25 Ekim 2020 Pazar

AMA ARKADAŞLAR İYİDİR İDMAN YURDU F.C.

Biz burda anılarımızı anlataduralım gitgide yazılarda makarasını yaptığımız "Anı Adamı Sunay Akın" kıvamına hızlıca yaklaşıyoruz, Sunay Akın ile dalga geçe geçe emprovize Sunay Akın kılıklı birine dönüştüm. "Hiç unutmam geçenlerde Trabzon tepelerinden yaylalara doğru çırılçıplak, bir peynirin peşinden koşuyorum" ile başlayan cümleler kuruyorum yolda yürürken, yeğenimin oyuncaklarını çalıp evimde saklıyorum, n'oluyor bana böyle? Durduk yere gaydaya ilgi sardım, eve aldım bir tane geceleri çalıyorum. Biraz çalıyorum sonra başlıyorum konuşmaya "Eskiden Eyüpde Oyuncakçılar vardı hatta bir keresinde..." derken burnumdan kan geliyor, bayılıyorum. Bir kalkıyorum sabaha karşı beş olmuş. Bir daha vuruyorum tele, dağa taşa solo atıyorum. Bir müddet daha çaldıktan sonra ağzımdan istemsiz romantik cümleler saçılıyor " Bir frigya çömleğiyim, toprağın üç parmak altında, eskimiş zamazingo gibiyim, bana uzak, Allah'a yakın ol... Bana uzak, Allah'a... Ya.. Yakın... Sunay Ak..Sunay Akın" Burnumdan kan geliyor, bayılıyorum. Doktora gittim. Anlattım derdimi. "Saçak altına sığınmış göçmen kuşu gibiyim doktor, ağlıyorum sokaklarda yağmur yağarken, sokaklar anlamasın benim ağladığımı diye..." diyorum. Doktor şöyle bir bakıyor bana "evlat malesef zilyonda bir rastlanan hastalığa yakalanmışsın sen, Sunay Akın tarzı ağlak edebiyat tırıvıri bu hastalığın ismi" diyor. Nasıl olur doktor? diyorum. "Bal gibi olur eşşoğlu, orda burda Sunay Akın hakkında atıp tutarsan olacağı bu" diyor. Nasıl geçer? diyorum. "Bloga post atarken kısa kes direkt konuya gir, anca böyle iyileşirsin" diyor. 97' yılı. Ağustos sıcağında barda oturuyoruz yine.  

Futbol yok, bizim muhabbet de yok. Transfer geyikleri ile zaman öldürüyoruz. Lakin o dönem internet zımbırtısı yok, kulüp öğlen transfer yapıyor akşama haberleri bekliyoruz. Haberlerde Manchester diyor, Liverpool diyor. Bizden haber yok. Sırf kulüp transfer yaptı mı diye akşam bara gidiyoruz "kerhaneye zenci gelmiş" kıvamında efsaneler üretiliyor. "Oğlum duydun mu? Bizimkiler bir transfer yapmış adam Nijeryalı'ymış on saniyede yüz metre koşuyormuş", "Bizimkiler meşhur biriyle anlaşmışlar kaynağım sağlam", "Menajeri şimdi aradım Cantona yarın buradaymış" tadında efsaneler bunlar. Alkolün kanda oranı yükseldikçe efsaneler Tolstoy'u bile kızdıracak cinsten olmaya başlıyordu. "Beyler yeni duydum bizimkiler Derek Hales'ı transfer etmiş, haydi şerefe" deyince bizimkilerden biri atlıyordu "olum o futbolu bırakmadı mı ya?" Bırakmak ne yahu? Adam bastonla geziyordu, ama yüksek alkol oranı onu bizim takıma monte ediyordu. Herkes ayaklı gazete şeklinde şunu almışız, bunu almışız, şu takımdan gidiyor şeklinde yüksek sesle konuşuyor. Hani Adam Smith kapıdan girse "olum bağırmayın lan, ders çalışmaya çalışıyoruz şurada" dese hiç iplemeyeceğiz ve Liberalizm yıllar sonrası keşfedilecek. Gerçi yağmurlu havada takımı desteklerken Arşimet'den önce suyun kaldırma kuvvetini ve yarattığımız havayla elektiriği Benjamin Franklin'den önce bulmuşuz, Adam Smith'i kim ipler ki arkadaş? Bırakınız gürültü yapsınlar, bırakınız içsinler di mi Smith? 

 Bir gün bara haber geliyor bizimkiler transfer yapmış diye. İlk önce kaleci diyorlar, sonra defans oluyor bizim bu yeni transfer. Kulübü arıyoruz böyle böyle bir transfer varmış, doğru mu diye? "Aa doğru lan o iyi bir oyuncuydu, dur gidip bir sorayım kaç paraymış" diyorlar, Tam bir muamma. Akşama sonunda geliyor haber bizimkiler Paul Linger'i transfer ediyor. Biz seviniyoruz tabi, iyi oyuncu. Vakit gece yarısı falan bizim ekipten biri arıyor barı, "Paul Linger bu yaz Leyton'a transfer olmuş beyler, haber yalan" diyor. Üzülüyoruz tabi. Ertesi Sabah Alban arıyor. "Oğlum Joe, şimdi radyoda duydum, Linger Leytondaki kontratını fesih etmiş bizimkiler bedavaya almışlar" diyor. Şaşırıyorum, olacaklardan da tırsıyorum. "Tamam akşama barda görüşürüz" diyorum. Bu olaydan korkuyorum. Bilmeyenler için söyleyeyim Leyton Orient bizim Southampton ile kanlı bıçaklı olduğumuz bir kulüp. Üstelik Todd Bush'un ölümü henüz açığa kavuşmadığı için biz onları suçlu buluyoruz. Nitekim akşama reis geliyor bara, baya bir sinirli. Leyton'dan tribünden çocuklar aramış, "kullanılmış malı size yolladık tepe tepe görün hayrınızı" tadında birşeyler söylemişler.İşte biz o vakit Paul Linger'ı içimize sindiremiyoruz. Kulübü arıyoruz, anlaşma imzalanmadıysa getirmesinler diyoruz bu oyuncuyu "ooo hemşerim adam geldi şu anda tesislerde yatıyor" deyince kızıyoruz. Ama o gün karar alıyoruz "bu adam gidecek". Daha çimlere ayak basmadan adamın fermanını yazıyoruz. Lakin tesislerde kaldığı için gidip "sieae lan! git burdan istemiyoruz seni" diyemiyoruz. İki hafta sonra ligler başlıyor bizimkiler bir defans bir de forvet alıyor. Baya bir umutluyuz anlaşılan. Bizimkiler bir de Southampton'dan genç bir çocuk alınca bunlar bize eskici lakabı takıyor. Biz baya bir içerliyoruz bu duruma, Linger'a küfürlü beste hazırlıyoruz amacımız onu takımdan soğutarak kovmak. Nitekim üçüncü hafta içerde oynarken söylüyoruz besteyi, bu ya duymuyor ya da umursamıyor. Beşinci hafta yine içerde oynarken biraz daha gür şekilde küfürlü besteyi söyleyince bu bize maç sonunda nah çekiyor. Tamamdır, bizim plan işe yarıyor kulüp bu hareketi görmezden gelmez diyoruz. Hiç unutmam bizim bir defans oyuncusu var, siyahi bir oyuncusu, ismini unuttum gerçi. Bunun rakip takıma penaltı kazandırmaktan başka futbol adına bir efektifliği yok. Biz yine bunun sıçıp sıvadığı maç sonrası hafiften ırkçı bir tezahürat yapıyoruz, tamam yalan söylemeyeyim baya bir ırkçı tezahürat idi. Bu bizim buna böyle bağırdığımızı görüp bizim tribüne doğru yaklaşıyor, bizde özür dileyecek falan sanıyoruz. Herif zamazingoyu çıkarıp "müdür bu, buna derdinizi anlatın" hareketi çekince biz afallıyoruz ilk önce "Oha ne büyükmüş lan,herif topraklama yaptı, vücudundan statik elektiriği attı ağa" şaşırma efekti yapıyoruz, sonrası olayın şaşkınlığını atıp aşşağı inip bodoslama giriyoruz bu karaboncuğa. Kulüp görmemezlikten gelmiyor, direkt postalıyorlar tabi bunu. Mesnet hikayemiz bu; kulüp bu hareketinden sonra kesin kovar Linger'i diyoruz. Yalnız bizim paragöz başkan olaya el koyuyor. Takımda o ara orta sahada oynayacak adam olmadığı için radyoya; "önemli bir olay değildi, bir anlık olaydı, futbolda olur böyle şeyler" tadında konuşunca biz çileden çıkıyoruz. Artık bizim için Linger bir hedef oluyor. Yılların sportif başarısızlığını, kötü yönetimini biz bu adamdan çıkarmaya çalışıyoruz. Yani Paul Linger'in kovulması bizim için bir araç oluyor, amaç değil. Yalan konuşmayalım şimdi, iyi oyuncuydu aslında. 

Takım üç-beş hafta iyi gidiyor. Orta sahada oynayacak adam olmadığı için pek ses etmiyoruz ama Bu çakal gol atıp bizim olduğumuz tribünlere koşup küfür edince biz ipi orada koparıyoruz bununla. Maç sırasında kafaya koymuşuz; tesislere girip buna ağız burun gireceğiz. Bu durumu çakıyor o gün tesislerden hiç çıkmıyor, mesaj yolluyoruz biz buna "Brighton'a çıkarsan ölürsün" diye. Hafta içi bir akşam barda oturuyoruz. Ertesi gün deplasman olduğu için "yarın sabaha erken kalkıp rahat bir deplasman otobüsüne binmek için erkenden eve gidelim uyuyalım" diyoruz. Tam kalkıp evlere dağılacakken Max arıyor barı. "Paul Linger tribünle barışmak istiyorum, görüşelim sizinle" diyormuş. İlk başta kızıyoruz, olur mu öyle birşey diyoruz. Ama reis bir yarım saat sonra arayıp "birazdan Linger ile bara geleceğim çocuklar, Paul'a karşılama bestesi yapın" diyor, Hoppala. Kasap lakaplı bir çocuk var, herif şair resmen. Yıllar önce Tribündeki abilerin Alan Curbishley için yaptığı besteyi direkt Paul Linger'a yamayıp yeni bir beste yapıyor. Reis söylediği gibi kısa bir süre içerisinde Linger ile çıkıp geliyor bara. İlk başta biz biraz kızgın gibi gözüksek de bu Paul çakalı pek bir sıcakkanlı davranıyor bize. "Amaan koy g.tüne ulan herşey Brighton için" diyoruz. Herkes kadeh kaldırıyor Linger'a. Yalnız biz on dakika öncesi yaptığımız besteyi unuttuğumuz için birşey söyleyemiyoruz, şimdi küfürlü o güzel besteyi de söyleyemeyiz. Başlıyoruz random tribün şarkılarını söylemeye. Saat gece bir gibi oluyor,uzun süredir barda böyle eğlenmemişiz. Baya bir alkol tüketiyoruz. Hele bir de barın sahibi Sexy Bear lakaplı Tom abimiz son biralar şirketden deyince iyice zıvanadan çıkıyoruz. Gece üç gibi reis arabayla Paul'u tesise götürmeye gidiyor. Tom "hele biraz yardımcı olun şu barı kapatalım" deyince baya bir geç oluyor vakit. Bir süre sonra reis geliyor Tom ile komşu oldukları için onu götürecek. Tesisler kapalıymış, otele yerleştirdim Linger'ı , yarın erkenden gelin pankartları dağıtın diyor. 

 Ertesi gün bir kaç saatlik uyku sonrası barın oraya gidiyoruz. Erkenden gittiğimiz için en lüks otobüse biniyoruz. Lüks dediğime bakmayın, kıytırık bir otobüs. Ama bizden sonrakilerin bineceği diğer otobüslere göre baya bir "lüks". Neyse, yanılmıyorsam Barnsley deplasmanıydı, gidiyoruz. Tam hatırlamıyorum ama herhalde yine üç-beş yediğimiz bir maç. Maç maç da bizim Paul Linger ortalıkta yok. Olum adam daha dün yanımızdaydı, sakat falan değildi di mi? diye soruyoruz birbirimize. Merak ediyoruz. Reis'e soruyoruz, "bilmiyorum sakat değildi ama belki cezalı olabilir" diyor. Maç sonu yanımızdan geçen yakınen tanıdığımız kulübün malzemecisine soruyoruz. "Ortalıkta yok, tesislere gelmemiş dün gece menajer yakalarsa belasını s...ecek" diyor. Dönüyoruz şehre akşam, kimse daha olayı duymamış. Reis kulübe yakın insanları arıyor, onların da durumdan haberi yok. Ertesi gün bizim tribün tayfasından biri beni arıyor; "Oğlum duydun mu Linger uyumuş kalmış otel odasında, yetişememiş maça" diyor. Nasıl ya? Yok muymuş otelin kaldırma servisi falan diyorum. Ne bileyim oğlum diyor. Akşam bara gidiyoruz, millet sus pus. Kesin kovuldu garibim diyoruz. Kulüptende haber gelmiyor, çatlıyoruz meraktan. Menajer hafta içi açıklama yapıyor, Linger çok profesyonel bir oyuncu ama her nasıl olduysa bizi yarı yolda bıraktı, herhangi bir mazeretini kabul edemeyiz, artık bizim takımda oynamayacak diyor. Para göz başkan kontratı olduğu için para kazanmak istiyor, Linger sadece takımla antremanlara çıkacak, devre arası bonservisi satılacak diyor. Üzülüyoruz hakikaten. Hele bir maçta adam yokluğundan kulübeye almış bizim direktör, heyecanlanıyoruz belki girer oyuna barışır bizim adi köfte menajer ile diye. Lakin almıyor oyuna. Hele bir de oyunun son dakikaları ısınmak için bizim tribünün oraya geldiğinde bize attığı "s.kip attınız lan kariyerimi allahsız herifler, bitirdiniz lan beni yoyoma çocukları sizi" bakışını unutmam. Bizde mahçupuz herkes havaya falan bakıyor bununla gözgöze gelmemeye çalışıyor. Biri tam o sıra bizim o tribünün halini fotoğraf çekse ve çıkardığı fotoğrafın altına "İngiliz hava kuvvetleri 97' yılı hava gösterilerini izleyen meraklı kitle" yazsa herkes yer, yemin olsun.Herkes havaya bakıyor, bizimkiler gol kaçırıyor galiba, millet bağırıyor bizim kafamız hala yukarıda tam karşımızda Linger bize bakıyor. Biz buna kısaca tribün g.tverenliği diyoruz ya, neyse. Devre arası yaklaşınca biz bu Paul'u göremiyoruz. Basıp gitmiş biryerlere. 

Birgün bardan birileri Paul kulüpten haftalık maaşlarını alamamış dava etmiş ama bizim yahudi gibi çalışan başkan davada kulübü aklamış diyor. Paul durmuyor sıkı çalışıyor, bu sefer bizim tribün grubunu dava ediyor. Bizim taraftar koordinatörü mahkemede hakime "Ama arkadaşlar iyidir" hakim bey demiş olacak ki davadan aklanıyoruz. Tabi dava sırasında Paul'un maçı kaçırmasına bizim sebeb olduğumuz ortaya çıkınca haber tez duyuluyor. Paul'un bonservis parasını F.A ye ordan Wellington'a kaptıran başkan acısını bizden çıkarıyor; sezon sonuna kadar verdiği bedava kombineleri iptal edip bizi staddan uzaklaştırıyor. Doktordan çıkarken doktor ilaç milaç vermeyecek misin dediğimde, Sunay akın histerileri vücudunu kapladığı zaman şiir yaz demişti. Şimdi şiirimi yazıp yazıyı sonlandırıyorum. Öhöm öhöm. Neyse, ilhâmım kaçtı. Kurtuldunuz benden şimdilik. Not: Biz Japon ellerinde iken Varol boş durmamış Lokanta açmış. Kendisine hayırlı olsun diyoruz. Reklamını yap, Post'un yorumlarına lokantanın adresini yaz Varol, Yap bunları. By Joe Jonese Ateşdağlı

22 Eylül 2019 Pazar

HER YERDE ELİ OLAN BİR ADAM: SOCRATES KOKKALIS











Türkiye’de kulüp başkanlarının zaman zaman yaptığı ve futbolu yönetenleri hedef alan açıklamalarını, o takımların lehine yapılan bazı hatalar takip ettiğinde genelde aynı yorum yapılır. Başkanların futbola el attıkları, federasyon ve MHK başkanlarıyla “gizli konuların” konuşulduğu yemekler yendiği, şampiyonun çoktan tayin edildiği ve bu ligin bu hakemlerle bitmeyeceği. Balkanlar bu söylentilere yıllar boyu ev sahipliği yapmış bir yer. Yugoslavya, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve hatta daha doğudaki Rusya hem siyasi aktörlerin futbola bulaşmasından (örn. Çavuşesku) hem de şike skandalları sebebiyle uzun süre çalkalandılar, hala da her yıl yeni olaylar patlak veriyor. Bir de işini perde arkasında yürüten, adı üzerinde sürekli spekülasyonlar dönse de foyasını ortaya çıkarmadan faaliyetlerini sürdüren isimler var. İşte bugün bu adamların en ünlülerinden, komşu Yunanistan’da son 2017 yılına kadar tek hakim haline gelen Olympiacos’un, 2010’da görevi bırakan başkanı Socrates Kokkalis’den bahsedeceğiz.

1993 yılı Yunanistan Ligi için bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten önce Olympiacos'un son kez şampiyon olduğu sezon 1986-87'dir. 1981-83 arasında kulübe 2 şampiyonluk kazandırmış olan Alketas Panagoulias 1986'da kulübe döner, 1987 şampiyonluğuna ulaşır. Ardından da Aris'in başına geçer. Başkan George Koskotas göreve Paulos Grigoriadis'i getirir ama Grigoriadis,O tarihinin en kısa süre görev yapan hocalarından birisi olarak tarihe geçer. Koskotas göreve PAOK'un başındaki Hollandalı Thijs Libregts'i getirir. Ancak Libregts de başarılı olamaz. 1988'de Euro 88 sonrası Rinus Michels'den boşalan teknik direktörlük görevi için Hollanda'ya döner. Koskotas da 1 senelik başkanlık görevinin ardından ortadan kaybolur. Ortadan ciddi anlamda kaybolur, çünkü sahibi olduğu ve tüm Yunanistan'da 86 şube açan Girit Bankası'nın 132 milyon dolar bütçe açığı saptanmıştır. Adı hortumlamaya karışan Koskotas ABD'ye kaçar. Gittikten sonra da PASOK lideri Andreas Papandreou'yla bankaların arasında önemli bir ilişki olduğunu ve Papandreou'nun banka sahiplerinin skandallarına çanak tuttuğunu iddia eder. PASOK lideri suçlamalardan beraat eder. Koskotas ise suçlu bulunur ve Massachusetts'de hapse atılır. 25 yıllık mahkumiyetinin 12 yılını yatıp 2001 yılında salınır. Bugün Yunanistan dışına çıkması yasaktır ve 2 ayda bir Atina polisine gidip yoklama vermektedir. Olympiacos tarihi kısacası skandalların baş aktörlerine tanıdıktır.











Saliarelis başkanlık koltuğuna oturur, 1990'da göreve gelen Sovyet futbolunun ve Dynamo Kiev'in efsanelerinden Oleg Blokhin öncesinde daha 2 sezon bitmeden 3 teknik adam harcanmıştır. Blokhin takıma 2 Yunan Kupası kazandırır ama şampiyonluk hasreti 6 yıla çıkmıştır. Saliarelis başkanlığı bırakmış, koltuğu kısa bir süre Giorgos Banasakis almıştır ama kulübün makus talihini değiştiren hadise gerçekleşir. Uluslararası bahis ve kumar şirketi Intralot firmasını 1992 yılında kuran, şirketin başkanlığını yürüten Socrates Kokkalis kulübü satın alır. Bu 18 yıllık bir dönemin başlangıcıdır aynı zamanda. Kulüp saha içinde ve saha dışında dökülmektedir. Olympiacos 25 şampiyonlukla Yunanistan'ın hala süper gücüdür, ama Panathinaikos son 10 yılda kazandığı 6 şampiyonlukla arayı kapatmış ve 18 şampiyonluğa gelmiştir. Kokkalis'in babası Petros Kokkalis, Yunan solunun liderlerinden bir tanesidir ve Sovyet Bloku'nda yetişmiştir. Yunanistan Sivil Savaşı sırasında mecliste de görev almıştır. Kokkalis Jr. de Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya'da öğrenim görmüştür.
Kokkalis'in ilk döneminde hocalar çok sık değişir. Antonis Giorgaidis, Apostolos Filis, 1991'de Red Star ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kaldıran Ljupko Petrovic, tekrar Hollandalı Thijs Libregts, Nikos Goutsos, Kokkalis'in kankalarından Nikos Alefantos, Stavros Diamantopoulos ve Meletis Persias. Kokkalis göreve geldikten sonraki 3 yılda tam 7 hocayı harcamıştır. Sonunda çareyi rakiplerini hançerlemekte bulur. AEK'ya son 8 yılda 4 şampiyonluk kazandıran Dusan Bajevic'i Atina takımından koparır. Bu manevrası kulübün talihini döndürmüştür. Kadroya (daha sonra 13 yıl takımın formasını giyecek olan) Predrag Djordjevic (Paniliakos'tan), Andreas Niniadis (Ethnikos'tan), Grigoris Georgatos (Panahaiki'den) ve Stelios Giaannakapoulos (Paniliakos'tan) gibi isimler katılır. Bu oyuncuların tümü Olympiacos'un hanedan yıllarında pay sahibi olacaktır. Bajevic 3 sezon kaldığı Olympiacos'a 3 şampiyonluk kazandırır. Bunlardan ilki 12 puanlık farkla kazanılmış ve tam 9 sezonluk şampiyonluk hasretini dindirmiştir. İlk şampiyonluğun sonunda Kokkalis Intracom isimli telekomünikasyon firmasını kurar. Tüm gençliğini ve eğitimini komünist düzende almış bir adam için kapitalist düzenin manevralarını çok iyi bildiğini gösterecektir. Intracom kısa sürede Güneydoğu Avrupa'nın alanındaki pazar liderlerinden birisi haline gelir.






















Şampiyonluk sayıları yükseldikçe Kokkalis adına bazı dedikodular da artmaya başlar. Onun Arnavut, İtalyan ve Rus mafyası ile bağlantıları yavaş yavaş konuşulmaya başlanır. Özellikle ülkenin en önemli kurumlarından birisine de sahip olması sebebiyle başbakan Costas Simitis'le çok yakın ilişkileri vardır. Simitis'in 8 yıl başbakanlık görevini yaptığı yıllarda Olympiacos üstüste 7 şampiyonluk kazanmıştır. 2 taraf da bu iddiaları kesin olarak reddederler. Ancak özellikle Panathinaikos cephesi her fırsatta ligdeki hakemlerin Kokkalis'in etkisi altında olduğunu savunmuştur. Örneğin 2002 yılında Panathinaikos Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale yükselir. Olympiacos ise daha ilk grup maçlarında turnuvaya veda etmiştir. PAO başkanı Angelos Filippidis Şampiyonlar Ligi'ndeki tablo ile, Yunanistan ligindeki zıtlığın sebebinin hakemler olduğunu ve rakiplerinin uluslararası hakemlerle layığını bulduğuu ileri sürer. Gerçekten de PAO 1996'da yarı final, 2002'de de çeyrek final oynarken Olympiacos'un doğru dürüst hiçbir başarısı olmamıştır.
23 Mart 2002'de oynanan ve şampiyonluğa doğrudan etki yapacak Panathinaikos-Olympiacos maçında, konuk ekip 90+3'te Djordjevic'in ayağından bulduğu penaltı golüyle beraberliği kurtarır. Bunun üzerine Filippidis ağzına geleni söyler. Olympiacos'un 5 yıldır hakemlerden sistematik olarak destek aldığını ileri sürer. Yunanistan Futbol Federasyonu kendisine 1 ay hak mahrumiyeti cezası verir. Bu olaydan sadece bir kaç gün sonra, ülkenin önemli gazetecilerinden Makis Triantafyllopoulos, tüm hakem camiasının içinde bulunduğu "baraka" adında bir çeteyi ortaya çıkartır. Ortaya bir dolu ses ve görüntü kaydı çıkmıştır ve söz konusu çete, tüm futbol karşılaşmalarını, ligi, hangi hakemin hangi maçı yöneteceğini ve nasıl yükseleceğini kontrol etmektedir. Kayıtlarda, Yunanistan Hakem Komitesi Başkanı, kulüp başkanları, hakemler ve en önemlisi bu çetenin başındaki isim Thomas Mitropoulos'un konuşmaları bulumaktadır. Mitropoulos 2. lig kulübü Egaleo'nun büyük hissedarıdır ve eski federasyon başkanının kardeşidir ama daha çarpıcı olanı Olympiacos'un eski bir yöneticisidir. Kayıtlarda, Pire Hakemler Derneği Başkanı Yannis Spathas'ın "sadece Olympiacos ve Egaleo maçlarını kazansın, gerisini sktir edin" şeklinde açıklamaları bulunmaktadır. Olympiacos o sezon PAO'nun 3 puan önünde, AEK'yı averajla geçerek (sadece 2 gol farkıyla) şampiyon olur.




















2002 yılı Kokkalis'in ismi etrafında dönen spekülasyonlar açısından oldukça zengin geçer. Ülkenin önemli dergilerinden "Anti", Kokkalis'in 1963 yılında, 24 yaşındayken, öğrenim gördüğü ve gençliğini geçirdiği Doğu Almanya'daki ziyaretleri sırasında Stasi Örgütü'ne üye olduğu ve örgütün bir casusu olarak yıllarca hizmet ettiğini ortaya çıkarır. Kokkalis'in kod adı Rocco'dur. Belgelere göre 1965'te, RFT ve Elektrotechnik firmalarının temsilciliğini yapan Kokkalis, 1981'de PASOK hükümetinin başa gelmesiyle gelişen Doğu Almanya-Yunanistan ilişkileri zamanında terfi eder ve Rocco kod adını Kaskadeur olarak değiştirir. 1985'te örgütün yayınladığı birçok dökümanda Kokkalis'in adı geçmektedir. Hatta 1997'de kurduğu Intracom'u da Alman Polis Teşkilatı ZERV-1'in şüphelerine göre Stasi'nin desteğiyle kurmuştur ve Yunan yetkilileri birçok Doğu Alman malını ithal etmesi için motive etmiştir. 1998'de Alman Parlementosu'nun yayınladığı bir rapora göre, Kokkalis'in banka hesabında 1986-91 yılları arası 11 milyon dolar ve 1,7 milyon mark tutarında para bulunmuş, bu para, Doğu Alman mallarını satın almaları ve birçok ihaleyi bu ülkeye verme koşuluyla Yunan yetkililere rüşvet amacıyla kullanılmıştır. Kokkalis iddiaları reddeder ve politikacılarla gazetecilerin içinde bulunduğu bir komploya kurban gittiğini savunur.
2005-06 sezonunda Panathinaikos, 7 yıllık bir aranın ardından şampiyon olur. Ancak ligin bitimine 4 hafta kala Prodeftiki deplasmanına çıkmadan önce, Kokkalis'in ev sahibi oyuncuları aradığı ve maçı kazanmaları halinde, onlara yüklü bir prim vereceği iddiaları gündeme düşer. Takım şampiyonluğu kaybedince Kokkalis "benim için hakemlere para veriyor diyorlar, öyle olsa bu şampiyonluğu nasıl kaptırırız" diye kendini savunur. Ama önceki 7 şampiyonluğu unutmuştur. Dahası takım bir daha şampiyonluğu izleyen 5 senede de kimseye bırakmayacaktır. Üstelik 13 sezonda 12 şampiyonluk elde edecektir.
2003-04'teki PAO dublesinden sonra, Kokkalis görevdeki Oleg Protasov'u kovar. Ardından üstüste 5 şampiyonluk daha kazanırlar ama hiçbir hoca üstüste 2 sezon görev yapmamıştır. Takım 2004-2009 arası sürekli şampiyon olmasına rağmen 5 kez hoca değiştirmiştir. Bu gidişte son şampiyonluk olan 2008-09 sezonunda, 14 şubat 2009 tarihinde, iç sahada oynanan Aris maçı ortalığı yine ayağa kaldırır. Olympiacos maçı 2-1 kazanır ama 2 golü de çok net ofsayttan atılmıştır. Üstelik Aris'te İspanyol futbolcu Victor Vitolo, Olympiacos maçı 1-0 önde götürürken oyundan atılmıştır. Sezon sonunda kırmızı beyazlılar rahatça ipi göğüsler. Maçın görüntüleri şuradan izlenebilir. 

2009-10 sezonu öncesi Kokkalis, görevden istifa eden İspanyol hoca Ernesto Valverde'nin arkasından "sadece 1 sezon geçirip, turist gibi ülkesine dönmek istedi" diye sallar. Göreve Anorthosis ile Şampiyonlar Ligi'nde önemli işler yapan Temuri Ketsbaia'yı getirir. Ketsbaia eski bir AEK oyuncusudur. Taraftarlar ve gazeteler bu kararı eleştirirler. Kokkalis basının önüne çıkıp "Ketsbaia'nın nesi var kardeşim? Adam kolera mı oldu?" diye onu savunur. Rakipleri PAO'ya, "son 13 sezonda 12 kez şampiyon olduk, aslında 13 sayılır" diye taş atar. Daha eylül bitmeden onu kapının önüne koyacaktır. Yerine gelen Zico sezonu bitiremeden kovulur. Panathinaikos son 15 sezondaki 2. şampiyonluğunu ilan eder. Takım sonraki sezonda Alman hoca Ewald Lienen başlar ama gelenek bozulmaz. Lienen, ağustos ayında Maccabi Tel Aviv'e Şampiyonlar Ligi ön elemesinde boyun eğince kovulur. Göreve takıma son şampiyonluğu kazandıran Valverde tekrar gelir. Kokkalis Lienen'i göreve atamış, sonra da kendisinin kulüpteki 18 yıllık hanedanını bitiren hisse satışını gerçekleştirmiştir. Kulübü Vagelis Marinakis satın alır.











Kokkalis 18 yıllık görevi boyunca yukarıda saydığımız spekülasyon ve skandallarla beraber tam 28 kez teknik direktör değişikliğine gitmiş ve 24 ayrı teknik adamla çalışmıştır. Rivaldo, Giovanni, Ze Elias, Julio Cesar, Belluschi, Galletti, Ibagaza, Nery Castillo, Karembeu, Domi, Maresca, Mellberg, Kovacevic, Pantelic, Zewlakow ve Derbyshire gibi isimler onun sayeside Yunanistan'a adım attılar. Göreve geldiği anda 25'e 18 olan şampiyonluk sayıları, onun zamanında 37'ye 20'ye yükselmiştir. Ancak bu transferler takımın Yunan futbolunun altyapısına gerekli katkıyı yapmadığı yönünde eleştiriler aldı.Örneğin 2010 Dünya Kupası'nda, PAO milli takıma 8 oyuncu verirken, Olympiakos sadece 2 oyuncuyla temsil ediliyordu. Kokkalis'in bugün hala Yunan futboluna yarar mı zarar mı getirdiği tartışma konusu.

20 Eylül 2019 Cuma

CHICKEN DINNER

Southampton hakkında olanları duymuşsunuzdur. Kulüp tüm olanlardan sonra tehlike altında. Ha keza bu konuda sevinme ile acınma arasında garip duygulara sahibim. Dur dur yalan söylemeyeyim, sevindim.

Yerel haberleri içeren internet sitesinden haberlere bakıyorum. Southampton tribünü adına Bill Anton gerekirse kendi aramızda para toplarız klübü bu borç batağından çıkarırız demiş. Bill Anton; Yıllar önce Bognor Regis'de ağız-burun kavga ettiğimiz adam.

95' yılı. Her 20 yaşına yaklaşan erkek çocukları gibi hormonlarımız bize hükmediyor. Asarız, keseriz, sahiden bunu yapabiliriz hormonları bunlar. Her hormonun olduğu gibi bir panzehir formülü olan bir hormonu değil bu. Suç bizde; Alkolden dolayı 7/24 çalışan karaciğer bir gün olsun bize "Olum bir-iki dakika durun be, bu sene iyi düğün yaptı. Bir tanesine bile gidemedik, sizin hangi hormonunuzu yapacağım bir durun be arkadaş" diyor bize muhtemelen.

Bu Bill Anton bayrak adamdır Southampton'da. Yıllar öncesi kurduğu Soton Gate tribünü kaç kez ad değiştirdi, kaç kez karakolluk oldu bilmem ama bu adam yeniden kurulan her tribün grubunda reis olarak deplasmanlara gidip gelmiştir.

Bir gün bize haber sallıyor Newbury'den Swindon tayfası. 2 yıl öncesinden değiş-tokuş yaptığımız pankartları almışlar bu çocuklardan Soton Gate tayfası. Maçlara götürüp pankartı ters takarak bizi aşağılamaya çalışıyorlarmış iki-üç maçtır. Bilmeyenler için söyleyeyim; pankart şimdileri öyle değil ama eskiden tribünler için ayrı bir unsurdu. Pankart ligi vardı o zaman desem yanlış birşey söylemiş olmam. Her tribün grubunun belirli üç-beş ayrı pankartı vardı. Bana şimdi Woking'in pankartlarını şu kağıda çiz deseler çizerim, o derece. Her tribün diğer tribünlerin pankartlarını dostlukları ölçüsünde gerek korur gerek aşırmaya çalışırdı. Olur da bir tribün grubu rakip tribün grubunun pankartını ele geçirirse gideceği deplasmalara aşırdığı pankartı ters takar tabiri caise 1-0 öne geçerdi. Sonra ara dur o pankartı. Eskilerden efsanevi bir olay vardır kısaca anlatayım. West'am tayfası 90'ların başında Tottenham tayfasının(Enforce Yid's) pankartını aşırıp bir iki hafta deplasmanlarında ters takıp dalga geçmişlerdi. Baktılar Tottenham tayfası bunları barlarda rahatsız ediyor ülke boyunca bu pankartı tüm Tottenham'dan nefret eden tribün grupları arasında dolaştırdılar. Misal pankart önceki hafta Coventry'de diğer hafta Leicester'de gözüküp cümle aleme Tottenham tayfası ile taşak geçme şansı tanırken Enforce Yid's biraz da seslerini duyurmak için Liverpool deplasmanında bu pankartı ele geçirdik temalı bir afiş asarak, pankartı asmışlardı. Ama pankart diğer hafta Sunder deplasmanına giden Newcastle'lıarda görülünce ve Tottenham tayfasının o pankartı yeniden yaptıkları anlaşılınca Enforce Yid's bu işi bırakıp yıllarca onların üzerinden yapılan komik muhabbetleri dinlemek zorunda kalmışlardır. Bu bahis sitelerindeki futbolun dinamikleri olarak sayılan West'am-Totten'am geçmiş maç skorları istatistiklerinde gözükmez ama tüm kuzey Londralılar bu olayı bilir, duyunca da kulaklarını kaparlar.

İşte böyle bir ortamda Soton'lu çocuklar bizim deplasmanlara gidiş kolay olsun diye üç dört tane ülkenin farklı yerlerindeki dostluk kurduğumuz tribünlerden biri olan yani Swindon'dan bizim pankartı çalmışlar. Aslında olayda birazda bizim suçumuzda var. İki üç ay öncesine kadar bu adamların Walsall taraflarında tamami ile kendi mundarlıklarından kaybettikleri pankartı biz çaldık diye sahiplenmiş o zaman araba kaporta işlerinde çalışan şimdi araba galerisi sahibi olan dostum Roald'a oto boyası ile bu pankartın kopyasını yaptırarak deplasmanlara götürüp ters takmıştık. Gerçi o pankartın üzerindeki aslan motifini daha çok bizona benzetmişti ama uzaktan fark edilmiyordu.

Oturup ne yapsak ne etsek diye düşünürken ilk adımı onlar atıyor. Bizim reisi arayıp iki şehrin ortasındaki Bognor Regis'de pankart değiş tokuşunu önermişler. Tabi bizim götümüz tutuşuyor, bizimkisi çakma pankart. Eminönündeki abibas, yike, rebok ürünleri gibi. Tabi gençlik hiperaktiflikleri mevcut. Abi gerekirse kavga ederiz, alır geliriz o pankartı sen merak etme reis diyoruz. Tabi bizim reis kavgadan yana değil pek. Oturup plan yapıyor. Pankartı öylesine bağlayalım ki açamasınlar, bir noktadan sonra bırakıp giderler zaten diyor. Aklımıza yatıyor bu fikir. Bulabildiğimiz tüm iplerle ilmik ilmik bağlıyoruz pankartı. Ertesi gün 9-10 kişi öğle gibi Portsmouth trenine binip gidiyoruz Bognor'a. Tabi gitmeden önce bizim Alban kavga kokusunu aldığı için gelmek istemiyor. Abi..öhöhöhö...valla..öhöhöhö..hastayım..öhö..ya diyor pezevenk, öylede bir çakaldı.

Tabi bizim yanımızda Max reis var, biz güveniyoruz ona. Trene biniyoruz üç kişi kocaman pankartı taşıyor. Trendekiler içinde ne var acaba diye bahisler atıyor ortaya. Adaşım Joe nereden bulduysa artık hippi çadırı millet bu, gidip kamp yapacağız diye bağırıyor. Millet tabi feci tırsıyor. Dönüş vaktinde tren olmayacağı için bizim Aldous birader'in pederinin Dondurma sattığı bir kamyoneti var, o bizi akşama doğru gelip alacak. Öyle planladık.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra Bognor Regis'e geliyoruz. Bunlar ortada yok henüz. Bunlar gelesiye kadar biraz denize girelim diyoruz. Herkes girmeye hazırlanırken oradan biri bağırıyor beyler iki kişi pankartın başında beklesin, aman ha diyor. Lan pezevenkler olayı iyice büyüttünüz ha, çocuğunu parkta kaçırsalar ses etmez, adam kolpa pankartın peşine düşmüş diyemiyorsun tabi. Zaten su soğuk gibiydi. Ben girmedim, bekledim sahilde. Zaten bunlar da hemen geldiler. Sonra buluşacağımız yere yani Bognor Regis'in tren istasyonuna tekrardan dönüyoruz. Bilmeyenler için söyleyeyim Bognor büyük bir yer değil. Tipik İngiltere Taşrası. Lakin gelgelelim şehrin içinden hem sahile giderken hem de tren istasyonuna tekrardan dönerken millet elinde kocaman bir pankart olan üç kişi ve bunların arkasından gelen 6-7 kişiye garip refleskler de vermedi değil. O zamanlar cep telefonu yok tabi, millet şu saatte gelirim dediği vakit orada olurdu. Ki belirttikleri vakit Batı ekspresinden iniyordu Sotonlular. Lakin in in bitmiyordu pezevenkler. Sanarsın Emir Kusturica'nın yönettiği filmde cingen düğününe gelmiş hepsi. Saysan akşam olur bunları. Abartmıyorum rahat bir elli kişi varlar. İlk başlarda üzerimizdeki çıkışta bekleyin hepinizin ağzına sıçacağız, hepinizin! ruhu, adamların sayısı arttıkça sizi tanıdılar ben kaçıyorum ruhuna dönüşmek üzere o sıra. Yanımdaki Joe'nun bunlar trenden inip bize doğru yönelmeye başladıklarına kadar ki repliklerini yazmam sanırım olayı anlatıyor.

Oh..No.. Don't say anyth...Is it? po...Oh mate nooo....Fucked up mate...Other Boys?...No way..Shit..Shit..Shit..,

Şimdi yalan yok dostlar. Bu Bill Anton denen herifle arkasından gelen yaklaşık 40-50 kişilik grubu görünce bizim Max Ankara'dan abim gelmiş duygusallığına bürünüyor. Bizim reis de sıçtıysa biz temelli sıçtık işareti görüyorum yanımdakilerin gözlerinde. Bu Bill yanımıza yaklaşıp Max kısa ve net konuşacağım diyor. Verin pankartı alın pankartınızı. Ayrıca Reading'li çocuklara da bundan sonra dokunmayın tamam mı diyor? Olur diyor Max. Verin bakalım şu pankartı diyor. Bizimkini açıp veriyorlar bize. N'aptınız lan pankarta böyle, içinde hazine mi saklıyorsunuz açın bakalım şunu diyor. Biz yalandan ilmikleri açmaya çalşıyormuş gibi davranırken bu yanındaki Hattori Hanzo kılıcına benzer bıçağını çıkararak çekilin lan şöyle, bir işi beceremiyorsunuz takımınız gibi, Uğraştığımız adamlara bak ya diyor. Baya bir uğraşıyor bu pankartı açmak için. Tıpkı kurban bayramında kalın boyunlu iskoç koyununu kesemeyip olayı namus meselesine dönüştürüp sinirden koyunu bıçaklayan amcabey gibi Bill de kanter içinde kalıyor. Yanındakilere bağırıyor, gelin açın şunu diye. Oo, usta yemin olsun biz masum bir tribünmüşüz. Adamlar sanki Ukrayna, Rusya'dan ayrılıp silahsızlanma dönemine girdiğinde Ukrayna'ya girip boş-beleşe silahdır, bıçaktır hepsini temin etmişler. Bir tank yoktu yanlarında yemin olsun. Diğerleri de gelip ceplerindeki çıkardıkları bıçaklarla açmaya çalışıyorlar ip düğümlerini. Yalnız bizimkiler artık denizci düğümü mü attılar artık bilemem ama bunlar dört beş kere mola verdiler, sigara içtiler. Aynı bizim Alban'ın berberi gibi. Pezevenkin gençken bir delikten dört tane çıkan kıvırcık saçları vardı. Bunu berbere götürdüğümüzde berber abartmıyorum, bunun saçını üç kere falan mola vererek keserdi. Kırk yıldır yoğurt yiyorum, ben böyle kase görmedim tadında dırdır ederdi.

Neyse, biz bunlar uğraşamayacak artık, yırttık bu işten diyecekken düğümün birini koparıyor hayvanın biri. Hani Türkçede bir deyim var "Çözülmüş düğüm gibi arka arkaya olaylar sonuçlandı" yada onun gibi. Bu hayvanın kopardığı ipten sonra bizim çakma pankart yavaş yavaş açılıyor ve bizimkilerin arasında Eşhedü...la..ilahe...eşhedü... sesleri çıkıyordu. Hatta bizim ateist reis Max bile Jesus esaslı adamdı aslında, nasıl hakkını yediler anlayamıyorum falan demeye başlıyor. Ve bizim maskelerimiz bunlar pankartı yavaş yavaş açarken aynı hızda düşüyordu. Hatta en sonda bunlar pankartı hızlıca açtığında birden yere düştü maskelerimiz. Bir Vendetta'nınki düşmedi. Yıllardır sırıtıyor insanlara pezevenk. Bir numarası yok aslında.

Bunlar pankartı açınca biz grupcak tutunacak dal arayan koala gibi olmuşken Bill birden gülmeye başlıyor. Bu ne lan? Abba'nın albüm kapağı mı? Dalga mı geçiyorsunuz lan ibneler? diye. Biz boğazımızdaki son tükürüğü de şöyle bir midemize gönderirken aynı zamanda kafamızı sağa-sola doğru hayır abi şaka değil manasında sallıyoruz. Bu hem sakız çiğneyip hemde yürüyemeyen İngiliz insanları için önemli bir gündü. Ama olmadı. Tek hatırladığım şey "Abi allaseven bıçak yok değil mi? Bıçak yok değil mi abi? Bak sırtıma tekme at, şeyine tak dolaştır beni. Ama bıçak yok değil mi abi? Sahiden yok değil mi abi?" nidaları. Sahiden de bıçak yokmuş, ama güzel dayak varmış. Hepimiz dayak sonrası deli dana gibi kaçışırken ben tren yoluna atlayıp sahil tarafına doğru kaçmaya başlıyorum. Bir beş dakika rahat arkamda beni kovalayan nefesleri duydukça artık pes edip yere yatıp cenin pozisyonuna giriyorum. Bakıyorum kimse vurmuyor, meğerse bizimkilermiş arkamdakiler. Tam yerden kafamı kaldırıren bizim şişko Joe'nun koşuşunu görünce istemsiz bir biçimde kahkaha atıyorum. Çok garip bir duyguydu o. Ağrıdan her yanım ağrıyor hatta hayvanın biri ben kavgayı ayırırken parmağında yüzük vardı galiba hayvani bir kroşe çıkmış bizim burnun sağ tarafından dudağın üst tarafına kadar felç etmiş lakin ben bizim Joe'nun koşuşuna gülüyorum. Tam ayağa kalkıp kırılan dişimi elime alacakken arkamdan bir ordu bana doğru gelince tekrardan cenin pozisyonuna girdim. Geçerken biri fena bir tekme vurdu, hiç unutmam ölüyorum sandıydım.

Ayağa kalkıp şöyle bir etrafı süzüyorum. Hemen şehir merkezine doğru koşup olayı bardakilere arayıp anlatacağım. Allahım, ne çocuksu endişelerdi o zaman öyle. Telefon kulübesinden yansıyan yüzümü görünce bundan vazgeçip tekrar tren istasyonuna doğru ufak ufak yürüyorum. Arkamı da kolluyorum hani. Bakıyorum bizimkiler var mı orada diye, kimsecikler kalmamış. Geri dönüyorum şehir merkezine. Cebimdeki paraya bakıyorum, otobüse yetmez, tren de yok o gün Brighton'a. Sahile doğru gidiyorum bakıyorum bizimkilere bir yarım saat. Yoklar.

Denize düşen yılan'a sarılır. Alban'ı arıyorum evde yok. Dayı beyi arıyorum kimse açmıyor telefonu. İki jeton attım cepte parada kalmadı. Artık son jetonla evi arıyorum. Annem açıyor. Anne diyorum, dede mi verebilir misin? Oğlum neredesin sen Albanın da haberi yokmuş diyor. Anne diyorum sen dedemi ver. Dedem alıyor ahizeyi. Oğlum Joe, yavrum neredesin? İnsan bir haber verir diyor. Dede diyorum böyle böyle. Dede n'olursun sen gel beni almaya babam tek başına gelmesin diyorum. Dedemin yanında babamın sesini duyunca tırsıp, yerimi söyleyip hemen kapatıyorum. Yandaki büfedeki kadından rica edip buz istiyorum. Balıkları dondurmak için koyduğu buzu veriyor bana. Buzu alıp dudağımın üstüne koyuyorum. Buz eridikçe yüzüm balık kokuyor, sinekler yüzüme geliyor.

Bir 45 dakika sonra babamla dedem söylediğim yere geliyor. Bakıyorum sağ koltuğa dedem de var. Rahatlıyorum. Arabaya binip yüzümü önüme doğru çekiyorum. Tabi dedebey heyecanlanıyor yüzümü görünce. Pederbeyde tık yok, hiçbirşey söylemiyor. Brighton'a doğru yola koyuluyoruz. Tam şehirden dışarı çıkacaktık ki otobüs durağında bizimkilerden üç kişiyi görüyorum, koltuğa doğru gömülüp kafamı hemen sola çeviriyorum. Şehirden çıkınca bizim pederbey bana buz almak için bir yol üstü lokantasına uğruyor. Dedem, hadi yemek yiyelim bari burada, karnımız acıktı diyor. Giriyoruz içeri. Sadece tavuk kanadı varmış. Olur diyoruz, geçiyoruz içeri. Rahmetli dedebey ortamı ısıtmak için daha doğrusu evde benim yiyeceğim sopanın dozajını azaltmak için şakalar yapıyor. Hatta bir keresinde ben Sarıyerde maçtayken... ile başlayan ve hiç bitmeyen hikayelerinden birini anlatıyor. Babam benim yüzüme bile bakmıyor, hiç konuşmuyor.

Dedebey, pederbey ve ben belki de hayatımızda sadece bir kereliğine de olsa şehirdışında üçüncü sınıf bir lokantada tavuk yiyoruz.

Eve gidiyoruz. Annem kapıyı açar açmaz salya sümük oluyor. Kadıncağızı hayatında bilmem kaçıncı kez bu hale sokuyorum, bir noktadan sonra saymayı da unuttum artık. Annem yüzümü mumyaya döndürdükten sonra gözüm istemsizce televizyona sırf dedemin ortam şenlensin diye taktığı Hababam sınıfı filminin kasedini izliyor gibi yapıyor. Hani içimden diyorum ki; "Yahu baba vur bana tonla, dayak yemişim zaten ama susma böyle. Bunu yapma bana, susma" lakin gel gör ki diyemiyorum. Birkaç saat sonra dedebey abdest almak için kalkıyor. Arkasından gidiyorum; Ya dede babam neden böyle yapıyor? Söylesene, valla bilerek yapmadım ya diyorum. Oğlum Münür (Dedemin bana küçüklükten beri Joe dememek için kullandığı isim) ; Ben babanı kaç kere Preston yollarında alıp getirdim, kaç kere dövdüm bunun için bilyor musun? diye soruyor. Hiçbir şey diyemiyorum.

Odama gidip yatağa uzanıyorum. Bekliyorum ki babam gelsin Oğlum Joe bir daha yapma bunu desin. Gelmiyor ama. Sabaha kadar uyuyamıyorum; vücudumdaki ağrılardan, sızılardan değil...


By Joe Jonese Ateşdağlı

25 Ocak 2017 Çarşamba

TRAJEDİYE DÖNÜŞEN BİR ŞAMPİYONLUK HİKAYESİ

Tarihinde 2 şampiyonluğu var, Roma'nın halk arasında "kötü adam" olarak bilinen takımı S.S. Lazio'nun. İkincisi ve sonuncusu 1999-2000 tarihinde Sven Göran-Eriksson yönetiminde kazanılan şampiyonluk. O şampiyonluğun da ayrı bir hikayesi anlatılmalı aslında. Ligin son 3 haftasına rakibi Lazio'nun 5 puan önünde giren Juventus bu 3 maçta 2 mağlubiyet almış ve 3'te 3 yapan Lazio son hafta şampiyonluğa ulaşmıştı. Hatta o sezon Lazio, Serie A'nın zirvesine çıktıktan 4 gün sonra İtalya Kupası finali ikinci ayağında San Siro'da Inter karşısına dikilmiş ve 2-1 kazandığı ilk maçın rövanşında maçı başladığı gibi bitirerek dubleye uzanmıştı. Bir daha da şampiyon olamadılar. Son 16 yılda 2 kez üçüncülük kazandılar ve bu da onların şampiyonluk sonrası en iyi dereceleri. Bizim anlatacağımız hikaye ise kulübün ilk şampiyonluğundan. 1973-74 sezonunda elde edilen efsane şampiyonluktan ama elbette bu işin bir de arka planı var. Önce onu anlatalım.Anlattıkça bu hikayenin aslında aynı zamanda Lazio tarihinin bahtsız yıldızı Luciano Re Cecconi'ye ait olduğunu göreceksiniz.

1 aralık 1948 tarihinde, Milano'nun 15 kilometre uzağındaki Nerviano kentinde bir duvarcı ustasının oğlu olarak dünyaya geldi Luciano. Babasına yardımcı olmak için kardeşiyle beraber inşaat işlerinde çalışmaya başladı ama onun hayali yeşil sahalarda yatıyordu. Kariyerine bugün 2 bin nüfusa sahip, Torino yakınlarındaki USD Aurora Cantalupo takımında başladı. Kısa bir süre sonra doğduğu kentin yakınlarına geldi ve evine 13 kilometre uzaklıktaki Busto Arsizio kulüplerinden Aurora Pro Patria takımının altyapısına girdi. Pro Patria o yıllarda Serie C'de mücadele ediyordu. 1967-68 sezonunda Re Cecconi ilk kez forma şansı buldu ve 3 maçta takımının formasını giydi. O sırada 19 yaşındaydı. Takım ligi 5. sırada bitirdi. Re Cecconi izleyen sezon takımın değişmez elemanlarından birisi oldu ve 33 maçta forma giydi. Buna rağmen Pro Patria ligi 13. sırada bitirdi. Re Cecconi orada daha fazla zaman kaybetmeyecekti. Bu sefer İtalya'nın güneyine yelken açtı. Evinden ilk kez bu kadar uzaklaşıyordu ve kendi başının çaresine bakma zamanı gelmişti. Şimdi bir başka adamın yoluna girelim.

Lazio 1973-74
Kariyerinin önemli bir bölümünü Bari'de futbol oynayarak geçiren ve daha sonra da aynı kulüpte önce yardımcı hocalık sonra da 1963-64 sezonunda teknik direktörlük görevine getirilen Tommaso Maestrelli Serie A'nın 11. haftasında Sampdoria'ya 2-0 mağlup olunan maçtan sonra görevinden kovuldu (Bari o sezonu son sırada bitirerek Serie B'ye düşecekti). İzleyen sezon Serie C'de mücadele eden ve tarihi boyunca bu kademeden yukarıya çıkamamış Reggina onu takımın başına getirdi. İlk sezonlarında kendi gruplarını lider bitirerek Serie B'ye çıktılar. Bu kulüp tarihinin en büyük başarısıydı. Maestrelli 3 sezon daha Reggina'nın başında kaldı. Takım ilk sezonda Serie A vizesini sadece 1 puan farkla kaçırdı. İzleyen 2 yıl ise beklenen başarı gelmedi. O yıllarda Reggina için acı bir olay daha yaşandı. Takımın yükselişinde büyük pay sahibi olan Italo Alaimo, 1967-68 sezonunun başında kontrol için gittiği hastanede yürüme bandındaki aletlerdeki elektrik kaçağı sonrası yüksek voltaja maruz kalarak hayatını kaybetti. Sezon sonu Maestrelli, Reggina'daki görevinin tamamlandığını düşünüp Foggia'nın başına geçti. Foggia da Serie A biletini kovalayan bir takımdı. İlk sezonlarında pek bir varlık gösteremediler ancak İtalya Kupası'nda final grubuna kalmayı başardılar ve kupayı 3. bitirdiler. 1969-70 sezonunda bu 2 adamın yolunu birleştiren hadise yaşandı ve defansın önünde emniyet sübabı bir orta saha oyuncusuna ihtiyaç duyan Maestrelli, Re Cecconi'yi Foggia'ya getirdi.

Foggia 42 golle ligin en çok gol atan takımı oldu ve lider Varese'nin ardından Serie A'ya yükseldi. Maestrelli 6 sezon önce bıraktığı yere dönerken , Re Cecconi de 22 yaşında Serie A tecrübesini tatacaktı. 13 Aralık 1970 tarihi bu 2 adamın hayatında büyük bir yer tutar. Takım Lazio'yu 5-2 mağlup eder ve Re Cecconi kariyerinin ilk Serie A golünü bu maçta kaydeder. Ancak takım sezon boyunca sadece 6 maç kazanır (bunlardan 2'si Lazio ve Roma'ya karşıdır) ve averajla küme düşer. Maestrelli aldığı bu 5 gollü galibiyetin etkisinden midir bilinmez Lazio tarihinin en uzun süre görev yapan başkanı Umberto Lenzini tarafından göreve getirilir. Re Cecconi ise Foggia ile Serie B'nin yolunu tutmuştur. Ancak orada sadece 1 sezon kalır. Hocası onu 1971-72 sezonunun sonunda Roma'ya getirir. İkilinin yolu bir kere daha buluşmuştur. 23 yaşındaki oyuncu Giorgio Chinaglia gibi Lazio tarihinin efsanelerinden birisi ile yanyana oynayacaktır (aşağıda).

Yazının girişinde bahsettiğimiz efsanevi 1999-2000 sezonu aslında 28 yıl öncenin bir nevi intikamıdır. Re Cecconi'nin ilk sezonunda Lazio Luigi Martini, Mario Facco, Giancarlo Oddi, İngiltere doğumlu bir başka kulüp efsanesi Giuseppe Wilson, Franco Nanni,  Mario Frustalupi gibi isimlerle birleşir. Bu kadro bir kaç yıl iskeletini korumuş ve Lazio tarihine altın harflerle yazılan maçlara imza atmıştır. Bu efsane kadronun kalesinde Serie B'den transfer edilen Felice Pulici (aşağıda) yer almaktadır. Ligin 26. haftasına girildiğinde Lazio, liderliği Milan'la paylaşmaktadır. Juventus ise 2 puan gerilerinden takip etmektedir (o yıllarda 2 puanlı sistemin uygulandığını hatırlatalım). İzleyen 2 hafta Lazio, Torino ve Bologna deplasmanlarında puan kaybeder, son haftaya girerken lider Milan'ın 1 puan gerisindedirler. Milan son hafta Verona'ya 5-3 mağlup olur, Lazio'nun eline iyi bir fırsat geçmiştir ama takım Napoli'ye 1-0'la boyun eğer. Juventus, Lazio'nun ezeli rakibi Roma deplasmanında 2-1 kazanır ve şampiyonluğa ulaşır. Lazio'nun güçlü defansının ligin en az gol yiyen takımını oluşturması ve Chinaglia'nın 10 golü şampiyonluğa yetmez. Re Cecconi o sezon Ankara'da İtalya 23 yaş altı takımıyla Türkiye'ye karşı ilk kez İtalya formasını giyer.

Ve kulüp tarihine geçen 1973-74 sezonu. Lazio sezona iyi bir başlangıç yaparak 10. hafta liderliği ele geçirir. Bu dönemde Derby della Capitale'de Roma'yı 2-1 ile geçerler. Lazio ve Juventus izleyen haftalarda sürekli zirve için yarış içinde kalırlar. Takım 18. haftada Juventus'u 3-1 mağlup eder ve Roma derbisinde ezeli rakibini bir kez daha 2-1'le geçer. 29. haftada Re Cecconi ve Maestrelli'nin eski takımı Foggia'yı Olimpico'da Chinaglia'nın golüyle 1-0 mağlup eden takım tarihinin ilk şampiyonluğuna ulaşır. Takım 2. kez ligin en az gol yiyen takımı olur ve Chinaglia da 24 golle kulüp rekorunu kırarak gol krallığını kazanır. Re Cecconi dahil olmak üzere Lazio takımından 3 oyuncu 1974 Dünya Kupası için İtalya kadrosuna seçilir. Re Cecconi için sarı saçlarından dolayı l'Angelo Blondo (Sarışın Melek) lakabı o sezon yaratılmıştır. Bu kulübün kısa süre sonra değişecek kaderi öncesi yaşanan son mutlu günlerdir. Aşağıdaki fotoğraf o mutlu günlerden. Umberto Lenzini, Tommaso Maestrelli ve o yıllardaki milli takım hocası Fulvio Bernardini aynı karede.

Lazio'nun kötü ünü aslında o yıllara kadar dayanmaktadır. Birçok otorite oyuncuları "bir maço ordusu" olarak tanımlamaktadır. Futbolcuların hemen hepsi yolculuklarda silahlarını da yanlarına almakta ve zaman zaman kutlama yapmak için havaya ateş açmaktan çekinmemektedir. Bazıları onları kendilerini her şeyin üstünde gören küstahlar olarak damgalamıştır. Tabii bu atmosfer takım içinde de bazı ayrılıkları beraberinde getirmiştir. Hatta Laziolu oyuncuların maçlardan önce 2 farklı soyunma odasında giyindiği söylenir.

Lazio 1974-75 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'na gidemez çünkü bir sezon önce UEFA Kupası'nda oynanan Ipswich Town maçından sonra soyunma odasında çıkan olaylar sebebiyle UEFA'dan 3 yıl men cezası almıştır. Bu yetmezmiş gibi Maestrelli'ye karaciğer kanseri teşhisi konur. O sırada 53 yaşında olan hocaya doktorlar birkaç ay ömrü kaldığını açıklarlar. Maestrelli tedavi için hastaneye yatar. Takımı yardımcısı Roberto Lovati devralır ve lig 4. sırada bitirilir. Lenzini hastanede olan Maestrelli'nin yerine Sampdoria'nın hocası Giulio Corsini'yi getirir. Ama Corsini'nin Lazio'su ligin ilk 8 haftası sonunda 5 puanla 15. sıraya yerleşir. Corsini kovulur ve tedavisi iyiye giden Maestrelli göreve döner. Takım ligin son haftasında Como deplasmanından 2-2'lik beraberlikle dönüp averajla kümede kalır. Chinaglia henüz 29 yaşında olmasına rağmen New York Cosmos'a transfer olur. Sezon sonunda Maestrelli Lenzini'nin isteği ile Sportif Direktör görevine geçer ve Brezilyalı Luis Vinicio teknik direktörlük görevine getirilir. 1976-77 sezonu başlar, Maestrelli 2 Aralıkta karaciğerine karşı daha fazla savaş veremez ve hayata gözlerini yumar. Lazio o sırada ligde orta sıralarda yer alıyordur.

Lazio 1976-77
Şampiyonluğun trajediye dönüştüğünün son göstergesi olan olay ise 18 Ocak 1977'de, yani efsane teknik adamın ölümünden kısa bir süre sonra gerçekleşir. O akşam Re Cecconi takımdaki en iyi arkadaşı Pietro Ghedin ile Roma sokaklarında turlamaktadır. Romalı bir kozmetik tüccarı olan Giorgio Fraticcioli ile karşılaşırlar. Fraticcioli onları bir mücevher dükkanına götürür. Ancak bu 2 iyi arkadaşın aklına sonradan bir faciaya dönüşecek bir şaka gelmiştir. Arkadaşları dükkana girer girmez, Re Cecconi elindeki su tabancasıyla içeriye dalar ve "bu bir soygundur" diye bağırır. Bu masum şakayı dükkan görevlisi aşırı ciddiye almıştır. Futbola pek ilgisi olmayan Bruno Tabocchini ismindeki adam yakın zamanda 2 soygun teşebbüsü yaşamıştır ve bu nedenle dükkanında 7.65 kalibrelik bir silah bulundurmaktadır. Silahını çeker ve tereddüt etmeden ateşler. "Sarışın Melek" göğsüne isabet alır. Pietro Ghedin önce bunun da şakanın bir parçası olduğunu sanar ama arkadaşının vücudundan akan kanı görünce gerçek anlaşılır. Ambulans çağırılır, oyuncu hasteneye yetiştirilir ama doktorların tüm çabalarına rağmen 28 yaşında hayata veda eder. Lazio 1 ay içinde 2 kulüp değerini toprağa verir. Tabocchini nefs-i müdafaa gerekçesiyle hiçbir ceza almaz. Basın Laziolu oyuncuların silahlara karşı olan bu sevgisinin şaka yollu olsa dahi yol açtığı sonuçla ilgili yine kulübü eleştirir.Takım sezonu 5. sırada bitirir.

Lazio bir sonraki şampiyonluğu için çeyrek asırdan fazla beklemek zorunda kalacaktır. Takımın üzerindeki kötü şöhret hiçbir zaman azalmaz aksine bugüne kadar gelen şekilde artarak devam eder. Buna rağmen tatsız bir oyunun kurbanı Luciano Re Cecconi, Lazio kulübü için halen efsaneler arasında sayılmaktadır.

"Ondan sonra gelmiş ve gelecek her futbolcu Re Cecconi ile kıyaslanacak. O bu takımın en cömert,en sevilen ve maalesef en şanssız oyuncusuydu"

Cristian Ledesma

3 Temmuz 2016 Pazar

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-78
























Japonya 1.Ligi J1-League 2010 sezonunda Albirex Niigata formasını giyen Brezilyalı Márcio Richardes, takımının Vegalta Sendai'yi deplasmanda 3-2 mağlup ettiği mücadelede tekrar edilmesi güç bir işe imza atmıştır. Maçın 47. dakikasında takımı 1-0 mağlupken penaltı vuruşu ile maça eşitliği getiren Richardes, 68. dakikada harika bir frikikle takımını 2-1 öne geçirmiş, maçın 90. dakikasında skor 2-2 iken kornerden attığı golle takımına 3 puanı getirmiştir. Böylece 3 farklı duran top organizasyonuyla hat-trick yapan Richardes'in bu harika resitali şuradaki videodan izlenebilir

19 Mayıs 2016 Perşembe

MEDAR-I İFTİHARDAN, VATAN HAİNLİĞİNE BİR ADAM: ALEXANDRE VILLAPLANE



















Daha önce blogda birkaç kez Cehenemde İki Devre ve Zafere Kaçış filmlerine de ilham kaynağı olmuş olan Dinamo Kiev takımının İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki macerasından (gerçi bu hazin hikayeye macera denmez ya) bahsetmiştik. Yine İkinci Dünya Savaşı'nın etkilediği bir futbolcu hayatına, bir hazin hikayeye yer vereceğiz blogda. Fransa milli takımının tarihinde oynadığı ilk dünya kupası maçında kaptanlık pazubandını taşıyan (üstteki resimde ayakta en sağda) ama bundan 14 yıl sonra vatana ihanet suçundan kurşuna dizilen Alexandre Villaplane'ın hikayesine. Belirtelim, yazı the Guardian'ın Fiver bölümünde 2009'da yayınlanan ve Paul Doyle'un klavyesinden çıkan yazıdan birçok alıntı yapmıştır. Orijinali için şuradan alalım sizi.

1905 yılında Cezayir'de doğan Villaplane Fransız milli takımında görev yapan ilk Kuzey Afrika menşei oyuncuydu. 16 yaşında Fransa'nın güneydoğusunda bulunan amcasının yanına taşındı ve bu bölgedeki FC Sète takımında forma giymeye başladı. Takımın İskoç menajer-oyuncusu olan Victor Gibson onun yeteneğini keşfetti ve A takımda oynatmaya başladı. Ancak o yıllarda profesyonel kontratlara henüz izin verilmemekteydi ve takımlar futbolculara maddi vaadler yapmanın başka yollarını bulmaktaydı. Nîmes kulübü de şehirde iyi para kazanabileceği bir iş karşılığında onu renklerine kattı. Kendisini tüm Fransa'ya tanıttığı ve çıkış yaptığı takım da bu Nîmes oldu. Özellikle kendi zamanının kafa toplarına en hakim oyuncusu olarak gösterilen Villaplane 1926 yılında, henüz 21 yaşındayken Belçika'ya karşı milli formayı giydi. 1929 yılında, Fransa'nın önde gelen kulüplerinden birisi olmayı hedefleyen Racing Club de Paris tarafından transfer edildi. O zamanlar halen ülkede maddi kazanç sağlanan profesyonel kontratlara izin verilmemekteydi, ama Villaplane ülkenin en çok kazanan futbolcusu haline gelmişti. Birçok gayrımenkul ve yarış atı satın aldı
























Villaplane, 25 yaşında 1930 Dünya Kupası'nda Fransa milli takımının kaptanlığına getirilir. Meksika'yı 4-1 mağlup ederek serüvenine başlayan ülkesinin ilk dünya kupası kaptanı olur. Takımı Arjantin ve Şili'ye mağlup olarak turnuvadan elenir. 1932 yılında Fransa'da profesyonel kontratlar yasal hale getiriilir ve bundan faydalanamak isteyen FC Antibes kulübü onu renklerine katar. O yıllarda güney ve kuzey olarak ikiye ayrılmış olan Fransa Ligi'nde, Antibes önce güney liginin şampiyonu olur, sonra da finalde SC Fives Lille'i mağlup ederek lig şampiyonu. Ancak şampiyonluk sonrası, final maçında şike yapıldığı ortaya çıkar. Şike skandalına adı karışan isimler Villaplane ve kariyerine başladığı Sète'deki 2 takım arkadaşıdır. Üçü de takımdan uzaklaştırılır, Nice kulübü bu fırsatı değerlendirip onu renklerine bağlar. Ancak bu hamleye daha sonra pişman olacaklardır. Villaplane birçok kez antrenmanları asar, hipodromda daha fazla zaman geçirir, bazı maçları takım elbise ile kenardan izler ve umursamaz davranır. Henüz 28 yaşında kendisini salan bu adamı Nice serbest bırakır. Onu, kendisini futbol dünyasına kazandıran Victor Gibson'ın çalıştırdığı, ikinci lig takımı Bastidienne de Bordeaux transfer eder. Ancak Villaplane değişmez, disiplinsizliklere devam eder ve bu sefer akıl hocası dahi ona sabredemez ve Fransız'ı kovar. Villaplane daha 30 yaşında iken futboldan kopar. Spor sayfalarına bir daha yansıdığı an Paris ve Côte d'Azur'daki at yarışlarına şike bulaştırdığı andır. Derken 2. Dünya Savaşı patlak verir.



















1940 yılında Paris Almanların eline düşer. Nazi ordusu subayları ve yetkililer, Paris'i tamamen kontrol altına alabilmek , karaborsacılardan, ikinci el pazarına, el altı satışlardan mafyaya kadar her kesimde birkaç adam bulundurmak için Fransızlarla işbirliği yapma yoluna giderler. Paris'in en tanınmış mafya liderlerinden Henri Lafont (üstte) bu anlamda onlara yardımcı olur. Naziler ilk olarak ondan kurtulmak isterler ancak Lafont canını kurtarmak için SS subaylarına Belçikalı bir bağımsızlık örgütünün liderini elleriyle teslim eder ve güvenlerini kazanır. Bunun üzerine Paris'i el altından kontrol etmesine izin verilir. O da o an hapiste olan ve kendisine yardımcı olabilecek tüm suçluları serbest bıraktırır. Örneğin eski Paris polis müdürü olan ama adı skandallara karışınca hapse düşmüş Pierre Bonny'i (aşağıda) hapisten çıkarıp sağ kolu yapar. Altın piyasasını kontrol etmek için bir adam aradığında ise yoluna, aynı piyasadaki yolsuzlukları nedeniyle hapse girmiş, yeşil sahaların eski harika çocuğu Alex Villaplane çıkar. Lafont onu hapisten çıkarır, örgütüne alır ve Paris'i uzun yıllar boyunca sömüren, "93 rue Lauriston" olarak Fransa tarihine geçmiş olan, bugün bile unutulmamış adreste ikamet eden (en alttaki resim) ve bir nevi Almanların gizli ajanları olarak hareket eden Fransız Gestaposu'nu kabul eder. Adolf Hitler'in en güvendiği isimlerden Heinrich Himmler'in kontrolünde olan Alman Gizli Polisi Gestapo'nun (Geheime Staatspolizei) Fransa kolu artık Villaplane'i de barındırmaktadır.



















1944 yılında Henri Lafont, Alman siyasi düşüncesini Kuzey Afrikalı halk ve Paris'te yaşayan Araplara tanıtmak ve onları Komünizmden uzak tutmak için ayrı bir örgüt kurmayı teklif eder. Kendisine onay verilir. North African Brigade adıyla kurulanda örgüt Villaplane gibi birçok Kuzey Afrikalı'nın bulunduğu bir örgüttür ve yıllar boyu Nazilerle işbirliği yaparak servetini artırır. Villaplane örgütte Teğmen rütbesine getilirir. Birçok yahudi, komünist, homoseksüel ve hatta zihinsel ya da bedensel engelli insan, örgütün işkenceleri sonucu Lauriston Caddesi 93 numarada can verirler. Hatta bir keresinde kendisinin de liderlik ettiği bir baskında yaşları 17 ile 26 arasında değişen 11 genç, asilikle suçlanır ve Dordogne köyünde kurşuna dizilir. Villaplane bizzat infazda yer almıştır. Ünü Paris'te artık hava toplarına hakimiyeti ve sürati ile değil, zalimliği ve acımasızlığı ile yayılmıştır. Yine bir istihbarat sonucu, bir yahudiyi sakladıkları düşüncesi ile Geneviève Léonard isimli bir Fransızın evine girdiklerinde Villaplane, Léonard'ın 59 yaşındaki annesine yahudinin yerini söyletmek için işkence yapar, sonra da gözlerinin önünde, adamlarına iki köylüye tecavüz ettirir. Köylüler daha sonra makineli tüfekle taranır. Bu sırada Antoine Bachmann isimli yahudi yakalanır. Villaplane onu tutuklar ve üstüne ev sahibi Léonard'dan 200.000 frank talep eder.




















Ancak süre ilerledikçe Almanların savaşı kazanamayacağı belli olmuştur. Villaplane de bunu sezer ve örgütündeki birçok kişiyi, savaş sonrası tutuklanacaklarını tahmin ederek yurt dışına kaçırır. Bu yolla bir yandan da Nazilerle çalışma sebebinin vatandaşlarını kurtarma amacı olduğunu göstermeye çalışır. Böylece özelliklerine dolandırıcılık, ihanet ve zalimliğin yanında ikiyüzlülüğü de eklemiştir. Kendisine bu özellikleri sebebi ile "SS Mohammed" lakabı takılmıştır.

1944 ağustos ayında Paris'in karanlık günleri sona erer. Neredeyse yarısını Afrikalıların oluşturduğu, özgürlük yanlılarının mücadelesi sonucu şehir düşer. 5 yıla yakın süren Alman faşizminin etkilerini temizlemenin halkalarından birisi bu faşizmi yaratanların yargılanmasıdır. North African Brigade örgütü, Lafont ve Villaplane'in de aralarında bulunduğu tüm Nazi yanlıları ve yatakçıları adına büyük ceza istemleri ile dava açılır. Mahkeme kayıtlarında tanıkların Villaplane ve çetesi için insanları soydukları, tecavüz ettikleri , işkence ettikleri, öldürdükleri, evleri yakıp yıktıkları, birkaç saniye önce öldürdükleri insanların kanlı vücutlarından mücevherlerini çaldıkları ve Alex Villaplane'in bütün bu eylemler sırasında hep neşeli, umursamaz ve sakin olduğu ifadeleri yer almaktadır. Örgüt üyeleri ise onun doğuştan bir dolandırıcı olduğunu ve amacına ulaşmak için şantaj, tehdit, şiddet dahil her yolu deneyebilecek birisi olduğunu anlatmışlardır. İfadelere göre Villaplane bir keresinde, üzerinde Alman üniforması ile bir Fransız köyüne gitmiş ve "şu Almanlar bize üniforma giydirmeye başladılar, ama merak etmeyin, bu zamanda bile ben insanlarımı korumaya uğraşıyorum, bugüne kadar ellerinden 54 kişiyi kurtardım, 55. yi kurtarmak için sadece 400.000 franka ihtiyacım var" diyerek, bu parayı kendisine vermeyenleri üstü kapalı ölümle tehdit etmiştir.








Villaplane ve tüm örgüt üyeleri ölüm cezasına çarptırılır. 1944 yılında, Noel'in ertesi günü Alex Villaplane, Henri Lafont ve Pierre Bonny ve 5 örgüt üyesi Paris'in Fort de Montrouge bölgesinde şehir dışına götürülür ve kurşuna dizilir. Sadece ve sadece 14 yıl önce, ülke tarihinin gurur tablosunda çok büyük bir yeri teşkil eden adam 39 yaşında bir vatan haini olarak, çimenlik bir alanda infaz edilir. Cesedi muhafaza edilmez bile.












Bir futbol kahramının kendi çizdiği yolun sonundaki hazin bitişin öyküsü....



7 Mart 2016 Pazartesi

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-77

























River Plate'de kariyerinin 13 yılını geçiren ve futbol kariyeri bittikten sonra kulüpte kaleci antrenörü olarak görev yapan Alejandro Saccone çok ilginç bir kariyere imza atmıştır. Renato Cesarini kulübünün altyapısından yetişen ve 1993 yılında River Plate'e transfer olan Saccone, kulübün formasını ilk kez giymek için 5 yıl beklemiş ve Libertadores Kupası'nda oynanan Alianza Lima maçında 15 dakika kırmızı beyazlıların kalesini korumuştur. Ardından sırasıyla Chacarita Juniors ve İtalya Serie C takımlarından Carrarese takımlarına kiralanan oyuncu, River'a her döndüğünde ya rezerv takımında yer bulmuş ya da sakatlıklar sebebiyle üçüncü kaleci olarak kadroya dahil edilmiştir. Saccone, River Plate formasıyla ilk lig maçına 2003 Apertura Ligi'nde, yani kulübe transfer olduktan tam 10 yıl sonra çıkabilmiştir. 2008'de, futbolu bıraktığında River kalesini sadece 6 kez korumuş olarak kariyerine nokta koymuştur. Dahası, Saccone, kiraya gönderildiği takımlarda da çok fazla oynama şansı bulamamış ve 13 yıllık kariyerinde, toplam 16 maça çıkarak bu alanda kırılması güç bir rekora imza atmıştır.

Seyir Defteri


19 Ekim 2015 Pazartesi

FUTBOLUN JAMES DEAN'İ: GIGI MERONI






























Blogda daha önce İtalyan futbolunun efsane takımlarından Il Grande torino hakkında bir yazı yayınlamıştık. Torino kentinin kaderini değiştiren bu kazada uçağı kullanan pilotun adı yazıda görebileceğiniz gibi Pierluigi Meroni'ydi. Meroni soyadının kulüp tarihi için pek hoş anıları yoktur. Pilot olan Meroni zaten bir facia içinde yer almıştır. Futbolcu Meroni, yani bugün hikayesini anlatacağımız Luigi "Gigi" Meroni ise buruk bir tatla hatırlanan Torino tarihinin yıldızlarından birisidir. İçinde pek çok küçük hikayenin bulunduğu yıldızlardan birisi. Buyurun hikayesine

Gigi Meroni İtalya'nın İsviçre sınırındaki kentlerinden Como'da dünyaya geldi 1943 yılında. 3 kardeş babalarını 2 yaşında kaybettiler. Anne, maddi imkansızlıklar içinde aileyi çekip çevirmeye çalıştı o yıllarda. Küçük Luigi de, Como'nun yıllarca en büyük ekonomik kaynağı olan ipek üretimi sektöründe atolyelerde çalıştı. Boş zamanlarında ise resim çiziyordu. Bu hobi onunla hayatının sonuna kadar yaşayacaktı. Farklı bir adam olacağı daha o yıllardan belli olmuştu. Onu hayatındaki bu zorluklardan çekip çıkaran futboldu elbet. Doğduğu kentin takımının altyapısında kariyerine başladı. İdolü Juventus efsanelerinden Omar Sivori'ydi. 17 yaşına geldiğinde A takımla maçlara da çıkmaya başladı. Como o sırada Serie B'de mücadele ediyordu. 1960-61 sezonunda 11. izleyen sezonda ise 16. oldular. Meroni bu 2 sezonda kulüp adına 3 gol kaydetti.






















1962-63 sezonunda Como, onu Genoa'ya sattı. İtalyan futbolunun 20. yüzyılın başlarındaki lokomotif takımının durumu o yıllarda pek de iyi değildi. O sezon 32 gol attılar ve ligin en az gol atan ikinci takımı oldular. Son hafta kendi evlerinde Bologna'yı 1-0 mağlup etmeleri onları sadece 1 puan varkla küme düşme hattının üzerinde tutmuştu. 32. haftada kendi evlerinde Vicenza'yı 2-0 mağlup ettikleri maçta Genoa formasıyla ilk golüne kavuştu Meroni. Ancak sezon sonu o ve arkadaşları için çok da iyi anılarla hatırlanmayacaktı. Sezonun son haftasındaki Bologna maçından sonra doping kontrolüne çağırılan Meroni, alınan örnekleri otelde unuttuğunu bahane etmiş, kendisiyle birlikte kontrol edilen diğer 3 arkadaşının testleri pozitif çıkınca bu oyuncular 1963-64 sezonunun ilk 5 maçında oynamama cezası almıştı.

Meroni formasına sezon başladıktan sonra döndü ve Serie A'daki ilk patlamasını, 8. haftadaki Fiorentina maçı ile gösterdi. Takımın evinde Fiorentina'yı 2-1 mağlup ettiği maçta 2 golün de altına imzasını koyan oyuncu sağ kanatta ligin tehlikeli oyuncularından biri olduğunu kanıtlamaya başlamıştı. O sezon 6 golün altına imzasını koydu ve takım ligi 8. bitirdi. O sırada 1949 yılındaki, yazının girişinde bahsettiğimiz Superga trajedisinden sonra yavaş yavaş toparlanmaya başlayan Torino, 1963'te Milan ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan hoca Nereo Rocco'yu takımın başına getirdi. Rocco, Milan'la 1 de Serie A şampiyonluğu kazanmıştı ve sonraki başarılarıyla da ülke tarihinin en başarılı hocalarından birisi olacaktı. Rocco İtalya'da catenaccio'yu ilk uygulayan hocalardan bir tanesiydi ve bu felsefe ile Triestina ve Padova gibi İtalyan futbolunun 2 hata 3. sınıf takımlarına tarihlerinin en iyi derecesini yaşatarak sırasıyla lig 2.liği ve 3.lüğü yaşatacaktı.

Rocco göreve geldikten sonra, Meroni bugünün parasıyla, 250 bin euro gibi bir rakama transfer edildi. Genoa'lı taraftarlar buna uzun süre karşı çıktılar. Protestolarında ne kadar haklı oldukları izleyen sezon Genoa'nın küme düşmesiyle anlaşılacaktı. Torino'nun 1963 yılında başkanı olan ve sonradan bir efsane haline gelecek Orfeo Pianelli, Genoa taraftarlarının sahadaki oyun stili sebebiyle "kelebek" lakabını alan Meroni'yi takıma kazandırmakta oldukça ısrarcı olmuştur. Meroni hızlı driblingleri ve bileklerine olan hakimiyeti ile tam bir başa belaydı. Saç stili, oyun karakteri ve rahatlığı insanların onu George Best'le özdeşleştirmesine sebep olmuştu. Ayrıca Beatles üyelerini andıran tarzı (ünlü 4'lü bıyık bıraktığında aynı stili Meroni'de de görmek mümkündü). Bir süre sonra kendi giysilerini bile tasarlamaya başlayacaktı.






















Torino 1964-65 sezonuna umut verici şekilde başladı. Meroni, yılbaşından hemen önce oynanan ve 4-0 kazanılan Cagliari maçında 2 gol birden attı ve Torino bu sonuçla 14. haftada lig üçüncülüğüne yükseldi. Sezon sonunda kadar bu çizgiyi sürdürüp üçüncü sırada ligi bitirdiler. Meroni 5 golün altına imzasını koymuştu. İzleyen sezon gollerine 2. haftada başladı.Ancak Torino bir sezon önceki performansından uzaktı. Ligi 10. bitirdiler. Bununla beraber İtalyan oyuncu İtalya ulusal takım hocası Edmondo Fabbri tarafından mart ayında ulusal takıma davet edildi ve Fransa'ya karşı Paris'te 0-0 biten maçta ilk kez forma giydi. Sezon bittiğinde 8 gol kaydetmiş ve takımının en fazla gol atan ismi olmuştu. Fabbri onu 1966 Dünya Kupası için hücum hattında bir alternatif olarak görüyordu. Haziran ayında hazırlık maçları başladı ve Meroni Bulgaristan karşısına çıktığı ikinci maçında golle buluştu. Ardından Arjantin'le 22 Haziranda oynanan ve 3-0 kazanılan maçta 1 gol daha kaydetti.

Dünya Kupası'nda sadece Sovyetler Birliği'ne 1-0 mağlup oldukları maçta ilk 11'de sahaya çıktı. Takım Kuzey Kore'ye şok biçimde 1-0 mağlup olup turnuvaya veda ettiği için sadece 1 kez bu büyük turnuvada forma giyebilmiş oldu. Bu aynı zamanda Fabbri'nin yaşanan hüsran sonrası istifa etmesiyle ulusal takım formasını son giydiği maç olacaktı. 6 kez giydiği forma altında 2 gol atmıştı. Kuzey Kore maçında sahaya çıkmamasının sebebi ise ilginçti. Teknik ekip oyunculardan saçları uzun olanların saçlarını kestirmesini istemiş ancak Meroni bunu reddetmişti. Kadroya alınmadı ve takım maçı, tüm dünyayı şok eden bir skorla kaybetti. O da bir daha milli takım formasını giyemedi. Muhafazakar sağcı basın, söz konusu kupadaki başarısızlığı onun üzerine yıkmaya çalışmış ve Meroni'nin milli takım formasını kirlettiğini ileri sürmüştür.




















1966-67 sezonu öncesi, Dünya Kupası'nda Fransa forması giymiş oyunculardan Nestor Combin (yukarıda), Serie A'da Torino'ya transfer oldu. Daha önce Juventus ve Varese formaları giymiş oyuncu Torino hücum hattına önemli bir güç katsa da takım sezona kötü başladı ve özellikle aldığı 0-0'lık sonuçlarla 13. haftada küme düşme hattına kadar indi. Ancak yılın sonuna doğru yükselişe geçen takım üstüste tam 15 hafta yenilgi yüzü görmedi ve 6 galibiyet 9 beraberlik performansla, o yıllarda galibiyete 2 puan verilmesinin etkisiyle 7. sıraya kadar tırmandı. Takım sezon bittiğinde 18 beraberlik alarak bir rekor kırmış ve sadece 6 mağlubiyet almıştı (ikinci olan Inter'in 5 mağlubiyeti vardı). Inter bu 5 mağlubiyetten birisini kendi evinde Torino'dan almış ve Meroni bu maçta takımının ilk golünü atarak, Helenio Herrera yönetiminde kendi evinde 3 yıldır mağlup olmayan Inter'e büyük bir darbe vurmuştu. Ceza sahası içinde, penaltı kontasının solunda topla bululan Meroni ayağının içiyle uzak köşeye bombeli müthiş bir vuruş yapmış ve efsane savunma oyuncusu Gacinto Facchetti ile Inter kalecisi Giuliano Sarti topu gözleriyle izlemişti. Yıllar sonra Sarti bu gol içine "tek kelimeyle mükemel bir goldü" demiştir (görüntü aşağıda). Inter şampiyonluğu 1 puan farkla kaybetti. Meroni sezonluk gol sayısını 9'a yükseltmiş, yeni transfer Combin ona 7 golle eşlik etmiş ve toplam 33 gol atan takımın gollerinin yarısı bu 2 isimden gelmişti.




Nereo Rocco sezon sonunda görevini bıraktı ve eski takımı Milan'ın başına geçti. Orada lig şampiyonlukları, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, Kıtalararası kupa gibi büyük başarılar yaşayacaktı. Torino'nun başına Meroni'yi ulusal takıma ilk kez çağıran Edmondo Fabbri geçti. Ancak Fabbri onun 1 sene önce ulusal takım kampında yaşanan saç kestirme krizinin de aktörlerinden birisiydi. Bu arada Juventus, Torino'ya 750 milyon liretlik bir transfer teklifi yaptı ve başkan Pianelli bu teklifi reddetti. Haber duyulur duyulmaz sokaklar kızgın Torinolu taraftarlarca dolmuş ve Pianelli'nin evi sarılmıştı. FIAT'ta çalışan Torino'lu işçiler transferin gerçekleşmesi halinde çalışmayı bırakacakları tehditini savurdular. Transfer bütün bu olaylar sonucu iptal edildi. Takım sezona 1'er galibiyet, beraberlik ve mağlubiyetle başladıktan sonra kulüp tarihinin en kritik noktalarından birisi gelip çattı.

15 Ekim 1997. Torino kendi evinde Sampdoria'yı konuk etti. Combin'in hat-trick yaptığı maçta Meroni oldukça etkili oynamış ve Sampdoria 4-2 ile devrilmişti. Maç sonunda galibiyeti kutlamak için takım arkadaşı Fabrizio Poletti ile birlikte Torino'daki ünlü Corso re Umberto caddesinin yolunu tutan Meroni, nişanlısı Cristiana Uderstadt'a (aşağıda) telefon ederek galibiyeti haber vermek, ayrıca aynı caddedeki evinde unuttuğu anahtarını sormak istiyordu. Kendisine ulaşamayınca ikili civardaki Zambon Bar'da beklemeye karar verdiler. Uderstadt ile Meroni'nin ilişkisi İtalyan tabloid basınına da yansımış olaylı bir ilişkiydi. 1962'de Genoa'da top koştururken tanıştığı 18 yaşındaki bu Polonya asıllı İtalyan genç kıza aşık olan Meroni onun İtalyan yönetmen Vittoria De Sica'nın çektiği Boccaccio 70 filmindeki asistanlarından birisiyle evlenme planlarına kulak asmamış hatta bizzat düğüne bile gitmişti (Uderstadt'ın söz konusu filmde ufak bir rolü dahi vardı). Kimisi bu düğüne Uderstadt'ın hayır diyeceği umuduyla, kimisi de düğünü sabote etmek amacıyla gittiğini ileri sürmüştür. Ancak Cristiana'nın da bu aşka karşı koyamaması sebebiyle evlilik sadece birkaç hafta sürdü. Gigi'nin aşkı o kadar büyüktü ki, defalarca kamptan kaçıp kendisiyle birlikte olmak için bahaneler üretmiştir.

Zambon Bar'da beklemeye karar veren ikili karşıdan karşıya geçmek ister. Ancak yaya geçidinin olmadığı ve 2 yönde araçların gidip geldiği bir noktayı tercih ederler, bu ölümcül bir hata olacaktır. Poletti ve Meroni, kendilerine doğru hızla gelen bir arabayı son anda farkedip yoldan çekilirler ama bu sefer de karşı şeritten hızla gelen bir FIAT 124 araç Poletti'ye hafifçe çarpar, Meroni ise sol bcağından arabaya yakalanmış ve yolun diğer tarafına savrulmuştur. Havada uçarak asfalta kapaklanan Meroni'yi diğer yönden gelen Aprilia altına alır ve 50 metre sürükler. Onlara ilk çarpan FIAT 124'ün şöförü Attilio Romero isimli Torinolu bir öğrencidir. Torino'nun sezonluk bilet sahibidir, Meroni'nin koyu bir hayranıdır, odasında Meroni'nin dev bir posteri vardır ve onun yarattığı moda akımına benzer şekilde giyinmekte, saçını aynı modelde kestirmektedir. O gün 4-2'lik galibiyeti stadyumda izlemiştir. Ehliyetini yeni almış bir genç olarak sokaklarda turlamaktadır. Caddede 53 numaralı evde oturan Meroni'nin neredeyse komşusudur, çünkü 66 numarada oturmaktadır. Hatta bir keresinde Juventus taraftarları onu Meroni ile karıştırmış ve saldırmaya kalkmıştır.

İki futbolcu hastaneye kaldırılır. Poletti ufak yaralarla kurtulur. Meroni'nin ise durumu oldukça ciddidir. Göğüs kafesi, 2 bacağı, kafatası ve kalça kemiği kırılmıştır. Doktor 24 yaşındaki oyuncunun kurtulabileceğini ancak bir daha asla futbol oynayamayacağını açıklar. Ancak bu açıklamadan kısa bir süre sonra saat 22:40'ta Gigi hayata veda eder. Cenazesine 20 bin insan katılır ve Superga kazasıyla tarihinde acı bir anı bulunan kulüp için bir kez daha insanlar gözyaşı döker. Bu arada ikilinin karşıdan karşıya geçerken yaya geçidini kullanmamaları sebebiyle 2 sürücüye dava açılmaz.

7 gün sonra, tesadüf eseri Juventus Derby della Mole'de Torino'yu konuk eder. Maç öncesi uçaklar stadyumun üzerine güller bırakırlar ve güller onun sürekli oynadığı sağ kanata serpilir. Attilio Romero da çiçek gönderenler arasındadır. Takımın gol yükünü Meroni ile beraber çeken Nestor Combin maç öncesi yüksek ateşten rahatsızlanmıştır. Ancak o gün 2'si ilk 10 dakikada olmak üzere 3 gol birden atar. Torino 4-0 kazanır. Son golü Meroni'nin 7 numaralı formasını giyen Albert Carelli atmıştır. Bu galibiyet halen Torino tarihinin en büyük Juventus zaferidir. Juventuslu taraftarlar mağlubiyetin kızgınlığıyla Meroni'nin mezarını tahrip ederler. Bu hadise 2 kulüp taraftarları arasındaki nefreti en fazla artıran hadiselerden birisidir.

Torino o sezon 9. hafta liderliğe yükselmesine rağmen daha sonra düşüşe geçer ve sezonu 7. olarak bitirir. Yine de İtalya Kupası'nı kazanırlar. Combin sezon sonunda 13 gole ulaşır ve gol krallığını 2 golle kaçırır. Bu performans ve elbet yaşadıkları onun Torino'dan Milan'a transfer olmasını beraberinde getirir. Cirstiana Uderstadt kısa bir süre sonra Korsika'ya yerleşir ve uzun yıllar orada yaşar.

Bu olaydan yıllar sonra, 2000'de, Torino yeni bir başkan seçer. FIAT'ta basın sözülüğü yapmış ve sıkı bir Torino taraftarı olan bu adamın adı Attilio Romero'dur. Yani 33 yıl önce kulüp efsanesi Meroni'nin hayatını kaybettiği kazayı başlatan adam. Torino taraftarları bunu asla kabul edememiş, ve Romero'nun 5 yıllık başkanlığı döneminde ona tribünlerden "katil" tezahüratlarıyla seslenmiştir.






























2003 yılında, 22 yıl sonra Uderstadt Torino'ya döner. Tuttosport'a verdiği röportajda, Torino'nun 33 yıl boyunca Meroni'nin Como'daki mezarına gönderilen çelenklerin, Romero başkan olduktan sonra kesildiğini söyler. Ayrıca hadiseden sonra Romero'nun ne Meroni'nin ailesi ne de kendisini aramadığını da. Aynı yıl bu açıklamalardan sonra Romero, Meroni'nin mezarına çelenk göndermiştir. 2007 yılında kulüp onun ölümünün 40. yılı vesilesiyle kazanın olduğu caddeye bir anıt yaptırır. Anıtta Meroni'nin bir de fotoğrafı bulunmaktadır ve bugün halen Torinolu taraftarların çiçekler bıraktığı bir muhittir. Uderstadt'a ise, Meroni'nin her gün kendisine verdiği kırmızı güller ve en büyük hobisi olan ressamlığın sonucu yaptığı ancak "o kadar güzeldi ki, çizmem haksızlık olurdu" diyerek gözlerini eklemeyip yarıda bıraktığı tablosu kalmıştır...