 milyonu zırnık ödemiş Malatya'ya. Buna tam naylon faturacılık denir. Bir de ödemiş gibi haber gönderiyorlar.
















İkincisi Batuhan Karcı'dan. Çok lafa gerek yok. Zlatan Ibrahimovic'in geçen sene "ben Rooney ve Berbatov'dan iyiyim ve sahada bunu göstereceğim" demişliği var (tabi sonra bir şey gösteremese de). O yüzden yukarıdaki hadiseye şaşırmamak lazım. Ibrahimovic'in favori personel listesinin sonundaki isme dikkat.




















Son resim de Bahadır Çiçek'ten. Bu da FM serisinin gerçekçilik olayında bir kanıta daha sahip olduğumuzu gösteriyor. Newcastle United'ın 18 yaşındaki oyuncusu gece yarısı bardan çıkarken kameralara yakalanıyor. Basına da haber oluyor tabi. Hp söylüyorum, bu oyunda başarılı olmuş bir adamın CV yollayıp bir futbol takımının başına geçmesi yakındır.

AYREON'S GUILT MACHINE-ON THIS PERFECT DAY

























Blogu yeni açtığımız aylarda yaptığımız "Müzik Tarihinin En İyi Albümleri" serisinin altıncı sırasına Ayreon'un Human Equation albümünü yerleştirmiştik. Bunu yaparken Ayreon'un dünya müzik piyasasındaki tanınmışlık oranı veya albüm satışları beni pek enterese etmedi. Hollanda'lı Arjen Lucassen'in projesi olan Ayreon, her albümde Lucassen'in önderliğinde bir araya gelen farklı müzisyenlerin ortaya çıkardığı albümlerden oluşuyor. Ayreon'un tüm albümlerinin ortak bir özelliği var. Konsept albüm olmaları. Bu yüzden bir kere gözümde maça önde başlıyor her biri. Human Equation linkte de okuyabileceğiniz gibi, bu seride benim için zirvede olan albümdür ama "Into The Electric Castle" ve "Universal Migrator" da en az onlar kadar önemli albümlerdir. Melodik, altyapıları sağlam, her biri kendi içinde enfes hikayeler barındıran ve bu hikayelere göre soundu değişen (örneğin Electric Castle'da orta çağa ait bazı enstrümanlara yer verilmişken Universal Migrator'da uzayda yürüyormuşsunuz hissini veren bir atmosfer vardır), atmosferik, progresif rock/metal şaheserleri. Bir de Arjen Lucassen'e geçen sene meydana gelen olaydan beri ayrı bir sempatim vardır. Zira, son albümü 01011001'in tanıtım partisi için kapıda bekleyen ve içeri girmekte zorlanan bizlere After Forever vokali Floor Jansen'le dışarı çıkarak ufak bir unplugged şov yapmıştır. O anın kendi kaydettiğim görüntüleri şurada.

Koşa koşa, çıktığı ilk gün gidip alacağım yeni albüm "On This Perfect Day" 28 Ağustos'ta piyasada olacak. Yine bir konsept albüm normal olarak ve genelde Ayreon albümlerinde olduğu üzere çift cd'den oluşuyor. Daha şimdiden 32 sayfalık bir kitapçığı da içeren Limited Edition CD'si önceden verilen siparişlerle tükenmiş durumda. Lucassen bugüne kadarki en atmosferik ve en üst düzey projesi olduğunu söylüyor albüm için. Eğer öyleyse, yani bu albüm Human Equation'dan da üst düzey bir albümse hepimiz darmadağın olacağız demektir. Yine de temkinli olmak lazım. Albümün karanlık ve atmosferik bir havaya sahip olacağı da gelen bilgiler arasında. İlla ben fikir sahibi olacağım diyorsanız, albümden 2 şarkının yer aldığı My Space sayfasını ziyaret edin derim. Ben fikir belirtmeyeyim konu Ayreon olunca çok eleştirel olamıyorum. Şarkı listesi ve süreleri aşağıda. 28 Ağustos'u ve muhtemel tanıtım partisini bekliyoruz.

1] Twisted Coil (11:43)
2] Leland Street (8:03)
3] Green and Cream (10:32)
4] Season of Denial (10:22)
5] Over (6:11)
6] Perfection? (10:46)

Audio Bonus Tracks:

1] The Stranger Song (L. Cohen) - vocals Jasper (4:53)
2] Michelangelo (J. Campbell) - vocals Arjen (3:23)
3] Fan Messages (8:14)
4] Perfection? - guide vocals Arjen (9:37)
5] Twisted Coil - radio edit (4:17)
6] Pull me out of the Dark - radio edit (Green and Cream) (3:36)
7] Over - radio edit (3:56)

SAYGI DURUŞU - 18 ŞUBAT 1933 / 31 TEMMUZ 2009

NERDE O ESKİ MACARLAR?


Macarca'da Hon; anavatan, Ved de savunan anlamına geliyormuş. Dün Fenerbahçe karşısında arz-ı endam eden Budapeşte takımının havalı bir adı var yani hesapta: Anavatan Savunucuları! Gelgelelim bırak savunmayı, kalenin anahtarını bırakıp, "abi biz boğazdayız, siz de maçı bitirince gelin, iki kadeh içelim" deseler daha az kötü olabilirlerdi herhalde, evet o derece.

İsimlerinin anlamını anlattık, Honved'le devam edelim. Geçmişinde müthiş başarılar olan, Puskas, Kocsis, Bozsik ve Czibor'un takımı Honved, 1993'ten beri şampiyon olamamış. Biraz kupa beyi havaları var. 2007 ve 2009'da kupayı kazanmışlar, geçen yılki kupa sayesinde de Fenerbahçe'nin karşısındalar. Yoksa ligdeki performansları feci, 14. bitirmişler geçen yılı. 16 takımlı ligde 14.lük fena, statü üç takım düşürse bu sezon ikinci ligdeler. Bu arada, bu küme düşme hadisesi gerçekleşse 100. yıllarında düşmüş olacaklar hem de. Neyse ki 100. yılda bir kupa alabilmişler. Sitelerine de göz gezdirdim de. Yüzyılın güzelini falan seçiyorlar, nasıl bir şey bu kardeşim?

Ben bu sefer maç analizi yapacaktım, konuyu dağıtmayayım. 3 senedir hasret kaldığımız oyunu, izlediğim ilk iki maçta görmek hakikaten beni kendime getirdi. Geçen yıl buralarda çok yazdık, laf arasında çok söyledik: Sıkıntı açık ve netti, koşmayan oyuncular, arızalı yedek sırası, alternatifsiz kadro. Bu yılın hemen başında söyleyebileceğimiz şey de doğal olarak çok belli. Takım 3 sene önceye dönmüş, sanki arada hiçbir şey yaşanmamış da kaldığı yerden devam ediyor gibi. Nasıl oynayacağını bilen, henüz tam olarak beceremese de yapmaya çalışan oyuncular. Nasıl mı?

Daum'un oyun planını anlamak için dahi olmaya gerek yok. O, Türkiye'yi yıllar içinde çok iyi çözdü, biz de yıllardır onun takımlarını izlerken planını gayet iyi anladık. Top takımdayken, orta sahayı sıklıkla geçip atağın içine giren bekler, ön liberodan atağa sıkça katılan orta saha oyuncuları ve karambolde son vuruşları yapacak golcüler. Sistemin kilit hattı ise, usta ayaklar ve duran toplar. Daum, bunu geçen 3 yılki periyotta yaparken, kanat oyuncularını kendisi üreterek mazhar oldu. Düşünün işte, Fenerbahçe'nin o dönemki bekleri Önder Turacı, Ali Güneş, Serkan Balcı, Deniz Barış, Ümit Özat'tı. Bugün ise elinde gerçekten çok kıymetli kanat savunucuları var: Gökhan Gönül, Roberto Carlos ve Andre Santos. Bu elbette ki onun için bir şans olacaktır.

Tabi ki her şey sadece beklerle bitmiyor. Başarıyı esas sağlayan ise kanatta uyumu sağlayacak ikililer. İlk sezonda Ali Güneş-Serhat Akın ikilisinin sağladığı uyum, diğer iki sezon Ümit Özat-Tuncay Şanlı kanadının akıcılığı, işleri çok değiştirmişti.

Bu sezon yapılan transferlere ve Daum'un üzerinde durduğu şeylere baktığımızda, fazla bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Solda Roberto Carlos-Andre Santos ikilisi sistemin önemli bir ayağı. Sağda ise Gökhan Gönül-Kazım ikilisinden çok şey bekleniyor. Öte yandan alternatifli kadro konusunda da önemli mesafe alınmış. Dün sahaya çıkan 11 ideal gibi görünüyor savunma dışında. Yedek tahtası da oldukça güçlü. Daha kenarda bekleyen Mehmet Topuz, Selçuk Şahin, Deniz Barış, Özer Hurmacı, Semih Şentürk, Deivid de Souza, Bekir İrtegün, Uğur Boral, Vederson, Ali Bilgin gibi isimler var. Tek zayıf görünen yer savunma. Oraya da Edu'nun dönüşü yanında bir takviye daha gerekebilir. Bunu da zaman gösterecek. Daum'un son dakika alternatif transferlerini de iyi biliriz. Alper Akıcı, Tomas vs. gibi isimleri hatırlayalım.

Kanatları anlattık, şimdi özellikle üstünde durulan "savaşan" takım hüviyetine bir bakalım. Burada öncelikle Emre'nin belirleyici rolünün altını çizmek gerek. Defalarca kez söyledim, Emre'yi sahada görmek insanı rahatsız ediyor, bunda sabit fikirliyim. Öte yandan yine sadece futbol ve sahadakilere de futbolcu olarak bakarsak takımın en kilit adamının Emre Belözoğlu olacağını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle rakibin üzerine çökme anlarında, kaptığı toplarla ve oyunu açabilecek yönlendirmeleriyle kilit rol oynayacağını söylesek abartmış olmayız. Yıllar sonra ilk kez sezon öncesi hazırlık kampına katılmış olması da kendisi açısından önemli olacaktır. Dün de sahada epey diriydi. İlk yarıda orta sahanın rakibi kolayca sindirmesinin baş aktörü de oydu.

Cristian için ise oyun içinde fazla rol kapmayan bir savaşçı olacağı izlenimini aldık diyebiliriz. Sürekli hareket eden, boşa kaçan, top alan dağıtan, gerektiğinde arkadan atağı da destekleyen bir oyuncu olduğu düşünülebilir. Ama tabi Daum'un da dediği gibi, onun gerçek özelliklerini görmek için, çetin bir savaş geçireceği maçları beklemek gerek. Maldonado da haftalarca "idare ederken", bir Galatasaray maçındaki silikliği, hayatını karartmıştı hatırlarsınız. Selçuk da mesela yıllarca büyük maçlarda iyi mücadele edip, başarılı oyunlar çıkardığı için kadroda. Bekleyip göreceğiz.

Savunmayı kısaca eleştirelim. Balkan takımlarının reçetesini kim bulduysa artık, hepsinde ileride bir tane ufak, hızlı koşan Afrikalı mutlaka bulunuyor. İkinci siyahi futbolcu hakkı ise ya savunmanın ortası, ya da orta saha için kullanılıyor. Gerisi ise sırf düz oyuncular. MTK da, Partizan da böyleydi, Honved de devam etti. Evet Honved'de hiçbir şey yoktu ama, onların Afrikalısı bile bizim savunmaya anlık zorlamalar yaşattı. Bilica ve Önder uzun vadede güven verir mi, emin değilim. Lugano-Edu savunması da Uche-Högh savunması gibi efsane olarak kalmasın lütfen.

Hücumu da konuşup bitirelim. Güiza için Daum'un söylediklerinin ne anlam ifade ettiğini, sanırım hepimiz şimdi daha iyi anladık. Rakibin üzerine çöken sistemde, şüphe yok ki Güiza, çok daha fazla pozisyon bulacak ve epey de gol atacaktır. Semih oranın ilk alternatifi, ama 70'deki değişiklik de gösteriyor ki, diğer yedek forvet alternatifleri de takım içinden çıkacak; Kazım, Deivid gibi.

Toparlayalım. Geçen seneki kabusun üzerine, silkiniyor Fenerbahçe. Maçta da epeyce hop oturup hop kalkıldı haliyle. Yine de buraya kadarki süreç bir deneme sayılabilir. Sezonun ilk ciddi testi pazar akşamı Olimpiyat Stadı'nda oynanacak. İki kurt hoca, cv'ye bir kupa eklemek için, tüm hünerlerini gösterecek. Daum'un son olimpiyat stadı macerası fenaydı, başka bir finalde başka bir ezeli rakipten 5 yemişti takım. Bu sefer ne olacak göreceğiz. Beşiktaş ise, şampiyonluğun arkasına mı sığınacak, yoksa onun özgüveniyle kalitesini daha da mı arttıracak, bir fikir verecektir bu maç, onu da göreceğiz.

Ağustos, futbol ayıdır, hoşgelsin.

by tunchay

TİRAT MANGASI













Rol çalma diye bir şey var biliyorsunuz sinemada. Karşılıklı oynadığınız oyuncunun performansının üzerine, seyirciye hiç hissettirmeden çıkarak beyaz perdede onu ezme. Çoğu zaman yönetmenler buna ses çıkarmazlar, hatta filmin beğenilirliliğini artırdığını söylerler ama o sırada ezilen oyuncu bundan pek hoşnut olmaz. Oyuncu eğer "abide" seviyesinde bir adamsa bunun adı "rol çalma" değil "döktürme" olur zaten. Dünya sinemasında bunun çok örneği var. Blogda da yer verdiğimiz RobinWilliams'ın Good Will Hunting'deki, Jack Nicholson Shining'deki, Anthnoy Hopkins'in Silence of The Lambs'de bir bakışta Jodie Foster'ı ezberlediği, Morgan Freeman'ın Shawshank Redemption'daki şartlı tahliye görüşmesindeki, Al Pacino'nun Any Given Sunday ve bir dolu filmdeki tiradlar hemen bir çırpıda aklıma gelenler. O yüzden yurt dışı sinemasından bir liste yaparsak mutlaka dışarıda bırakacaklarımız olacaktı ister istemez. Sınırı yurt içine çektik. Yine mutlaka sizin de ekleyecekleriniz olacaktır. Yalnız yorumlarda şu müthiş "Küçük Emrah'ın Vurmayın'daki tiradının olmadığı listeye liste mi derim?" türü tek kalemde bizi harcayan yorumlarla gelmeyin arkadaşım. Ben derim....Yalnız o da gayet iyidir ha. "Vurmayın dedim hep vurdular, şimdi de ben vuruyorum, şangıııırt"

1-Bekir (Masumiyet): Herhalde Türk sinema tarihinin efsane sahnelerinin listesine tepeden girebilecek bir sahne. Haluk Bilginer'in 7 dakika boyunca oyunculuk dersi verdiği sahne. Aslında bir başka oyuncu ve yönetmenin elinde belki de rahatsız edici derecede bir oyunculuk şovu olarak görülebilecek sahneyi bir başyapıta dönüştüren Bilginer'in oyunculuğu kadar, Güven Kıraç'ın bu şova yaptığı minimal oyunculuğun da etkisi büyüktür. Tabi bir de Alabora-Bilginer ikilisinin karşı karşıya geldiği bir atışma sahnesi vardır.

2-Ofsayt Osman (Ofsayt Osman): Şakayla Karışık filmindeki meşhur mahkeme sahnesi. Sadri Alışık, Haluk Bilginer gibi bir "one man show" vermemiştir ama sahne ilerledikçe artan performansı ile sahneyi unutulmazlar arasına sokmuştur. Bir de sahnenin kendisinden bağımsız Alışık aslında Any Given Sunday'de Al Pacino'nun kendini anlattığı sahneye çok benzer bir karakteri canlandırır. Her şeyini kaybetmiş, hayatında son bir gol atmaya uğraşan bir adamı.

3-Ziya (Neşeli Günler): Aslında bu muhteşem filmdeki Şener Şen'in ağzını açtığı her sahneyi alıp tekr teker izlemek lazım. Misal ben anlatacağımız sahne kadar meşhur "çakıyla aslan mı öldürdün?" ve "ne var Küçük Ev'de ya?" sahnelerine aynı şiddette gülerim. Ama bu, başka bir sahnedir, zira Şen tek başına döktürmektedir. "En iyi cilet budur?". Bir kere o metindeki isimleri kim yanyana getirmiştir alnından gidip öpmek lazım. Bir de tabi Şen'in telaffuzları. "Rahmetli başkan Kennediiieeee, Taçsız kral Peleeeaaaaa"

4-Yaşar Usta (Bizim Aile): Türk sinemasından herkesin kendi babasından bir parça bulduğu tek adamdır Münir Özkul. O sinik, içine kapanık, hırpani kılıklı adamın bir sermaye patronunun üzerinde sözlerle yükseldiği sahne Türk sinemasının en isyankar tiratlarından birisidir. Çok da romantik bir bir sahnedir, zira maalesef bugünün dünyasında bu sahne ancak ve ancak "film icabı" niteiliğindedir.

5-Hüseyin (Babam ve Oğlum): Türk sinemasında Masumiyetile birlikte tüm bir oyuncu kadrosunun bu kadar üst düzey bir performans gösterdiği film çok azdır. Benim filmi bir başyapıt statüsüne koymama nedenim, aslında 12 Eylül dönemine yönetilecek onca eleştirisi varken (filmin kötü adamı darbedir yahu, böyle bir fırsat kaçar mı?) işin duygusal tarafına daha çok girmesidir. Ama bu Çetin Tekindor'un zirveye çıktığı anları görmezlikten gelmemize sebep olmaz. Cenaze dönüşü olduğu kadar, benim favorim kantin sahnesidir. Çok zor sahnedir, of.



















6-Uğur (Masumiyet): Listenin yarısında başa dönelim. Yukarıda dedik Masumiyet bir oyunculuk gösterisidir diye. Bilginer'in tiratından dakikalar sonra Derya Alabora'nınki gelir. Sinema böyle bir şey işte. Sinan Çetin filmi gerçekçi yapacağım diye Hülya Avşar'a mastürbasyon yaptırır, Demirkubuz milyonlarca düşmüş, küçük insanlardan 3 tanesini alır suratımıza çarpar. Yalnız bir daha söyleyeyim Kıraç bu filmde hakikaten minimal oyunculuğun dersini vermiştir, bu sahnede bir kez daha ortaya çıkar.

7-Hüsnü (Ah Müjgan Ah): Sadri Alışık aşık olduğu Müjgan'a olan duygularını müzik eşliğinde ifade eder. Sadri Alışık yine o babacan, kırılgan adam rolünü çok iyi kotartmıştır. O dönemin en iyi oyuncularının tek dezavantajı tek bir role girip bir daha seyirci ve yapımcılaırn da isteği doğrultusunda o kalıptan çıkamamalarıdır. Örneğin Sadri Alışık'ın kötü adamı oynadığı tek bir film hatırlıyorum. Ayhan Işık ve Kartal Tibet'i ise hiç görmedim.

8-Baran (Eşkıya): Aslında burada aralıksız bir oyunculuk gösterisi yok. Şener Şen filmin son 5-6 dakikasında polislerle çatıştığı sahnede aralıklara bir oyunculuk gösterisi sunar. Oyunculukta yıllar geçtikçe olgunlaşmanın en büyük örneklerinden bir tanesidir bu sahne. Yalnız şunu da belirteyim ben Eşkıya filmini de, Kabadayı filmini de sevenlerin arasında değilim. Her iki filmde de beni tahatsız eden bir şeyler var ama hala anlayamadım.

9-Ahmet (Hababam Sınıfı): Meşhur Çalışkan Ahmet'in yemini bozup tüm Hababam Sınıfı'na ayar verdiği sahne. Gerçi ben bu sahneyi sevmem, yani Hababam'ın her bölüm sonu "biz ne ettik doğru yolu bulalım" moduna girmesini. Orda esas Hababam olsa Ahmet'i dediklerine pişman ederdi işte ama mesaj kaygısı diyelim. Yalnız Ahmet de iyi dolar o sahnede. Tabi ben Kemal Sunal'ın Ahmet'e giriştiği sahneyi tercih ederim "Güzel babamım tereyağı oğlum".

10-Abbas-Şakir (Çiçek Abbas): Sinan Çetin kariyerinin başında liberalizme, siyasi hezeyanlarına bulaşmadan bir film çekmiştir o da iyi olmuştur işte. Gerisi de koskoca bir boşluktur. Bizimki, meşhur kahvedeki atışma sahnesi. O sahneye hazırlanış aşaması da efsanedir elbet. "Niye öptü lan beni, su getirin yüzümü yıkıycam". Bir de "ne demek Şakirrrr?" ve" Ne diyem Mahmut mu diyem?" bölümü var ki ayrı bir zirvedir.

Son not, 10 maddelik listeye Şener Şen 3 tane sokmuştur. Biraz iyi oyuncu sanırım......

GÜNEY HOLLANDA'DA TÜRK ATILIMI












Şimdi bugün meydana gelen hadiseyi anlatmak için yıllar öncesine gitmek gerekiyor hafiften. Çünkü hikaye MVV-Trabzonspor-Fenerbahçe gibi bir üçgenin köşeleriyle hep kesişme içerisinde. Mahmut Celaleddin Bilgiç. Bu isim Fenerbahçeliler için hiç yabancı değil. Özellikle İtalyan ve Güney Amerika kulüpleri ile olan ilişkileri sebebi ile sarı lacivertlilerin Zdenek Zeman, Stephen Appiah ve hatta Zico transferlerinde payının olduğu bilinir. Halen bazı Türk takımlarının transferlerinde aktif olarak rol oynuyor. Bilgiç'in Hollanda futboluna ayak basması ise ilginç biçimde oldu. Maastricht takımlarından MVV'nin Trabzonspor ile yaptığı iş birliğini biliyoruz. Bana sorarsanız Türkiye Ligi takımlarının yurt dışında pilot takım bağlantısı kurmalarının önündeki en büyük engellerden birisi yabancı sınırlaması. Bu yüzden zaten kendi planları dahilinde aldıkları yabancı oyuncuların yanında ancak 1 veya 2 oyuncu üzerinde iş birliği yürütebiliyorlar. Trabzonspor 2 sezondur Christian Brüls ile ilgili hesaplar yapabiliyor örneğin. Bu sezon da Faty Papy'i MVV'ye gönderdiler. Bu işin oturması için nereden bakarsanız bakın bir 5 yıl daha gerekli. Tabi Celaleddin Bilgiç'in hamlesi bu süreci daha da kolaylaştırdı. Maastricht takımına önce 750.000 euroluk bir yardım yapan Bilgiç kulübün hisselerinin % 50'sini satın aldı. İlk açıklamalar önce kulübü birinci lige çıkarmak sonra da Avrupa arenasında söz sahibi bir kulüp yapmaktı. Bilgiç'in icraatleri devam ediyor.

Aslen bir Maastricht'li olan, kente büyük yardımları dokunmuş ve kulüpte de başkanlık yapmış, 82 yaşındaki Leon Melchior ile maddi destek için anlaşmaya vardı Bilgiç. Melchior Hollanda'nın en zengin ilk 20 adamı arasında yer alan ve 1.1. milyar euro serveti olan birisi. Anlaşmanın uzun bir dönemi kapsayacağı ve Melchior'un düzenli olarak takıma yardım edeceği bildiriliyor. MVV tribünlerinin amigosu bir Türk, teknik direktörü Fuat Çapa, en büyük yatırımcısı Türk, Trabzonspor'un pilot takımı. Limburg eyaletinde ufak bir Türk kolonisi kuruluyor haberiniz olsun.

TRANSFERDE TWITTER DÖNEMİ



















Bu Twitter denen, külliyen ziyan bulduğum fasilite hakkında bir şeyler yazmanın vakti geldi de geçiyor diye düşünürken, bir de futbol dünyasından beni gazlayan bir örnek gelince es geçmek yanlış olur diye düşündüm artık. Zamanında daha transferi bitmemesine rağmen, facebook profiline "Ashley-Paul, Fulham'a gidiyor, dua edin" yazan ve kulüpten ceza alan Crystal Palace'lı 19 yaşındaki oyuncu Ashley-Paul Robinson ile ilgili bir yazı yazmıştık. Youtube, facebook gibi internet dünyasının çılgınlıklarından sonra, benim ne eksiğim var diye twitter da futbol dünyasına adım attı Darren Bent sayesinde. Dediğim gibi bu twitter'la ilgili düşünceleri başka bir yazıya bırakıp olaya geçelim.

Darren Bent, Tottenham'dan ayrılmak istiyor belli bir süredir. Sunderland kendisine talip ve 9 milyon poundu gözden çıkarmış durumda, ama Spurs başkanı Darren Levy 16.5 milyon pound gibi bir rakam istiyor Bent için. Öncesinde 2 gün öncesine gitmek lazım. Tottenham çarşamba günü sezon öncesi hazırlıkları için Çin'e gidiyordu. Uçağa binildi, kemerler dahi bağlandı, tam o sırada uçağa gelen bir telefon Darren Bent için Tottenham ve Sunderland kulüplerinin anlaşma aşamasında olduğunu bildirdi. Bent kemerlerini çözdü, uçaktan indi, çoktan uçağa alınmış bavulları piste indirildi ve Çin'e gitmedi. Gitmedi ama kulüpler hala anlaşmış değil. Bu yüzden de adam hafiften zıvanadan çıkmış ama bu çıkışı yanlış yere yansımış. Twitter'daki sayfasına "Çileden çıkmış durumdayım. Neden kolaylık göstermiyorlar, Hull veya Stoke City'e mi gitmek istiyorum? Hayır. Sunderland'e mi gitmek istiyorum? Evet. O zaman vakit harcamayı bırak kahrolası Levy" yazmış (tam mesaj Seriously getting p***** off now. Why can’t anything be simple. It’s so frustrating hanging round. "Sunderland are not the problem in the slightest. Do I wanna go Hull City? NO. Do I wanna go Stoke? NO. Do I wanna go Sunderland? YES. So stop f****** around Levy). Tottenham yöneticilerinin kulağına giden bu haberden sonra da hakikaten böyle bir şeyin olup olmadığını araştırmaya başlamışlar. Kulüp halen Bent'e ulaşamadı. Ulaşırlarsa başkan Levy bir elden geçirecek tabi Bent'i.

25 yaşındaki oyuncu geçtiğimiz sezon 43 maçta attığı 17 golle Tottenham'ın en golcü adamıydı ama Peter Crouch ve muhtemel Klaas-Jan Huntelaar transferi onun ikinci plana atılmasına sebep olabilir. Yeni neslin bireysel isyan alanı belli oldu. Twitter. Hay oturayım twitterınıza, Bent sen de dahil.

SOPRONI LIGA 2009-10




















Seriye Macaristan ile devam edelim. Onlar da cuma günü lige başladılar ve ilk haftayı geride bıraktılar. Macar futbolu hakkında dile getirilen en yaygın klişelerden birisi "Macar futbolu eski gücünde değil" cümlesidir. Çok da içi boş olmayan bir klişedir bu. Zira Macaristan milli takımını oynadığı son Dünya Kupası finalinden bu yana 51, bir Macar takımının (Ferencvaros) Avrupa kupalarında kupa kaldırmasının üzerinden de 44 yıl geçti. Macar futbolunun son yıllardaki pür melali dün akşamki Fenerbahçe maçında fazlasıyla ortadaydı zaten. 16 takımdan oluşan bugünkü ligde takımlar birbirleriyle bilinen usülde oynuyorlar ve 30 haftayı geride bırakıyorlar. Son iki sırayı alan takımlar küme düşerken, NB2'de ilk iki sırayı alan takımlarda onun yerine bir üst lige yükseliyorlar.
















Macaristan Ligi 1901 yılından beri düzenleniyor. 1914-16 arasındaki Birinci Dünya Savaşı dönemindeki 3 sezon ve 1956'daki Macar devriminde yarıda kalan maraton dışında tüm sezonlar kesintiye uğramadan deva metmiş ülkede. Tabi Macar futbolu deyince ilk akla gelen takım Ferencvaros, geçen yıllarda başıan gelen onca hadiseye rağmen hala 28 şampiyonlukla ligin en çok şampiyon olan takımı. Onu 23 şampiyonlukla MTK Budapest, 20 şampiyonlukla Ujpest, 13 şampiyonlukla da, Fenerbahçe'nin dün akşamki rakibi Budapest Honved izliyor. Bu dört takımın ortak özelliği ne? Dördünün de başkent Budapeşte takımları olması. Macaristan'da Budepaşte dışından en fazla şampiyonluğu elinde bulunduran takım, son şampiyon Debreceni. 4 şampiyonluğu var. Üstelik bu 4 şampiyonluğu son 5 yılda elde ettiler. Yani yıllardır Budapeşte takımlarının egemenliğindeki ligin direksiyonu Debrecen kentine kaymış durumda. Bugüne kadar düzenlenen toplam 107 lig mücadelesinin 97'si Budapeşte takımlarının şampiyonluğu ile sonuçlanmış. Ligin kurulduğu 1901 yılından sonra Budapeşte dışından bir şampiyonun çıkması için tam 43 yıl beklenmiş. Aslında Romanya sınırlarından olan Oradea kentinin takımı CA Oradea Macar Ligi'nde mücadele ettiği İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1943-44 sezonunda ipi göğüslemiş.
















Ferencvaros. Macar futbolu deyince akla gelen ilk kulüp olan, bir zamanların Kocsis, Kubala gibi isimlerini kadrosunda bulunduran takım, ligin kurulduğu 1901'den 2006 yılına kadar aralıksız olarak Macar futbolunun en üst kademesinde mücadele etti. 1965 yılında, o günkü adıyla Fuar Şehirleri Kuğası'nı müzesine götüren Ferencvaros kupayı alma yolculuğunda Roma, Athletic Bilbao, Manchester United ve Juventus gibi kulüpleri saf dışı etmişti. 1975 yılında Dinamo Kiev'le Avruypa Kupa Galipleri Kupası finalini oynadılar ancak kaybettiler. 21. yüzyıl ise onlar için tam bir kabus oldu. 2006 yılında, yaşadıkları maddi zorluklar sebebiyle ikinci lige düşürüldüler ki bu onlar için bir ilk oldu. 2 yıl boyunca alt ligde boğuştuktan sonra, 2008 yılında Sheffield United kulübünün de başkanı olan Kevin McCabe'in kulübü satın alması ile makus talihe son verildi. Takım geçen yıl ikinci ligde kendi grubunda birinci olarak asıl evine geri döndü. Tabi İngiliz bir başkanın takımının hocası da bir İngiliz, Bobby Davison. Takımda ayrıca Sheffield United geçmişli 3 İngiliz oyuncu bulunuyor. Takım ayrıca 20 Macar Kupası ile de bu alanın lidei konumunda. Son şampiyonluklarını ise 2004 yılında elde ettiler ve son 13 yılda sadece 2 şampiyonlukları var. Eski günlerini fea halde arıyorlar.

















Ferencvaros'un ezeli rakibi Ujpest FC ise 11 yıldır şampiyonluk yüzü göremiyor. Hatta son 20 yılda sadece 2 kez şampiyon olabildiler. 1962'de Kupa Galipleri Kupası'nda yarı final, 1969'da da Fuar Şehirleri Kupası'nda final oynayan takım 70'lerin sonundan itibaren düşüşe geçen Macar futbolunun içinden sıyrılamadı elbet. Takımın taraftar grubu, 1992 kuruluş tarihli "Ultra Viola Bulldogs" Macaristan'ın en uzun ömürlü taraftar grubu durumunda. Takımın başında 2 yıldır Celtic genç takımını çalıştıran İskoç Willie McStay var. Yani Budapeşte'nin iki ezeli rakibinin başında Biritanya'lı hocalar bulunuyor. Eski Göztepe ve Denizlispor oyuncusu, 32 yaşındaki Peter Kabat takımın kaptanı. Budapeşte'nin diğer devi MTK Pudapest ise, son 5 yılda Debrecen'in kazandığı 4 şampiyonluğun arasına giren tek takımdı. Onların da 1964'te Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda final oynadıklarını belirtelim. Macar futbolunun yeni hükümdarı Debrecen'i ise Andras Herczeg çalıştırıyor. Herczeg 2004-07 arasında takımda yardımcı antrenör 2007'den beri de Teknik Direktör görevlerinin sahibi.

30 Temmuz 2009 Perşembe

INNUENDO



Hep söylerim, kadın erkek farketmez, dünya müzik tarihinin gördüğü en güzel sesli insandır Freddie Mercury. Kızgın olduğumu, çok tekrarlamışımdır blogda erkenden kendisini bizden mahrum bıraktığı için. Yukarıdaki de bence gelmiş geçmiş en iyi Queen şarkısıdır efendim...Bir not, şarkıdaki klasik gitar solosu, ünlü virtüöz Steve Howe'a aittir.

KRAL ARTHUR ZORDA





















Ülkeden giden futbolcu ve teknik adamı arkasından izlemek ve ne durumda olduğunu takip etmek alışkanlığımız. Bunu basın da, taraftar da, kulüp yöneticileri de sıkça yapıyorlar. Özellikle ülkeden kovaladığımız adamlar dışarıda başarılı olurlarsa "gönderdiğimiz adam bakın ne oldu?" edebiyatı başlıyor zaten. Biz de yaptık blogda hatta "Kovulanlar Mangası" adıyla. O listenin dokuzuncu sırasına yer alan Arthur Zico için şu aralar işler pek iyi gitmiyor. Geçen pazar kaybettiği Moskova derbisi Zico için tehlike çanlarının iyice çalmasına sebep oldu. Spartak Moskova'ya 2-1 mağlup oldular Luzhniki Stadyumu'nda. Aslında Süper Kupa'yı sezon başında kaldırdıklarında Zico'nun önümüzdeki sezon Özbekistan'da elde ettiği başarıları Rusya'ya da taşıyacağı düşünülüyordu ama haftalar geçtikçe CSKA geriledi. Son 6 maçın sadece birisini kazanabildiler. O maç da deplasmandaki Rubin Kazan maçı olmasa (sürpriz biçimde) şu anda aradaki puan varkı 4 değil 10 olacaktı ve CSKA lige havlu attığını resmetmişti. Büyük ihtimalle de pazar günü akşamı Zico görevinden istifa edecekti. Onu görevde tutan hala bu 4 puanlık, kapatılabilecek fark.

Ağustos ayı onun için dananın kuyruğunun kopacağı ay olacak. Zira CSKA Başkanı Evgeny Giner Ağustos ayındaki 5 maç, Tom Tomsk, Amkar Perm, Lokomotiv Moscow, Khimki ve Rostov karşılaşmalarını belirleyici olarak Zico'nun önüne koymuş durumda. Bu maçlardan ikisinin kaybı halinde dahi Brezilya'lı Moskova macerasını erken noktalayacak. Zico bunu yaparken takım içindeki bazı disiplin sorunlarını da çözmek zorunda. Caner Erkin 2-1 kazandıkları Rubin Kazan maçında oyundan alınınca, hafiften isyan etmiş, Zico da Caner'i kadro dışı bırakarak bir daha CSK formasını kendisi varken giyemeyeceğini açıklamıştı. Ama bence çok daha önemli olan ve üzerinde durulması gereken şey şu. Kondisyon. Rus gazeteleri ve spor yazarları Zico'nun takımının, 70. dakikadan sonra sahada mecalinin kalmadığını ve genelde taktik-teknik üzerinde duran Brezilyalı'nın kondisyon konusunda takıma gerekli yüklemeyi yapmadığını iddia ediyor. Hatta bu konuda Scolari'nin Chelsea'de yaşadığı problemin de benzerlik gösterdiğini öne sürüyorlar. Hatırlarsanız aynı haberler Fenerbahçe döneminde de basında yer alıyordu.

15 maçın geride bırakıldığı ve ligin yarısına gelinen Rus Ligi'nde Ağustos ayı Zico için oldukça soğuk geçebilir.

FUTBOLCU FORMA TASARLARSA



Ceyhun Eriş. 2002 yılında Fenerium’a yardımcı olmaya çalışmıştı. Kendi tasarımı…

by Tunchay

BATI İŞGAL ALTINDA

Güne Elano transferi ile uyanınca dün geceki Şampiyonlar Ligi ön eleme maçları hakkında bir kaç kelam etmek yine bu zamana kaldı. Şimdi öncelikle belirtelim, bu Şampiyonlar Ligi ön elemelerinde ekseriyetle Avusturya-İsviçre çizgisinden doğudaki takımlar mücadele ediyor. Zira Avrupa'nın 5 büyük liginin, ilaveten Portekiz, Hollanda, İskoçya ve Belçika liglerinin Batı Avrupa'da kalması sebebiyle elemeler genelde Doğu Avrupa takımları arasında oluyor. Tek tük de olsa batı-doğu karşılaşması olabiliyor. Blogda daha önce bir kaç kez doğu bloku takımlarının yükselişinden bahsetmiştik. Dün akşam da sürdü bu gelenek. 15 3. Ön Eleme Turu karşılaşması oynandı evvelsi ve dün akşam. Doğu-batı eşleşmelerinin tümünden doğu takımları üstünlükle çıktılar. Özellikle iki çarpıcı sonuç var. Birincisi Dinamo Moskova'nın Celtic Park'ta Celtic'i 1-0 mağlup etmesi. Aslında skoru gördüğümde hafiften şaşırdım ama maç sonu İskoç televizyonu ve basının yorumlarını görünce olayı hafiften kavradım. Maç sonu İskoç televizyonu yorumcusu, "Rus Ligi'nin beşincisi, liderle arasında 4 puan olan takım, liglerinin 15. haftası gelmiş, bizim ligimizin 15. haftası olsaydı Celtic, Rus Ligi'nin beşincisini darmadağın eder" modundaydı. Tamam da Rus Ligi bu sezon böyle oynanmaya başlamadı ki, yıllardır böyle. Yani Türk basınında doğu bloku takımlarıyla eşleşilince meydana çıkan meşhur klişe "şu anda onların liginin ortası, yani hazır takımla oynayacağız" modu İskoçya'da da ortaya çıkmış durumda. Bu kafayla Moskova'dan da çıkamazlar.

İkincisi sabah ele aldığımız Hırvat Ligi'nin şampiyonu Dinamo Zagreb'in, Red Bull Salzburg'dan beraberliği koparıp evine dönmesi. Maribor'un da İsviçre şampiyonu FC Zurich'i deplasmanda 3-2 mağlup ettiğini not düşelim. Yani Rus, Hırvat ve Sloven takımları gelip İskoç, Avusturya ve İsviçre takımlarını mağlup ettiler. Geri kalan maçlar iki batı veya iki doğu takımının eşleştiği maçlardı. Aslına bakılırsa batı ve doğunun eşleşip batının galip geldiği tek maçın Anderlecht-Sivasspor maçı olduğunu itiraf etmek gerek. Tabi doğudaki bu çeşitlilik kendi içlerinde kapışmayı da beraberinde getiriyor. Geçen yılın sürprizi BATE Borisov dün akşam Litvanya temsilcisi Ventspils'e 1-0 mağlup oldu. UEFA Şampiyonu Shakhtar'ın Romen ligi ikincisi Timisora'nın elinden 2 kere yenik düştüğü maçta beraberlikle kurtulması bunun örnekleri.

Bu çizgi benim belli bir süredir takip ettiğim bir konu. Bu akşama da o gözle bakmak lazım bu yüzden. Bu akşam da Avrupa Ligi'nde bu tür doğu-batı kağışmasının olacağı 17 maç var. Grafiğin devam edip etmediğini akşam maçlardan sonra yorua not düşeriz.

THE SAMURAI












Birleşik Amerikalı tenisçi Sam Querrey'in taraftar grubu (!) "The Samurai"

Tenisçinin taraftar grubu olur mu? Olur tabii, niye olmasın da; böyle taraftar grubu olmaz olsun. O nasıl birbirlerine bakmak lan öyle? Hele sağ baştan ikinci ve üçüncü...

by Canarino

TÜRK MODERN TELEVİZYON TARİHİNİN EN KÖTÜ 10 REKLAMI

Voodoo Girl Turkcell'in şu "merak" temalı 3G reklamını yazana kadar böyle bir reklamın varlığından habersizdim. İzlemez olaydım. Ayrıntısına girmeyeceğim, aşağıdaki listede de yer almayacak zira çok yeni, iğrençliğinin yıllanması bir, küflenmesi, hafızalarımızda yer etmesi lazım iyice ki, bir 10 yıl sonra hatırlayıp yazalım. Voodoo'nun tabiri tam oturuyor bu reklam için "freakshow". Lars Von Trier Maskeli Beşler'i çekmiş sanki. Daha önce Hollanda'dan bir kaç enfes reklam örneği vermiştim. Bu işi başarmak için üstün zekalı bir reklamcı olmak gerekmiyor. Zira reklam bana göre bir nevi kısa bir filmdir. Dolayısıyla iş senaryo yazarının yeteneğine ve yönetmenlik sanatına kalmış ve tabi ki kurguya. Bu konuda Türkiye'den her yıl bir kaç tane iyi örnek çıkıyor. En iyileri ne zaman yazarız bilmem ama misal Dan-kek'in geçmişte 2 tane çok iyi reklam yaptığını düşünüyorum. Birisi tamamen "Dan" ve "Kek" kelimeleri üzerine kurulu 5 saniyelik reklamları, diğeri de TV tarihimizin en eğlenceli reklamlarından olan Dan-Kek Magma ve "abarttık" temalı reklam (Kim?.....Pele!!!)...Ama kötü reklam dalında yüzlerce var. Bir kere aşağıdaki listeye geçmeden önce söyleyeyim, hepsi birbirine benzediğinden unutacağımız, bir şeyi yiyen veya içen adamın dans etmeye, hayatın tadını almaya başladığı tüm reklamlardan nefret ediyorum. Bu arada modern dedik yukarıda biliyorsunuz. Genelde son 10 yılı baz aldık, yoksa Oralet Osman'a saygımız sonsuz.

1-Eti Tutku: Özlem'in en büyük tutkusu erkeklermiş. Küçükken evciliklerde erkekleri öpermiş, evlenmek tek tutkusuymuş, düğünlerde, düğün çiçeklerini toplarmış, derken bir gün aşık olmuş, aradığı adamı bulmuş, tam en büyük tutkusuna ulaşmak üzereyken..aaaaa....Özlem vazgeçmiş...Niye lan? Çünkü Özlem'in artık bir tek tutkusu varmış. Eti Tutku. Şimdi bu reklam kadınlara ve insan doğasına bir hakaret bence. Yani küçüklükten beri hiperseksüel olacağı belli olan Özlem, ömür boyu yaşayacağı alev alev gecelere, kendisini yağmur altında bekleyen adama bir poşet dolusu bisküviyi tercih ediyor. Dediğim gibi kadın hakları dernekleri bu reklama hiç tepki göstermediler, halbuki reklam kadınları düpedüz "değer bilmeyen, aptallar ordusu" yerine koyuyordu. Hadi tutkun o, 10 tane bisküviyi bitirdin, sonra, pilleri takarsın yine şarjına....

2-Yapı Kredi ile Gençlik Bankacılığı: Türk milletine, Türkiye'nin en büyük bankalarından birisinin "genç" olarak gösterdiği profil budur işte? Hulahop çeviren, enlemesine çizgili çoraplar giyen, araba peşinde koşan, saçını iki yandan bağlayan, masaların üstünden hoplayıp zıplayan yani kısaca halk arasında "zirzop" dediğimiz tiplerden oluşan güruh. Yapı Kredi gençlik bankacılığı reklamında, Grease filminin "We Go Together" şarkısı eşliğinde dans eden, bir grup ne idüğü belirsiz isimin yarattığı imajı hala üzerimden atmaya çalışırım. Bu reklamı 50-60 kuşağıyla izlerken koltuğa sinerdim, "hayır biz bu değiliz" diye. Reklamın farsta zirveye çıktığı an, banka şubesindeki 3 memurenin, masanın üstüne çıkıp hulahop çevirmeye başladığı o talihsiz andır. Genç dediğin bu yani. Dünya dertleri umurunda değil, varsa yoksa hoppidi hoppidi.

3-Ülker Canpare: Canpareeeee...Belissimooo...Şimdi firmaya bakıyorum, Sabri Ülker firmanın kurucusu. Yani Sabritore Ülkerello değil. Ürün desen, İtalyan bisküvisi veya yemeğiyle ilgili bir ürün değil. Ürün İtalya'da Marco'ya, Fabio'ya, Gianluca'ya değil, Türkiye'de Ahmet'e Mehmet'e Hüseyin'e, Abdurrahman'a pazarlanıyor. E ne bu İtalyan ayakları?. Ya da reklamı izleyen birinin "lan Don Corleone bile Canpare yiyormuş zamanında, durduğumuz hata hanım, doldur kolileri" diyeceklerini mi sanıyorlar. Neden İtalya, neden bu İtalyan mafyası teması, ya da kim atmış ortaya bilmiyorum. Büyük ihtimal yazarlardan birisi, Godfather filmini izlerken Canpare yiyordu ve bu fikirle çıkageldi. Bereket Irreversible'ı izlemiyormuş. Hadise çıkardı.

4-Axess: Bayağılık ne zaman bankaların sıklıkla başvurduğu bir yol oldu bilmiyorum. Bir bankanın en önemli pazarlama ürünlerinden birisi olan kredi kartının reklamın ülkenin en kötü sesli, en kolay sinir olunabilecek kadınlarından birisini yerleştiriyorsunuz, üstelik berbat bir senaryoyla. Bu reklamın ayrıntısı ve sözüm ona "şirinlik" yaymaya çalışırken yaydığı "sinir gazı"ndan bahsetmeden şu örneği vereceğim. Haluk Bilginer'li İş Bankası reklamını veya yıllar öncesinin Güven Kıraç'lı Garanti Bankası reklamını bir de Özgü Namal'lı Axess reklamını yanyana koyun. Daha söz gerek var mı?

5-Digiturk: Birinci maddedeki duygularım aynen bunun için de geçerli. Yok korku filmi izliyormuş da, korkmuş da elimi tutsanız beraber izleyelimmiş. Verilen mesaj net, hiç imaya, lafı dolandırmaya gerek yok. Digiturk'unuz varsa daha çok sevişirsiniz, eve hatun atarsınız, yoksa abaza kalırsınız. Bu derece bayağı bir mesajı, arkada Kenny G saksafonu ve emo kızıyla verdiğiniz zaman millet "hadi hanım gidelim biz de Digiturk alalım, Suspiria'yı izlerken elele tutuşuruz" şeklinde alacak sanıyorlar. Ayrıca kim, hayatı boyunca kapıdan çıkıp kapı komşusuna "abi ben falanca bir şey aldım, 9.90'a" şeklinde bağırarak fiyatını söyler ki direk. Gerçekçilik. Yok. İçten pazarlık. Had safhada. Merve de tipsiz zaten. Otur sıfır.

6-Kent: Vefa, yardımseverlik, saygı...Kimse bana hikaye anlatmasın. Yılın 365 günü içinde sadece ve sadece bayram arifelerinde bu kavramları hatırlayıp, bir de yaşlılar üzerinden duygu sömürüsü yapan bu reklamlar yüzünden, bayram ziyaretlerinde bana uzatılan şekerlerden kent olanları yememeye vardırdım işi. Birincisi ben niye huzur evi ziyaretini görüp duygulanayım. Nasıl vefasızlık yüzünden oraya istemeden de yerleşen talihsiz insanlar varsa, gençliğinde yemediği bok, kelek yapmadığı adam kalmadığından huzurevine kapanan adamlar da var, tanımadığım etmediğim insanların üzerinden yapılıyor üstelik bu sömürü. Bir dolu pamuk nine ve neşeli amcayı koymuşlar reklama. Halbuki ortalıkta bir sürü aksi ihtiyar da var. Ama amaç belli. Yedim mi? Yemedim tabi....Ne numarayı ne şekeri.

7-Orkid: Şimdi bakın, kadın değilim. Bir kadının malum günlerinde vücudunun girdiği psikolojiyi ve ruh halini bilemem. Biz erkeklerin götümüze yansır ancak onu bilirim. Dolayısıyla sizi o günlerinizde rahat bırakıyoruz tamam. Tamam da bu reklamları yaparsanız ben hepinizin önüne birer tane ped atar, "tamam derdiniz çözüldü işte" diye çıkar giderim. Ekseriyetle ped reklamlarında kadınların basireti bağlanmış bir haldeyken, kanatlarıyla pegasus misali uçup gelen ped bütün psikolojiyi değiştirir. Düzde gidemeyen hatun bir anda yokuşu koşmaya başlar, havalara zıplar, voleybol oynamaya başlar, uçar, erkeklerin yanında özgüveni artar, gülümser, ortam hatunu olur. 1 santim kalınlığında bile olmayan o ince şey bu kadar değiştiriyorsa insanı, iş mülakatlarından veya ilk randevudan önce falan biz de giyelim, uçalım, gidelim, virajlara girmeyelim, sağdan gidelim, gaza basalım ama ölmeyelim.

8-Pepsi ve Seda Sayan: Turkcell 3G reklamının ekolünden bu da. Yılarca alaturka tuvalete çömelen adamın alafrangayı görünce yaşadığı tramva gibi bu reklam da. Pepsi gibi bir markaya Seda Sayan. Şimdi reklam her açıdan skandal. Bir kere devamlılık hataları tonla. Yanaşan tırın içindeki Sayan önce montlu, sonra aşağı indiğinde montsuz. Artık 3 cümlelik diyalogu kaç tekrarda çektilerse düşünün, o arada mont çıkmış kimse farkında değil. Ayrıca bir üniversite öğrencisini yurda yazdırmak için 10.000 lira mı lazımdır? Hilton otelleri üniversitelere yurt mu yapmaya başladı, hangi yurt bu? Yine aynı mantıktan hareketle 10.000 lirası olmayan üniversiteey gidemiyor mu? Görüldüğü gibi bu reklamın alt metinleri de berbat. Şarkı tarafına hiç girmeyeyim.

9-Akbank Kobi: Sen iste KOBİ, Akan sular durur. Türk Banka reklamlarının % 80'i bir Monty Python skeci gibidirin bir başka kanıtı. Akbank'ın "En Kral KOBİ" reklamı. O reklamdan sonra Akbank'ta çalışıyorsa istifa etmeyen personelin, Akbank'la çalışıyorsa hespalarını kapatmayan KOBİ sahibi varsa turrrrp sıkayım hepsine. Fuchs'un ortaya çıkışından sonra her saniyeyi defalarca izlemek gerekiyor. Ben durdurup her sahnedeki her döpiyesli, takım elbiseliyi baştan aşağı inceledim. Yıllarca oku, dirsek çürüt, mezun ol...Sonuç...Akbank reklamında çakma DJ oldum. Gösterirsin torunlarına....Listeye 2 reklam sokan Akbank'ı da ayrıca kutluyorum.

10-Namlı: İşte bombayı sona sakladım. Moralim bozuldukça açıp bu reklamı izliyorum. Boys Anılar ve Namlı Sucuk. Ben anlatmayacağım bu reklamı. İzleyin sadece. Sadece "nefret" kelimesindeki vurgulu vokali ve 30. saniyedeki vücut çalımına dikkat edin diyim. Anlatılmaz yaşanır.

ELANO TRANSFERİNİN GETİRECEKLERİ

Richard Gere ve Edward Norton'un oynadığı enfes film Primal Fear'in mahkeme sahnelerinden birinde, olayı araştıran dedektiflerden birisinin ağzından şöyle bir cümle çıkar. "No man, for any considerable period, can wear one face to himself and another to the multitude, without finally getting bewildered as to which may be the true". Yani "hiç bir insan kendi başına iken bir yüz, başkalarının yanında iken başka bir yüz takınamaz, er geç gerçek yüzü ortaya çıkacaktır."Çoğu futbol izleyicisine göre böyle bir takım oldu Galatasaray. Takımı orta sahadan ikiye ayırdığınızda ve sahanın ön tarafına baktığınızda Avrupa'nın sayılı hücum güçlerinden birisine sahip olduğunu görüyorsunuz. Hadi dürüst olalım, bu hat bugüne kadar Revivo-Rapaic-Anderson'lu Fenerbahçe kadrosu ile beraber, tek tek bireysel olarak ele alındığında ve geçmiş kariyerleri göz önüne alınırsa, bir Türk futbol takımının gördüğü en şöhretli hat. Ha bu kadro Hagi-Hakan Şükür-Arif Erdem üçlüsünün yarattığı hücum gücünün yaratıcılığına ulaşacak mı onu göreceğiz. Arka tarafta ise isim olarak çok büyük olmayan, henüz yaptıkları işlerle (Servet Çetin dahil) gözü kapalı güven duyamayacağınız oyuncular mevcut. Bu takımın gerçek yüzünün ne olacağını göreceğiz, şimdilik ışıltılı yüzünü görüyoruz. Bizim amacımız oluşan kadronun muhtemel sıkıntılarını ve alınabilecek tedbirleri ortaya dökmek.

Öncelikle bunun için 15 Temmuz'daki "Sheikh's Eleven" yazısına gitmemiz lazım. Şöyle yazmışız. "Elano, Stephen Ireland, Nigel De Jong, Gareth Barry ve Martin Petrov. Orta sahanın her iki yönünde de çalışabilen, yaptıkları işler şöhretlerinin önünde olan, hepsi yetenekli adamlar". Bu orta saha adamlarının tümüne baktığımızda çok net bir şey ortaya çıkıyor. Elano beş ismin arasında hücum tarafı defansif yönüne oranla en fazla gelişmiş oyuncu. Mark Hughes büyük ihtimalle Elano'yu bırakırken, onun hücum gücüne, Tevez, Adebayor, Santa Cruz, Benjani, Bellamy ve Robinho varken çok da ihtiyaç duymayacağını düşünmüştür. Mantıklı bir hamle onlar için, bana da bu adamların arasından defansif yönü en zayıf olanı gönder deselerdi Elano'yu seçerdim. Hughes'un onca forvet transferinden sonra, yine o yazıda belirttiğimiz defanstaki eksikliği kapatma çabası ve Toure transferi de bunun bir göstergesi. Dolayısıyla City'nin hamlesini çok yadırgamamak lazım. O ilk andaki üzüntüden sonra taraftarların da onu çok özleyeceklerini sanmıyorum.

Gelelim işin Galatasaray tarafına. Arda Turan, Harry Kewell, Milan Baros, Keita ve Elano'dan oluşan bir hatta sahip oldu Galatasaray. Pozisyon yaratmakta çok sıkıntı çekmeyecektir takım. Dolayısıyla işin hücum ve yaratıcılık tarafını konuşmak yersiz. Galatasaray topu ayağına aldığında Türkiye'nin potansiyel olarak en tehlikeli takımı olacak büyük ihtimalle. Peki ya top ayağında olmadığında? Bu ekipten Keita ve Arda'nın defansif yardımlarının olacağından şüphem yok. Tabi bu hücum hattı transferlerinin, hele hele Elano transferinin çok önemli bir artısı, Arda'nın 2 sezondur üzerindeki o "forvet arkası, sürekli oynayan tek yaratıcı adam" yükünü üzerinden ama olasılığı. Arda'nın her sıkışıldığında topun ayağına atıldığı adam sendromundan kurtulması açısından Elano transferinin çok büyük bir yararı var, yani kendi yapacağından çok, başkasındaki yükü paylaşmasının da etkisi büyük olacaktır. İşin defansif yönüne gelince ki bir çok kişinin, Galatasaraylıların da kafasında önemli kuşkular mevcut.

























Görünüş yukarıda saydığımız ön taraftaki beşliye, arka tarafta Leo Franco, Uğur Uçar, Servet Çetin, Gökhan Zan ve Hakan Balta'nın eşlik edeceği yönünde. Bu adamlardan Uğur Uçar dışında üçü A, Uğur Uçar da eski Ümit milli takım oyuncuları. Yani ülkenin kendi alanlarında en iyi adamları. Ama bu ön tarafında bu derece hücum gücü yüksek ve ileriye bakan bir takımı sırtlamaya yetecek mi? Onların da arkasında bu defansla ilk kez oynayacak olan bir Leo Franco olacak. Burada 2 adamın çok önemli bir görevi olacak. Defansif orta saha oyuncusu ve Frank Rijkaard. Defansif oyuncudan başlayalım. Del Bosque'nin Real Madrid'inden örnek vereceğim. 2002 Şampiyonlar Ligi finali. Real Madrid ön tarafta Zidane, Figo, Raul, Morientes ve Solari ile oynuyordu. Bu beşlinin arkasında Makelele tek başına orta sahayı toparlarken arkada Robert Carlos, Hierro, Salgado ve Helguera'dan yarıdm alıyordu. O takım isim açısından bu tür hücum-savunma uçurumu olan takımların nasıl ayakta durabileceğinin en güzel örneklerinden birisidir. Tandemin iki oyuncusunun da ayaklarına hakim ve geriden oyun kurabildikleri, kenar beklerinin hücuma destek olabildikleri bir yapı (hem Hierro hem Helguera geçmiş kariyerlerinde orta sahada görev almış adamlardı). Galatasaray'da böyle bir durum yok, ne Servet ve Gökhan geriden oyun kurup defansif orta saha oyuncusunu rahatlatacak adamlar ne de Uğur Uçar ve Hakan Balta o derece hücumcu bek. İş Mehmet Topal veya Tobias Linderoth'a kalıyor elbet. Ben Mehmet Topal'ın çok daha uygun olabileceğini düşünüyorum o noktaya. Bu eksikliklerin içinde de zaten görevi çok önemli olan ikinci adama gelelim.

Frank Rijkaard bir Hollanda'lı. Futbol tarihi boyunca Total Futbol anlayışını benimsemiş, hücum ile savunma arasındaki büyükl boşluklara tahammülü olmayan bir futbol ekolünün ülkesinden geliyor. Bir başka özelliği daha var bu ülkenin. Tarihi boyunca çıkardığı iyi oyuncuların arasında defans oyuncularının sayısı çok azken hücuma dönük orta saha ve forvet oyuncularının sayısı oldukça fazladır. Euro 2008'de Marco Van Basten; Hesselink, Huntelaar, Robben, Kuijt, Babel, Van Nistelrooy, Van Persie gibi bir hattın içinde oyuncu elemek zorunda idi. Bu adamlar ülkelerinin en iyi takımlarında forma giyiyordu. Oysa ki savunma hattında Blackburn Rovers'tan Ooijer, Hamburg'dan Mathijsen, kariyerinin sonuna yaklaşan Van Bronckhorst ve Boulahrouz mevcuttu. Ülkenin en iyi savunma oyuncuları ile hücum oyuncuları arasında büyük farklar vardı. Hollanda futbolu yapı gereği böyle bir ekol. Her sene çok fazla sayıda hücum oyuncusu yetiştirirken sağlam defans oyuncularında o derece yüksek sayılara ulaşamıyorlar. Ronald Koeman ve Jaap Stam dışında Hollanda futbolundan son yıllarda çıkmış, hatırı sayılır istikrarda defans oyuncusu bulmak oldukça zor. Yani Rijkaard şu anda içinde bulunduğu kadro yapısını, doğduğu günden beri idare etmeye alışmış ve bu yüzden de defans ve hücum hattındaki kopuklukları düzenleyip, bir takım halinde "total" bir oyun yapısını oturtmaya çalışan bir ekolden geldiği için çok iyi tanıyan bir şahsiyet. 1974 finalinde Cruijff, Rensenbrink, Rep ve kendisi ile birlikte hücum hattının arkasındaki Arie Haan ve Van Hanegem'ın toparlamaya çalıştığı takımda oynayan Johann Neeskens de. Tabi bunu yaparken Türk futbolcusunun oyun içi disiplini ve daha sıcakkanlı bir yapıda olmasının getireceği pürüzlerle karşılaşacaklar ondan eminiz.

Dolayısıyla iş Rijkaard'ın hünerinde bitecek. 2006 Şampiyonlar Ligi finalini kazandığında benzer şekilde ön tarafta çok güçlü bir ekibe sahipti Hollanda'lı. Puyol ve Marquez gibi iki önemli adam da hücum-savunma arasındaki yetenek uçurumunu kapatıyordu. Şimdi aradaki uçurum daha fazla, Galatasaray defans hattına alternatif yaratmadığı sürece eldeki bu kadroyla, teknik direktörünün becerisine kalmış bir takım halinde şimdilik. Bunun sonucunun ne olacağını göreceğiz. Şunu biliyoruz ki, futbolda sadece gol atarak kazanamazsınız. Manchester United'ın son 2 senede Avrupa'nın zirvesinde olmasının sebebi ne kadar Cristiano Ronaldo'ya bağlı ise bir o kadar da (hatta daha fazla) Rio Ferdinand ve Nemanja "duvar" Vidic'in yarattığı hata da bağlıdır. Dünyanın en büyük yıldızını kadrosunda barındıran takımın dahi böyle bir sübap hata ihtiyacı varsa, Galatasaray'ın da olacaktır.

T-COM PRVA HNL 2009-10














Devam ediyoruz göz önünde olmayan ve start veren ligler serisine. Hırvatistan birinci ligi. Aynen Çek Ligi gibi, bir ülkenin dağılmasından sonra, 20. yüzyılın sonlarına doğru kurulan liglerden. Ancak Çek Cumhuriyeti ve o yazıda örnek verdiğimiz Romanya-Moldova örneğinde olduğu gibi Yugoslavya dağıldığında ligler arasında çok büyük uçurumlar oluşmadı. Hırvatistan Ligi şu anda kalite bakımından en önde giden lig ama Sırbistan ve diğer ülkelerin ligleri ile arasında çok büyük fark yok. En azından Çek-Slovak, Romen-Moldova liglerinin arasında olduğu kadar. Ligin sponsorunun Alman T Mobile firması olduğunu ve isminin buradan geldiğini belirtip kısaca sistemi anlatalım. Bu sezona kadar 12 takım birbiriyle 22 hafta boyunca deplasmanlı oynadıktan sonra, son 11 maç için, takımların hangisinin kendi evinde oynayacağı ile alakalı bir kura daha çekiliyor, böylece her takım bir diğer takımla ya iki deplasman bir iç saha ya da bir deplasman iki iç saha şeklinde oynuyordu. Son sırayı alan takım doğrudan küme düşerken, 11. sıradaki takım ikinci lig Druga HNL'nin ikincisi ile oynuyordu. Ancak bu sezon ligdeki takım sayısı 12'den 16'ya çıkarıldı, alt ligden 4 takım yükselirken hiç bir takım düşürülmedi ve çift maçlı bilinen formata dönüldü. Seyirci ortalamalarının çok fazla olduğunu söyleyemeyiz, zira rakam geçtiğimiz yıl 3.000 civarında idi.





















İşi Yugoslav döneminden almak gerekecek. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından 1945'te başlayan ligden itibaren alırsak ilk iki sırayı 2 Belrad, yani Sırbistan takımı Red Star ve Partizan alıyorlar. Üçüncü ve dördüncü sırada da Dinamo Zagreb ve Hajduk Split var. Bu takımların bölünmeden sonra Sırbistan takımlarını geride bırakmaları da ilginç bir veri aslında. 1991-92 sezonunun sonuna kadar düzenlenen 46 lig mücadelesinde Hırvat tarafından ipi göğüsleyen de bu 2 takım sadece. 7 kez Hajduk Split 4 kez de Dinamo Zagreb şampiyon olmuş. 1993'ten bugüne baktığımızda ise 11 şampiyonlukla Dinamo Zagreb'in önde olduğunu görüyoruz. Onu 6 şampiyonlukla Hajduk Split ve 1 şampiyonlukla NK Zagreb izliyor. NK Zagreb bu işi 2001-02 yılında bir kez de olsa başarabildi ve ikinci Hajduk'un 11 puan önünde, sezonla ilgili tüm ödülleri toplarak şampiyon oldu. O zamanlar 23 yaşındaki Ivica Olic'in dünya futboluna kazandırıldığı yıl da NK Zagreb formasıyla attığı 21 golün ona gol krallığını kazandırdığı o yıldır. Son 4 yılda ise Dinamo Zagreb'in ezici bir üstünlüğü var. Yani Bad Blue Boys, Torcida Split'i hafiften bastırmış durumda. Tabi bir başka görüntü de 18 yıllık lig tarihinde şampiyonluğun Zagreb ve Split kentleri dışında bir yere gitmemiş olması.
















Son 4 sezonun şampiyonu Dinamo yine ligin favorisi bu yıl. Son 4 şampiyonluklarını sırasıyla 20, 11, 18 ve 6 puan farkla kazandılar. Tam anlamıyla ezip geçmiş durumdalar. Üstelik bunu 5 farklı teknik adamla edle ettiler. Şu anda da takımın başında eski milli futbolcu Krunoslav Jurcic var. Jurcic 2007-08 sezonunda Slaven Belupo'yu lig ikinciliğine taşımış ve Hırvat Ligi tarihinin en iyi derecesini aldırmıştı. Uzun Bundesliga macerasından sonra ülkesine dönen 35 yaşındaki Robert Kovac takımın lideri konumunda. Takım kaptanı ise yine Avrupa macerası yaşayan ve 2 yıldır Dinamo formasına geri dönen 31 yaşındaki Igor Biscan. Eski futbolcuları Ante Mise'nin çalıştırdığı Hajduk Split ise 2005 yılında elde ettiği şampiyonluktan sonra zirveye en çok geçtiğimiz yıl yaklaştı. Avrupa Kupalarında 1960-80 arası bir çok kez çeyrek final ve yarı final oynayan Split takımı eski günlerinden son derece uzakta. Eski Gençlerbirliği oyuncusu Josip Skoko takımın kaptanı ve her şeyi. Geçtiğimiz yılın fiyasko transferlerinden Anthony Seric de Ocak ayında Beşiktaş'tan transfer edildi. Bir zamanlar Romen futbolunun gelecekteki yıldız adaylarından gösterilen Florian Cernat da kadroda. Ama bunların hiç birisi Hajduk Split'i ezeli rakibinin karşısına dikebilecek özellikler değil. Son şampiyonluklaırnı kazandıktan sonra son 4 sezonda tam 10 hoca harcadılar. Berbat bir karne bu tabi. Tudor'lu, Stimac'lı, Slaven Bilic'li, Pletikosa'lı dönemler geride kaldı çoktan.
















Bu 2 takımın arasına bir kez girebilen NK Zagreb ile beraber, Rijeka, Osijek, Slaven Belupo gibi takımlar da sürpriz yapması muhtemel takımlar. Ancak yukarıda belirttiğimiz, Dinamo'nun son 4 yılda yaptığı puan farklarına bakıldığında bu işin çok zor olduğu görülüyor. 2005 yılında ülkesine dönen Davor Vugrinec, 34 yaşında ve halen NK Zagreb kadrosunda. Bunun dışında Hırvat takımlarının kadrosunda ligde onları yukarıya bağlayacak oyuncu sayısı yok denecek kadar az. Potansiyle olanlar da hemen yurt dışındaki kulüplere transfer oluyorlar.

Daha ilk hafta maçları sonunda ligin kaderinin son 4 yıldan farklı olmayacağı belli oldu. Dinamo Zagreb liderliği ele geçirdi bile. Ligin yeni takımı Istra 1961'i 7-1 mağlup ettiler. Büyük ihtimal 30 hafta sürecek bu egemenlik. Son 3 sıradaki takımlar küme düşerken Druga HNL'deki ilk 3 sırayı alan takımlar Prva HNL'ye yükselecek.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

LAST HUMANIST

Devil's Advocate


John Milton: Let me give you a little inside information about God. God likes to watch. He's a prankster. Think about it. He gives man instincts. He gives you this extraordinary gift, and then what does He do, I swear for His own amusement, his own private, cosmic gag reel, He sets the rules in opposition. It's the goof of all time. Look but don't touch. Touch, but don't taste. Taste, don't swallow. Ahaha. And while you're jumpin' from one foot to the next, what is he doing? He's laughin' His sick, fuckin' ass off! He's a tight-ass! He's a SADIST! He's an absentee landlord! Worship that? NEVER!

Kevin Lomax: "Better to reign in Hell than serve in Heaven", is that it?

John Milton: Why not? I'm here on the ground with my nose in it since the whole thing began. I've nurtured every sensation man's been inspired to have. I cared about what he wanted and I never judged him. Why? Because I never rejected him. In spite of all his imperfections, I'm a fan of man! I'm a humanist. Maybe the last humanist.Who, in their right mind Kevin, could possibly deny the twentieth century was entirely mine?

CARTOON MEETS TIFO


















Rennes


















Strasbourg: Pankartta "Strasbourg'u 1. Lig'e Çıkarmak" yazıyor.

ZENGİNİN MALI, ZÜĞÜRDÜN ÇENESİ














Futbol Kasım ayında baş gösteren ekonomik krizin en çok etkilendiği aktivitelerden birisi oldu kesinlikle. Stadyum inşaatları durdu, futbol sektöründe ödenen maaşlar azaldı, bir dolu bütçe kısıtlamaları baş gösterdi, bir kaç çılgın örnek dışında transfer harcamalarında gözle görülür bir azalma oldu. Bu süreçten, daha önce muhtemel krizlere karşı önlemini alanlar sıyrılmayı başardılar. Ancak İngiliz futbolunun alt kademeleri bu işten çok kötü etkilendi. Daha önce bazı yazılarda Premier Lig ile hemen altındaki Championship arasında, dönen paranın miktarı açısından nasıl devasa farklar olduğunu belirtmiştik. Alt ligdeki takımlar ne yapsın? Onların durumları daha beter? Her 3 ayda bir, bir kulüp iflasını açıkladı, el değiştirdi, maaşları ödeyemedi vs. Her iki hadiseden de, bir zengin bir de züğürtün malından birer örnek verelim şu ekonomik kriz ortamında.

Basiretli Ticaret Adamlarının kulübü ile başlayalım. SC Heerenveen. Öncelikle şunu söyleyeyim. Heerenveen ve Groningen ile ilgili, blogda yaptığımız övgülerden sonra hep yorumlara "peki bu takımlar bu derece güçlü ekonomik yapı ve potansiyel yıldızları genç yaşta transfer ediyolar, ne zaman atılım yapacaklar?" şeklinde sorular geliyor. Bu biraz sabırla alakalı bir durum açıkçası. Hollandalılar yapı gereği anında başarı, sabırsızlık gibi kavramlar yerine çok uzun vadeli planlamalar yapan bir toplum olduğundan bu iş futbola da yansımış durumda elbet. 30 yıl sonranın sulama projelerini bugünden planlayıp aksiyon alan bir milletten bahsediyoruz. Örneğin "sular yükselirse ilk sular altında kalacak ülke" klişesi biraz içi boş bir önermedir zira Hollanda hükümeti uzun yıllar önce bu tehlikeyi görüp, tüm ülkeyi birbirine bağlayan binlerce su kanalı kazmıştır ki bu kanallardaki su sirkülasyonu, oluşabilecek herhangi bir su yükselmesini her sene su alışverişi ile dengelemektedir. Bu futbolda da var tabi. AZ'in Van Gaal ile şampiyonluğa ulaşması inişli çıkışlı bir 4 yıllık sürecin sonunda gerçekleşti. Heerenveen ve Groningen'in de hala süreye ihtiyacı var ve bu işi yapacaklarsa tam olarak yapmayı düşünüyorlar. Anlık büyük harcamalarla veya istikrarsız yükselişlerle değil.




















SC Heerenveen kulübü Genel Direktörü Yme Kuiper dün önümüzdeki yıl bütçesini açıkladı. 29.8 milyon euro. Bu bir önceki yıl 28.5 milyon euro olan bütçeden daha fazla bir rakam. Kriz dönemindeki bu bütçe artışı bir yana, geçen yıl net kârının 9,3 milyon euro olduğunu açıkladı. Bu aynı zamanda bir kulüp rekoru. Bu ekonomik krizde, 26.000 kişilik Abe Lenstra Stadyumu, kupa şampiyonluğu ve lig beşinciliği ile bu rakama imza attılar. Bu sene otomatik olarak UEFA gruplarında mücadele edecekler. Kuiper'ın bize uzaydan gelmiş gibi görünebilecek cümlelerine dikkat edelim. "Elde ettiğimiz rekor yüzünden politikamızı değiştirip açılacak değiliz, ekonomi politikamızı adım adım, istikrarlı biçimde geliştirip ona sadık kalmayı düşünüyoruz, futbol takımının başarısını artırmak anlamında da aksiyonlarımız adım adım ilerliyor, şimdi stadyum kapasitesini 6.000 koltuk artırarak 32.000 kişiye çekmeyi düşünüyoruz." Kuiper bu sözlerinin ardından kendisine "iyi de hocam ne zaman şampiyon olucaz, anlatma bize istikrar falan" şeklinde soran bir üyeye sinirlenip ceketini alarak salondan ayrıldı.......Dur dur ayrılmadı tabi, bir an İstanbul semalarına uçuşa geçtik....

Peki yukarıda bunlar olurken aşağıda neler oluyor. Daha önce blogda bahsettiğimiz bir diğer taraftar çılgınlığı hikayesi Exeter City FC'den bir haber. Biliyorsunuz, 6 yıldır taraftarların hisselerinin çoğuna sahip olduğu (The Exeter City Supporters' Trust) ve son 2 sezonda bu haliyle önce Konferans Ligi'nden Division 2'ya, hemen sonra da Divison 1'e yükselen ekip. 19 yaşındaki golcü James Norwood'u transfer etmişler. Parasını kim vermiş. Taraftarlar. Kulübün hisslerini elinde bulunduran Taraftar Fonu üyelerinin her biri aylık 19 pound ödeyecek oyuncunun maaşları için. Yani "bana ne ya yenilirsek yenilelim, babamın takımı mı?" diye Polyannacılık oynamaya yer yok, resmen futbolcuların maaşlarını ödüyor adamlar. Yalnız yazık bu adamların "yönetim uyuma taraftara sahip çık" sloganı atma imkanları yok. Yönetim kendileri zaten. İşte böyle dostlar ekonomik kriz, birilerini kurumsal yapıyor, öbürünü imece....

ARMAN İÇİN OYNA vol.7















Amatör şubelerden sorumlu yazarımız Barad-dur iletti soldaki armayı bana. Kahramanmaraş'ın amatör takımlarından Ferhuşspor'un arması. Kulüp hakkında ne bir bilgi buldum ne de dişe dokunur bir kaynak. Google'a yazdığınızda sadece oynadığı maçlarla ilgili bilgiler çıkıyor. Diğer armayı anlatmama gerek yok sanırım. Hollanda'nın 3 devinden birisi, 1908 tarihinde kurulan Feyenoord'un arması. Armadan 1982 yılında kurulduğunu anlıyoruz Kahramanmaraşspor temsilcisinin. Yalnız kuruluş aşamasında bir Hollanda'lı mı bulunuyordu, yoksa kuran Maraşlılar Feyenoord taraftarı mıydı, yoksa kulüp başkanı, oğlunun ekran koruyucusuna bakıp amblemi görünce cidden cukkaladı mı bilemiyorum. Bilgisi olan arkadaşlar varsa yoruma not düşsünler.

MAX PAYNE 3



















Devamlılık ve sürekli oynanabilirlik açısından FM ve öncesinde de CM serileri bir kenara bırakılırsa Max Payne ömrümde oynadığım en güzel oyundur. O derece beğenirim ki bir kereden fazla oynamamış ve bir daha da sihrini içimde saklı tutmak için bir daha elimi bile sürmemişimdir. Ama her karesi her anı aklımdadır. Oyunun her anından bir özgünlük akar. Bullet-time özelliğinin eklenmesi, piyasaya sürüldüğü anda hiç de yabana atılmayacak grafikleri ve oyunun temposundan bahsetmiyorum. Bunlar zaten vardır oyunda ve üst düzeydedir ama Max Payne bunların ötesinde inanılmaz atmosferik bir oyundur. Zaten daha oyunun tema müziğini menüde duyduğunuzda içinizi bir karamsarlık ve sıkıntı basar. Ardından enfes bir tasarım ürünü olan, çizgi roman türü arayüzleri izleriz. Ardından da Payne'in hayatındaki sarsıntıya, onun enfes dublajı ile şahit oluruz.. Ondan sonrası Payne'in intikam mücadelesidir ama oyunun her anına kasvet, karanlık ve karamsarlık çökmüştür. Özellikle Payne'in rüya sahnelerini, kapalı ışıklar altında oynayan bendeniz bir süre etkisinden kurtulamamışımdır. 2003 yılında gelen Max Payne 2: The Fall of Max Payne ilkine göre daha aksiyonu yüksek ama atmosferik açıdan daha zayıf bir oyundur. İşin içine giren Mona Sax karakterinden pek hoşlanmamışımdır örneğin. Minimal yapısından kurtulup biraz daha büyük mecralara açılmıştır ama ben her zaman ilk oyunu tercih etmişimdir. Zaten oyun 2001 yılında En iyi PC Oyunu dalında BAFTA ödülü başta olmak üzere bir dolu ödül kazanmıştır.















Rockstar Games oyunun üçüncüsünün yapılacağını daha 2004'te açıklamıştı. İlk oyunla ikincisinin arası sadece 2 yıl almıştı. İkincisi ile üçünsünün arası ise 6 yılı alacak. Nisan 2010'da PC, PS ve XBox platformlarında piyasaya sürüleceği açıklandı oyunun. Şimdilik hikayenin ayrıntıları bilinmese de Payne'in New York'tan başka bir şehre taşındığı ve görünüşünün büyük oranda değiştiği yönünde. Benim kafamı kurcalayacak şekilde Rockstar Games'ten yapılan açıklama Payne'in saçlaırnı kazıttığı, sakal bıraktığı, kilo aldığı hafiften yaşlandığı ve artık der iceketini giymeyeceği yönünde. Adamı toptan değiştirmişler kısacası. İlk reismler de beni hiç memnun etmedi. Rockstar Games GTA etkisini tüm oyunlarına yedirecek öyle görünüyor. Payne'i gündüz gözüyle böyle palmiye ağaçları arasında görmek pek hoş olmayacak gibime geliyor. Ben de büyük ihtimal ilk oyuna bağlılığımı sürdüreceğim. Kapanışı enfes tema müziğiyle yapayım.

GELECEĞİN MABEDLERİ ep. XXI


















Önümüzdeki 3 şampiyona stadyumlarını tanıtmaya yine bir ara verip Roma'ya uzanalım diyoruz. Lazio'nun yeni stadyum projesi Stadio Delle Aquile. Yıllardır İtalyan kulüpleri kendilerine değil şehir yönetimlerine ait olan stadyumlar nedeniyle, elde edebilecekleri çok önemli bir geliri ellerinin tersiyle itiyorlardı. Ancak Juventus'un açtığı yoldan diğer kulüplerde yavaş yavaş ilerlemeye başladılar. Olimpiyat Stadyumu'ndan ayrılmanın vaktinin gelip geçtiğini gören Lazio'da döktü ortaya projesini. 55.000 kişilik bir stadyum olacak. İtalyan Ama Grubu'nun geliştirdiği projenin mimarı Alfonso Mercurio. Stadyumun üstü açılıp kapanabilen, yarı transparan bir çatıya sahip olacak. Böylece hem hava şartlarına göre meydana gelebilecek engellerden hem de, güneş almayan çimlerin zarar görmesinden kaçınılmış olacak. Ayrıca çatının üzerine güneş enerjisini kullanabilen paneller de yerlşetirilecek. Artık her yeni yapılan stadyumda olduğu üzere stadyum etrafında alışveriş merkezi, yüzme havuzu ve müzeleri kapsayan bir kompleks halinde düşünülüyor. Üstünün kapanabilmesinin de yardımıyla futbol dışında konser vb. diğer organizasyonlarda yapılabilecek.





















Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırma Lazio kulübünün, Olimpiyat Stadyumu'nda ödediği kradan kurtulduğu zaman, maç günü gelirlerinde bugün elde ettiği rakamın 5 katını kazanabileceğini ortaya çıkarmıştı. Bu yüzden son yıllarda ekonomik krizden oldukça etkilenen ve önemli oyuncularını elden çıkaran kulübün bir kurtuluş reçetesi olarak da görülüyor bu stadyum. Tabi stadyum inşaatı sırasında bu derece zor durumda olan bir kulübün maddi bir desteğe de ihtiyacı var. İtalya'da stadyum yenilemeleri için kurulan fondan 20 yıl vadeli bir kreid almayı düşünüyor Lazio yönetimi. Bu kredi belli bir yük getirecek ama her yıl gelirlerinden, doğru dürüst yararlanamadığınız bir stadyum için kira vermekten daha tercih edilebilir bir durum.













Projenin ilk ortaya çıkış tarihi 2005 yılıydı. Yani 4 yıldır masada. Stadyumun lokasyonu konusunda ise Lazio kulübü ile Roma belediyesi arasında büyük problemler çıkmıştı o dönem. Lazio'nun sahibi Claudio Lotito, stadyumu Roma'da kendisine ait büyük bir arazi olan Tiberina'da inşa etmek ve böylece bir de inşa alanı kirası vermekten kurtulmak istedi ama belediye alanın bir tarım alanı olduğu gerekçesi ile buna izin vermedi. Bunun üzerine Lotito kullanacakları alana karşılık 30 hektarlık bir tarım alanı yaratma vaadinde bulundu ama bu da kabul edilmedi. Sonunda da Lazio kulübünden belediyeye "eğer stadyum inşa izni verilmezse kulübü Roma'nın dışına bir yere taşır, stadyumu oraya inşa ederiz" tehditi geldi. Ancak geçtiğimiz yılla beraber ilişkiler biraz düzelmiş gibi görünüyor. Halen tam lokasyon belirlenmiş değil ama Roma şehir merkezinin dışına yapılacağı kesin gibi. Dolasıyıyla bir inşaat başlangıç tarihi de yok. Bu projenin başlamasının bile 2011'i bulacağını ve bitirilirse 2013-14 gibi hazır olacağını düşünüyorum. Yani işin Roma tarafında en az 5 sene daha Olimpiyat Stadyumu'nu göreceğiz.