*Şarkının kapağını dikkate almayınız. Güzel bir müzik olmadan güzel bir yazı olmaz :)
Eski bir filmdir. Magnolia. ‘99 yapımı. Ben 6 ay önce falan
izledim sanırım. “Bir kitap okudum ve hayatım” değişti diyebilmek hayatta çok
kereler mümkün olmaz. Sözkonusu kitabın/filmin/sözün vb doğru zamanda,
ruhunuzdaki doğru noktaya hem de doğru şekilde dokunması gerekir. Bu film de böyle
bir tesadüfün konusu oldu benim için derken aklıma, yaşamımın gidişatını
değiştiren bir başka filmden bir söz geliyor “I like god, do not play with dies
and do not believe in coincedence”
Çocuktum. Ailenin en küçüğü. Bu toplumdaki bir çok aileye
göre sevgi dolu, sağlıklı bir ailem olduğunu ve şükretmem gerektiğini söyler
birçok insan ve ben daha yazının başında bu şerhi koyarak başlamalıyım. Doğrudur
da. Özel bir ailem var ve onlara çok şey borçluyum.
Sevdiklerinizin özel, güzel insanlar olması sizin özgürce
konuşmanıza, kendinizi ifade etmenize asla engel olmamalı. Kendini anlatamayan
bir insan yarım kalır ve yarım yamalak devam ettiği yolda her adımda bir başka
parçasını çalar hayat.
Ailenin en küçüğüydüm ve ben doğduğumda bile henüz otuzuna
varmamış ebeveynlerim, iş güç sahibi olsalar da hala çocuktular. Sorunlu sayılabilecek
ilişkilerin içinde buluvermiştim kendimi. Ne zaman nasıl oldu bilmiyorum ama
bugün geriye dönüp baktığımda bir sürü arızamın bundan kaynaklandığını
görüyorum.
10 yaşımda anadolu lisesine başlayana kadar yaşının
gerekliliklerini yaşayan bir çocuk olmadım. Okuldan eve gelir gelmez ödevlerimi
yapardım ve sonra da annemin kucağında uyuyakalardım. Ablamlar benimle inek
diye dalga geçerlerdi. Bense onları anlayamazdım. Tek bildiğim şey bana
büyükler tarafından yap denilen şeyi yapmaktı. Başka bir seçenek olduğu aklıma
gelmediği gibi içimden başka da bir şey gelmiyordu. Çünkü ben henüz yoktum. Bir
kişilik, farklı istekler yoktu. Birey olmak yolunda tek bir özelliğim bile
gelişmemişti. Çünkü etrafımda dört tane büyük vardı ve hepsinin birbirinden
ayrı tutkuları vardı. Bu tutkular yüzünden evde sürekli çatışma vardı ve ben
zaten varlığı fark edilmeyen, sadece annesi tarafından, o da yanında olabildiği
zamanlarda (annem ebe olması itibariyle gündüz sağlık ocağında gece de
doğumlarda sürekli çalışıyordu, kalan zamanında da yemek, temizlik gibi işlerle
uğraşan bir makinaydı adeta) korunan evcil bir hayvan gibiydim. Her sözüm
ablamlar için dalga konusu, ebeveynler için başımın okşanması sebebiydi. İçimdeki
fırtınaları anlatabilecek kadar çok kelime bilmiyordum maalesef. Matematik problemlerini
eksiksiz çözerek anlatmaya çalışıyordum nasıl da sevgiye, birey yerine
koyulmaya ihtiyaç duyduğumu ama kimse sesimi duymuyordu.
Şimdilerde fark ediyorum ki ailede o yılları benim kadar iyi
hatırlayan yok. Onlar için önemli olmayan zamanlar benim tüm kişiliğimi
belirleyecek hayattaki yolumu çizecekmiş. Büyüklerin ne umrunda olsun???
Magnolia filmindeki Donnie The Quiz Kid karakteri,
ilkokuldaki halimi hatırlatıyor. Donnie kadar olmasa da ilkokulda bilemediğim
soru yoktu. Nasıl becerdiğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Tek hatırladığım
derste anlatılanları hemen her zaman eksiksiz öğrenebildiğim ve okuldan çıkınca
iki saatte ödevleri bitirip sonra yatıp yayıldığım. Ne bir şey ezberlediğimi ne
de çok çalıştığımı hatırlarım. Aklımdan hiç çıkmayansa ebeveynlerimin sürekli kendi aralarında “ne yapacağız”
diye aşırı endişeli konuştukları.
Şimdi büyümüş biri olarak tahmin ediyorum ki daha okula yeni başlamamışken ebeveynlerimin bu aşırı endişeli hali beni o kadar üzmüş olmalı
ki “bir de ben sorun çıkarmayayım” gibi bir motivasyonla ineğe bağlayıp
çocukluğumu feda etmişim.
Magnolia’yı izlediğimde her bir hikaye ayrı ayrı kazındı
kafama. Burada filmi anlatamam pek tabi. Sadece izlemenizi tavsiye edebilirim.
Özetle Donnie karakterinin aşağıda linkini veridiğim sahnede
dediği gibi “İnsanlara verecek çok fazla
sevgim var ve bu sevgiyi nereye koyacağımı bilmiyorum.”
Mutsuz bir aileye doğan çocukların ebeveynlerinin
gösteremediği olgunluğu daha küçücük yaşta sırtlanması bir tek bu filmde
anlatılmıyordur herhalde. Yıllardır, Hey Jude şarkısını neden sevdiğimi merak
ederdim. Ne anlıyordum ki o şarkıdan? Daha geçenlerde okudum ki Paul McCartney
bu şarkıyı John Lennon’ın oğlu Julian için yazmış. John Lennon, Julian’a iyi
bir baba olamamış. Paul McCartney de bu şarkıyı John Lennon ile Julian’ın
annesinin ayrılma sürecinde yazmış ve uzun yıllar Julian’a neredeyse babalık
yapmış.
Şarkının bende uyandırdığı etki:
“Don’t carry the
world up on your shoulder” yani “Dünyayı omuzlarında taşıma”. Yani annenle
babanın sorunlarını kendine dert edip çocukluğundan vazgeçme.
“Then you can start
to make it better” yani “Böylece her şeyi daha iyi yapabilirsin”. Yani
annenle babanın kötü ilişkisini, dünyanın yükünü omuzlarına alarak iyi yapmaya
çalışma. Sen çocuksun ve başka bir sorumluluğun yok. Gece yatağa yattığında
onların mutlu olması için allaha dua etme. Sen sadece oyun oyna.
“Who plays it cool by
making this world a little colder” yani “Karizmatiği oynayan bu dünyayı
daha soğuk bir yer haline getirir”. Daha çocuksun. Büyüdükçe “cool”u oynayan
insanlarla karşılaşacaksın. Sen onlardan olma. İçinden nasıl geliyorsa öyle
davran ve dünyayı daha soğuk bir yer haline getirme. Çünkü sen de o dünyanın
içindesin ve asıl soğuyan sen olursun.
Hayatım boyunca ailemin istekleriyle çatışan tüm
hayallerimden vazgeçmişim. Yıllarca onların istediği okullarda, bölümlerde
okuyup onların istediği gibi bir işe katlanmışım. Yıllarca şikayet etmekten de
vazgeçmemişim bir taraftan. Düşünceleriyle tutumları çatışan insanları
eleştirirken kendim bu tuzağın içinde olduğumu bal gibi biliyordum ama sanki
çıkmaz sokağa sıkışmış bir kedi gibi delirmişçesine koşturup aynı duvarlara
çarpıyordum. Çünkü neden, nasıl bilmiyorum ama bir şeyler fena halde eksikti. İçimde
bir çocuk, koskocaman bir çocuk, bu dünyanın nasıl bu kadar vahşi olduğunu
kavrayamayıp hep ama hep ağlarken dışımdaki büyük hep gerekenleri yapıyordu. Gerekenleri
yapmalıydım çünkü ben Gand’dım ve kimse bana başarısız diyemezdi. Ben başarısız
olursam ebeveynlerimin yüzünde göreceğim endişe beni her şeyden beter ediyordu
ve tek istediğim onları rahat ettirmekti.
İnsan böyle böyle otuz yaşına gelebiliyormuş.
Aslında bu kadar uzun anlatmak değildi niyetim. Asıl anlatmak
istediğim ben de “Sevgiye ihtiyacım var. Ne olursa olsun beni sevdiğinize,
insanların birbirlerini ne olursa olsun sevebildiğini duymaya ihtiyacım var”
diyebildim sonunda. “Çok mutsuzum. Bir hayat kurdum. Bir dolu şey yaptım ve bir
dolu insan bana gıpta ediyor ama ben mutsuzluktan geberiyorum. Çokları şimarıklığıma
veriyor ama sorun bu değil. Sorun, ben asla kendime gerçekten ne istediğimi
soramadım. Oluşturmaya çalıştığım benlik her zaman ailemin mutluluğunun
hükümranlığında ezilmiş bir zavallıydı ve ben o zavallıyı artık demir
parmaklıklar ardında, gizli zindanlarda tutamıyorum. Sadece, ne olursa olsun
beni sevdiğinizi duymaya ihtiyacım var. Bana güvendiğinizi…”
Kolay bir çocuk değildim ama her zaman başımın çaresine
fazlasıyla bakıp, en çok düştüğüm zamanlarda bile yardım istemeksizin ayağa
kalkabildim. Bu toplumun lanet olası başarı algısına göre oldukça başarılı
biriyim. Buna rağmen babamla daha birkaç ay önce yaşadığımız bir tartışmada ona
“Senin evladına herkes katil dese de sen onu evine alıp saklayabilmelisin”
dediğimde “Evladım katil olsa bile mi” gibi bir cevap aldım.
Aradan aylar geçti. Geçenlerde ben de ne demek istediğimi
çözüp babama şöyle dedim “Bir baba “Benim evladım katil olmaz, tüm dünya ona
katil dese de ben buna inanmayacak kadar ona güveniyorum” diyebilmeli”.
İşte böyle. Aileme neden dinmez bir acım olduğunu
anlatabildim. O günden bu yana arkadaşlarıma da duygularımı açıkça
anlatabiliyorum. Yıllardır ödüm kopardı kısıtlama olmaksızın tüm iyi ve kötü
düşüncelerimi çevremdekilere söylersem onları kaybederim diye. Oysa hiç de öyle
olmadı. Aksine insanlar da kendilerini bana daha net anlatmaya başladılar. Hatta
saklı kalmış duygularını bile…
İçten olmak, bir tezgahtarla içten bir sohbet kurmak,
metroda yanlışlıkla çarptığınız birine dönüp içten bir özür dilediğinizde size
sinirlenmek üzere olan kişinin bir anda yumuşadığını görmek, iş yerine size diş
geçirmeye çalışan birinin en azından o an için bundan vazgeçmesi tadına
doyulmaz bir şeymiş.
Sonuç olarak diyorum ki: İnsanlara verecek sevgim var ve ben bu sevgiyi tüm insanlığa veriyorum.
Böyle olunca, ne insanların sizi nasıl yargıladığı,
arkanızdan ne söylediği ne de herhangi başka bir şey umrunuzda oluyor. Zaten sevdikleriniz
size daha çok sevgi göstermeye başlıyor. Bu da yeter… Üstüne bir de gündelik
hayatta kızdıklarınızı yumuşattığınızda yaşam bir cennete dönüşmeye başlıyor. Cehennemin
ortasında ne kadar cennet olabilirse pek tabi J
Bir arkadaşım demişti
“Karşındaki sana küfredebilir. Peki senin hayattaki duruşunu o küfürbaz mı
belirleyecek? Nezaketini asla kaybetme. Akşam eve gittiğinde aynaya bakabilmek
için…”
by Gand
by Gand
5 yorum:
Sondan üçüncü paragrafa gelene kadar "oh bee, sonunda iş hayatı dışında bir yazısını okuyabiliyoruz" diyordum içimden (Cidden mutsuzsanız neden ayrılmıyor ve başka iş aramıyor musunuz?). Yazınızı beğendim; yorum yapmam gerekirse, hobi olarak yaptığınızı farzederek -ben de edebi eserler uzmanı değilim ama- anlatımınızın her bir yazıyla beraber kalitesi artıyor.
"Fringe" izler miydiniz? Tahminim siz benim paralel evrenlerdeki ben'lerden birisiniz : )
Olur da bir gün imza günü düzenlerseniz o aktiviteye kesinlikle katılacağımı belirtmek isterim.
Herkesin algıları senin kadar açık değil ama eminim senin hissettiğin kadar ince düşünen insanlar da vardır. Magnolia'nın hissettirdiklerini de çok güzel yazıya dökmüşsün, teşekkürler.
@pp
bana asılıyor musunuz :))))
ne imzası, estağfurullah. konuşuyoruz işte şurda arkadaş arkadaş.
@unknown
birilerinin anladığını bilmek iyi geliyor.
Hem sorularıma cevap alamadım, hem de yanlış anlaşıldım.
@pp
şaka yahu :)
Fringe izlemedim ama 550 kişi falan "izle, seversin" dedi, merak ediyorum da download için koşullarım müsait değil. dvdsini alayım bari.
bir kaçış planım var işle ilgili.
başka soru var mıydı?
Yorum Gönder