27 Haziran 2012 Çarşamba

TEK TEK DİYE NİCESİNE SARILDIM


Taraftarlık ve Türkiye'de spor yazmak, artık hiç içimden gelmiyor. Boku çıktı bu işlerin. Yabancısını yazmaya yetecek bilgi yok. Kendi blogumu da durdurdum uzun zaman önce. Bir burası kaldı haliyle.

"Biz en iyi bildiğimiz 'Sosyal İhtiyacı' yazalım bari" diyerek klavyeye sarılıyoruz yeniden. Sosyal ihtiyaç tabii. Atatürk'ten iyi mi bileceksiniz?

"At yarışları modern toplumların sosyal bir ihtiyacıdır" demiş, rahmetli Gazi Paşa. Mis gibi laf...

Uzun aradan sonra, yazılara başlamadan önce bir peşrev yapalım. Kemal Tahir'in Devlet Ana romanından uzunca bir bölüm. Atı bundan güzel anlatan bir metne rastlamadım ben.

Aşağıdan buyurun:

Kitabın yazdığı kurban olduğum Allah, atı yaratayım, demesiyle düşünceye daldı ki, çok derin yerlere daldı.

Neden mi?

Çünkü hiç şakası yok bu işin...

At ne demektir? Müslüman'a güven, gâvura kıran demektir.

Kanatsız uçan bir yaratık ki, kovduğunu tutar, kaçtığından kurtulur. Beli güçlü de bacakları gayetle yörük... Yelesinde hayırlıyı, terkesinde doyumu taşır, getirir.

Evet, koca Tanrı, "Atı yaratsam" demesiyle, elini uzatıp güney yelinin yakasını kavradı.

"Dur eğlen, iki çift sözüm var. Senden atı yaratsam gerek" dedi.

Fukara güney yeli, at nedir bilmezse de, karşısındaki kocaTanrı olduğundan, gerisini kurcalamadı, "Keyfin bilir" diye boyun eğdi.

Tanrı'dır, aldı bir avuç yel, yoğurdu avcunda, atı meydana getirdi, saldı çayıra...

Attır, cennet otlaklarında kişneyerekten,kıç ataraktan doyunadursun, biz şimdicik nerden verelim haberi, şeytana uyup Havva Ana’mıza o hakareti edip cennetten kovulan, fukara Âdem Baba’mızdan verelim.

Âdem Baba’mız, o sıra Serendip Adası'nda, ki, bizim Söğüt'ümüz tam yetmiş bin yıllık yoldur, serseri olmuş gezinmektedir ki, yakarışı yeri göğü ırgalamaktadır. Neden mi? Çünkü cennet bağında alışmıştı hazır yiyip yan gelmeye... İş yok, güç yok, ye, iç, biraz gezin, yat uyu... "Kocamak bile yok" diyeyim de gâvur aklın ersin!

Kısası, herif alışmamış ekmek ardından seğirtmeye, çul, çaput yolunda çabalamaya... Bir eli apış arasında, açlıktan karnı bel kemiğine yapışmış, koca Tanrı'yı çağırmakta ki, haykırışına, yerde kurt kuş, gökte melek melâike ağlaşmakta...

Koca Tanrı,ağlaşma bağırtısından amansız kaldı, "Nedir yahu, biz şurda, hiç mi oh demeyeceğiz?" diye kızdı, soruşturmaya bir aklı eren adamını saldı.

Melek melâike takımı, soruşturmacıyı görünce,"Biz bu derbeder Âdem Baha'nın bağırtısından tespihi şaşırttık, sayısını yitirdik, aman, amanı bilir misin? Şunun suçu her neyse, koca Tanrı'ya bağışlattır, bizi bu beladan kurtar," dediler.

Koca Tanrı'dır, kurban olduğum, suratını asıp başını duvara çevirdi, "Ben nasıl bir Allah olmalıyım ki, tutma dediğimi tutan, tut dediğimi tutmayan ve de cennetimde o işi işleyip ortalığı pisliğe veren bir akılsızı, ters yüzü döndürüp cennetime kondurayım," dedi.

"Hayır gerisin geri cennetine kondurmasın, derdine azdan çoktan bir derman bağışlasın âdemoğlu, bir Âdem Baba olmakla adamlıktan çıkmaz ve de Tanrı'ya en kötü kulundan geçmek hiç yaraşmaz," dediler.

Koca Tanrı biraz düşündü, naza vurup biraz daha olmazlandı, niyeti, Âdem Baba'yı bunaltıp yasağını tutturmak... Sonunda, canından usanmışlığa vurup "Peki," dedi, "kefil misiniz?"

"Kefiliz" demeleriyle Serendip Adası'na uzandı, "Ya Âdem" dedi, "bir kötü iş tuttun, canımı sıktın, o naneyi yemeseydin iyiydi ya, yedin. Bak neler oldu? Tüh yüzüne! Bunca melek melâike, bunca peygamber, evliya, bunca ermiş, bunca çok bilmiş, filanı falanı kefil verip yakarıcı oldu, ağzından peki lafını zor güç aldılar. "Hadi, müjdedir hökürtüyü kes, dile dileğini al muradını" demesiyle Âdem Baba’mız sevinç delisi olup külahını yere çaldı ve de çekip gömleğini yırttı, bu kez naçarlıktan değil haaa, keyfinden yolunmakta...

Sonu, iki dizi üstüne düşüp hiç duraklamadan atı istedi. Koca Tanrı şaştı bir zaman,şaşması, "Benim gökte güney yeliyle gizli söyleşmemizi ve de yelden at yaptığımı, bu herif Serendip dağında nasıl bildi?" demesinden...

Demek ki, gökteki sarayında, Âdem Baha'nın,martalos (casus) tuttuğundan kuşkulandı. Sonunda kör şeytan aklına getirince ferahlayıp kaskas güldü, "Hay köftehor, bilmezden bir dilek diledin, tam üstüne vurdurdun, kendi mutluluğunu vede oğlanlarının mutluluğunu kaptın, yıkıl!" dedi. Böylece koca Tanrı, atı önce Âdem Ata'ya, ardından Müslüman yiğitlere bağışladı.

- Ya gâvurun, hele Frenk kötülerinin elindeki bunca binek?

- Hey akılsız Mavro, şeytanı ne yapalım, koca Tanrı'yla çekişen taşlanası kör şeytanı?..

Evet, Müslüman'a bağışlanan atın birazını da gâvur Frenk takımı ele geçirmiştir, "At ağasına göre kişner" denilmesi de bundandır. At, fikirli olduğundan iyi biniciyi kötüsünden ayırır ossaat...Ayırt etmesi, "Bana bakar" diyerektendir. Ata bakacaksın ki, zora düştüğünde ardına bakmayacaksın!

"Ata binersen koca Tanrı'yı, attan inersen atı unutma" denilmiştir ve de "Ata düşman gibi binmeli, dost gibi bakmalı" denilmiştir. "At atı yemlikte geçer" denilmesi, heysefil Mavro bu anlamadır.

Ne var ki, "Atım tepmez" denilmeyecektir, nitekim, "İtim kapmaz" demeklik de yoktur ve de at, ulu yaratık olduğundan, Tanrı'nın övgülüsü, yiğidin sevgilisi olduğundan kimsenin atına "Eşek" denilmeyecek ki, boşuna dövüş çıkmaya, sövüşmek tepişmek,dolaşıp çekişmek hiç olmaya..

by Canarino 

25 Haziran 2012 Pazartesi

TOP 10 GURBETÇİ KLİŞESİ





















Hollanda'ya temelli olarak gelişimin ilk günü daha bavulumu eve atar atmaz beni kolumdan tutup düğüne götürdüler. Düğüne dediğim de bildiğin Türk düğünü. Simli, takım elbiseli ufaklıklı, limonatalı düğün işte. Ayrıntısını merak eden şuradaki düğün klişelerine kaysın ufaktan. Neyse tabii "İstanbul'dan gelmiş damat" imajımız olduğu için nesli tükenmeye yüz tutan kaplumbağa gibi bakıyorlar etraftan. Hepsinde "nasılsın enişte, beğendin mi Hollanda'yı ehehehe" diye başlayan sonra da "enişte o güzelim İstanbul bırakılıp buraya gelinir mi ya?" diye devam eden birkaç dakika sonra da siz sesinizi çıkarmadıkça "enişte sen bizim yengenin dırdırından bıkıp kaçarsın yaaaa zuhahuha" şeklinde iyice cıvıklaşan gurbetçi ve apaçiliğin doruğundaki gençlerle muhattap oluyorsun. Tabii bu muhabbete, geldiğin yerdeki arkadaşlarına yaptığın "evlilik nedir ki, birliktelik bağlamında kanuniliğin meşruiyet kazanmasından başka bir şey değil mi?" dersen olmaz daha ilk günden muhallebi çocuğu diye fişlenirsin. Bir de düğün dönüşü arabada Ferdi baba açıldığında "kardeş Van Halen yok muydu, biz Hollanda diye şeettik" çıkış yaparsan tabutun hazırlanır. 5 sene oluyor aralık ayında buraya geleli. "Gurbetçi" deyip geçmemek lazım. Fena halde 2 kültür arasında sıkışmış ve ne Batı Avrupa'ya tam olarak entegre olmuş, ne de Türkiye'nin 80 sonrası dışa açılmasını yaşayabilmiş ailelerin çocukları acaip bir topluluğu oluşturuyor. Bu topluluktan da elbette absürdlükler çıkıyor.

1-Gurbetçi's Dirt: Bugün bırakın treni, uçağı, yarın bir gün ışınlanmayı icat edip bütün evlere bir tane Scotty koysalar yine rota değişmez. Gurbetçi aile babası yaz tatili geldiğinde araba arayışlarına başlar. Bir kere bir gurbetçi için "tatil" diye bir şey yoktur. Onun adı "izin"dir. Hayır çalışanlar için değil çalışmayanlar için, öğrenciler için de aynı söz kullanılır. "Bu sene izine ne zaman gidiyonuz?" diye size sorulan soruya "dayı ben çalışmıyom daha, okuyom" diye cevap vermek ayıplanma sebebidir. İkinci olarak memlekete giderken arabanın bagajını, varsa arka koltuğunu ve yetmezse arabanın üstünü doldurmak şarttır. Milli takım formaları da giyildi mi start-finish düzlüğü için her şey hazırdır. Yine az kişinin bildiği bir gerçek olarak tatil zamanları gurbetçilerin sınır kapılarında yığılmasının sebebi, birçok ailenin Bulgaristan, Arnavutluk, Sırbistan gibi çok güvenli olmayan ülkelerden geçerken hazırlıksız yakalanmamak için beraber yola çıkmasıdır. Hatta önden gidenler bu iş için kurulmuş forumlara girip "Avusturya'da depoyu doldurun Bulgarı hızlı geçin, Roştokta tünelde çalışma var" şeklinde arkadan geleceklere mesaj verir.Her sene "izin"den dönüldüğünde yoldan, Balkanlardaki polislerin rüşvetçiliğinden, Yugoslavya'daki (!) (20 sene oldu be kardeşim öğrenin şu ülkelerin adını) benzinin kalitesizliğinden yakınılır. İzleyen yaz yine aynı şekilde yollara düşülür.

2-Gurbetçi'yle Yemekteyiz: Traş makinesiyle kesilen döner, lahmacuna sıkılan ketçap-sarımsak sosu ve hatta lahmacunun içine konulan döner, çakma Güllüoğlu baklavası ve niceleri. Gurbetçi damak tadı dedin mi duracaksın. Bu konuda devam eden bir serimiz de var sitede. Bu damak tadının önemli aktivitelerinden birisi yöresel yemeklerden yurt dışına pek açılmamış olanların festivallerde, fuarlarda satıldığı andır. Bir anda tezgahın önü Mumya filminde yerden çıkan böceklerin saldırısına uğramış gibi olur. Özellikle Künefe, Tulumba tatlısı, pişmaniye gibi tatlıların satıldığı yerler talan edilir. Maalesef o ülkenin yerlisi de dürümü, lahmacunu, baklavayı ülkede yapıldığı gibi bildiğinden Hatay künefesini beğenmez ama Fırıncı İsmet'in (nam-ı diğer "Bakkerij İsmet") künefesini Müseccel Marka zanneder. Yaratılan bu ortam yüzünden 2 senedir şu şirkette "Fırat bana Türkten 1 tane Turkish pizza alsana, ama sadece Turkish pizza" diyen hatunlara lahmacunu getirdiğimde "ama bunun içinde et var, ben Turkish pizza dedim, içinde et olsun demedim" dediklerinde Enthiran filmindeki android robot gibi dalmamak için kendimi zor tutuyorum.

3-Gurbetçi's Bugün Ne Giysem: Üstü Emine Beder altı Asia Carrera. Kısaca böyle tanımlayabilirim. Biz yıllarca ülkede başını kapatan insanlarınn, başla kalmadıklarını tepeden tırnağa ilgi çekici elbiseler giymediklerini biliyoruz. O yüzden buraya geldiğinizde yaşadığınız şok büyük olabiliyor. Kafada bir başörtüsü, altta dizüstü etek, altına tayt ve deri çizme. Burada bir acaiplik var ama anlamadım. Türklerin yanısıra özellikle Arap ülkelerinden gelen kadınlarda bu daha da zirveye çıkmış durumda. Tabii isteyen istediğini giysin lafımız yok da madem alt tarafı arza açıyorsun, üstteki bu muhafazakarlık neden? Erkek tarafı. Oraya hiç girmeyeyim. Will Smith'in zamanında The Fresh Prince of Bel-Air'de giydiği ayakkabılar, üzerine "twisted to fit" kot pantolon, beyaz desenli gömlek, kot mont ya da Marty McFly'ın Geleceğe Dönüş'te giydiği havalı mont...Gemiden mi kaçtın evlat? Gurbetçinin saç stili....yok intiharlara sebebiyet vereyelim.

4-Gurbetçi's Sprache: Und wenn du das verstanden hast, sen de bizdensin. Dass video passt einfach super gut in şimdiki Almanya'daki situatsyon. Ondan sonra da bana boos oluyorsunuz. Bizim garıya da azıcık leren yap dedik ama hiç, devletin oplaydingi var, ona bile gitmiyor. Hem siz diyonuz türkçe öğrenin ama biliyonuz mu ben iki dil öğrencem amoğğa goyim ich wohne in deutschland dann sollte ich türkisch lernen wie einer in den kommentaren meint ist voll schwer. Seneye de abitur yapıp hepinizin anasını Sibel Kekilli.

5-Gurbetçi's Chocolate Factory: Bizim ailenin ve hatta sülalenin yurt dışında akrabası yoktu. Annemin dayısı Almanya'da yaşarmış bir kere telefonda konuşmuşluğum vardı, karaciğerinden hastaydı sonra rahmetli oldu gitti adam.  Onun Türkiye'ye gelişlerinde getirdiği çikolatalar dillere destandı. Alman çikolatası bu Alman. O yıllarda elinde Alman çikolatası ile sokağa çıkıp arkadaşlara zırnık koklatmamak üzerine alacağın tepki  karizmanın tavana vurmasından, topluca dayak yemene ve çikolatayı kaptırmana kadar geniş bir yelpazede değişirdi. O ana kadar peşinde koşulan Çokonat, Ülker Çikolatalı Gofret, Rulokat ve nicesinin pabucu dama atılır, o üzerinde ne yazdığını hiç anlayamadığımız mavi ambalajlı çikolatayı tadan Rummenigge'nin bacanağı olmuş gibi havalanırdı. Yıllar geçti, yolumuz Almanya'ya düştü, o bize zamanında yutturulan çikolatanın Almanların ucuzluk marketi ALDI'dan alındığını gördük ve yıkıldık. Lanet olsun Rummenigge'ne de çikolatana da...Nasıl koydu Burruchaga...


6-Gurbetçi's Ağlama Duvarı: Dün Hollanda'da bir alışveriş merkezindeyim. Çekiliş yapılıyor ve talihlilere hediyeler veriliyor. Daha birkaç hediye dağıtıldı ki arkalardan beklenen ses geldi "hepsi Hollandalı bunların yavvv, oyun yapmış bunlar, la Süelyman, hepsi Hollandalı ya bunların, bir tane de Marokan var". Böyle bir topluluk var Hollanda'da. Ayağını taşa çarpsa, ayrımcılıktan biliyor. Tamam Wilders gibi manyaklar yüzünden Avrupa'daki "yabancılaştırma" hastalığının sonu gelecek gibi değil ama işi her ters giden gurbetçinin bunu ayrımcılığa bağlaması da kabak tadı veriyor. Adam karısını dövüyor, "neden karımı dövdüm?" diye kendine sormuyor da, karısını dövdüğü için kendisine kelepçe takan zenci polise sinirlenip, "elin Arabından daha aşağı mıyız biz" diyor. E sana Le Pen müstehak...Bana da Le Pen'in torunu müstehak olsa mutlu olurum...Böyle ırkçıya can kurban....

7-Gurbetçi's All Star: Bu madde herhalde en fazla bilineni. İlk karşılaşmam yıllar önce Karl-heinz Feldkamp zamanında Frankfurt'ta oynadığımız Eintracht Frankfurt-Galatasaray maçıydı. "Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu Türklerin ayak sesleriiiieee, Türklerle kimsee başa çıkamaaaaz" diye giden tezahürat sırasında tribünde Trabzon, Fener ve Beşiktaş bayraklarını gördüğümde "noluyoruz ulan?" diye kendi kendime sormuştum.  Gurbetçi için herhangi bir Türk takımının yaşadığı ülkenin takımıyla eşleşmesi bir kendini ispatlama, Türkün gücünü kanıtlama aracıdır. Avrupalı da bunu bildiğinden Fenerbahçe kendi ülke takımına mağlup olduğunda gidip Galatasaraylı ile dalga geçer. Bu sene Trabzon Şampiyonlar Ligi'nden elendiğinde iş yerinde bir Alman gelip bana "ne o elendiniz Şampiyonlar Ligi'nden" demişti de adamın suratına "Lukaaaaaaas ver ulan kupamıııııı" diye bağırınca korkarak kaçmıştı.

8-Gurbetçi's Like a Satellite: Cırtlak hatun Lena, "Like a Satellite" şarkısını Almanya'daki gurbetçilerin balkonlarından esinlenerek yaptı sanıyordum başta. Zira Batı Avrupa'da herhangi bir mahalleye gidip balkonlara baktığınızda kimin göçmen kimin yerli olduğu bellidir. Türkler anten anlamında çağ atlamış zaman zaman bir balkona 2,3 ve hatta 4 uydu takacak kadar ileri gitmiştir. Hatta Jodie Foster'ın Contact filmindeki dev uydu sahnelerinin Essen'daki Türk mahallesinde çektiği söylenir. Bu uyduları almayla da bitmez. İşin içine bir dolu elektronik kurnazlık girer. İstanbul'dan eşe dosta kart aldırılır, kartın şifresi kırdırılır, eşin dostun üyeliği kullanılır, adaptör , alıcı falan derken binbir türlü zahmete girilir. Sebep, 5 euro daha az vereyim. Peki bu kadar uğraştan sonra açıp neyi izliyorsun. Samanyolu TV-Beşinci Boyut...You did it just the other day...

9-Gurbetçi's Dernek Fetişizmi: Solingen 8. Geleneksel Geredeliler gününe tüm Geredeliler davetlidir. Ben merak ediyorum bu günün ilk 7 versiyonunda kaç kişi vardı? Türkiye'de bildiğiniz gibi İlyas Salman'ın tası tarağı satıp Münih'e gelmesi gibi (gerçi orası da Münih değildi ya) bazen bir köyün tamamen kalkıp Avrupa'nın bir şehre gelmesi meşhurdur. Bu yüzden de bu adamların kendi aralarında günler düzenlemesi kaçınılmazdır. Her geleneksel günde de bölgenin belediye başkanı, ticaret odası başkanı gelip Türk göçmenler ve yerel halkın işbirliğinden bahseder, plaketler verilir. Ancak bu işin boku çıkmıştır. Bazı derneklerin isimlerini yazıyorum. Almanya'da Yaşayan Bartınlılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Yurtdışı Ömerhacılılar Frankfurt Kültür ve Dayanışma Derneği, Hollanda Saraykentliler Derneği, Belçika Tezverenli Genç İşadamları Derneği, Paris Danaköylü Şakirtler Derneği

10-Anti Gurbetçi: 9 madde boyunca yazdığımız tipin tam karşıtı var bu numarada da. Hani Kapıkule'den dışarı adımını attığında kimi çevirip "birader Nietzche" dese "Böyle Buyurdu Zerdüşt dönem ödevimdi ayıpsın" diyecek bir toplulukla karşılaşacağını zanneden tipler var ya onlar işte. Ülkeden dışarı çıktığında paçalarından sızan entellektüel bilgi sebebiyle kendini kendi insanından uzak tutan tipler. Bu maddeyi onlara ayırdım. Bu tiplerin kendilerine geldiği an işleri bir Hollandalı terziye veya berbere düştüğü anda belli olur. Ya da pazar günü bütün marketler kapalı olduğundan kıçını silecek tuvalet kağıdı bile kalmadığında yolu Türk marketine düşenlerde. Zira hem elbisesi, hem saçı, hem de götü kullanılmaz hale gelince yolu mecbur Altın Makas Terzi'ye düşer. İçeride Hollandalıların da olduğunu görünce daha da muammalara sürüklenir. Türkiye'de ne kadar Kezban ve Kamil varsa Avrupa'da da o kadar olduğunu anlaması belli bir süre alır. Bu süreyi atlatma dönemi aşağı yukarı 2-3 yıldır.



23 Haziran 2012 Cumartesi

LA MASİA: YETENEK, İCAT VE YARATCILIK




















Günümüz futbolunda sahadaki oyunun, bu oyunu üreten koşullardan bağımsız değerlendirilmesi söz konusu. Taktik ve teknik üzerine yapılan analizlerin çoğunlukla yapılan paslar, gol ve asist istatistikleri üzerinden yapılıyor olması, hem oyunu hem de analizleri sığlaştırıyor. Örneğin, Barcelona’nın oyun felsefesini sadece yapılan paslar ve Messi veya Iniesta’nın akıl dolu hareketleri üzerinden analiz etmeye çalışmak, oyuncuları,  ürettikleri oyundan bağımsızmış gibi algılamaya neden oluyor.

Öncelikle kısaca La Masia’ya bakalım. La Masia 1979’da kurulmuş. Okula alınan çocuklar öncelikle okul dersleri de olmak üzere sıkı bir eğitimden geçiyorlar. Yeteneklerini üretecek olan karakter ve oyun bilgisiyle yetişiyorlar. Burada şöyle bir eleştiri getirilebilir: yeteneğin mekanik bir sınırlamayla oluştuğu. Bugün Barcelona’da yeteneklerini bir mekaniklik sınırında geliştiren oyuncular olduğu kadar (Buquest, Pedro gibi), bunun da ötesine geçebilen, oyunun konseptine yedirilmiş gelişmenin de üzerinde yetenek icra edebilen oyuncular mevcut (Xavi, Messi, İniesta, Pique gibi)

La Masia’da bir stopere topu kesmek öğretilse de, temel bilgi çabuk düşünme ve bir sonraki pozisyonu sezebilme üzerine kurulu. Bu topu kesebilmedeki gelişimi kadar, bunu en uygun zamanlamayla ve en uygun pozisyonda yapacağının bilgisi de verilmiş oluyor. Mevkilerin belirli bir sabitlikten öte olduğu, herkesin her mevkide oynayabildiği bir oyunda, bir stoper bir forvetin gözünden de oyuna bakabiliyor.


La Masia’ya değindikten sonra daha geniş bir perspektiften futboldaki yaratıcılığı ele alalım. Futbolun bir yaratıcılık alanı olduğu aşikar. Peki, oyuncunun yaratma süreci nasıl oluyor? Kısaca bunu açalım.
Oyuncunun yaratma sürecinde, yaratıcılığı üzerine düşünmesi kadar bunu kavrayışa dayalı yaptığını söyleyebiliriz. Öncelikle futbolda, oyun sahası oyuncunun verileni aldığı bir şeye karşılık gelmiyor. Çünkü saha oyuncunun pratik niyetlerine içkin bir şekilde mevut. Buradaki mesele, bir anlamda oyuncunun sahayla bir olması. Bu noktada artık bilinç ve onun oyun içindeki karşılığı, hareketle saha arasındaki diyalektikten başka bir şey değil. Oyuncu her hamlesiyle sahanın niteliğini değiştirirken, yapacağı yeni manevralar da, sürekli değişen sahadan bağımsız şekillenmiyor. Oyuncunun sahayla ilişkisinin yanı sıra, yaratıcılık sergileyebilmesi için görülmeye değer başarısızlıklar ve yaşama riskini göze alması gerekiyor: Bu da, sahada yeni hareketler ve doğaçlama hamleler yaparak oynamaya karşılık geliyor. Futbolun bir yaratıcılık alanı olduğuyla ilgili üç örnekten bahsedelim:

Franz Beckenbauer, Lev Yashin ve Garrincha












Franz Beckenbauer, futbolda ilk kez defanstan ileriye 40–50 metrelik drippling’i icat etmişti. Liberonun tanımlanan görevlerinin dışında olan bir şeydi yaptığı ve futbola önemli katkı sağladı. Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte Futbol’da bahsettiği gibi sert futbol eğilimden olanların aksine o zarif futbolla gerektiğinde bir tanktan daha güçlü, bir otobüsten daha delici olabiliyor, ileriye atağa kalktığında ise bir havai fişekten farksız oluyordu. Günümüz futbolunda Beckenbauer gibi oyuncu bulabilmek neredeyse imkânsız. Diğer örneğimiz kaleci Lev Yashin. Yashin, bugün topu yumruklama şeklinde ifade bulan, topu ceza sahasını dışına çıkarmayı keşfetmişti. Kalecilerin ceza sahasına gelen her topu tutma gayretinin anlamsızlığını ortaya koyan bir buluştu Yahsin’inki. Yahsin’in yanı sıra, A.Carrizo’ya da kısaca değinelim: Carrizo, hücumcu desteklemek amacıyla kendi alnını terk etme cesaretini gösteren (ileri çıkışlar, rakibe çalım atma) ilk kaleciydi ve kalecilerin hücuma katılabileceğini göstermişti.


















Garrincha’nın buluşuna gelince. Futbola başladığında doktorların ‘oynayamayacağı teşhisi’ koyduğu Garrincha, çocuk felci geçirmişti ve sol ayağı aksıyordu. Garrincha’nın buluşuyla ilgili olarak Ulus Baker’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek:

Garrincha’nın buluşu tam anlamıyla bir futbol ‘jestiydi’: Topla küçük veya uzun atılan adımların ‘alterasyonu’ aracılığıyla rakip tarafından ulaşılamaz/hissedilemez hale gelmek... Buluş, dar ve geniş alanlarda farklı biçimlerde gerçekleşiyordu. Bu, sanıldığının aksine futbolda ‘çalım atmak’ ya da ‘adam geçmek’ değildi yalnızca... Evet, bu türden etkileri vardı ama aynı zamanda rakibi inanılmaz biçimde yoruyordu. Garrincha, biraz da sol ayağının aksamasını pozitif bir unsur olarak kullanıp, inanılmaz bir teknik icat etmişti. İşin sırrı topu küçük adımcıklarla ve küçük dürtmelerle kontrol etmeye dayanıyordu. Bunu iyi yapamayanlar, günümüzde doğru dürüst pas verme şansını tepen ‘hödükler’ olarak anılır. Küçük tepiklerle hareket edildiğinde geometrik alan küçülür, daha dar bir alanda daha çok iş yapılır. Garrincha da henüz onun buluşundan haberdar olmayan defansları darmadağın etmişti

Boş Alan, gerçekten boş mu?

Günümüz futbolunda bu yaratıcılığıyla öne çıkan oyunuca tartışmasız Lionel Messi. Messi, o küçük adımlarla, dürtmelerle kontrol ettiği topu kullanması da bu tekniğinden bağımsız değil. Messi de yazımızın başında da değindiğimiz gibi La Masia’dan yetişen bir oyuncu. Diğer bir örneği de Xavi ve İniesta üzerinden verebiliriz. Barcelona’nın oyunu, estetik bir faaliyete karşılık geliyor. Tabii bunu mümkün kılan koşullar olduğu sürece. Barcelona’nın oyunu, Xavi ve İniesta’nın yaratıcıklarını en iyi sergileyebilecekleri oyunu tarif ediyor.

Artık Xavi ve İniesta’nın ters kanada milimetrik uzun pası atabilmesi kadar, bunu yapabileceği en uygun koşullar da oluşmuş oluyor. Barcelonalı oyuncular bu oyunu üretiyor, aynı zamanda bu oyunla da kendi yeteneklerini de üretmiş oluyorlar. Xavi ve İniesta’da öne çıkarabileceğimiz en önemli özellik, oyunun nerede oynanacağına karar verebilmeleri. Tabii uygulayabildikleri oranda. Uzun paslarında bunu rahatça görebiliyoruz: rakibin yetişemeyeceği bir alana topu gönderiyorlar. Fakat bu ‘alan’ takım arkadaşının yetişebileceği bir ‘alan’ oluyor. Topu alana atmakla aslında yaptıkları şey, boş bir alana top atmaktan ibaret değil, hareketlenen takım arkadaşına en uygun ‘alanı’  da atmış oluyorlar. Bu da bize, günümüz futbolunda yaratıcılığın oyun yıkma konseptine içerilmiş olduğunu gösteriyor.

Yaratıcılık alanı olan futbolda önümüzdeki yıllar pek de iç açıcı görünmüyor. Günümüz futbolu faullerle dolu bir süreci kapsıyor. İkili mücadeleler de artık didişmeye dönüşmüş durumda. Futbolcuların daha bir tek tipleşmeye başladığı bir sürecin içindeyiz. Bu görünümün en açık olduğu lig de İngiltere. İkili mücadeleye dayalı ve “topa sert” gibi kavramlarla yumuşatılmaya çalışılan durum, icat yapmayı zorlaştıran etkenlerin başında geliyor. Tabi “modern futbol” olarak da öne sürdüklerinin İngiltere’deki futbol olduğunu unutmayalım. Bu da futbolda yaratıcılığın minimize olmasına neden oluyor



by Osman Bulugil

21 Haziran 2012 Perşembe

HAYATIM FUTBOL-37






37. sayıya ulaştık. Birkaç ay sonra 1 yılı dolduracağız. Hayatım Futbol olarak Euro 2012'ye özel sayılarımız sürüyor. Özellikle çeyrek finalistler üzerine eğildiğimiz sayı huzurunuzda dünden itibaren. Çeyrek final maçları bugün start almadan gözden geçirmek iyi olur. Bu sayıda Yunanistan incelemesi ve Çeyrek Finalde Gözlerimizin Arayacağı 5 Oyuncu yazıları benden.

Hayatım Futbol web
Hayatım Futbol iPad
Hayatım Futbol android

İSPANYOL İŞKENCESİ


















Kaiser ile Arjen'ın kavgasını yazdık Hayatım Futbol'a daha önce. Bugün Beckenbauer Hollanda kafilesinin Schiphol'a indiği anda aprona çıkıp "Robben puştunu getirin önüme, ulen it bilem sahibina hıyanetlık etmez" dese kimse ağzını açıp bir şey diyemez. Robben'in artık 2 senedir ezberlenen "top alamazsan taç çizgisine yapış-topu ayağına al-önce aut çizgisine hamle yap-sonra içe kat et-ceza sahasının ön ve yan çizgisinin birleştiği yerden uzak köşeye şutla-top üstten auta gitsin" taktiği yüzünden Hollanda grup maçlarında telef oldu. Tabii başka bir dolu neden var ama bunlar lafın gelişi, (bugün de BirGün'e bir şeyler karaladık). Turnuvadaki gol denemesi istatistikleri açıklandı. Hollanda en dipte. Zaten turnuvanın da en kötü takımı olacaklardı ki toplamda İrlanda kurtardı. 54 şutu var kaleye Holanda'nın. Çerçeveyi geçen top sayısı 2. 13 şut çekip 1'ini içeri atabilen Van Persie listenin tepesinde. Takımın en iyisi de 4'te 1 isabet sağlayan Rafael van der Vaart. Düşünün takımın en iyi adamının yüzdesi % 25. 27 şutta 5 gol bulan minimalist adam Roy Hodgson'ın takımı İngiltere tepede. İspanya en çok gol denemesi yapan takım. Aslında onlara "pas yapmazsa ölecek hastalığına tutuldular" diyoruz ama sonuçta 58 gol denemesi var takımın ve bunların 6'sı golle buluştu. Rakip kaleye en az giden takım ise (bu ne sürpriz) Yunanistan.

ÜlkeGol denemesiGol%
İngiltere27518,52%
Yunanistan19315,79%
Danimarka27414,81%
Almanya36513,89%
İsveç36513,89%
Hırvatistan30413,33%
Çek Cum.35411,43%
İspanya58610,34%
Rusya49510,20%
Portekiz50510,00%
İtalya5247,69%
Ukrayna3825,26%
Fransa5935,08%
Polonya4424,55%
İrlanda2514,00%
Hollanda5423,70%

İspanya aynı zamanda en az gol denemesini kalesinde gören takım 21 kez ile ve bunların sadece 1'ine izin verdiler. Yani aslında insanları sıkan bu takım düpedüz rakiplerini asimile ediyor maç içinde. İrlanda ise aşağıda göreceğiniz şekilde en kötü durumda olan. 

ÜlkeKalesinde gördüğü tehlikeYediği gol%
İrlanda68913,24%
Çek. Cum40512,50%
Fransa24312,50%
Polonya25312,00%
Hollanda42511,90%
Portekiz34411,76%
Ukrayna37410,81%
İsveç5259,62%
Danimarka5758,77%
Rusya3638,33%
Hırvatistan4237,14%
Yunanistan4636,52%
İngiltere4736,38%
Almanya3425,88%
İtalya3425,88%
İspanya2114,76%

18 Haziran 2012 Pazartesi

EN KÖTÜ DÜNYA KUPASI FİNALİSTİ























Bert van Marwijk'ın Hollanda tarihine altın suyuna batırılmış harflerle yazılan takımı grup mücadelelerine geçildiğinden beri, Avrupa Şampiyonası tarihinin en kötü Dünya Kupası finalisti oldu. Gösterdikleri "0" puanlı müthiş performans, Fransa'nın 4 sene önce ele geçirdiği rekoru da tarihe gömdü. 2006 Dünya Kupası'nda final oynayan Fransızlar, 2008'de Avusturya-İsviçre'nin ortak düzenlediği turnuvada grup maçlarında elenmiş ama hiç değilse 1 puan alabilmişti. Hollanda 2010'un finalisti olarak rezalet bir performans gösterdi. Daha önce de 1980. 1984 ve 1996'da bir önceki Dünya Kupası'nın finalistleri, grup maçlarında elenmişti ama en azından puanlar alabilmişlerdi. Federal Almanya da en iyi dereceyi gösteren takım diyebiliriz. 1986 Dünya Kupası finalini oynadıktan sonra kendi evlerinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası'nda yarı final oynamışlardı.























Takım aynı zamanda Avrupa Şampiyonası tarihinin en kötü 8 performansı arasına da girdi. Daha önce kupa tarihinde 8 takım (birisi 1996'da Türkiye olmak üzere) 0 puan almıştı. Danimarka bunu 1988 ve 2000'de olmak üzere 2 kez başardı. Bu listeye İrlanda ve İsveç'in de eklenmesi mümkün.


















Bir başka anektod. En az 3 maçın oynandığı uluslararası turnuvalarda Hollanda daha önce hiç bu kadar kötü bir hücum performans göstermemişti. Eredivisie gol kralını, Sporting Lizbon ile müthiş bir sezon geçiren Ricky van Wolfswinkel'ı kadroya dahi almayıp Bundesliga ve İngiltere gol krallarını kadrosunda bulunduran takım sadece 2 gol atabildi. Aşağıdaki tabloda Hollanda'nın bugüne kadar minimum 3 maç oynadığı turnuvalarda, oynadığı maç sayısı, galibiyet, beraberlik ve mağlubiyet sayısı ile attığı ve yediği goller var. 






17 Haziran 2012 Pazar

BEDELİ OLMAYAN BİR ŞAMPİYONLUK: 1960 SOVYETLER BİRLİĞİ















Sovyetler Birliği'nin kulüp takımları bazında kazandığı 3 uluslararası başarı var (Rusya dönemini saymıyoruz). Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda 1975 ve 1986'da Dinamo Kiev ile 1981'de de Dinamo Tiflis ile gelen şampiyonluklar (Dinamo Tiflis'in başarısını Hayatım Futbol 11. sayıdan okumak mümkün)1972 yılında da Dinamo Moskova'nın, Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda final oynadığı ve Rangers'a 3-1 mağlup olduğunu hatırlatalım. Birliğin dağılmasından sonra Rus takımlarından ikisi 2000 yılından sonra 2 kez UEFA Kupası'nı kaldırdılar. CSKA Moskova ve Zenit Petersburg. 1964, 1972 ve 1988'de Avrupa Şampiyonası'nda final oynamış milli takım tarihinin zirve anı ise bu kupanın ilk versiyonu olan 1960 yılında elde edilen şampiyonluk (ki Rusya dönemini de dahil etsek dahi en büyük başarının sahibi değişmiyor).

1960 yılında, adı sonra Avrupa Şampiyonası olarak değişecek olan, Avrupa Uluslar Kupası, kıtanın kendi içinde düzenlediği, milli takımlar bazındaki ilk büyük organizasyonudur. Toplamda 17 takımın katıldığı turnuvada, bugünkü gibi kapsamlı bir organizasyon olmadığından takımlar, 4 sayısına düşene kadar kendi evlerinde ve deplasmanda olmak üzere çift maçlı eliminasyon sistemiyle birbirleriyle eşleşirler. O güne kadar dünya şampiyonu olmuş 2 ülke Batı Almanya ve İtalya'nın yanı sıra İngiltere'de turnuvada yer almaz. Türkiye Romanya'ya deplasmanda 3-0 mağlup olduğu maçın rövanşını Lefter'in 2 golü ile 2-0 kazanır ama elenir. Sovyetler Birliği, 1956 Avustralya Olimpiyatlarında şampiyon olmuş bir takımla ve o takımın iskeletini koruyarak turnuvaya katılmıştır. Efsane kaleci "Kara Örümcek" Lev Yashin halen takımın kalesindedir.





















Sovyetler ilk turda Macaristan'ı 3-1 ve 1-0'lık skorlarla mağlup edip tur atlar. Kendi evlerinde, Moskova'nın Lenin Stadyumu'nda oynanan maça tam 100.572 kişi gelmiştir. Çeyrek finalde rakipleri İspanya olur. Ancak ortada bir sorun vardır. Francisco Franco'nun aşırı sağcı yönetiminin altında bulunan İspanya'dan, Sovyetler Birliği deplasmanına gitmeme kararı çıkar. Sovyetler, İspanyol Sivil Savaşı'nda önemli bir destekçi olmuş ve Franco'ya karşı başkaldıran grubun arkasındadır. İspanyolların bu kararı sebebiyle Sovyetler doğrudan Final Four misali oynanacak final turnuvasna katılma hakkı elde eder. Diğer 3 takım Yugoslavya, Çekoslovakya ve Fransa'dır. Yani kalan son 4 takımdan 3'ü komünist yönetimlerin altında bulunan ülkelerden gelmektedir. Turnuvanın final bölümünün Fransa'da yapılmasına kadar verilir.

Turnuva günü geldiğinde Sovyet takımı Çekoslovakya ile oynayacağı yarı final maçı için Marsilya'ya gider. Takımın önemli gol silahlarından Viktor Ponedelnik, yarı finalden bir gün önce ufak bir halsizlik problemi ile karşı karşıyadır. Teknik direktör Gavriil Kalachin ona 1 gün izin verir. Ponedelnik, günü yatağında geçirir. Ertesi gün tamamen yenilenmiş olarak ayağa kalkar. Takım doktorları, oyuncuyu Akdeniz ikliminin çarptığı (!) kararını verirler.

Sovyet takımı maçtan 1 gün önce, Alexander Dumas'nın ünlü eseri Monte Cristo Kontu'nda, kitabın baş kahramanının hapis yıllarını geçirdiği Chateau d'If'e bir gezi düzenler. Takımın 10 numarası, Valentin Bubukin Tanrıya şamnpiyonluğu vermesi için dua eder. O yıllarda ABD kamuouyunun, Soğuk Savaş dönemini kızıştırmak için ortaya attığı , tüm Sovyet halkının ateist olduğu iddiasıyla uyuşmayan bir harekettir bu. Katedralden çıktıklarında bir takım arkadaşı Bubkin'e sorar: "Val, batıl inançlı mısındır?". Bubukin cevap verir: Hayır kesinlikle, nasıl olabilirim ki, ben bir komünistim.

Yarı final maçı gelir çatar. Velodrome Stadyumu'nda Sovyetler Birliği Ivanov'un 2 ve Ponedelnik'in golü ile 3-0 öne geçer. Derken maçın hakemi İtalyan Cesare Jonni Çekler lehine bir penaltı atışına karar verir. Çekler için bu bir umut ışığı demektir ama ortada bir sorun vardır. Karşı kalede Lev Yashin gibi bir efsane durmaktadır. Çekler bir türlü penaltıı kimin atacağına karar veremezler zira hiç kimse Yashin'e karşı penaltı atacak kadar güven duymamaktadır kendine. En sonunda Josef Vojta topun başına gelir ama artık Yashin korkusundan mı bilinmez topu üstten auta atar. Maç 3-0 biter. Sovyet oyuncular otele döndüklerinde Fransa'nın Yugoslavya önünde 4-2 önde olduğunu öğrenirler. Ancak Yugoslavlar son 35 dakikada 3 gol atarak maçı 5-4 kazanırlar. Ev sahibi yıkılırken, 4 sene önceki Olimpiyat finalinin tekrarı ilk Avrupa Şampiyonası'nda karşısındadır insanların. Sovyetler Birliği-Yugoslavya.

Sovyetler sahaya çıktığında, 4 yıl önce Yugoslavya'yı 1-0 mağlup edip Olimpiyat altın madalyası kazandıkları 11'den 3 oyuncu yine sahadadır (Yashin, Netto ve Maslyonkin). Yugoslavlar ağır yağmur altında, Paris'in Parc des Princes Stadyumu'nda oynanan maçın ilk 15-20 dakikasında rakibi yıldırmak için aşırı sertliğe başvururlar. Milan Galic Yugoslavlar lehine durumu 1-0'a getirir. Yashin farkın açılmasını önler. Yugoslavların sert oyununu Sovyetler'in forvet hattında görev alan Ponedelnik şöyle anlatır: "Beni tutmakla görevli oyuncu Jovan Miladinovic'ti. lk yarı boyunca beni sahanın her yerinde tekmeleyip durdu. Devre arasında hocamız Kachalin ve takım şefimiz Adnrei Starostin bizi sakinleştirip, sadece futbolumuzu oynamamızı istediler. Ben üstüste 2 tekmelik giyerek sahaya çıktım (!)"

İkinci yarının hemen başında, Bubukin'in 30 metreden attığı şut kaleciden döner, Slava Metreveli skoru eşitler. 1-1. İki takımın çabaları 90 dakikada skoru değiştirmez. Ağır sahada, sert oynanan maç sonunda 2 takım da uzatmalar öncesi yıpranmış haldedir. Starostin ve Kalichin Sovyet futbolcuları, rakibin onlardan daha kötü durumda olduğuna inandırırlar. Aslında gerçekte de durum öyledir. 113. dakika geldiğinde Sovyetler sertlikten yılmamanın sonucunu alırlar. Yashin atağı başlatır ve topu Igor Netto'ya atar, o da Mikheil Meskhi'ye aktarır. Meskhi bir oyuncuyu geçer ve topu ceza sahasına ortalar. Ponedelnik, topa doğru kendisini fırlatır ve defans oyuncularının arasında kafayı vurur. Top Vidinic'in koruduğu kalenin ağlarıyla buluşur. Sovyetler bitime 7 dakika kala 2-1 öne geçmiştir.



Golden sonra Yugoslavlar gerçek anlamda yıkılırlar. Zira birçoğu yere serilmiş futbolcular ayağa kalkmakta bile zorlanırlar. Sonradan Yugoslavların lideri Marshal Tito'nun futbolculara şampiyonluk halinde, deniz kıyısında bir villa, Belgrad'ın en lüks muhitinde apartman daireleri ve yüklü bir prim sözü verdiği ortaya çıkar. Maç biter. Sovyet kaptanı Netto kupayı kaldırır, şeref turu atılır. Ancak oyuncular öyle yorulmuştur ki, kimsenin soyunma odasında duş alacak hatta kutlama yapacak hali bile yoktur.
















İlginç şekilde, Sovyetler o günkü komünist yönetimin şartlarına rağmen devlet yönetiminden hiçbir baskı görmemiştir. O günlerde birçok sporcu Propaganda Departmanı ve Komünist Parti'nin Merkez Teşkilatı tarafından doğrudan emirler almaktadır ama şampiyon takım bunlardan hiçbirisiyle karşı karşıya kalmaz. Bunda takım şefi Andrei Petrovich Starostin'in devlet görevlilerini yakından tanıması ve parti yönetimini futbolculara ılımlı yaklaşması konusunda uyarmasının da etkisi vardır.

Futbolcular ülkeye döner ve bir kahraman gibi karşılanırlar. Ancak kimse paradan konuşmaz. Fransa'da oldukları sırada futbolculara adam başı 1.500-2.000 dolar arasında değişen (tabii Rus rublesi cinsinden) bir prim sözü verilmiş ve primin ülkeye döner dönmez ödeneceği söylenmiştir. Futbolcular ne ülkeye döndükten sonra ne de ligler tekrar başladığında paralarını alamazlar. Dahası ülke ulusal takım tarihinin tek şampiyonluğunu kazanan futbolcular bugün dahi o prim ücretinin tek kuruşunu dahi alamamışlardır. Şampiyonluğu kazanan futbolcuların tümü bugün devletin onlara sağladığı emekli maaşı ve kendi ticaret hayatlarıyla geçinmektedir.

Kupa şampiyonu kadro aşağıda. Oturanlar: Anatoliy Krutikov, Valentin Bubukin, Anatoliy Maslenkin-Metreveli, Mikhail Meskhy; Ayaktakiler: LevYashin, Igor Netto(kaptan), Victor Ponedelnik, Yuri Voinov, Chokheli, Valentin Ivanov.

AMY MacDONALD - LIFE IS A BEATIFUL LIGHT



















Amy Macdonald için bu blogda söylediklerimizi bir daha tekrarlamayalım uzunca. Sadece Amsterdam'da verdiği konser sırasında söylediklerini ağzından aktaralım. "Bu işe başladığımda etraftaki birçok şarkıcıya baktım. O makyajlar, kıyafetler, kalitesiz müzik ve imaj üzerine kurulu herşey. 'Yok ben bunu yapamam' diye kendi kendime söylendim. Bruce Springsteen, Bob Dylan gibi insanların yaptığı müzikti, öyle de kalmalı"...

3 albümdür kendini bozmadan devam ediyor İskoç şarkıcı. İlk albümleri genelde hitleriyle tanınmış ve albümlerindeki diğer şarkılar bu bilindik şarkıların kalitesine pek yaklaşmamıştı. Bu sefer ortada sapa sağlam bir albüm var ve dahası enstrüman açısından çeşitlenmiş bir albüm. 4th of July enfes bir açılış şarkısı ki ardından gelen Pride ve Slow It Down (aynı zamanda albümün ilk single'ı) ile albüme anında ısınıyorsunuz. Klasik fol-rock şarkılarını nihayete erdiren Macdonald'ın önce taraftarı olduğu Hibernian için yaptığı "The Green and The Blue" sonra da In the End sonlandırıyor. Henüz 24 yaşında Macdonald. 5 yılda çıkardığı 3 albüm boyunca dahi müziğinde bir olgunlaşma görüyorsunuz ve bu olgunluk albümlerin yapısına da yansımış durumda. Umarım Life is A Beatiful Light'ın bazı şarkılarında zaman zaman karşımıza çıkan çok ufak da olsa progresif tatları yeni albümlerine de taşır. The Cranberries'in ilk albümü Everybord Else is Doing It, So Why Can't We'deki genç kız şarkıları ile üçüncü albüm olan To the Faithful Departed arasındaki olgunlaşma adeta bir ders niteliğindedir ki bana göre The Cranberries kariyerinin zirve albümüdür. Macdonald'ın da bu dönüşümü geçirmesini diliyoruz.

Macdonald gelecek hafta Den Haag'da yapılacak Parkpop'un headliner'ı olarak Hollanda yollarına düşecek. Kendisi için Hollanda'nın ayrı bir yeri var çünkü onu dünyaya tanıtan This is the Life'ın ilk 1 numara olduğu ülke Hollanda'ydı. Bir kez daha borcunu ödüyor. Parkpop Avrupa'nın en büyük ücretsiz festivallerinden.

16 Haziran 2012 Cumartesi

SNEIJDER VE AJAX FUTBOLCU FABRİKASI



Olağanüstü bir futbol belgeseli. Sneijder'ın Ajax akademisine girdiği yıllardan başlayarak bugüne gelişini anlatıyor. Bizzat Sneijder'ın yorumlarıyla. Sneijder'ın o yıllardaki eğitimi 6 tane video kasete kaydedilmiş. Bu görüntülerin montajlanmış halini 47 dakika boyunca izliyoruz. O akademi nasıl böyle oyuncu basıyor bir kez daha anlıyoruz. Futbolculara verilen ev ödevleri, sürekli pasın önemine yapılan vurgu ve ortaya çıkan görüntü. Hollandaca olması tek handikapı ama dili bilmeseniz bile çok şeyi anlamak mümkün. Ben bir sahne aldım aşağıya. Sneijder maça hazırlanıyor, arkada lolipop hüpleten de bizim Heitinga, daha o zamanlardan kaytarmaya başlamış, bugün de saha içinde kaytarıyor...


13 Haziran 2012 Çarşamba

INGLORIUS BASTERDS


JOHANOĞULLARI vs. HANSOĞULLARI



















Hollanda'nın güneydoğusundaki Kerkrade şehrinde bulunan Nieuwstraat. Almanya-Hollanda sınırının ta kendisi. Öyle ta kendisi ki, sokağın sağ tarafı Almanya sol tarafı Hollanda toprakları. Elinde weet ile sokağın sol tarafında tüttürsen dokunan yok ama karşıya geçtiğinde polis "gel bakalım canım" diyor.

Futbol böyle ayrıntılarla güzel. Bugün Hollanda kaybederse bütün taşlar dökülecek ortaya. Danimarka maçında Van Bommel'dan daha iyi oynamasına rağmen onun değil kendisinin oyundan çıkmasına sinirlenen Nigel de Jong, her kayırıldığında "damat" kontenjanı yüzüne vurulan Van Bommel, sessizliğini bozmaya hazırlanan Klaas-Jan Huntelaar, turnuva öncesi kendisi için "Inter'deki performansını milli takıma yansıtmıyor" diyen eski efsanelerden Willem van Hanegem'a "onu ciddiye alan kime yok ben niye alayım" diye çıkışan Wesley Sneijder, kendisini eleştiren yorumculara "yıllardır depresyonda olan insanlara cevap vermem" diye çatan Ibrahim Afellay, yine yedek bırakıldığı için huzursuz olan Dirk Kuijt, Afellay ile Robin van Persie'nin oda arkadaşlığını Huntelaar'a pas vermemeye kadar ilerlettikleri dedikodusu ve daha neler neler...

Hollanda dışarıdan bakınca Total Futbol'un kalesi turuncu hayaller gibi görünüyor ama içeride bazen Medrano Sirki'ni andırmıyor değil. Bugün, maç öncesi videolardan da anlaşıldığı gibi fena halde korktukları Mesut Özil iplerini çekerse bu ego şişkinliğinin hepsi ülkenin yüzünde patlayacak. Kazanırlarsa....Sneijder şöyle diyor: "Almanya'yı mağlup edersek tekrar işler yoluna girer ve moraller düzelir". Emektar yorumcu Jan Mulder de şöyle cevap veriyor: "Tonla para kazanıyorsunuz ve bütün ülke arkanızda, hala işlerin yolunda olması için Almanya'yı yenmeniz mi lazım?

SAVING BERT VAN MARWIJK


11 Haziran 2012 Pazartesi

FİDANLAR AĞACA....





























Nuuksio Ulusal Parkı, Finlandiya

HUNTELAAR > VAN PERSIE





























Danimarka maçından sonra ders almadı Hollandalılar. Medya "1988'de de Sovyetler Birliği'ne 1-0 mağlup olarak başlamıştık" haberleri ile kendi kendini kandırmaya çalıştı, Van Marwijk hücumdaki rezalet kurgu ile Afellay ve Robben'ın kendi maçlarını oynama çabalarını gözardı edip "bir takımın yakalayabileceği ne kadar şans olabilirse yakaladık ve hücumda çok iyiydik" şeklinde saçmaladı, Hollandalılar kronik sorun olan 4-2-3-1'in 6-0-4'e dönüştüğünü yani takımın sadece hücumu veya savunmayı düşünen oyuncular arasında ayrıldığını görmeyip Almanya maçına "ya tutarsa" gazıyla bakmaya başladılar. Ama hepsinin kalplerindeki korku daha da arttı. Medya 1988'e atıf yaparken biraz dürüst olsaydı, maçtan dakikalar sonra tüm takım soyunma odasındayken çıkış tünelinin başında saatlerce cep telefonu ile konuşan Robin van Persie'nin, Rinus Michels yönetiminde o telefonu son görüşü olacağını bilirdi.


Hollanda'nın böyle bir ortamı var. Turnuva devam ederken hocalar ve oyuncular pek eleştirilmez, ama turnuvada başarısız olunursa öyle yerden yere vurulur ki, o hocanın alnına vurulan damga bir daha çıkmaz. Hollanda halkı hala Dick Advocaat'ın meşhur 2-0'dan 3-2 kaybedilen Çek Cumhuriyeti maçındaki Robben-Bosvelt değişikliğine "yüzyılın değişikliği" der ve Advocaat dendiğinde akla gelen, konuşulan şey odur. Van Marwijk da muhtemelen Van Persie-Huntelaar seçimi ile hatırlanacak. Yazdığım her yazıda, Lig Radyo'ya, Galatasaray TV'ye telefonla bağlanışlarda hep aynı şeyi söyledim, illa tek forvet olacaksa seçilmesi gereken Klaas-Jan Huntelaar'dı. Van Marwijk, ketum, garantici bir adam olduğundan Bundesliga'dan daha üst düzeyde bir lig olan Premier Lig'in gol kralı Van Persie'yi seçti düz hesapla. Ama Huntelaar Van Persie'den daha iyi bir "poacher"dı, milli takımda Van Persie'ye oranla çok daha iyi oynuyordu ve ligleri göz ardı ettiğinizde, Bundesliga gol kralı olmasının yanında, Euro 2012 elemelerinin de gol kralıydı. Ama tercih edilmedi. Van Persie rezalet bir maç oynadı. Şimdi ikinci maçı bekliyoruz. Van Marwijk bu maça % 99 oranla tek forvetle çıkacak yine. Forvet seçimini göreceğiz, ama tabii onun ötesinde Robben ve Afellay nasıl bir uyarı aldılar onu da göreceğiz. Afellay bu sefer kendisine cevap vermeyen bir Danimarka değil Boateng-Müller ikilisinden oluşmuş bir sağ kanat görecek karşısında.

Van Marwijk madem düz hesap yapıyor buyurun buna baksın. Kulüp takımlarından bağımsız milli takım performansları. 2 Eylül 2011'de 11-0 kazanılan San Marino maçından beri Van Persie milli formayla gol atamıyor. 349 dakikaya tekabül ediyor bu. Van Persie'nin özel maçlar dışında çıktığı turnuvalarda 41 maçı var ve bunların 29'unda gol atmadan sahadan ayrıldı. 26 kez turnuva maçına çıkan Huntelaar'ın ise 18 golü var bu maçlarda. Son 9 turnuva maçının sadece 2'sinde gol atamadı. Girişteki grafikte sırasıyla 2 oyuncunun, Dünya Kupası elemelerinde, sonra Dünya Kupası'nda, sonra Avrupa Şampiyonası elemelerinde, son olarak da Avrupa Şampiyonası'nda çıktıkları maçlar ve attıkları goller var. Ayrıca yine görüyoruz ki Van Persie 186 dakikada 1 gol atarken, Huntelaar her 90 dakikaya 1 gol sığdırmış ortalama.

9 Haziran 2012 Cumartesi

BUKALEMUNSPOR DUBLIN ŞUBESİ

VAN MARWIJK'TAN YARIM DALYA





























Bert van Marwijk bugün Hollanda'nın başında 50. maçına çıkıyor. Bu başarıya milli takım tarihinde ulaşan 4 adam daha vardı öncesinde. Marco van Basten (52), Rinus Michels (53), Dick Advocaat (55) ve İngiliz Bob Glendenning (87). Onun yönetiminde çıkılan 49 maçta sadece 5 kez mağlup oldu Hollanda. Bunların 3'ü hazırlık maçı. Avustralya (1-2), Almanya (3-0) en Bulgaristan (1-2). Bunlara ilaveten Euro 2012 elemelerinde grup liderliği garantilendikten sonra, grubu son maçında İsveç'e 3-2 mağlup oldular. Sonuncusunu ise herkes biliyor. 2010 Dünya Kupası finalindeki 1-0'lık İspanya mağlubiyeti. Önemli bir ayrıntı. Bu 49 maçın 38'inde Hollanda maçın ilk golünü attı. Bu 38 maçın 32'sinde sahadan galip ayrıldılar. 4 beraberlik, 2 de mağlubiyet var. Üstte sol üstte onun döneminde en çok milli formayı giyen oyuncular, sağ üstte en çok gol atan oyuncular, sol altta, galibiyet, beraberlik ve mağlubiyet sayısı ile atılan-yenilen gol ve sağ altta da maçların kupalara göre dağılımı var. 

6 Haziran 2012 Çarşamba

VANDAL VAN BOMMEL




















"Maç sonrası sokağa çıkıp, dışarıda ne kadar Alman arabası varsa darp etmiştik".

Mark van Bommel, Hollandalı futbolculara sorulan "1988 Avrupa Şampiyonası final maçından sonra ne yaptınız?" sorusuna cevap veriyor. Van Bommel o sırada 11 yaşındaydı. 

3 Haziran 2012 Pazar

DIRK KUIJT VE FENERBAHÇE




















"Fenerbahçe karşıma geldiğinde, zaten onların olmuştum". Dirk Kuijt'ın imza sonrası görüşleri böyleydi. Hollanda kampında futbolculara verilen izin gününde, futbolcunun menajeri Rob Jansen, Alaattin Yıldırım, Hasan Çetinkaya ve teknik direktör Aykut Kocaman'la bir araya gelip yıllık 2,5 milyonluk sözleşmeye imza attılar. Jansen onun Fenerbahçe'yi 14 kulüp arasından seçtiğini yazıyor. Oyuncu kısaca 6 yıl boyunca Liverpool'da oynadıktan sonra ayrılmanın çok zor olduğunu, ancak Fenerbahçe'nin hedefleriyle uyuşan tekliflerle geldiğini, Fenerbahçe'yi hem Feyenoord forması giyerken oynadıkları Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarından hem de günümüzde tanıdığını, takımın geçtiğimiz yıl Galatasaray ile girdiği şampiyonluk mücadelesini son hafta ve sadece 1 puan farkla kaybettiğini, 52 bin kişilik stadyumundaki tüm maçların kapalı gişe oynandığından haberi olduğunu açıkladı Hollanda basınına ve eklemeyi de ihmal etmedi. "Kulübün renkleri de çok güzel". Kuijt aslında sezon içinde Feyenoord'a dönmeyi de defalarca gündemine almıştı ama Genel Direktör Martin van Geel ile yıllık ücrette anlaşamadılar.














Rafael Benitez Liverpool'ının değişmez adamlarından, Duracell lakaplı adam Dirk Kuijt'ı şu an oturduğum eyalet ve çalıştığım şehir Utrecht'ten biliyorum. Utrecht yıllarında taç çizgisi kenarında forvet hattını destekleyen adam değil doğrudan hücumda oynayan bir adamdı. Utrecht'e transfer olduğu, doğduğu Katwijk kasabasının takımı Quick Boys bugün adını stadyumundaki bir tribüne vermiş durumda. FC Utrecht'te özellikle 2000-03 yılları arasında Karadağlı golcü Igor Gluščević ile olan müthiş ortaklığı kulübe üstüste 2 Hollanda Kupası getirdi. Bunlardan ilkinde Ajax önünde 2-1 kazanmak üzerelerken maçın hakemi  René Temmink Wamberto'nun uzatma dakikalarında açık ofsayt olan pozisyonda ağlara gönderdiği topa gol kararı verdi. Ibrahimovic uzatmalarda skoru tayin etti ve halen Utrecht taraftarları Ajax'ın o kupasına "çalınmış kupa" gözüyle bakarlar. 1 sene sonra ise bu sefer kupayı kimse onlardan alamadı. Utrecht şampiyonluğa giden yolda önce PSV'yi 2-1 sonra da finalde Feyenoord'u 4-1 mağlup edip kupaya uzandı. Kuijt bu maçta perdeyi kapatan golü atmıştı.



















Bir bakıma Utrecht'te yapabileceği her şeyi yapmıştı zira takımın şampiyonluk yoluna girişi çok zordu. Finaldeki rakipleri Feyenoord'un hocası, bugünün Hollanda milli takım hocası Bert van Marwijk onu transfer etti. Son sezonunda ligde 20 gol atmıştı Utrecht ile. Feyenoord'da bu rakamı tekrarladı ve ilk sezonunda takımın en fazla gol atan ismi oldu (o sıralar 20 yaşındaki Robin van Persie de Feyenoord kadrosundaydı). İzleyen 2 sezonda da bu unvan değişmedi. Van Persie de zaten Arsenal'in yolunu tutmuştu. Attığı 29 golle sadece Feyenoord'un değil Eredivisie'nin en çok gol atan ismi oldu ve krallığı kazandı. Tüm sezon toplamda 36 gol atmıştı. Son sezonunda da ligde 22 gol attı. O sezon aynı zamanda Van Marwijk sonrası göreve gelen Erwin Koeman ona kaptanlığı da vermişti. Liverpool onu 18 milyon euro bonservis ve haftalık 45 bin pound maaşla renklerine bağladı.




















Liverpool'daki gol sayısının düşmesindeki en önemli etken elbette Anfield'deki ilk sezonu sonrasında rotasyon manyağı olan Benitez'in onu Torres'i destekleyici forvet olarak oynatmasıydı. İlk sezonunda ise Bellamy ile beraber hücum hattını oluşturmuştu Kuijt. Forvet hattının en çok maça çıkan oyuncusu oldu (27'si ilk 11 olmak üzere 34 lig maçı) ve 12 golle de takımın en golcü ismiydi. Fernando Torres'in Madrid'den gelişi ile birlikte Benitez'in de oyun yapısı değişmişti ve 4-2-3-1'in sağında Steve Finnan'ın önünde görev yapmaya başladı. Bu aslında Hollanda milli takımındaki rolüne de uyuyordu. O sezon gol sayısında bir düşme oldu ama yine de Şampiyonlar Ligi'nde attığı 7 gol takımın o sezon Avrupa'daki en golcü ismi yaptı onu. 2008-09'da görevi değişmedi ama gol sayısını tekrar 12'ye çekmeyi başardı. 2009-10, 2010-11 ve 2011-12'de de yine aynı hikaye. İlginç olan bu 4 sezonda Liverpool'da hücum hattındaki Torres'in, arkasındaki Gerrard'ın ve sağdaki Kuijt'ın yerini hiç kaybetmemesi ancak soldaki ismin önce Riise, sonra Riera sonra Benayoun, son olarak da Maxi Rodriguez şeklinde değişmesidir. Dalglish dönemi ise kadrodaki revizyona rağmen onun yerini kaybetmediği bir dönem oldu. Liverpool'da oynadığı 6 sezonda hiç bir zaman 30 maçın altına düşmedi ve hiç bir zaman ilk 11 çıktığı maç 20'den az olmadı.

Bu verilerin sebebi açık. İngiliz basınına göre bir zamanların Non-Flying Dutchman'ı (çünkü ondan gol bekliyorlardı ve Kuijt hiç bir zaman 15 golün üstüne çıkamadı), benim de blogda bir hayli eleştirdiğim Kuijt sonradan çok önemli bir 21. yüzyıl oyuncusuna dönüştü. Onun bu değişimde en beğendiğim yanı, zayıflıklarını bilmesi ve bunları bilmesine rağmen işi inada bindiren oyunculardan farklı olarak, güçlü tarafları geliştirmeye çalışması. Yoksa aslında Sneijder, Van der Vaart, Huntelaar, Van Persie gibi isimlerden şöhret olarak aşağıda olan bir adamın Hollanda milli takımında da değişmez oyuncu olmasının açıklamasını nasıl yapabiliriz?  Tabii günümüz futbolunun yetenekli oyunculardan çok görev bilincine sahip, oyun disiplininden kopmayan, çalışkan oyunculara prim vermesinin de bu yükselişte payı büyük. Bu yüzden, bizim ülkemizde eksikliği çok çekilen yukarıdaki özellikleri kapatması açısından Kuijt yararlı olacaktır.


















Kuijt halen bir golcü mü? Hollanda Ligi'nde oynadığı yıllardaki performansının yanıltmaması lazım. Marco van Basten 2006 Dünya Kupası'nda, grup maçları sırasında maç taktikleri yüzünden tartıştığı Ruud van Nistelrooy'u, 2. turdaki Portekiz maçında (meşhur Battle of Nurnberg maçı) kulübeye çekmiş ve ileri uçta Kuijt'a şans vermişti. Kuijt da bir dolu fırsatı harcamış ve takım 1-0 mağlup olarak kupaya veda etmişti. Ama zaten Aykut Kocaman da onu Hollanda'daki yıllarına göre değil Liverpool'daki performansına göre aldı. Yıllık 2,5 milyon euronun ne olursa olsun 31 yaşındaki bir futbolcu için fazla olduğunu düşünmekteyim. 14 kulüp arasından seçilmenin ve "Fenerbahçe benim hedeflerimle tamamen uyuşuyordu" şeklindeki açıklamanın arkasında bunun büyük bir rolü var elbet. Tabii 1 milyonluk bonservis bedelini ise aynı ölçüde uygun buluyorum. Bundan bağımsız düşünürsek arkasında oynayan oyuncunun da aynen Stoch'da olduğu gibi performansında büyük etkisi olacak. Liverpool'da sırasıyla Finnan, Arbeloa ve son 3 sezon da Glen Johson'ın önünde oynadı. Fenerbahçe'de Gökhan Gönül'ün önünde oynayacak olması onun etkinliğini büyük ölçüde artıracaktır. Fenerbahçe hücum özellikleri çok güçlü olan bir bekin önüne, savunma özellikleri olan bir hücum oyuncusu transfer etti. Bunun yararını görecekler ve tabii İngiltere'den bir kaç gömlek aşağıda olan Türkiye Ligi'nde Kuijt istenildiğinde Hollanda yıllarında olduğu gibi ileri uçta da kullanılabilir. Arkasında Stoch gibi Hollanda Ligi okulundan geçmiş bir adam olacaktır.





















Maliyeti dışında oldukça iyi bir transfer yaptı Fenerbahçe. Stoch transfer olduğunda bu satırlarda "ezeli rakibimin beni kıskandırdığı bir transfer" demiştim. Bugün belki o seviyede değilim ama sarı-lacivertliler çok iyi bir oyuncu kazandılar. Kısa sürede mücadeleci oyunuyla tribünlerin de kalbini kazanacaktır. Son olarak ekleyelim, Kuijt'ın bir çok yardım projesinde de rolü var. Karısı Gertrude kocasının getirdiği şöhretle hayatını değiştirmeyen ve hemşireliğe devam eden sorumlu bir vatandaş. Her ikisinin başlattığı Dirk Kuijt Derneği engelli çocuklara destek olan bir kuruluş.


HAYATIM FUTBOL: EURO 2012 OZEL




Ekse ek, inceleme ise inceleme, Hayatim Futbol Euro 2012 rehberi tadindaki ozel sayisi ile dun ortamlardaki yerini aldi. 16 takimin tumunu, takimlari takip eden yazarlar kaleme aldilar ve derinlemesine bir inceleme oldu. Ayrica stadyumlar uzerine de kucuk bir inceleme var. Ben de isin Hollanda kismini inceledim. Hani turnuva oncesi ekleri alip sindire sindire okumak istersiniz ya. Iste oyle bir sayi oldu. Alin cayinizi kahvenizi yanina da ne yiyorsaniz, oturun karsisina keyifle okuyun. Bir gun bu uzun yazilarin tumu ortadan silinecek 140 karakteri bile arayacagimiz anlik tepkisel bilgiler yiginini okuyacagiz internet uzerinde. Ortadan kaybolmadan bu tur islere deger verelim.


Hayatim Futbol web
Hayatim Futbol iPad
Hayatim Futbol android

2 Haziran 2012 Cumartesi

BİRA GEÇİDİ vol.13 NIKOLAI & A. LE COQ & BALTIKA

























Efendim yakın zamanda ziyaret ettiğimiz 3 ülkeden 3 bira tanıtımıyla bu güzide serimizi devam ettirmeden önce gezi sırasında karşı karşıya geldiğimiz ve Estonya ekonomisinin temelini oluşturan bir pazardan bahsetmek istiyoruz. Finlandiya Avrupa'nın yaşam standartı en yüksek ama hayat pahalılığı da bir o kadar kendini gösteren ülkesi. Örneğin Hollanda markası Heineken bir Hollanda marketinde (yarım litrelik kutulardan bahsediyorum) ortalama 1 euro iken Helsinki marketlerinde bu fiyat 3 euro. Bu resmen fahiş fiyat demek. 2 euronun altında 33'lük bira bulmanız nerede ise imkansız. Peki bu durumda Helsikin halkı ne yapıyor? Birbirine çok yakın olan Helsinki ve Tallinn arasında her gün 5-6 farklı firma 2-3 kez gemi seferi düzenliyor. Bu her gün aşağı yukarı 15 sefer demek. Yolculuğun süresi ortalama 2 saat ve alacağınız gidiş dönüş bileti de aşağı yukarı 70-80 euro arası değişiyor. Atlıyorlar gemiye, yanlarına kasaları veya büyük kutuları taşımak için kullanılan arabaları da alıyorlar. Tallinn'e gidiyorlar. Tallinn'de, o 2 saat uzaklıkta 3 euro olan Heineken'in fiyatı Hollanda ile aynı. 1 euro. Dahası Finlandiya üretimi olan ve oradan ithal edilen biraların fiyatı Finlandiya'nın 3'te biri. Votka, cider gibi içeceklerin fiyatı bazen yarıyı buluyor. Finler, 3 kasa bira, 2 kasa da votkayı alıp arabaya koyuyorlar. Aynı akşam gemiyle Helsinki'ye dönüyorlar. Onları limanda bekleyen eş dost alıp eve ulaştırıyor ve işlem tamamlanıyor. Bu gidiş-gelişi bilen Tallinn halkı da aptal olmadığı için gemilerin ulaştığı limana bir dolu toptancı ve türlü çeşit alkolun satıldığı bir süpermarket açmış durumda. Kısacası Fin halkı, Finlandiya birasını gidip Estonya'dan alıyor. Tipik Türk işi olan "peki bu adamlar kâr yapıyor mu?" veya Estonya ne kazanıyor abi buradan o zaman" gibi soruları sormadım zira alan memnun satan memnun bu sistem yıllardır işliyor ve büyük bir pazar yaratıyor.

Bu girişi yaptıktan sonra ana konuya geçelim. Her ülkeden birer bira tanıtacağım. Finlandiya'nın 1 numaralı birası Lapin Kulta. Lahti'de üretilen bira Finlandiya'nın Efes Pilsen'i denilebilir ama bizim asıl tanıtacağımız Carlsberg firmasının Kuzey Avrupa için gruptan çıkardığı ve Finlandiya'da üretilen Nikolai. İsmine ve ambalajına bakılınca Rusların Lada Samara'sı gibi "ne gibi bir hayal kırıklığı çıkacak" diye korkuyorsunuz başta ama harika bir sürpriz sunuyor sizlere. Pilsner grubundan çıkan biranın baharatı son derece yerinde kullanılmış. Finlandiya'nın geneline hakim olan lager ekolünden çıkan (ki Lapin Kulta da bu grupta) biraların aksine daha tatlı ve daha güçlü bir bira. Alkol oranı yüksek olmamasına rağmen Belçika bok biralarının havasını veriyor ve nefis bir gün içi birası. İçmek için akşamı beklemenize gerek yok ve her türlü yemekle gidebiliyor. Bu seyahatin en güzel damak tadı sürprizlerinden birisiydi diyebilirim.




















İkinci biramız Estonya'nın gururu A. Le Coq. Estonya sınırları içine girip bu birayı içmeyeni dövüyorlar. 1807'de Albert le Coq tarafından Londra'da kurulan bira fabrikası bugün üretimlerini Tartu'da yapıyor. 1997'de firmayı Fin şirketi Olvi satın aldı. Flora Tallinn'in maçlarını oynadığı stadyumun adı A.Le Coq Stadyumu, dolayısıyla futbol sponsorluklarına da el atmış durumdalar. Zaten firmanın alkolsüz içecekleri, meyve suları olduğu gibi bira üretimi de çeşitlilik gösteriyor. Bilinen lager türü bira en tipik olanı. Finlandiyalılar Tallinn ziyaretlerinde genelde 1 kasayı kapıp geri götürüyorlar. Ülkenin lokomotif biralarından bir tanesi. Tatma amacı özel zevk değil, tamamen vakit doldurmak için olmalı.




















Gelelim Rusların birası Baltika'ya. Bugüne kadar bu köşede incelediğimiz biralar içinde en genç olanı çünkü fabrika 1990 yılında açıldı. An itibarı ile Doğu Avrupa'nın en büyük bira fabrikası. Merkezi Saint-Petersburg'da. Rusya marketinin % 40,6'sı ona ait ve market lideri. 2000 yılında uluslararası pazara giren firma 60 ülkede satılıyor ve çok hızlı bir büyüme içerisinde. Firma aynı zamanda Rusya sınırları içinde satıln Tuborg ve Carlsberg'in de satış hakkını elinde bulunduruyor. Çünkü Baltika'nın % 89 hissesi 2008 yılında Carlsberg tarafından satın alındı. Dolayısıyla tepedeki adamlar eski Sovyet düzeninden değil Kuzey Avrupa'dan geliyorlar. Baltika tipik bir popüler bira. Estonya'da A. Le Coq neyse, Rusya'da da Baltika o diyebilirim. İstemeseniz de mutlaka çıkıyor karşınıza. Ben bu 3 bira içinde en zayıf olarak onu gördüm ama tabii lager dışındaki özel üretimleri de denemek gerekebilir.

Nikolai

Alkol oranı: % 4,5
Tür: Pilsner
Ülke: Finlandiya
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl), Kutu (33 cl, 50 cl)
FD'nin Notu: 4,2

A. Le Coq

Alkol oranı: % 5,2
Tür: Lager
Ülke: Estonya
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl), Kutu (33 cl, 50 cl)
FD'nin Notu: 3.9

Baltika

Alkol oranı: % 4,8
Tür: Pale Lager
Ülke: Rusya
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl), Kutu (33 cl, 50 cl)
FD'nin Notu: 3,2

Bira Geçidi

BAS DOST WOLFSBURG'DA






















Bilmem kaçıncı "komşuda piş ağzıma düş" transferi. Almanların, Hollandalı golcüleri parladıktan sonra ülkeye getirme alışkanlıkları sürüyor. 7,5 milyon euro ödedi Wolfsburg onun için Heerenveen'e. Heerenveen ise 670 bine almıştı oyuncuyu. Heerenveen'in artık kulüp kültürü haline gelen al-işlet-sat odelinin son halkası. Friesland kulübü transfer ettiği oyuıncuları 10 kat fazlasına satmadan rahatlamıyor. Tabii kariyerini tekrar ayağa kaldırmak için Heerenveen'in başına gelen Marco van Basten geçtiğimiz sezon son haftalara kadar Şampiyonlar Ligi kovalayan şehrin taraftarlarını onun yokluğunda nasıl merak edecek merak konusu.

Magath tarafı ise daha fazla soru işareti. Yeri geldiğinde bir sezonda 40'a yakın oyuncu kullanmaktan çekinmeyen adamdır kendisi o yüzden doğru takıma mı yanlış takıma mı gittiğini ancak sezon başladığında anlayacağız. Ben West Ham'a gitmesini tercih ederdim. En büyük yıldızı Carlton Cole'un Premier Lig'de oynadıkları sezonlarda 10 golü geçemediği bir takımda Eredivisie gol krallığını ona kazandıran 32 gole gerek yoktu ve 15 gol onlar için müthiş bir kazanım olurdu. Ama biliyoruz ki Dzeko ve Grafite denen adamlar da Magath'ın takımından ve hatta Wolfsburg'dan çıktılar. Kafamdaki bir diüğer soru işareti onun geçtiğimiz yıl Heerenveen'in şampiyonluk yolundaki rakiplerine farklı mağlup olduğu maçlardaki suskunluğu. Dost, Ajax, PSV, Feyenoord, Twente ve AZ ile oynadıkları toplam 10 lig maçında 6 gol atabildi ve attığı 32 golün 22'si geri kalan 24 maçta. Bu tabloyu da düzeltmesi gerekiyor. Örneğin Dzeko ve Grafite, Wolfsburg'un şampiyon olduğu sezon ligi 60 puanın üstünde bitiren 4 takımla oynanan toplam 8 maçın 7'sinde sahaya çıkmışlar ve 9'ar gol atmışlardı. Takipçileri Bayen ile oynanan 2 lig maçında da 3'er golleri vardı. Dolayısıyla Wolfsburg zirveyi zorlamak istiyorsa, Dost'un kritik maçlarda daha çok sahneye çıkması gerekecek. Son bir not, 2015 yılına kadar sözleşme imzalanan Dost basına henüz tanıtılmadı çünkü tatildeki Magath'ın dönüşü bekleniyor.