31 Mart 2011 Perşembe

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-54




















1991-92 sezonunda Gordon Strachan, Lee Chapman, David Batty, Gary McAllister ve sezonun son 15 maçında "Supersub" rolünü oynayan, Nimes'den kiralık Eric Cantona gibi isimlerin bulunduğu kadroyla şampiyonluğa ulaşan İngiliz hoca Howard Wilkinson'dan itibaren, hiçbir İngiliz hoca Premier Lig şampiyonluğunu kazanamamıştır (bu aynı zamanda ligin Premier League statüsüne geçmeden önceki son sezonudur). O sezondan itibaren oynanan 18 sezonda, 11 kez İskoç Alex Ferguson (Manchester United), 1 kez bir başka İskoç Kenny Dalglish (Blackburn Rovers), 3 kez Fransız Arsene Wenger (Arsenal), 2 kez Portekizli Jose Mourinho (Chelsea) ve 1 kez İtalyan Carlo Ancelotti (Chelsea) şampiyonluğa ulaşmıştır. Bu sezon zirveye en yakın İngiliz hoca ise, Tottenham Hotspur'un başındaki Harry Redknapp'tır.

Seyir Defteri

WESTFALEN KUPAYA HAZIR




















Borussia Dortmund 2 haftadır tekliyor ama halen ligin bitimine 7 hafta kala 7 puanlık bir avantajları var. Eğer şampiyon olurlarsa, 14 Mayıstaki Eintracht Frankfurt maçında kupayı alacaklar, yani ligin son maçında. Dortmund'un 51.000 kombine bilet sahibi var. Yaklaşık 8 bin taraftar da konuk Frankfurt'a verilecek. Geriye 21.000 bilet kalıyor talipliler için. Kulüp bu 21.000 bilete tam 301.000 talep geldiğini açıkladı. Kapanışı muhteşem olacak kısacası sezonun. Bu arada Alman polisi hafta sonundaki Borussia Dortmund-Hannover 96 maçında stadyuma yerleştireceği bombaları patlatmayı planlayan bir şüpheliyi yakaladı. Yakalanan şahsın Pakistanlı bit terör örgütü ile e-mail trafiğinin olduğu sızan haberler arasında. Hafta sonunda da yaklaşık 81.000 kişinin stadyumda olması bekleniyor.

Verdi Eşliğinde Bir Westfalen Hikayesi

30 Mart 2011 Çarşamba

GEORGE COSTANZA ANAYASASI part I



Zamanında yaptığımız Jeff Murdock anayasasının üzerinden bir hayli uzun zaman geçmişken TV tarihinin en efsane karakterlerinden birisinin de serisine yer verelim artık. Seinfeld'in en önemli artısı, tüm dizilerin elinde diğerlerinin önüne çıkmış 1 "bomba" karakter bulunmasna rağmen, bu sayının Cosmo Kramer ile beraber 2 olmasıdır. Ama aslında Seinfeld, Jerry Seinfeld'in değil George Costanza'nın dizisidir. Zaten dizinin Jerry Seinfeld'le birlikte diğer yazarı Larry David George Costanza'nın ta kendisidir. Dizideki birçok olay gerçekten başından geçmiştir (istifa ettikten sonra pişman olup, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi tekrar işe gitmesi gibi).

Yukarıdaki video, onun mütemadiyen pişman olduğu evlilik kararı sonrası nişanlılık döneminde, Elaine'in nişanlısı Susan'la arkadaş olması ve Susan'ın George'un arkadaşlarının arasına girerek, George'un nişsanlısı kontenjanından çıkıp direk arkadaş kontenjanına dahil olma sinyalleri üzerine George'un isyanını anlatıyor. Independent George vs. Relationship George....George'un müthiş tasvirine dikkat.

GEORGE: Ah you have no idea of the magnitude of this thing. If she is allowed to infiltrate this world, then George Costanza as you know him, Ceases to Exist! You see, right now, I have Relationship George, but there is also Independent George. That's the George you know, the George you grew up with -- Movie George, Coffee shop George, Liar George, Bawdy George.

JERRY: I, I love that George.

GEORGE: Me Too! And he's Dying Jerry! If Relationship George walks through this door, he will Kill Independent George! A George, divided against itself, Cannot Stand!

(Elaine enters)

GEORGE: You're Killing Independent George! You know that, don't you?

Jeff Murdock Anayasası

RUUD!!!!RUUD!!!!RUUD!!!!

















Hollanda deplasmanda Macaristan'ı "Katalanesk" bir oyunla dörtleyince dün akşamın programında iç sahadaki maç yoktu benim için. Türkiye-Avusturya maçının ardından Kore klasiği "Brotherhood of the Wolf" ile geceyi tamamladım. Sonra bir baktım ki Hollanda imdada yetişen Kuijt ile geceyi bitirmiş. Benim içni bu serinin en önemli yanı Ruud van Nistelrooy'un varlığıydı. Deplasmandaki maçta boş geçti ama dün sakatlanan Robin van Persie'nin yerine girip milli forma altındaki 35. golüne imza attı. Böylece Faas Wilkes'ı yakaladı. Artık önünde kendisinden bir kuşak önceki 2 forvet Dennis Bergkamp (37) ve Patrick Kluivert (40) var. 5 gol eğer Euro 2012 kadrosunda olursa onun kapatamayacağı bir fark değil. Van Nistelrooy bu 35 golü 69 milli maçta attı. Kluivert ise 40 gole, 1994-2004 yılları arasında oynadığı 79 milli maçta ulaşmıştı. Bergkamp da aynı sayıda milli maçta 37 gol attı. Faas Wilkes ise 35 golü sadece 38 milli maçta atmıştı.















Sadece elemeleri ele aldığımızda da Van Nistelrooy'un rekorları zorladığını görüyoruz. Dün akşamki gol onun Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası elemelerindeki 22. golü oldu. Bu dalda zirvedeki efsane Johan Cruijff'u yakaladı. Cruijff 1966-77 yılları arasında 12 Avrupa Şampiyonası eleme maçında 12, 12 Dünya Kupası eleme maçında da 10 gol atmıştı. Van Nistelrooy bu 2 kupanın elemelerinde toplam 31 maç oynadı ve 22 gol kaydetti. Kategorinin ilk sekiz oyuncusu yukarıda, ikilinin karşılaştırması ise aşağıda.

29 Mart 2011 Salı

BLANC & BILIC



13 yıl önce, 1998 Dünya Kupası yarı finalinde Fransa maçı 2-1 önde götürürken Slaven Bilic yukarıdaki tiyatroyla Laurent Blanc'ı oyundan attırmış, ancak bu Hırvatistan'a yetmemiş maç aynı skorla bitmişti. Yıllar sonra, bu akşam, bu tiyatronun 2 aktörü, aynı stadyumda, Stade de France'da teknik direktör olarak karşı karşıya. Laurent Blanc kariyeri boyunca ilk kez gördüğü bu kırmızı kart yüzünden finalde takımının formasını giyememişti ve şampiyonluk maçını tribünden izlemişti.

TONI

28 Mart 2011 Pazartesi

FUTBOLDA TEKNİK ADAMLARIN ÖNEMİ

















27 Mart 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

FourFourTwo Türkiye’nin mart sayısında futbol taktiklerinin gerekliliği üzerine Paul Simpson imzalı bir yazı var. Simpson, taktiklerin değil, oyuncuların maç kazandırdığından hareketle, teknik direktör açıklamalarından örnekler vererek, futbola sayıların bulaşmış olduğundan şikayet ediyor. Acaba Simpson’ın vardığı sonuç ve iddiaları ne kadar sağlıklı. Türkiye’de pek fazla yatırılmamış bu konuyu, onun verdiği örneklerden de yola çıkarak incelemek lazım.

Öncelikle taktik ve diziliş arasındaki farkı belirtelim. 4-4-2, 3-5-2, 4-2-3-1 gibi rakamlar maç içindeki taktiği değil, o takımın saha içindeki dizilişini ifade ederler. Nitekim bu dizilişin İngilizce'deki karşılığı, “formasyon” anlamına gelen “formation”dır. Sahada oyuncuların aldığı şekli ifade eder. Taktik ise bambaşka bir şeydir. O takımın saha içinde başarıya gitmek için kullanacağı felsefe ve planın bütününe işaret eder. Diziliş bu felsefenin nasıl hayata geçirileceğinin en önemli yoludur. Bu ayrımdan sonra “istatistik” konusundaki muğlaklığa da açıklık getirmek gerekir. Bir takımın sahada nasıl dizildiği istatistik ya da sayı bilimi değildir. İşin içine sözcüklerin yerine rakamların girmesi, matematiğin ya da istatistik biliminin futbola etki etmesi anlamına gelmez. Kaldı ki futbolda başarı, ödüller ve cezalar tamamen sayılar üzerine kurulmuş değil midir zaten? Liglerdeki şampiyonlar puan ve gol averajlarıyla belirlenmekte iken içeriğinin ne olduğuna bakmadan rakamlardan oluşan her türlü veriyi istatistiğin futbolun ruhunu öldürdüğü şeklinde yorumlamak pek elle tutulur bir görüş değil.

Futbolda sonucu futbolcuların ortaya çıkardığı doğrudur, ancak bu sporun son 50 yıldaki evrimleşmesi, Simpson’ın yazısında belirttiği, futbol dünyasındaki doğmanın belirttiği gibi, teknik direktörün rolünün yüzde 10 olduğu yönündeki görüşü giderek yoketmiş ve bu rolü bugün yüzde 60-70’lere çıkartmıştır. Hava koşulları, sahanın durumu gibi değişkenler de artık çalıştırıcıların hesaba katıp strateji üretmesi gereken şeyler. Ama bu değişikliğin en önemli etkeni, bundan 50 yıl önce, saha içinde futbolcuların hareket alanlarının çok fazla olmasıydı. O yılların müthiş Macaristan’ında Hidegkuti, Puskas ve Kocsis gibi oyuncular topu ayaklarına aldıklarında düşünüp harekete geçmek için 6-7 saniyelik süreye sahiplerdi. O zamanlarda dahi saha içi dizilişin önemi mevcuttu, zira yukarıdaki üç oyuncunun hücum hattında olduğu takımı, buna uygn dizilişle oynatmak teknik direktör Gusztáv Sebes’in becerisi olmuştur. Aynen ondan önce futbol dünyasında ufak çaplı bir devrim yapan Boris Arkadiev gibi.

Arkadiev, elinde bulunan oyuncuların dinamizminden ve Sovyet oyuncuların kondisyonundan yararlanıp, saha içinde sürekli yer değiştirerek rakibin dengesini bozan bir Dinamo Moskova ile Avrupa’nın tozunu atmıştır. Bu teknik adamlar ellerindeki oyunculara göre aksiyon almışlardır, kısacası diziliş tek başına başarıya giden etken olmadığı gibi önemi de yadsınamayacak bir kavramdır. Günümüz futbolunda öneminin artmasının sebebi de futbolcuların hareket alanlarının giderek azalması ve taktik anlayışlar birbirine yaklaşırken (rakibin hatasını bekleme, oyun disiplininden kopmama, futbolcuların pozisyonlarına aşırı sadık olması gibi) nüansın dizilişlerle belirlenmesine sebep olmuştur.

Dizilişlerin gereksiz olduğunu belirten isimlerden birisi Tottenham’ın başarılı hocası Harry Redknapp. Onun bu söyleme eklediği başarısı, sözünü kanıtladığını gösteriyor olabilir ama İngiliz hoca kendini yanlışlayan işler yapıyor çoğu zaman. Rafael van der Vaart kendisinin maçlar öncesi taktik tahtasına hiçbir şey çizmediğini söylüyor ama bu sezon Arsenal’e karşı 4-4-1-1 taktiğiyle sahaya çıkıp 2-0 mağlup duruma düştüğü anda yaptığı Lennon-Defoe değişikliğini, “Rafa’yı sağa çekip, Jermain’i uca alarak ileride ekstra bir kuvvet yarattım”diyerek açıklıyor. Sonuçta kendi yaptıklarını da inkar etmemeli. Tottenham ligde geriden gelerek en fazla maç kazanan ekip, yani, Redknapp geriye düştüğü maçı çevirme konusunda oldukça yetenekli.

Louis van Gaal geçtiğimiz sezon verdiği röportajda her gittiği takımda oyuncu yapısına göre farklı bir dizilişle oynadığını ve tümünde bir süre sonra istikrarı sağladığını söylerken önemli bir gerçeği ortaya koymuştu. Simpson yazısında, Van Gaal’in arkasında yetişmiş Mourinho’nun geçtiğimiz sezon Barcelona’yı kupa dışına ittiği maçla ilgili, sahadaki dizilişinin önemini azaltmak için “Bojan’ın attığı gol, Toure’nin elle oynaması sebebiyle güme gitmese, Katalanlar finale kalacaktı” diyor. Bu mantıkla bir sezon önce Barcelona’yı Nou Camp’ta durdurmayı başaran Chelsea lehine çalınmayan 2 penaltının çalınması halinde Hiddink’in diziliş ve taktik dehasının Barca’yı elemiş olacağını söyleyebiliriz. Ama futbol varsayımlarla değil saha içindeki gerçeklerin üzerine kuruludur.

Futbolcular elbette sonuçları belirlerler ancak doğru yerde ve doğru imkanlarla oynatıldıklarında. Eğer bu gerçeği kabul etmezsek ne arkasında Ekotto ile oynayan Gareth Bale’in o dönemde dünyanın en iyi sağ beki olarak görülen Maicon’u perişan etmesini, ne Yunanistan’ın dizilişe sonuna kadar bağlı ortalama oyuncularla gelen 2004’teki şampiyonluğunu ne de tek bir gol atmayan ve belki de kupa tarihinin en etkisiz forveti olarak görülen Guivarc’h’lı Fransa’nın 1998’de Dünya Kupası’nı kazanmasını açıklayamayız. Arrigo Sacchi’nin dizilişini alıp, elindeki 3 Hollandalıyı da kaybetmiş olmasına rağmen Milan’ı dünyanın zirvesine çıkaran Fabio Capello’yu da, 4. ligden aldığı, ortalama oyunculardan oluşmuş Watford’u, oluşturduğu hücuma dönük ve pres ağırlıklı futbolla 5 yılda İngiltere’nin zirvesine oynatan Graham Taylor’ın yarattığı tabloyu da.

27 Mart 2011 Pazar

ZAFERE KAÇIŞ TAKIM KADROSU


















Oturanlar

Gunnar Hilsson (Hallvar Thoresen - Orta Saha - maça yedek başlamıştır)
Carlos Rey (Osvaldo Ardiles - Sağ kanat)
John Collby (C) (Michael Caine - Sol bek)
Luis Fernandez (Pele - Forvet)
Terry Brady (Bobby Moore - Orta Saha)
Pieter van Beck (Co Prins - Stoper)

Ayaktakiler soldan sağa

Doug Clure (Russell Osman - Stoper)
Michel Fileu (Paul van Himst - Sağ bek)
Sid Harmor (Mike Summberbee - Forvet)
Robert Hatch (Sylvester Stallone - Kaleci)
Arthur Hayes (John Wark - Orta Saha)
Paul Wolchek (Kazimierz Deyna - Orta Saha - maça yedek başlamıştır)
Erik Ball (Soren Linsted - Sol kanat)

Görüldüğü gibi takım 4-4-2 düzeniyle sahada yer almış, ayrıca bu posterde olmayan yedek kaleci Tony Lewis de İrlandalı kaleci Kevin O'Callaghan tarafından canlandırılmıştır.

Takımda filmin başrollerini de paylaşan Michael Caine ve Sylvester Stallone dışında, yedekler dahil tüm oyuncular gerçek hayattaki futbolculardır.

SPORTING LİZBON'DA KOLTUK KAVGASI




















Sporting Lizbon'da başkanlık seçimleri dün yapıldı. Seçimler öncesinde adayların neredeyse tümü teknik direktör adaylarını hatta bazıları getirecekleri futbolcuların isimlerini açıklamıştı. Favorilerden Bruno Carvalho'nun (resimde) teknik direktör adayı Marco van Basten'di. Van Basten geçtiğimiz hafta içi Lizbon'a geldi ve taraftarların coşkulu katılımıyla bir basın toplantısı düzenledi. St. Marco'nun yardımcısı dahi belliydi. 2001-06 arasında Maritimo'da top koşturmuş, sonra da bu takımda 2009-10 sezonunda antrenörlük yapmış, Portekiz futbolunu çok iyi tanıyan ve dilini de bilen, Mitchell van der Gaag (aşağıdaki yazıya dikiz) yanına oturacaktı. Ayrıca Carvalho'nun arkasında Rus sermayesinin de olduğu söyleniyordu ve önümüzdeki transfer döneminde 50 milyon euroluk bir transfer bütçesinin masada olacağı vaadi dolaşıyordu. Seçimde daha az şans verilen José Dias Ferreira'nın adayı Rijkaard'dı. Pedro Baltazar ise kazanması halinde teknik direktörlüğe Zico'yu getireceğini, ayrıca Royson Drenthe'yi de transfer edeceğini söylemişti çoktan. Yani bu işe ne sonuç olursa olsun bir yerinden Hollanda'ya dokunuyordu. Üstelik hem Rijkaard hem de Va Basten'in menajeri aynıydı, Perry Overeem. Ancak bir aday daha vardı. Henüz teknik direktör adayını açıklamamış olan ve "outsider" olarak görülen Godinho Lopes (aşağıda).
















Dün yapıldı seçimler
. 14.000 kişilik bir katılım oldu ve bu kulüp tarihindeki en büyük üçüncü katılımdı. Oy sayımı 20:00'de sona erdi ve sayım bittiğinde saatler bu sabaha karşı 04:00'ı gösteriyordu. Sonuçlar açıklanmasına yakın ortalık karıştı.

İlk önce saat 04:56'da sürpriz isim Godinho Lopes'in kazandığı açıklandı. Seçimden zafer bekleyen Bruno Carvalho yandaşları ile Lopes yanlıları birbirine girdi ve güvenlik kuvvetleri olaya müdahale etti. Ardından saat 05:15 sularında Lopes zafer konuşmasını yaparken, Carvalho taraftarları yeni seçilmiş başkanı istifaya çağırdı. Dakikalar sonra Lopes bir güvenlik çemberiyle beraber gizli bir odaya alındı. 05:24'te Bruno Carvalho kürsüye gelip kendi yandaşlarını sakin olmaya çağırdı ve resmi sonuçlar açıklanana kadar beklemelerini istedi.



















Dedikodular ilk sayımda Carvalho'nun 600 oyla kazandığını, ikinci sayımda ise Lopes'in 300 oyla öne geçtiğini, seçime hile karıştırıldığını söylüyor. Öyle ki Portekiz basını baskıya ilk sayım sonrası girdiğinden Carvalho'nun başkanlığını müjdeleyen sayfayla çıktılar okuyucularının karşısında.

























Godinho Lopes'in henüz hoca adayı belli değil ama Luis Felipe Scolari ya da Braga'nın hocası Domingos Paciencia'nın listenin başında olduğu, ayrıca Ezequiel Garay ve Hugo Almeida'nın da peşinde olduğu Portekiz basınınca yazılıp çiziliyordu

Gelişmeleri aktaracağız ama şimdilik Sporting'de Hollandalıların saltanatı askıya alındı. Kulüp bir çok olaya gebe orası belli ve birçok kişi seçimi aslında kazanan Carvalho'nun katakulliye kurban gitmesi sebebiyle maçlara gitmeme tehditini savuruyor.

26 Mart 2011 Cumartesi

KERAMET MİLLİYETTE DEĞİL DİLDE


















Türk futbolunda yerli ve yabancı tartışması yıllardır futbolcu bazında devam ediyordu. Bunun son 10 yılda teknik direktör bazında da tartışılmaya başlandığını gördük. Aslında bu moda bizde ilginç şekilde gelişti. 1980'li yıllar futbolumuzda Yugoların giderek sayısının arttığı bir dönemdi. Hem teknik adam hem de futbolcu olarak 80'lerin ortasında giderek trend olan bu dönem yabancı hocalara olan talebi de doğal olarak artırdı. Özellikle kariyerlerinin herhangi bir kısmında, milli takımlarla veya kulüp takımları ile başarılar kazanmış teknik adamlar, yolculuklarının son döneminde Türkiye'ye geldiler.

Tomislav Ivic, Milos Milutinovic, Branko Stankovic, Dorde Milic gibi isimler ilk gruba, Jupp Derwall ve Gordon Milne gibi isimler ise ikinci gruba dahildi. Bu teknik adamların bazıları hatırı sayılır başarılar elde ettiler. Jupp Derwall ise başlı başına, bugünkü modern Türk futbolunun babası olarak biliniyor. Derwall'in yanında yetişen Mustafa Denizli ve Sep Piontek'in yanında yetişen Fatih Terim yerli hocalara olan bakışı değiştirdiler. Yanına Şenol Güneş'in de eklenmesi, ülke tarihinin milli takım ve kulüp bazındaki en büyük başarılarının yerli hocalarla kazanılması gerçeğini ortaya çıkardı. Son 5 yılda ise kulüp yöneticileri dünya futbolunun çok önemli teknik adamları Türkiye'ye getirdiler. Ancak neredeyse tümünün başarısız olması bizim yüksek kariyerli hocaları dahi öğütebileceğimizi gösterdi. Nihayetinde bugün Süper Lig'de şampiyonluk şansını sürdüren 3 takımın da hocası yerli. Hagi'nin istifasıyla da tüm ligde görev yapan yabancı hoca sayısı 2'ye düştü.

Peki bu bundan sonra, kulüplerin yapması gereken seçimler konusundaki bir gösterge midir? Genel anlamda cevap vermek gerekirse hayır. Başarının anahtarı bir takımın kendi ülkesinden bir teknik adamı takımı başına getirmesi değildir. Futbol takımları milliyet kavramı üzerinden işlemezler. Burada esas olan dil ve bu dilin kullanımıdır. Kurumlar ve kurumlar içindeki iletişim bugün insan ilişkilerinin en önemli meşguliyet alanlarından bir tanesi. Birçok kurumsal şirket iletişim konusunda personeline eğitimler veriyor, paneller düzenliyor ve kurum içindeki komünikasyonu en üst düzeye çıkarmak için hem şekil kurallarını üzenliyor hem de iletişim kanallarını disipline ediyor. Futbol takımları da kurum içindeki iletişim kanallarının ve bu kanalların nasıl kullanılacağının mutlak surette tanımlanması gereken kurumlardır.















Türkiye'ye yurt dışından gelen teknik adamları, Türkiye'deki büyük kurumları satın alan yabancı sermaye devlerinin temsilcilerine benzetirim. Ülkeye gelirler, satın aldıkları kurumun sektöründeki şartları öğrenmeye başlarlar, çoğunlukla ülkedeki (örneğin finans) sistemin nasıl işlediğini görüp hayrete düşerler. Yanlarına bir tercüman verilir ama genelde bir arada dolaşırlar, eşleri birbiriyle buluşur. Dili öğrenmeye başlamaları onu bizlere yaklaştıran en önemli hamledir. Batılı teknik adamların kaderi de farklı değildir aslında. Dışarıdan geldiklerinde kendilerinden ufak çaplı bir mucize yaratmaları beklenir ama (hatta bazılarından geldikleri ülkenin futbol karakterini külliyen takımına transfer etmesi beklenir) şöyle bir sorun vardır. O teknik adam o kültürü ve o ülkeyi tanımıyordur. Verdiği direktife kendi ülkesindeki oyuncunun verdiği surat ifadesi ile Türkiye'deki oyuncunun verdiği surat ifadesi farklıdır. Bu süreçte iletişimin sağlıklı kalması için bir tek şey yeterlidir. Tarafların aynı dili konuşması. Yabancı uyruklu hocalarda pek mümkün değildir ama bu engel, onların yanına oturtulmuş, her 2 dili de konuşabilen oyuncularla aşılabilir. Michael Skibbe-Ümit Davala, Jupp Derwall-Mustafa Denizli bu anlamda çok iyi 2 örnekti. İlki başarısız ikincisi başarılı sonuçlar getirdi ama her ikisinin de örnek bir oluşum yarattığını söylemek lazım şekil açısından. Fatih Terim'in kulüp teknik direktörlüğündeki son başarılı performansının yaşandığı Floransa'da yanında Müfit Erkasap olduğu kadar yardımcılığı görevinde Antonio Di Gennaro'nun yer aldığını unutmamak lazım. Ve yine Jose Mourinho'nun gittiği her takımda yanına o ülkenin dilini bilen bir ismi oturttuğunu biliyoruz.

Sonuç olarak teknik adamları başarılı yapan şey onların milliyeti değildir. O teknik adamın elindeki kadroyla olan iletişimi ve tabii ki kendi oyun zekasını oyuncularına, her türlü ayrıntısı ile aktarabilmesidir. Kayserispor'lu futbolcuların bu sezon "biz sabırlı oynamayı ve oyunun her anında panik yapmamayı hocamızdan öğrendik" şeklindeki sözleri bir Gürcü hoca için söylemesi ilginçtir. Zira Şota Arveladze Türkçeye, ülkeye gelen yabancı antrenörler içinde belki en hakim isimdir. Dolayısıyla, yabancı dil öğrenimi konusunda çok da mesafe kat edememiş oyuncuların bulunduğu bir ülkenin teknik kadrolarındaki sorun yabancı veya yerli hoca bulunması değil. Kim olursa olsun, futbolcuların doğrudan, kendi dillerinde iletişim kuracağı ya da ortak bir dilin oluşturulduğu ortamdır. İngiltere'deki birçok yabancı teknik adamın, kadroda bulunan onca yabancı oyuncuya rağmen İngilizceyi takımın resmi dili ilan etmesinin arkasında bir amaç olmalı....

ESTADIO ROSABAL CORDERO

















Şehir içine stadyum dikilmez arkadaş...Buyur dikilmez...Kosta Rika takımlarından Club Sport Herediano'nun 15.000 kişilik stadyumu.Küçükken mahallede maçların devre arasında eve yemek yemeye giderdik ya, o hesap...

-Esteban gelsene oğlum...
-Annem izin vermiyo lan...
-Ya Rosa teyze maç yapıcaz n'olur
-Olmaz hadi siz de evinize bakiyim hadi, kapınızın önüne
-Lan Esteban topu at o zaman
-Yyyook yeeaaaa, enayi vardı

WT - THE UNFORGIVING: ALBÜM KRİTİĞİ

























4 senedir beklenen Within Temptation albümü sonunda pazartesi günü piyasaya sürüldü. 1 ay önce bir şeyler karalamıştık hakkında. Onları tekrar dile getirirsek Blood Rayne'in yazarı Steven O'Connell yazarlık, X-Men, Witchblade ve Darkness gibi çizgi romanların çizeri Romano Molenaar ise çizimleri üstlenmiş durumda. Zaten albümün ismi de bu 2 ismin yarattığı çizgi romandan geliyor. Albümle beraber 3 tane kısa film ve bir de çizgiroman piyasaya sürüldü. Bir konsept albüm. Sinead isimli bir süper kahramanın öldükten sonra dünyaya dönmesini anlatıyor. WT tarihinde bu tür ölümden sonra dünyaya dönmeler meşhurdur. Bkz Angels şarkısı ve videosu. Albümle beraber gelen 3 kısa filmden ikisi Mother Maiden ve Sinead isimleriyle piyasaya sürülmüştü. Triplets ismindeki üçüncüsü de albümle birlikte piyasaya sürülen DVD'de mevcut. Bu 3 kısa filmle beraber çekilmiş Faster, Shot In The Dark ve Sinead isimli videolar da video sitelerinden görülebilir. İsimlerin üzerine tıklayarak youtube'a gidebilirsiniz. Bu kısa film ve çizgi roman işinde tabii katetmeleri gereken bir yol var ancak konsept albüm anlamında yola çıkmaları sebebiyle en azından bir bütünlük oluşturuldu. Ben ilk önce bütün bu yan ürünlerden bağımsız çıkıp albümü dinleyin derim. Ancak bu şekilde yorum yapmak mümkün.

Şimdi bu albüm yüksek ihtimalle 3 gruba ayıracak insanları. Within Temptation'ı ilk piyasaya çıktığı günden beri takip eden, onları Senfonik Metal ile tanıyan Mother Earth ve Silent Force gibi 2 müthiş albümle aşık olmuş insan grubu. Bir kere ben bu gruptayım ve The Heart of Everything albümü, düet denemeleri, Sharon den Adel'in Armin van Buuren'le ortaklığı derken her geçen albümün biraz daha yumuşayacağını biliyordum. Nitekim bu albüm de beklediğimi bana gösteriyor, ama bundan pek korkmuyordum çünkü WT dönüşürken de işini iyi yapıyor. Birçok sıkı hayran bu albümde artık ortada metal diye bir şeyin kalmadığını, rocka ve hatta bazıları popa döndüğünü iddia ediyor. Popa döndüklerini söylemek biraz zorlama oluyor. Ama artık metal ile rock arasında bir yerlerde dolaştıklarını söylemek mümkün. İkinci grup bu dönüşüme eyvallah diyen ve "adamlar öyle ya da böyle güzel müzik yapıyorlar" diyerek sahip çıkacak insanlar. Bir de bu albümle Within Temptation'ı yeni tanıyacak ve albümü çok beğenecek ama eski albümleri dinleyince onları çok sert bulacak bir grup var. Ben dediğim gibi grubun çok değiştiğini kabul ediyorum ve hatta evet keşke bu güzel şarkıları hala bir senfonik metal grubu olarak yapsalardı diyorum ama şarkılar o kadar sağlam ki yine de alıp üstüste dinlemekten kendimi alamıyorum.

Şarkı şarkı gideceğim

Why Not Me: Albümü açılışını, Sinead isimli kahramanımızın yaşlı sesi yapıyor. 36 saniyelik bir monolog.

Shot In The Dark: Enfes bir giriş şarkısı. Sharon den Adel'in müthiş sesi, enfes bir gitar solosu, tipik bir WT şarkısı. Eski günlerle hala bağlantısı olan şarkılardan. Grubun saf hayranları memnun kalacaktır.

In the Middle of the Night: Grup tarihinin en hızlı şarkılarından. Bu şarkıyı daha çok senfonik-power metal sınıfına oturtmak lazım. Nightwish Tarja Turunen zamanı böyle şarkılar yapardı. İyi açılış devam ettiriliyor.

Faster: Albümün ilk piyasaya sürülen şarkısı. HIM-Wicked Game benzerlikleri konuşulan ama yine susup sonuna kadar büyüsüne kapılıp gideceğiniz bir şarkı. Sharon den Adel yine müthiş icra etmiş şarkıyı, zaten hangi şarkıyı etmiyor ki.

Fire and Ice: 3 şarkılık tempodan sonra bir balladla devam ediyor albüm. WT'nin her albümde bir vurucu yavaş şarkısı vardır. Bence bu albüm kontenjanı Fire and Ice'a ait değil ama yine de ben Caged tınılarını taşıdığını düşünüyorum ve geçer not veriyorum.


























Iron: Tekrar gaza basıyoruz. Albüm başladı, Black Pearl "Kağızman mı bu?" dedi. Kesinlikle eski tip bir WT şarkısı. Emektar hayranlar bile bu şarkıya burun kıvıramaz.

Where is the Edge: Bunun da kardeş şarkısını Jillian olarak ilan ediyorum. Albümün, aynı tempoda devam ediyoruz diyen şarkılarından

Sinead: İşte en çok tartışılan şarkılardan birisi. Sebebi şarkının kendisi olduğu kadar videosu. Video bir diskotekte geçiyor ve aslında oldukça kanlı bir hesaplaşmayı anlatıyor ama WT eşliğinde dans eden insanlar görününce hayranların en çok kazan kaldırdığı iş oldu bu. Hollanda'nın ünlü heavy dergisi Ardshock "Within Temptation dans pistine göz kırpmış bu şarkıyla" diyor. Haklılar. Ha birisi çıkıp "ulan 80'lerde böyle şarkılara tapıyordunuz" dese sesim çıkmaz. Klavye düzenlemeleri direk 80'leri hatırlatan bu şarkıya ne diyeceğimi şaşırdım. Bana "WT nedir?" deseler hayatta adını anmam ama konserde çalsa tepinirim....

Lost: İşte albümün ağır tıp balladı bu. Gidin sevdiğinizle dinleyin işte, hoş hikayesi aşkla alakalı değil onu belirteyim.

Murder: Bana girişi Iron Maiden'ın Blaze dönemindeki şarkılarını hatırlattı. "Jın Jın Jın Distorşın" şeklinde devam edişi ve Sharon'ın sesini en iyi kullandığı şarkılardan birisi olmasıyla albümün sonuna bizi hazırlıyor. Sinead'ın düşmanlarndan öcünü alışını anlatıyor. "I'm killing them all, I put my soul on the line, I purify my sins, That I committed in life......."

A Demon's Fate: Sinead cinayetlerden sonra dünyanın düzenine lanet ediyor ve dünyadaki cehennemden bahsediyor. Enfes bir şarkı olduğunu düşünüyorum, senfonik öğeleri arayanlar mutlaka aradıklarını bulacaklar. Bittiğinde kulaklarınız son şarkıya çoktan hazır oluyor.

A Stairway to the Skies: Sinead göğe yükselirken albüm de kapanıyor. Cennet kapısına bir adım uzaktayken albüm bitiyor....My angel is coming down from heaven to take me, I reach out but then you fade away, Whenever you call for me, Know that I'm only one step behind

























Bir kere albümün tümünde sadık kaldıkları konseptten ötürü kutlamak gerekiyor grubu. İtiraf edeyim, tek bir larkıyı bile sıkıldığımdan dolayı geçmedim. Bazıları ise başlı başına müthiş şarkılardı. Evet bugün grubun resmi sitesinin google tanıtımında "gotik rock" grubu yazsa da Sharon den Adel'in sesi böyle olduğu sürece ve böyle iyi işler yaptıkları sürece benim için en tepede olacaklar....Albüme notum 8,5/10. Ki benim tarihte 10/10 verdiğim toplasan 10 albüm vardır, o yüzden değerini bilin....

EREDIVISIE'NİN 10 GENÇ YETENEĞİ

















2010-11 sezonu Eredivisie için çok büyük sürprizleri olan bir sezon değildi. Geçtiğimiz sezonun Avrupa'daki 2 büyük şampiyonu Bursaspor ve Twente'den sezonu sonuna kadar sürdürme havası veren FC Twente oldu. Başkan Joop Munsterman ve yeni teknik direktör Michel Preud'homme ne transferde ne de diğer alanlarda maceralara girmediler, futbolcular kendilerini şampiyon yapan Steve McClaren'in arkasından bir "Don Revie Sendromu"na girmediler. Sonunda takım şampiyonluk yarışının içinde. Daha da önemlisi nisan ayına gelmemize rağmen 3 kulvarda da yarışa devam ediyor. ADO Den Haag sezonun en büyük sürprizi oldu. Kariyerinin sonlarında yolu İstanbulspor'dan da geçen John van der Brom, AGOVV Apeldoorn ile Jupiler League'de yaşadığı başarılardan sonra (takım son sezonunda play-off'a kalmıştı) Hollanda'nın en büyük üçüncü kenti ve hükümetinin merkezinin bulunduğu kenti tekrar ayağa kaldırdı. 5. sıradalar ve Avrupa Ligi vizesini kovalıyorlar. Bundan 5 sezon önce sonuncu olarak küme düşmüşler, geri döndükten sonra 13.lükten yukarı çıkamamışlardı. Takımın en son 5. sırada ligi bitirdiği sezon 1972-73 sezonuydu. Tarihlerinin en iyi derecesi de 1960'larda 3 kez elde ettikleri üçüncülük. Kısacası 40 yıla yakın bir süre sonra taraftarlarını mutlu etmeyi başarabiliyorlar. 11 yıl önce Şampiyonlar Ligi'nde oynayan Willem II ise adım adım ikinci lige doğru uçuyor.

Hollanda'nın son yıllarda oyuncularını parlattıktan sonra yurt dışına pazarlama yaşı oldukça düştüğünden, gençlerin A takımda şans bulma yaşları da giderek düştü. Royson Drenthe Real Madrid'e transfer olduğunda 20, Robin van Persie ise Arenal'e transfer olduğunda 21 yaşındaydı. Bu yaşlar 90'ların ortasında biraz daha yukarıdaydı. De Boer kardeşlerin ülke dışına çıkması 28'i bulmuştu örneğin. Sezonun bitmesine 6 hafta varken öne çıkan oyuncuları bir tarayalım.

1-Nacer Chadli: Dün deplasmanda Avusturya'yı 2-0 mağlup ederek grupta önemli bir avantaj yakalayan Belçika'nın ilk onbirinde sahadaydı. Chadli Fas milli takımının da formasını giymişti aslında 1 kez, ancak bu maçın resmi bir maç olmaması sebebiyle halen varolan Belçika'yı seçme şansını kullandı. Yukarıda bahsettiğimiz, Jon van der Brom'un Apeldoorn döneminde en büyük kozlarından birisiydi. Ligin ilk yarısındaki performansı, ikinci yarıda biraz düşse de 21 yaşındaki oyuncu bu sezonun en büyük çıkışlarından birisi olduğnu kabul ettirdi. Milli takımın Belçika ile Brüksel'de oynayacağı maçta başımızı ağrıtabilir ama karşısında Gökhan Gönül'ün olması onu muhtemelen durduracaktır.

2-Luc Castaignos: Castaignos'un adını ilk kez zikrettiğimizde 2 yıl önceydi ve o zamanlar geleceğin Hollanda milli takımında mutlaka yer bulacağını söylemiştik. Feyenoord altyapısından yetişti, geçtiğimiz sezon ilk kez A takıma çıktı. Henüz 18 yaşında olmasına rağmen 4 Martta Inter'e imzayı attı. Sezon sonuna kadar Feyenoord'da kaldıktan sonra Milano'ya uçacak. Bir Balotelli olmayacak bndan eminiz. 17 yaş altı takımında oynadığı toplam 17 maçta 13 gol atmıştı ki, takımın tarihinde böyle bir ortalamayı kimse tutturmamıştı. Feyenoord kariyerinde çoktan 10 gole ulaştı. 1.87 boyunda, babası Fransız, annesi Cape Verde adalarından ve aynı zamanda İtalyan pasaportu var. Böyle bir sentezden çıkabilecek en iyi yeteneklerden birisi. Zaten tipik bir Hollandalıdan çok Fransızların uzun boylu güçlü forvetlerini andırıyor. Henry'le karşılaştırılması kaçınılmazdı.
















3-Kolbeinn Sigþórsson: Evet İzlanda hala yurt dışına oyuncu ihraç etmeye devam ediyor. AZ onu daha 15 yaşındayken ülkesinin Handknattleiksfélag Kópavogs takımından aldı. Şu an 21 yaşında. Bu sezon A takıma çıktı, Venlo'ya attığı 5 gol onu, Eredivisie tarihinde Afonso Alves'ten sonra bir maçta 5 gol atan ikinci yabancı yaptı. Kulüp tarihinde son kez bir maçta 5 gol atan oyuncu ise, 33 yıl önce bunu başaran Kees Kist'ti ve ne ilginçtir ki o da bunu Venlo karşısında başarmıştı. İzlanda milli takımında da gollerine başladı. Bu sezon attığı 11 golle takımının en golcü ismi. Şota'yı örnek aldığını söylüyor kendisine.

4-Christian Eriksen: 2010 Dünya Kupası'nın en genç oyuncusuydu. Umarım bu unvan onun üzerine "Genç Semih" gibi yapışmaz. Ajax'ın geçtiğimiz sezon yaptığı en iyi iş, onu A takıma yavaş yavaş yedirmek oldu. 16 yaşında Odense'den gelen oyuncu bu sezon takımın ilk onbirine iyice oturdu. Rio Ferdinand şubat ayında Danimarka ile oynadıkları ve 2-1 kazandıkları maçtan sonra Eikssen'e Twitter hesabından övgüler yağdırdı. Ona övgü gönderenler arasında Frank Lampard da vardı. İngiltere'nin en önemli 2 oyuncusu ona övgüleri gönderince Premier Lig kulüpleri de peşine düştü. 2015'e kadar kontratı var. Ajax kendisini sağlama almış durumda. Fizik gücünü kesinlikle geliştirmesi gerekiyor.

5-De Jong Kardeşler: Siem Ajax'ta, Luuk ise Twente'de. Kupa finalinde karşı karşıya gelecekler mayıs ayında. Siem geçtiğimiz yıl kupa finalinde Feyenoord'u yıkmıştı, Luuk ise Johan Cruijff Kupası'nda (bir nevi Süper Kupa), maçın tek golünü atıp Ajax'ın elini boş göndermişti. Siem 22, Luuk 20 yaşında. Luuk hücum hattında uzak forvet olarak oynayabiliyor, Siem ise bir nevi sahte 10 numara. Beraber oynarlarsa büyük işler başabilirler. Her ikisi de milli takım formasını Bert van Marwijk'ın ufak çaplı yenileme çalışmaları sırasında giydiler.

6-Jeremain Lens: Hollanda standartlarına göre pek genç sayılmaz ama patlamasını bu sezon yaptı. AZ'le yapılan Dirk Marcellis takasında PSV'ye geldi. Aslında her 2 taraf da bu transferden kârlı çıktı ama PSV'ninki biraz daha fazla. Bu sezon Eindhoven takımının değişmez oyuncularından. Geçtiğimiz hafta Rangers deplasmanında attığı golle takımını çeyrek finale taşıdı. 22 yaşında. PSV şampiyonluğa ulaşırsa, İskoçya'daki asistin sahibi Dzsudzsák'la beraber buna en çok pay sahibi oyuncu olacak. Arada kanunla başı derde giriyor (ehliyetsiz araba kullanma ve hız yapma gibi) ama o kadar olur, en azından Eindhoven'dan Groningen'e bastı mı 1 saatte gitmiyor.















7-Oussama Assaidi: Gerets'in yeni yıldız adaylarından. Fas milli takımına çağırdı Cezayir maçı için. Hollanda alt yaş gruplarında forma giymişliği var. Heerenveen'in bu sezon en çok gol pası veren ismi. 22 yaşında. Bunun yanında 6 golün de altına imza koydu. Heerenveen'den çok Fas için neler yapacağını merak ediyorum. Cezayir maçı onun ilk kez milli formayı giyeceği maç olabilir.

8-Dusan Tadic: Heerenveen'in transfer politikasındaki kardeşi ve benim deyimimle Hollanda futbolunun Gaziantepspor'u Groningen'in geçtiğimiz yıl FK Vojvodina'dan transfer ettiği Sırp oyuncunun bonservisine 1.3 milyon euro ödendi. O da 5 gol ve onu dalında zirveye yerleştiren 13 asistiyle bu parayı geri ödedi. Takımı lig dördüncüsü. 22 yaşında olması muhtemelen Kuzey Hollanda takımının onu 1-2 sene içinde minimum 5 milyon euroya satacağını müjdeliyor. Milli takım formasını 2 kez giydi.

9-Nikolay Mihajylov: Listedeki kaleci kontenjanını dolduran isim. Kulüp için bir efsane gelen Sander Boschker'den kaleyi devraldığında Twente taraftarları biraz düşünceliydi. 1994 Dünya Kupası'nda dördüncülüğü kazanan Bulgaristan'ın kalesini koruyan, kaptanlığını yapan ve ülke tarihinin en çok milli formayı giymiş olan ismi Borislav Mihaylov'un oğlu olması genç yaşta geçtiği Levski kalesinde taraftarlarla sorunlar yaşamasına sebep oldu. Liverpool onu İngiltere'ye getirdi ama Reina varken forma giymeis çok zordu. Twente onu önce kiraladı sonra da 1.8 milyon euroya bonservisini aldı. Ligin gol yeme ortalamasında Stekelenburg'un ardından ikinci sırada. 2012 elemelerinde Bulgaristan'ın kalesine geçti. Bunda babasının Bulgaristan Futbol Federasyonu'nun başkanı olmasından çok kendi yeteneğinin etkisi var.

10-Ricky van Wolfswinkel: İlk yarıda öyle bir patladı ki tamam dedik yeni Marco van Basten geliyor. Bu rüzagrla milli takıma da seçildi. Sonra ikinci yarının başında duraklama dönemine girdi. Son haftalarda biraz toparlandı. Sakatlıkların da etkisiyle gol krallığı listesinde geride kaldı ama 17 maçta attığı 12 gol hala çok iyi bir rakam. İyi de bir penaltıcı, zira gol krallığı listesinde gollerini en fazla penaltıdan atan isim. Önümüzdeki sezon onun ne yapacağı ile ilgili çok önemli bir gösterge olacak. Takım bazında bir atlama yaparsa onun kariyerine olumlu yansıyabilir. 22 yaşında.

25 Mart 2011 Cuma

GERETS BİNAYI DİKİYOR

























Eric Gerets'in Fas'ı pazar günü ülke tarihinin en önemli maçlarından birisine çıkıyor. Geçtiğimiz ay Nijer ile oynanan ve Fas'ın 3-0 kazandığı maçta takımının ilk kez formasını giyen, Standard Liege'li Mehdi Carcela-Gonzalez "bu maçı kazanmak bazıları için Dünya Kupası'na gitmekten daha önemli" diyor. Kuzey Afrika ülkelerinin arasındaki maçların kendi arasında müthiş bir heyecanı olduğunu, 2009'un sonunda oynanan 2 Mısır-Cezayir maçından biliyoruz. O günlere geri dönmek isteyen buradan buyursun. Özellikle Mısır'daki maç tarihe geçen bir maçtı. Cezayir bölgedeki bir başka ezeli rakibiyle 2012 Afrika Kupası elemelerinde eşleşti. Fas 2004 Afrika Kupası finali oynamasından bu yana (Tunus'a kaybetmişlerdi), bu kupada ilk turu bile geçemedi ve hatta son kupaya katılamadı. Dünya Kupası'na gelince de benzer bir tablo var. Son kez katıldıkların yıl 1998'di ve Naybet, Hadji, Chibba, Bassir gibi isimlerin olduğu nesildi. O nesil kapanınca Fas son 3 kupaya gidemedi. Eric Gerets Fas'ın kaderini değiştirmek için görevde. Takım Afrika Kupası eleme grubunda lider Orta Afrika Cumhuriyeti ile aynı puana sahip.

Gerets'in yaptığı en önemli değişiklik takımı gençleştirmek ve Avrupa'da oynayan yetenekli gençlere yer vermek oldu. Ayrıca Hiddink'in yaptığı gibi, Avrupa'da doğmuş ve futbol eğitimini orada almış gençleri Fas tarafına çekti. Lens altyapısından yetişen, 18 yaşında iken Tottenham'ın kaptığı ve bugün birçok Avrupa devinin merceğinde olan Adel Taarabt, Fransa'da 16, 17 ve 18 yaşaltı milli takımlarının formalarını giymişti. Mehdi Cercela'nın hem Belçika hem de İspanyol pasaportu var ve Belçika 21 yaş altı takımında oynadı. Şu anda Montpellier forması giyen Younes Belhanda Fransa ümitlerinde oynamıştı. Gerets'in takımında 35 yaşındaki kaleci Nadir Lamyaghri'yi bir kenara bıraktığınızda, Cezayir maçının aday kadrosunda yer alan en yaşlı isim, Mustapha Hadji'nin 31 yaşındaki kardesi Youssouf Hadji. Chamakh, Boussoufa ve bu maçın aday kadrosunda yer almayan El Hamdaoui gibi isimleri de eklediğinizde Belçikalı hocanın elinde iddialı bir kadro var.

Cezayir-Fas maçı 27 Mart pazar günü, TSİ 22:00'de.

Sfenksi Sallayan Bir Maç

23 Mart 2011 Çarşamba

HEGEMONYA YILLARI



















Geçtiğimiz yıl Bursaspor'un girdiği yolu sadece Türkiye'de değil Avrupanın hemen hemen her ülkesinde insanlar ilgiyle takip etti. Türk futbol tarihinde, 1959-60 sezonundan geçtiğimiz sezona kadar düzenlenen ligde 4 büyük dışında hiçbir takım şampiyon olamamıştı. Bursa'nın yıktığı bir dolu tabu oldu zaten ama sırf bu bile bütün hikayelerin giriş paragrafına yazılacak bir istatistik olacak. Bu 4 takımın arasına, bazen Gençlerbirliği, Gaziantepspor, Kocaelispor, Sivasspor gibi takımlar girmeyi denediler ama hiçbirisi mutlu sona ulaşamadı. Avrupa futbolunda son birkaç yıldır ortaya çıkan sendrom ise liglerin güçlü ekiplerinin tepeye ambargo koyması ve aralarına hiçbir takımın girememesi. Öreğin 2004-05'te Premier Lig'i dördüncü bitiren Everton'dan beri hiçbir takım, kafaya oynayan 4 ekip Manchester United, Chelsea, Arsenal ve Liverpool'ın arasına girememişti. Geçtiğimiz sezon Tottenham bu gidişi bozdu. Bu tür bir örnek Avrupa'nın büyük liglerinde pek görülmedi. Görülse de bu kadar uzun süreli olmadılar. Örneğin 1954-57 arasındaki 3 sezonda Athletic Bilbao, Barcelona, Real Madrid ve Sevilla ilk 4 sırayı parsellemişlerdi. 1981-85 yılları arasında da İskoçya'da Old ve New Firm takımları Aberdeen, Celtic, Dundee United ve Rangersilk 4 sırayı parsellemişlerdi. Bu seriyi 1985-86'da lig ikincisi olan Hearts bozdu.

Türkiye'de de benzer bir dönem var. 4 büyük takım tüm şampiyonlukları elinde bulundurmakla kalmadılar, 1993-97 arasında 4 sezonda da aralıksız ilk 4 sırayı kimseye bırakmadılar. Ama rekor Portekiz'de. Belenenses, Benfica, Porto ve Sporting Lizbon 1951-60 arasında tam 9 sezon üstüste ilk 4 sıradan inmediler. Belenenses bu dönemde şampiyonluk çıkaramayan tek takım oldu (tek şampiyonlukları 1945-46 sezonunda, zaten Portekiz'in 3 devinin dışında o günden beri şampiyon olan tek ekip 2000-01'de şampiyon olan Boavista'ydı). Bu seriyi bozan 1960-61 sezonunda dördüncü olan Vitória oldu. Zaten Belenenses de o sezon beşinci olmuştu.

GALATASARAY ICIN 10 HOCA ADAYI

















Gheorghe Hagi son 2 gunde kac kere gitti geldi bilmiyorum. Takimdaki dezenformasyon bolluguna mi yanayim, Adnan Polat'in "danismani Adnan Sezgin'le hoca uzerine gorusecek olmasina" mi yanayim bilmiyorum. En son gectigimiz cuma gunu Fenerbahce'ye maglup olunmasi sonrasi Daum'a Florya 'nin anahtarinin verilecegi soyleniyordu. Sanki Carkifelek'ten Toros kazanmis da Tarik Tarcan anahtarini veriyor. Daum, Skibbe'den bosalan Eintracht Frankfurt koltuguna oturdu anahtar ortada kaldi. Ilginc olan o tarihten beri benim ortada pek bir yabanci hoca ismi gormemem oldu. Hatta Magath bile birkac gunlugune bosa cikti, Van Gaal'in hala ne yapacagi belli degil ama herhalde Rijkaard'dan sonra ikinci bir Hollandaliyi kimse yemez diye ustune gitmiyorlar. En son bugun bir Hiddink lafi ortaya atildi ama Varseveld'linin derdi Turkiye sonrasi emeklilik oldugu icin o is de havada kaldi. Simdilik Tolunay Kafkas, Ertugrul Saglam, Hikmet Karaman, Abdullah Avci ve "default"aday Fatih Terim isimleri ortada. Bir 10 isim de benden geliyor. Adnan Polat, Sezgin'e degil asagidaki listeye danissin.

1-Hassan Shehata: Bir kere din kardesimiz, ikincisi UEFA kadrosundan hicbir futbolcu eskisi gikini cikarmaz. Yanina da Hakan Sukur'le Arif Erdem'i ayarladik mi ver elini Juan Pablo Pino ile Inanc Dunyasi. Basari desen basari o da var. 3 kez ustuste Afrika Kupasi sampiyonlugu.

2-Kurban Berdyew: Son 2 yilda attigi kornerlerin tumu on direge olan, orta sahada virtuozleri bulunan, Aydin gibi bir genc dinamoya sahip takima kenarda elinde ancak tesbihli bir adam tahammul eder. Rubin Kazan'in hocasi buraya gelsin, her mac butun sureleri 3'er kez okur.

3-Raymond Domenech: Damdan dusen damdan dusenin halinden anlar. Ayrica futbolculugunda sampiyonluklar gordugu biyigini da gonlunce uzatabilir. Hem burda futbolcu hocanin anasini sanamaz ama hoca futbolcununkini serbestce anabilir. Orgutlenme ve toplu antrenman boykotlari konusunda tecrubeli.

4-Todor Veselinovic: Fenerbahce lanetini bir anlamda baslatan adam. Kazim'in geldigine inaniyorsun da Veysel'e neden inanmiyorsun. 80 yasinda ama bizim ulkede ayni yastakiler hala parti lideri, futbol takimi neymis.

5-Celal Kibrizli: Teknik direktorden cok Kapalicarsi'da gun boyu yan dukkan esnafiyla sohbet eden ve her gelene "madem hemserisin sana bir guzellik yapayim, bu carsida daha ucuzunu bul yari fiyatina vericem" muhabbetini yapan emekli dukkan sahibi havasindaki Kibrizli Sekerspor'da yarattigi tiki taka'yi neden Florya'da yaratmasin.

























6-Phil Jackson: Tamam birisi basketbol oburu futbol ama 21 yilda 11 sampiyonluk ne demek. 2 senede bir sampiyon oluyor adam. Ayrica bunlar degisken adamlar. Basketbolu birakip beyzbola gecen var, futboldan NFL'e gecen var. Uyum sorunu olmaz. Hem NBA'den bir adam olursa belki 1.65'lik adamlar sirik stoperlerin arasindan kafa vuramayabilir.

7-Hayrettin Demirbas: Evet kaleciliginde cok "yapma" dedik', bugun de "yap" diyelim nedir. Yuzune hic gulmeyen kisfmet bugun gulebilir. Hem grupculukla, entrikayla isi olmaz, en fazla kendisini kadroya almayan hocayi Belgrad ormanlarina dovmeye gider.

8-Adnan Oktar: Futbolcu motivasyonunda aranan kan......Harry Kewell: Hocam nerde oynuyorum ben.....Sennnhhhh, asiri derecede sevimli bir seysin, yani tarif edilecek gibi degil....ve benim Neill'im.....eh severim ben senin guzel canini...kedi canini senin....Hem listedekilerin icinde resmen hoca olan tek isim, kursa falan da ihtiyaci yok.

9-Jupp Derwall: Dua ediyorum hayatta degil, yoksa efsanelerini bitirme konusunda bu derece azimli bir kulubun gazabindan kurtulamazdi. Rahat uyusun.

10-Bay Miyagi-Daniel San: Amerika dedik fethettiler, Japonya dedik fethettiler, sonra ucuncu filmde bir yeri daha fethettiler ben hatirlamiyorum kopmusum seriden. Hem Nevat Ayaz ilkogretim okulu 2-A sinifinin tembellerinin oturdugu arka siraya donen (4 kisi otururdu lan) sakatlar ordusunu da tuzlu suyla tedavi etme sansi var. Daniel-San'i niye yazdim bilmiyorum, Kartal Vurusu'nu ogretebilir gerci.


22 Mart 2011 Salı

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-53




















1968-69 yılında Bundesliga şampiyonu olan Bayern Munich, sezon boyunca sadece 13 oyuncu kullanarak bu alanda bir rekorun altına imza koymuştur. Bu oyuncular şunlardır: Sepp Maier (34 maç), Dieter Brenninger (34), Franz Beckenbauer (33), Peter Kupferschmidt (22), Gustav Jung (4), Gerd Müller (30), Rainer Ohlhauser (34), Werner Olk (34), the brilliantly named Peter Pumm (34), Franz Roth (34), Gustl Starek (34), Helmut Schmidt (21) and Georg Schwarzenbeck (34). Sezon boyunca 8 oyuncu her maçta forma giymiş, üstelik bu 8 oyuncudan Maier, Pumm, Schwarzenbeck, Brenninger ve Ohlhauser tek bir dakika bile kaçırmamıştır. Bayern sezon boyunca toplam 8 değişiklik yapmıştır (o zamanlar maç başı 2 değişiklik hakkı olmasına rağmen).

Seyir Defteri

BLOOD CEREMONY - LIVING WITH THE ANCIENTS

























İnsanın ilk albümünden itibaren alıp gelişimine tanık olduğu gruplara olan sevgisi bir başkadır. İlk bölümünden itibaren izlenen dizi de böyledir misal. Bugünlerde bir dizi sayesinde tanınan Pilli Bebek bizim için öyledir misal. Pilli Bebek şarkılarıyla coşmamızın ucu 1998 yılına uzanır bizim. Ankara'nın efsane mekanlarından SSK İşhanı'nın en üst katındaki Baraka'da az şahit olmamışızdır kendilerine. 12 yıl sonra tanıdı Türkiye onları, şimdi yeni bir grup olarak biliniyorlar halbuki piyasadaki bir dolu gruptan daha eskiye dayanıyorlar.

2,5 sene önce bloga daha emeklerken yazdığımız Blood Ceremony'nin ikinci albümü geçtiğimiz hafta piyasaya sürüldü. Living With the Ancients. O yazıya da yazmıştık, Jethro Tull'un heavy metal alemindeki mirasçısı desek daha iyi bir tanım olamaz herhalde Kanadalı grup için. İşin içinde çok net bir Black Sabbath etkisi de var tabii. Birçok metal otoritesi dergi grubun ikinci albümüne ilkinden daha yüksek not verdiler. Ben aynı seviyeye koyuyorum her ikisini de. Albümü hala özümsemekle meşgulüm. 14 Nisanda Tilburg'a geliyorlar Roadburn Festivali kapsamında, biraz daha yukarılara gelmesini bekleyelim. Aşağıya da son albümün enstrümental parçası The Hermit'i alalım.

AJAX'A YOLLANAN TEHDİT MEKTUBU


























Tarih Nisan 1970. Ajax kulübüne yukarıdaki resimde de gördüğünüz bir mektup ulaşıyor. Mektupta yer alan mesaj açık. "O yahudi emparyalist mabedini yerle bir edeceğiz". Ajax'ın maçlarını oynadığı De Meer Stadyumu'na düzenlenecek bir terör saldırısının tehditi bu. Futbolcular Johan Cruijff, Sjaak Swart, Piet Keizer ve Bennie Muller de benzer tehdit mektuplarını alıyorlar. Onlara gelen mektupların da içeriğinde takımın şampiyon olması halinde hepsinin öldürüleceği yazıyor. Mektupların kaynağının Filistinli El Fetih örgütünün Avrupa şubesi tarafından gönderildiği sanılıyor.

Bu mektuptan kısa bir süre önce, 13 Nisan 1970'de kulüp başkanı Jaap van Praag bir maç sırasında stadyumda bomba olduğuna dair bir telefon alıyor. Bu telefonu ciddiye almıyorlar ve stadyumu boşaltmıyorlar. Bomba ihbarı yalan çıkıyor tabii. Ardından kendisine çocuklarının kaçırılacağına dair bir mektup gönderiliyor. Van Praag onu da ciddiye almıyor. Çocuklarının da başına hiçbir şey gelmiyor. Polis teşkilatı parmak izi araştırması için hiçbir mektuba dokunmamalarını salık veriyor bu olaylardan sonra. Sjaak Swart'A giden mektuplardan birinde yahudilere ağır hakaretler bulunuyor hatta bazıları "gaz odalarını unutmayın, Almanların başladığı işi El Fatah bitirecek" şeklinde iddialar içeriyor. Aslında yahudi olmayan Nico Rijnders gibi futbolcular da "yahudi takımında neden oynuyorsunuz, bu yüzden cezalandırılacaksınız" türünde mesajlar alıyorlar.

Aşağı yukarı 1 yıl sonra, Hollanda'nın kuzeyindeki Kennemerlamnd bölgesinde yaşayan 32 yaşında bir adam tutuklanıyor. Bu şahsın, Hollanda çapında, kraliyet ailesi üyeleri dahil toplam 700 kişiye bu türde tehdit mektupları gönderdiği anlaşılıyor. 1 Ekim 1971'de tutuklandığında suçunu itiraf ediyor. Olay kapanıyor.

Hazır yeri gelmişken belirtelim. Ajax hiçbir zaman Holanda'nın diğer takımlarına oranla daha fazla yahudi oyuncuyu bünyesinde bulundurmamıştır. Kulübün kurucuları arasında dahi yahudiler çoğunlukta değildir. Evet Bennie Müller, Sjaak Swart, Jaap van Praag, diğer başkanlardan Uri Coronel yahudidir ama örneğin kulübün son bilinen yahudi oyuncusu Daniel de Ridder'dır. Bu bir tür adının çıkması olayıdır. Birçok Amsterdamlıya göe bu lakabın sebebi şudur. Ajax taraftarları 2. Dünya Savaşı sırasında maçlara giderken, Nieuwmarkt adında, "Jodenhoek", (Yahudi Muhiti) olarak da bilinen bir bölgeden geçmişler ve o dönemlerde maçlara giderken "Yahudilere gidiyoruz" şeklinde halk arasına yayılmış bir kalıbı kullanmıştır. Ajax'ın üzerine yapışmış bu "yahudi" iddiasının en önemli sebebi budur.

POLONYA TRİBÜNLERİ - 3








Şubat ayındaki Zaglebie Lubin - Korona Kielce maçından. Deplasmandaki Kielce taraftarları.


21 Mart 2011 Pazartesi

YOUSSOUF FALIKOU FOFANA









Galatasaray 1988-89 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Monaco ile eşleştiğinde, bizi teslim alacağına kesin gözüyle bakılan adamdı Fofana. 2 maçta da gol atamadı, Monaco'nun tek golü o zamanlar 23 yaşında adını duyurmaya başlamış George Weah'dan gelmişti. Fofana Monaco'da 8 yıl top oynayıp Bordeaux'ya transfer olduktan sonra soluğu Karşıyaka'da aldı.

TÜRKİYE'DE FUTBOL YAYINCILIĞI ÜZERINE

























17 Mart 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

Program devam ederken konuklardan bir tanesi çorba içmeye başlıyor. Ardından bir diğeri Analı Kızlı olarak bilinen çorbanın kökenini sormaya başlıyor. Hummalı bir tartışma başlıyor bununla ilgili. Derken tartışan konuklardan bir tanesi program sunucusuna stüdyoda su kalmadığını belirtiyor. Lafı bitti derken, aynı kanalda, bir başka programa başlayacak bir kadın elinde kahve tepsisiyle içeri giriyor. Konuklara kahve servisi yapıyor. Çorbanın kökeni tartışmasına o da katılıyor. Çorba, kahve eşliğinde program devam ederken, sonlara doğru ülkedeki bir şarkıcıya yapılmış saldırı haberi seyirciye iletiliyor. Muhabbetin konusu değişiyor. Konuklar saldırıyı yapan kişinin dürbünlü tüfekle mi kalaşnikof mu kullandığını, işin mafya tarafından yapılıp yapılmadığını tartışıyorlar...Program bitiyor...'Yörelerimiz Yemeklerimiz' ile başlayıp 'Sıcağı Sıcağına' tarzında devam eden programın şöyle bir sorunu var. Bu program bir futbol programı...

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 10 hakeminden birisi olan (kimi araştırmacılar ve istatistikçilere göre en iyisi) Markus Merk, Lig Tv’deki ilk programında tartışmalı pozisyonu farklı açılardan ileri-geri alarak tekrar ettiren program yetkililerine “böyle ileri-geri alarak olmaz, orada hakem pozisyonu 1 kez görebiliyor” diyerek ufak bir sessizlik yaşatmıştı. Yıllardır hakemlerin kararlarından çok adamlığını, cesaretini sorgulayan, pozisyonu “ayaktan çıktığı anda durduran” yorumculara alıştığımız için televizyon ekranında hakem kararlarını sadece hatalı veya doğru olarak nitelendiren, hataların üzerine gitmek yerine, kritik andaki doğru kararları öven bir adam garibimize gitmişti. Zaten garibimize gitmesi uzun sürmedi. Kendisinin federasyon tarafından, Alamanyalardan, sırf hakemleri övsün diye getirilmiş bir proje olduğu ortaya atıldı ve ortaya atılmakla kalmadı inandırıldı. Geçtiğimiz pazar akşamı o pozisyon yorumu yaparken ve hakem psikolojisini açıklarken diğer kanalda 2 hakem eskisi 'Analı Kızlı' çorbası üzerine konuşuyordu.

Türkiye’de spor programcılığı, futbol programcılığına dönüşeli çok oluyor. Ulusal kanalların futbol dışındaki spor dallarına sırtını dönmesine son 20 yıldır alışığız ama futbol yayıncılığı ve yorumculuğu adına da elimizde kayda değer bir şey bulunmuyor. Burada maalesef çıkmaz bir yol var. Ülke insanının futbola olan yaklaşımı genelde, eve musluk tamircisi çağırmayı reddeden baba psikolojisinde olduğu için sahada oynanan futbola genel bakışımız kenardaki teknik adamdan bu işi çok daha iyi yapacağımız ve genelde futbolcuların aldığı parayı haketmeyen insanlar olduğu yönünde. Bu temele oturtulmuş bir düzende sahadaki futbolun üzerine kafa yoran insan sayısı oldukça az. Simon Kuper’in “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” lafını bambaşka anladı bu ülke. 'Futbol Hiçbir Zaman Futbol Değildir' kitabını okumuş gibi davranıyoruz zira. Ülkenin en sevilen ve diğerlerinden belirli özellikleriyle ayrılan yorumcuları dahi saha içerisinde oynanan futbolu yorumlamaktan kaçınıyorlar. Ama sebebi de yukarıdaki çıkmaz yol.

Jonathan Wilson futbol taktiklerinin tarihçesinin masaya yatırıldığı şaheser kitabı 'Inverting the Pyramid’in girişinde “diziliş önemli değildir, üzerine konuşmaya da değmez, sonuçta aynı futbolcular” lafına “diziliş futbolda üzerine yazmaya değer en önemli şeydir” diye karşı çıkan bir gazetecinin hikayesini anlatır. Türkiye’de pazar akşamları ülkedeki 18 Süper Lig takımının saha içi diziliş ve maç içi felsefelerini masaya yatıran bir programın tutunması mümkün değil. Bunu bu sene en çok başaran program Mustafa Denizli’nin işin taktik, futbolu psikolojisi, futbolcunun hareketleri yönüne ağırlaşan yorumları ve Markus Merk’in katılımı ile Maraton oldu. Biz maç içi pas denemesi ve isabet yüzdesi verilerine daha yeni geçmiş durumdayız. Zaten ne diyorduk, o program zaten bir federasyon projesiydi. Dolayısıyla popülist, sloganvari, peşin hükümlü yorumlar ve tarih boyunca hep iyi satmış “kavga” iyi satıyor.

Bu konuda çok net olarak Jose Mourinho örneği verilebilir. Türkiye basınının “Special One”a yaklaşımı aynen bu sloganvari lakabında olduğu gibi, karizmatik kişiliği, yaptığı iddialı açıklamaları ya da kaçınılmaz ölçüde talip olduğu futbolcularla ilgili oldu. Birkaç yıl önce Mourinho, Inter’de göreve başladığında BBC kendisiyle bir röportaj yapmıştı. O mağrur, megaloman ve hatta kavgacı olarak lanse edilen adam, futbol taktiklerinin öneminden, kadroda yer alan oyuncu sayısının ne olması gerektiğinden, gittiği takımlarda uyguladığı farklı yaklaşımlar ve kadro yapısına göre değiştirdği dizilişlerden bahsediyordu. Kendisinin aslında medyatik kişiliğinin aksine nasıl ayakları yere basan, işini ciddiyetle yapan ve her şeyden öte bilgili bir adam olduğunu görebiliyordunuz. Bunu yabancı basını takip ederken görmek mümkün, peki içeride?

Şimdiler bir geçiş dönemi. Yeni nesil yorumcular bu gidişi değiştirecek bazı hamleler yapıyorlar. Ancak ufukta giderek büyüyerek gelen bir tehlike de, 21. yüzyıl futbol yorumculuğunun bir bahis yorumculuğuna dönüşmesi. Sahadaki futbolun ruhunu ve bizzat içeriğini öldüren ve nice futbol aktörünün skandallara bulaştığı bu bahis yayıncılığı bizde de çok ilgi gördüğü gibi, içi boş futbol uzmanları yarattı. Hani 2 yıl önce Portekiz’in haritada yerini bilmezken şimdi “Paços Ferreira 8 maçtır dışarıda mağlup, üst olur” yorumcuları var ya...Onlardan bahsediyorum.

İskoç bir arkadaşım bir keresinde BBC’nin maç günleri programı 'Match of the Day’in yorumcusu Alan Shearer için “cümleleri hiç bağlayamıyor ve sonunu getiremiyor” demişti. Bir de bizimkileri görse keşke. Onlar cümleye hiç başlamıyor ki!!

20 Mart 2011 Pazar

HANNOVER'LA EKMEKLERİNİZ ÇITIR ÇITIR











Hannover 96 Fan Shop'un nadide ürünlerinden. Fiyat 40 euro.

SÜT İÇİN SÜT İÇİRİN














Barcelona son olarak 11 Eylül 2010'da Nou Camp'ta Hercules'e boyun eğmişti. O günden beri La Liga'da 27 maçta 24 galibiyet ve 3 beraberlik aldılar. Dün aldıkları 2-1'lik Getafe galibiyeti onların 1973-74'ten gelen rekoru egale etmelerine yardımcı oldu. Bugüne kadar attığı gollerle blogda yer verdiğimiz Messi de bir başka dalda La Liga rekorunu kırmaya hazırlanıyor. İsoanya'da asistlerin kaydının tutulmaya başlanmasından sonra (son 20 yılda) en çok asist yapan oyuncu 2008-09 sezonunda 17 asist yapan Xavi'ydi. Arjantinli Krkic'in golünün asistini yapınca bu rakama ulaştı. Bundan sonra yapacağı minimum 1 asist onun rekoru ele geçirmesini sağlayacak. Mesut'un sıralamada üçüncü sırada olduğuna vurgu yapalım.

PETER GABRIEL - MY BODY IS A CAGE



7x16'yı, House MD tarihinin unutulmazları arasına sokan melodi...Öyle bir andı ki, o an orada dizi bitirilseydi kimse itiraz etmezdi....Hugh Laurie'ye de artık bu sezonla ödül vermeyecek her türlü ödül komitesinin karar verme yetisine oturayım.

SECHSUNDNEUNZIG ALTE LIEBE



















Bundesliga'nın bu seneki flaş ekiplerinden Hannover 96'yı yerinde görmek için, erkenden düştük yollara. Dortmund'un ardından Almanya'da geçirilen bir başka futbol gününün hikayesini FourFourTwo Nisan sayısında okuyabilirsiniz.



















Günden arda kalanlar, şansımıza denk geldiğimiz nükleer santral protestosu, futbol takımının etrafında birleşmiş şehir, stadyumun etrafında her yere sinmiş Robert Enke'nin ruhu, Mirko Slomka'nın orta sahası oldukça güçlü takımı ve bizi kendine hayran bırakan 23 yaşındaki Manuel Schmiedebach.....



















Sechsundneunzig....Alte Liebe...

18 Mart 2011 Cuma

BERLUSCONI'NİN CASUSLARI




















Ruud Gullit, Marco van Basten ve Frank Rijkaard'ın 1987-93 arasında (Rijkaard Milano'ya 1988'de geldi) Milan'daki kariyerleri bugün kulüp tarihinin en parıltılı dönemlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Frank Rijkaard'ın müthiş transfer hikayesini daha önce blogda paylaştık. Gullit'in nasıl Milano'ya geldiği üzerine de birkaç kelam edelim. Konuyla ilgili de Noat SamisA blogunda nefis bir eser var.

Surinam asıllı 1984'te Feyenoord ile Eredivisie şampiyonluğunu yaşadıktan sonra 1985 yılında PSV'ye imza atmış ve burada 2 sezon üstüste şampiyonluğu kucaklamıştır. Ancak Gullit'in bu şampiyonluklar sırasında sorunları baş gösterir. Takımı 1985-86 sezonunda mutlu sona ulaştıran Jan Reker görevi bırakmış ve yerine takımın Genel Direktörlüğünü yapan Hans Kraay getirilmiştir. Kraay kariyerinde daha önce de Ajax'ı çalıştırmış ve futbolcularla ilişkisinde sorunlar yaşamış bir isimdir. PSV'de sadece birkaç ay görev yapar ama bu süre zarfında Gullit'i bıktırmayı başarmıştır. Zira Kraay'ın kendisini sürekli farklı mevkilerde oynatmasından bıkmış olan Gullit basın mensuplarına "kendimi fahişe gibi hissediyorum, oynamadığım mevki kalmadı" şeklinde bir açıklama yapar. Ayrıca takımın baş sponsoru Philips firmasının reklamlarında oynamaktan da şikayetçidir. Hollada basını Gullit'in sezon sonu ülkeden ayrılacağı dedikodularını ortaya atar. Kraay ise buna pek kulak asmaz. Zaten mart ayında Hollanda Kupası'nda penaltılarla Den Bosch'a elendiklerinde de Kraay kovulur ve yerine takımı daha sonra Avrupa Şampiyonluğu'na taşıyacak Guus Hiddink getirilir.

Ancak Hiddink'in gelişi Gullit'in kopuşuna engel olamayacaktır. O günlerde Milan başkanı Sylvio Berlusconi, 9 yıldır şampiyonluk göremeyen takımını zirveye çıkarmak için bir hamle yapmaya hazırlanmaktadır. Gözünü Hollanda'ya çevirir. Ajax'tan Marco van Basten'i almayı kafasına koymuştur. Gullit için ise farklı bir yol izler. O zamanın PSV mali işler sorumlusu Harry van Raaij'a göre Berlusconi, Philips firmasında çalışan bir İtalyanı casus olarak kullanmış ve kulüpten bazı bilgileri sızdırmıştır. Ayrıca Philips'in İtalya'da yayınlamak istediği reklamlar Berlusconi'nin sahibi olduğu TV kanallarından geçecektir. Yani İtalyan, zaten kulüple haşırneşirdir. Dolayısıyla Gullit'in mutsuzluğunu da öğrenmiştir. Kesenin ağzını açar. Gullit 17 milyon guldene Milano'ya gider. Bu, onu Maradona'dan sonra zamanının en pahalı transferi yapar. İlk başlarda Surinam asıllı bir Hollandalı, İtalyan hayat şartlarına uyumda zorlanır ama ardından takımla İtalya'nın ve Avrupa'nın zirvesine çıkar.

17 Mart 2011 Perşembe

MICHEL PREUD'HOMME

















9 sezon boyunca formasını giydiği Standard Liege ile ilk teknik direktörlük denemesini yaptığında ömrü 1,5 sezon sürmüş, takıma sırasıyla bir lig üçüncülüğü ve bir lig beşinciliği kazandırmıştı Michel Preud'Homme. Teknik direktörlüğe 4 yıl ara verdi. Döndüğünde adresi yine Liege'di. 2006-07 sezonunun başında göreve yine başladı Standard'da. Üçüncülükle başladı yine işe. Ama izleyen sezonun önceki macerasından farkı vardı. Aşağı doğru değil yukarı doğru 2 basamak yükseldi. Takım 25 yıl sonra Belçika şampiyonluğunu kazandı. Sezon sonunda ne yapacağı konuşulurken o yeniden yapılanma için Belçika'nın güzel öğrenci kenti Gent'in yolunu tuttu. İlk sezonundaki lig dördüncülüğünü, geçtiğimiz sezonki ikincilikle gelen Şampiyonlar Ligi vizesi ve kazanılan Belçika Kupası izledi. Takım son kez kupayı 25 yıl önce kazanmıştı. Steve McClaren'ın bıraktığı Twente teknik direktörlüğü görevine onu layık gördü başkan Joop Munsterman.

Avrupa'nın en yetenekli başkanlarından birisi olan Munsterman bir başka kararında daha haklı çıktı. Tarihinde ilk kez şampiyon olmuş bir takımı, şampiyon hocanın elinden almakla nasıl bir baskı altında olduğunu tahmin edebilirsiniz. Üstelik takımı şampiyonluğa götüren öndeki 4'lüden 3'ü (Nkufo, Stoch ve Perez) takımdan ayrılmış, geriye bir tek Ruiz kalmıştı. Ancak kulübe yıllardır oturtulmuş ve artık bir para kazanma yoluna dönüşen akılcı transfer politikası eksikleri kapattı. Takım bugün ligin bitimine 7 hafta kala lider PSV'nin 1 puan gerisinde ikinci sırada ve birkaç saat önce biten maç sonunda Avrupa Ligi'nde çeyrek finale yükseldi. İlaveten de Hollanda Kupası'nda final oynayacak. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi'nde mücadele eden 16 takım arasında sezonu "Treble", yani geçen sezon Inter örneğinde gördüğümüz 3 kupa ile kapatma ihtimali olan 7 takım var. Manchester United, Inter, Barcelona, Real Madrid, Twente, Porto ve Shakhtar Donetsk. Bunlardan Avrupa Ligi'nde mücadele eden 3 takımdan birisi Twente. Preud'Homme, eski kaleci yeni teknik adamların tarihçesinde başarılı bir istisna oluşturacak bu gidişi sürdürürse.

-137 MİLYON EURO


















Felix Magath'ın Schalke tarafından kapının önüne konulduğu andan, 1995'te Hamburg'un başına geçtiği ana kadar geri gittiğimizde, 16 yıl boyunca transferden kazandığı para ile, transfere harcadığı para arasındaki fark. Tam 137 milyon euroluk zarar. 2009'dan beri başında olduğu Schalke'nin payına 48,4 milyon euroluk transfer harcaması, 23,8 euroluk transfer geliri düştü. Hamburg'da elde ettiği 2,19 milyon euroluk kâr onun teknik direktörlük kariyerinde kasayı transfer açısından daha iyi hale getirdiği tek takım. Nürnberg'de de 2,3 milyonluk bir kayıp yapmıştı. Werder Bremen'de 950 bin euro kârı, Eintracht Frankfurt'ta 5 milyon, VfB Stuttgart'ta 8,35 milyon, Bayern München'de rekor seviyesindeki 50,5 milyon, şampiyon yaptığı Wolfsburg'da 49,75 milyon ve son olarak yukarıd yazdığımız gibi son takımı Schalke'de 24,6 milyon zararı var Magath'ın. Yolu bu taraflara düşerse, bu iştahıyla onu paklayacak tek adam Yıldırım Demirören. Yıllar sonra Aziz Yıldırım'ın bile durulduğu göz önüne alınırsa Demirören'le de bir 30 milyon zararı hesabına yazsa bana mısın demez. Magath'ı severiz, iyi hocadır ama bugün FM oynasa o bütçeyle kulübü kayyuma götürür.

16 Mart 2011 Çarşamba

HANIM BEN BIR DEPLASMANA GIDIYORUM

















Kanada 7 Haziran'da Gold Cup grup macinda ABD deplasmanina gidiyor. Deplasmana gidiyor dediysem, soyle bir yuruyuse cikip gelecekler. Mac Detroit'teki Ford Field'da. Detroit River Kanada ile ABD'yi birbirinden ayiriyor. Sinirin diger tarafi ile Ford Field'in birbirine olan uzakligi 1,5 kilometre. Siki bir yuruyusle 10 dakikada variyorsunuz. Kanada bu maca ucakla giderse asiri masraf yapmis olur.

WE'RE HERE, BECAUSE WE'RE HERE

























Daha önce blogda bir kac kez belirttim. Dinlendikce acilan albumler bir gol olunca senlenen maclar gibidir. Ilk aldiinizda ve dinlediginizde sizi carpmazlar ama sarkilari baska bir isle ugrasirken araliksiz dinlediginizde kesfedersiniz. Buna en yatkin albumler genelde progresif albumlerdir. Adi ustundedir zaten, ilerlemeci albumlerdir. Zaman gectikce degerleri artar. Anathema'nin 2010 yilinda cikardigi son albumu We're Here, Because We're Here da boyle bir album. Anathema yoluna bundan cok daha sert bir tarzla baslamis olmasina ragmen 7 senelik bir aradan sonra cikardigi studyo albumunde melodik rock'a kadar kayabilecek bir yumusama yasamis ama isin icine progresif ogeler girince bu donusumden cok da sikayetci olmuyorsunuz. We're Here, Because We're Here ise tek kelimeyle mukemmel bir album. Uzun suredir butun sarkilarin birbirinden guzel oldugu bir album dinlememistim. Vincent Kavanagh bunu basarmis gorunuyor. Ozellikle Dreaming Light, Everything, HIM vokali Ville Valo'nun eslik ettigi Angels Walk Among Us, A Simple Mistake gibi muhtesem eserleri barindiran albumu progresif hastalari kacirmasinlar. 3 gundur ipod'da donup duruyor.