24 Aralık 2012 Pazartesi

ALIŞKANLIK

* Ne resim ne de müzik yazıyla alakalıdır. Absürlüktür iyidir.


Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Pablo Neruda

Bugün pazartesi. Ölümüm bir pazartesi günü olacak herhalde.

İlk, omuz-boyun ağrısı ile baş gösterdi hayatı çekememezlik. Ben kimdim, nerdeydim, burada ne işim vardı, ne istiyordum hayatta ve ne olmuştum ya da bir şey olmuş muydum.

Aptal saptal dokuz-altı bir işim vardı ve birçoklarına göre şanslıydım falan filan. Peki neydi bu mide bulantısı?
İşyerinde hep çok stres yapıyorsun demişlerdir bana. Çok titizsin, hedefe ulaşmak insandan daha önemli senin için. Şimdilerde fark ediyorum ki tüm bunların tek bir sebebi var.

Öncelikle hiçbir şey sevdiğim bir insandan daha önemli olamaz benim için. Peki ya sevmediklerimle, daha doğrusu benim için bir hamam böceği kadar değeri olmayanlarla bir aradaysam ne olacak? İşte o durumda hedefe ulaşmak benim için her şeyden daha değerli oluyor, zira dokuz-altı sürecinde varlıklarını yok saymaya çalıştıklarımın önüne koyduğum işlerde kıt beyinleriyle bir de beni eleştirmeye ya da hesap sormaya kalktıklarında nevrim dönüyor. Zaten zar zor yapıyorum işi, bir de “şunu düzelt, bunu şöyle revize et” deyince iş uzuyor, bedavadan mesai riski doğuyor. Günahımı vermek istemezken patronlara bir de yönetici bik bikiyle muhatap olmak en büyük motivasyonum olmuştur iş hayatında. İnanmazsınız, bir noktaya kadar sizi başarılı da yapıyor. Yeter ki kontrolünüzü kaybedip yöneticinize “hayatımdan çalıyorsunuz, bu saatte beni çalıştırmaya hakkınız yok” gibi cümleler kurmayın. Sonu gelmeyecek ve mutlaka sizin kaybedeceğiniz bir savaş başlatmış olursunuz. Türkiye koşullarında pek tabi. İstifa etmek gibi bir niyetiniz yoksa eninde sonunda geri adım atmak zorunda kalırsınız ki bu kez siz de bir hamam böceğine dönüşürsünüz kendiniz için.

Ne diyordum? Omuz-boyun ağrısıyla başlayan dokuz-altı alerjisi kronik egzamaya dönüştü. Spor yaptım, dermatoloğa gittim ve bunlar geçti. Hooop başladı mı gastrit. Basit bir mide ilacıyla gastrit de yönetilebiliyor. (ahhh mesleki deformasyon, mide ağrısını bile yönetiyoruz, yürü beeee, kim tutar modern köleleri…)
Vücutta dolaşan bu stres denen doğaüstü gücü her zayıf noktadan uzaklaştırdık, en son başımda patladı. Ömrüm boyu başımın ağrıdığını bilmem, bu ara o baş gösterdi.

Eskiden çalıştığım şirketin emekli personele dair harcamalarının yüzde sekseninin alzaymır ve parkinson için olduğunu duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Olmuştu. Sonra ne olmuştu? Hiiiiç…

İş hayatı boyunca beyaz yakalıların çoğundan daha uçlarda yaşamama, arıza, agresif olmama rağmen bir şekilde idare ettim. Belli bir noktaya kadar sizden deneyimli olanlara, bilmediğiniz sularda gezdiğiniz için saygı duyuyor ve güveniyorsunuz. Ama işin teknik yanını iyice öğrenip aslında özel sektörün hiç de bu teknik konularla dönmediğini, yükselmenin ya da daha çok para kazanmanın ya da salt huzurlu çalışmanın sırrının işinizi ne kadar iyi yaptığınızla değil kimlerle kanka olup kimlerin kıçını yaladığınıza bağlı olduğunu anladığınızda geçirdiğiniz şok sizi insanlıktan bir parça daha soğutuyor.

Sonraki aşama umursamama. “Karıncayı bile incitmez” dedikleri cinsten bir insanken tamamen kendinize oynamaya (bencilleşmeye) başlıyorsunuz çünkü yıllardır söylediğim gibi “İnsan bu ortamda ya peygamber olur ya deli”. (hazır olun, mesleki deformasyonun güzide örneklerinden bir cümle geliyor) Biri diğerinin tersi olmamakla birlikte deliliğin istediğiniz gibi davranabilme özgürlüğü verdiği, söz konusu özgürlüğünse bir iş sahibi  olmakla ters orantılı olduğunu göz önünde bulundurunca  peygamberi oynamaya başlıyorsunuz. Peygamber olmanın da bir bedeli var: daha çok alkol, daha çok sigara! Alternatifi: Prozac. Bir çok yöneticimin ciddi terapiler gördüğü, anti-depresanlar kullandığına eminim.

Geçenlerde, gazeteci olan bir arkadaşımın ofisine gittim. Yan masası gündüz çalışan editörlerden birinin masasında pasiflora kabak gibi ortada duruyor. Hayretler içinde bakakaldım. Bankacılık ortamında böyle bir şey yapacaksın, peh peh peh! Sittin sene yükselemezsin, arkandan konuşulanların da haddi hesabı kalmaz. Hatta işte yapacağınız olası bir hata “özel hayatında sorunlar mı var, bi süre sana izin vereyim” gibi üstü kapalı tehditlerle size döner. Postu korumak için yavşak bir palyaço gibi sırıtan ifadenizi yüzünüze öyle bir kondurursunuz ki ilgili mimikler derin kırışıklık olarak oldukları yere yerleşir. Bir gün makyaj yapmayın. Hele bir yapmayın. Azıcık da soluk bir ten renginiz varsa “iyi misin? Bugün çok solgun görünüyorsun, hasta mısın?” gibi soruların ardı arkası gelmez. Ha şimdi bir sürü insan “çok suratsız bankacı gördük” diyecek. O kısım suratını asma lüksüne sahip bireysel şubelerdir pek tabi. Siz bir genel müdürlüğe girin, ağır abilerin (üst yönetim) kol gezdiği o “afili” fanuslara bir uğrayın,  orada bir süre nefes almaya çalışın, ondan sonra konuşalım.

Ne diyorduk? Alışkanlık. Durduk yere berbat bir pazartesi geçiriyorsunuz. Plazadan çıkıp metroya inerken gelen sıcak hava, o rutubet kokulu hava bile size huzur veriyorsa, üzerinizdeki siyah resmi palto sırf size ait bir şeyleri hatırlattığı için daha sıcak geliyorsa, gece kaçta yatarsanız yatın sabah aynı saatte kalkıp makyajla önceki sarhoş gecenin izlerini kapatabiliyorsanız, gece uyumaya çalışırken tiktakları o sessizlikte kulağınıza ince ince gelen saatleri parçalamak istiyor ama yine de yapamıyorsanız, hayatınızın iki yılını kilolu geçirip alkolü bırakıp spora başlayıp iki yılını zayıf geçiriyor ve bu döngü tekrar tekrar tekrar ediyorsa, yan masanızdaki iş arkadaşınızın çocuk bakıcısıyla ilgili sorunları o masadaki kişi değişse de değişmiyorsa, iş hayatına ilk atıldığınızda babanızla birlikte işe giderken yeni bir kıta keşfetmişçesine tuhaf bir heyecanla “baba, zaman nasıl akıp geçiyor anlamıyorum” cümlesine “ahhh ah kızım giden ömrümüzden gidiyor” gibi yıkıcı bir cevabı hatırlayıp artık bu trajikomediye gülümseyemiyorsanız ve her seferinde aklınıza “Yer Altından Notlar” ya da “Dönüşüm” geliyorsa, sanırım siz olmuşsunuzdur.

Bu da böyle bir pazartesi yazısıdır işte. Pazartesi kadar keyifli.

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kışa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, "saat kaç" deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "Sarhoş olma saatidir… Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz."

Charles Pierre Baudelaire

by Gand

6 yorum:

Playful Penguin dedi ki...

Sn. Gand,
(kurumsal kimlik konuşuyor ; ) )

bunca yıldır futbol bloglarından -sadece- gezinirim, sayenizde iki hafta üst üste ilk defa yorum yazıyorum. “afili” fanuslardan birinden çalışan biri olarak içimizdeki che, fidel ve kişotu uyandırıyorsunuz : ) bu gidişle ben de yazar olabilmek için blog yöneticisine başvuracağım.

görüşmek üzere, ha bir de unutmadan

Saygılarımızla,
eheh : )

varol döken dedi ki...

yazıyı okuyunca sarhoş oldum

varol döken dedi ki...

insanın temel gerçekliği, yaşadığı olaylar ve yerler karşısında değişmez, onu aldatan kendi gerçeğinin asla değişmeyeceğinin verdiği korkudur...

(mark kerr, iskoçyalı filozof ve şair)

Flying Dutchman dedi ki...

buradaki sarhoş olma içinde bulunulan ruh halinden kurtulma olarak kullanılsa da bence modern çalışma hayatının maaşlı çalışanları da yazıda belirtilen 9'dan 6'ya saatleri arasında başka bir sarhoşluk yaşarlar. İnsanın ayık hali kendisiyle başbaşa kaldığı ve sadece kendisi için bir şeyler yaptığı zamanlara denk gelir. Kısacası insan her zaman sarhoştur zaten. Alkolden kaynaklanan sarhoşluğun yanında meşhur aşk sarhoşluğu, zafer sarhoşluğu da var ya....9'dan 6'ya kadar yapılan aktiviteye de çalışma sarhoşluğu demek lazım. Onun da bir alışkanlığı var ve aynen o da diğer sarhoşluklar gibi fazla olduğunda insanın mental sağlığını fena halde etkiliyor.

Bu kadar sarhoş dedik, kıssadan hisse ile kapatalım

Tıksırana kadar içmeyiniz...

Gand dedi ki...

@playful penguin
:)
başka bir bankacı arkadaşım bugün "yalnız olmadığını bilmek iyi geliyor" dedi bu yazı için. sizin yorumunuz da bana aynen böyle hissettirdi.
yazmak lazım tabi, yorumlarınız ve yazılarınızı okumak isterim...

yalnız nicke ve o oyuncağa koptum, çok güzel bi oyuncaktı o yaa :) çocukluğumuzda üç tane penguenin çıkıp kaydıraktan kaymasını ailecek izlediğimizi, o anları hatırlattı :)

@fd
teşbih-i beliğ

Phil Thompson dedi ki...

Harika bir yazı!

Çok paralel olduğunu düşündüğüm ufacık bir yazım var, yalnız olmadığını hissetme konusu geçinde paylaşmadan edemedim :)

Neredeyse azınlık olmadığımızı düşüneceğim

http://www.projectgreenflames.blogspot.co.uk/2011/09/kiss-system.html