11 Ekim 2007 Perşembe

TÜRK FUTBOLU'NDA ŞİKE VE TEŞVİK ÜZERİNE




Haluk Ulusoy'un bir önceki yorumda yer verdiğimiz malum açıklamasının üzerine Nisan 2005'te Hayatım Futbol dergisinde yayınlanan aynı adlı yazıyı yayınlamanın yerinde olacağını düşünüyoruz. 



Bize göre, her şeyden önce ele alınması gereken konu, ilk planda daha sonra inceleyeceğimiz hakem hatalarını bir kenara bırakıp kulüpler arasında var olduğu söylenen "teşvik" ya da "şike" ilişkilerinin gerçekten var olup olmadığı ve bunun futbolumuz üzerindeki etkisi. Uzun yıllar dile getirilen bir klişe "Türkiye'de şikenin varolduğu, ama bunu herkesin kabullendiği ve bu konuda bir şeyleri doğru yola koymanın neredeyse imkansız olduğu"dur. Acaba durum öyle mi? Öncelikle olgunun ilk ortaya çıkışından bugüne geçen sürede fısıltı gazetesinin manşetlerinin dışında karşımıza çıkan birkaç olaydan bahsedelim. Belki de bunlardan en çarpıcı olanı Ata Aksu'nun 2002 Dünya Kupası Eleme Grubu'nda Macaristan'a gönderildiğini açıkladığı teşvik primiydi. Hatta bugüne kadar yetkili bir ağızdan açıklanmış belgelenmiş tek "teşvik primi"nin bu olduğu söylenebilir. Bunun dışında kulüplerimizin yöneticilerinden bu görevde uzun yıllardır emek sarfeden isimler (Ergün Gürsoy, Şadan Kalkavan, İlhan Cavcav, İsmail Uyanık, Celal Doğan, Cemal Aydın, İhsan Kalkavan, Adnan Polat gibi) defalarca sözlü ve yazılı basında "Türkiye'de teşvik var, yok diyemeyiz" türünden ifadeler kullandılar.

Örnek vermek amacıyla üzerine gidilmeyen ancak sonuca etki edebilecek bir kaç olaydan söz edersek, 1997-1998 yılında 33. haftada Ankara'da oynanan ve 1-1 biten Şekerspor-Fenerbahçe maçının ardından Celal Kıbrızlı bir Fenerbahçe Kongre Üyesinin maçı kaybetmeleri için kendilerine para teklif ettiğini öne sürdü. Ancak maç skoru ve Galatasaray'ın o hafta şampiyonluğunu ilan etmesi üzerine olayın üstü kapandı.

1993-1994 sezonunda 34. haftada Ankaragücü-Galatasaray maçının 8-0 Galatasaray lehine bitmesinin ardından ortaya bir çok dedikodu atıldı ama bugün bile hala o olayın baş aktörleri bu konuda konuşmaktan çekiniyor.

20 Mayıs 2001 tarihinde Diyarbakırspor'un birinci lige yükselmeyi garantilediği ve cezası nedeniyle İstanbul'da oynanan son hafta maçında Diyarbakırspor İstanbul Büyükşehir Bld.Spor'u 3-2 yenerken rakip takım futbolcularının maç içindeki hareketleri anormal olarak karşılandı ancak o tarihteki gündemi bu olay pek meşgul etmedi.

31 Mayıs 2003 tarihinde ligin son haftasında Diyarbakır'da oynanan ve küme düşecek takımın belirlendiği Diyarbakırspor-Elazığspor maçını 2-1 Elazığspor kazanıp Altay küme düşünce tüm dikkatler maçın üzerinde yoğunlaştı. Açıkça söylemek gerekirse maçın içerisinde "gözle görülür gariplikler" vardı.

Bu maçın ardından yaklaşık bir sene sonra 1 Mayıs 2004 tarihinde TRT 1'de yayınlanan "Tartışıyorum" programında düşüncelerini dile getiren CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin Türkiye'de şike yapıldığını herkesin bildiğini söyledikten sonra "Gerçeklere kulaklarımızı kapamaya, kendimizi kandırmaya gerek yoktur. Türkiye'de şike yapılmaktadır ve futbol federasyonu da buna seyirci kalmaktadır. Çünkü federasyon da bu işin içindedir. Tahkim Kurulu'nun raporuna inanan Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'e sadece geçen sezon oynanan Diyarbakırspor-Elazığspor maçını hatırlatmak bile yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Türkiye gerçeğinden uzaklaşmamak gerekir. Minareyi çalan kılıfını hazırlar ve şikenin, yolsuzluğun birçok zaman belgesi olmaz. Ama insanlar da aptal değil. Her şey açık seçik ortada. Türkiye'de birçok alanda yolsuzluklar, usulsüzlükler varken futbolun bundan
bağımsız kaldığını düşünmek büyük bir hayalperestlik olur" şeklinde konuştu. Bu iddialara karşılık Mehmet Ali Şahin'in cevabı "İddialarda yeteri derecede delil bulunmadığından başkaca bir işleme gerek görülmedi. Herkesi sorumlu davranmaya çağırıyorum. Lig bitimine üç hafta kala ağızlarından çıkanı kulakları duymalıdır" şeklinde oldu.

Açıkçası örnekler çoğaltılabilir. Ancak ortada bir gerçek var ki yakılan ateşten çıkan duman gözümüzü fena halde bozmuş durumda ve bu duman çevre apartmanlara yayılan kıvılcımlar gibi "temiz" maçların da üzerine sinmiş durumda. Ehemmiyetle ele alınması gereken nokta bizce burada yatıyor.

Maalesef Türk Basınının bazı "fanatik" yazarlarında ve tribünlerdeki topluluklarda yeşermeye başlayan tehlikeli bir anlayış giderek dallanıp budaklanmaya başladı. Olay adeta bir tür "teşvik söylentileri ve hakem hatalarından etkilenmediğin sürece sesini çıkarma" geleneğine dönüştü. Bir çok yönetici ve teknik adam kendi takımı söz konusu iddialara sırtını yaslayıp ortaya iddialar atabilecek sonuçlar aldığı zaman ses çıkarmayı tercih etti.

Lucescu geçen sezon kaybettiği şampiyonluğu neredeyse tek bir Samsun maçına bağlamaya kalkarken Fatih Terim 2002-2003 sezonunda Galatasaray'ın elle atıldığı gerekçesiyle iptal edilen golünü lig sonuna kadar dile getirmekten kaçınmadı.

Fenerbahçe yöneticileri Murat Özaydınlı ve Mahmut Uslu neredeyse kaybedilen her maç sonrası federasyon ve hakem hatalarını gündeme getirdiler. Bu anlayış nereye gidecek diye merak edilirken yazının girişinde bahsettiğimiz Aziz Yıldırım'ın açıklamaları geldi. Yıldırım amiyane tabirle "artık işin raconunu öğrendiği" yönünde yorumlanabilecek açıklamalar yaptı. Üstelik Aziz Yıldırım 16 Mart 2005 tarihinde bir hafta sonra Çarşamba günü bir basın toplantısı yapacağını açıkladı ki, bir hafta önceden yapılacağı duyurulan bir basın toplantısına daha önce pek rastlamamıştık. Bu tür bir açıklamayı fırsat bilen basınımız olayı, Gençlerbirliği maçı nedeniyle kopan fırtına nedeniyle, Denizli'de, o hafta sonu Fenerbahçe'nin kurban edileceğine dair söylentilere "aba altından sopa göstermek" şeklinde yorumladı.

Gözle görülür bir gerçek var ki, gelecekte elde edilecek her bir şampiyonluğun lekelendiği hatta geçmişte elde edilenlerin de yadsınacağı bir tabloya doğru gidiyoruz.Buradaki asıl tehlike hala tam anlamıyla ekonomik krizi atlamamış, bu nedenle stadlara kafasında bir çok dertle gelen orta yaş kitlesinin ve eklemlenecek bir topluluk arayışına yoğun bir biçimde girildiği 16-17-18 yaşlarındaki gençlerin kolaylıkla inanabileceği iddiaların hiç çekinilmeden ortaya atılabilmesi.

Herkes bir diğerini bombalamaya çalışırken piyade olarak taraftarların karargah olarak da stadların kullanılması artık olağan hale geldi. Nitekim kritik maçları olan (küme düşmeme mücadelesi ve şampiyonluk yarışı gibi) takımlara karşı alınan galibiyetlerin ödülü "şiddet" olurken (Fenerbahçe-Gençlerbirliği maçı sonrası -ki Gençlerbirliği mağlup olmuştu- çıkış tünelinde çıkan olaylar ve geçen sene Rizeli futbolcuların Bursa'da yediği dayak, iki olguya da birer örnek olarak sayılabilir), alınan mağlubiyetin damgası "şikeci" ve "satılık maç" olarak vuruluyor.

Bu sorunu kökünden halletmek açıkçası çok kısa zamanda başarılabilecek bir eylem olarak görünmüyor. Açıkçası hiçbir yetkili de bu işin önüne geçmek için bir adım atmaya yanaşmıyor. Yeni futbol yasası ve Futbol Federasyonunun çıkardığı yönetmelikler maalesef işlevsellikten uzak kalmaya mahkum oldular. Kaldı ki bu tür düzenlemeler yapmaya çalışan kurumun bizzat kendisi de sürekli şüphe altında çalışmak zorunda kalınca çıkarılan yasalar daha doğuştan batıl oldu.

Türkiye uzun yıllar Ulusoy Federasyonunun "art niyet" ve "kayırma" dolu uygulamalarından şikayet etti ama bir çok kesimin "kurtulduk" gözüyle baktığı değişim sonucu göreve gelen Bıçakçı Federasyonunun uygulamaları karşısında ironik biçimde "Ulusoy federasyonu hiç olmazsa..." ile başlayan görüşler ortaya atılmaya başlandı. Kısacası ortada nereden tutulsa insanların elinde kalan bir durum var.

Kendi görüşümüze göre "teşvik" ve "şike" olaylarının önüne geçilmesi için öncelikle bu iki alanın, özellikle birincisinin çok iyi tanımlanması gerekiyor. Eğer bir hakkaniyetten, kulüplerin kendi varlıklarıyla mücadele etmesinden bahsediyorsak "teşvik" olgusunun her türlüsüne karşı olmamız gerekiyor. Doğru olan da bu. Bir Anadolu kulübüne büyük bir takımdan gönderilecek "motive edici" herhangi bir unsur kesinlikle kabul görmemeli ki bunu ülkemizde "zararsız" olarak gören hatırı sayılır bir topluluk var. Bunun bizi ulaştıracağı yer 3 büyüklerin Anadolu'ya her çıkışında yanlarında şüpheleri de beraberlerinde götürmeleri olur ki bunu kabul edemeyiz.

Bu konuyla ilgili aksiyon dergisi yazarlarından Emin Akdağ'ın görüşlerine başvurursak "Şaibe yaşanmayan sezonumuz hemen hemen yok ama son yıllardaki anlayış değişiklikleri, olayın boyutunu korkunç noktalara getirdi. Geçmiş yıllardan farklı olarak bu sefer son haftalarda değil aylar öncesinden şike, teşvik primi, hakem hataları iddiaları maçlara damgasını vurdu. Önceleri mutlaka bir yolu bulunarak ya da pişkinliğe vurularak üzeri örtülen şikenin önüne "hatır ve gönül" kelimeleri eklendi. Amaç, sporun ana felsefesine ve ahlakî değerlere ters düşen bu çirkin olaydaki negatifliği bir nebze olsun (!) yumuşatmaktı.

Ardından "hemşehri dayanışması" ve "Anadolu birliği" gibi kavramlar üretildi. Şimdi de yabancısı olmadığımız "teşvik primi" kavramı vitrine kondu". Burada anlatıldığı gibi genel anlayışın tam tersine bu alanların dediğimiz gibi çok iyi tanımlanması ve bu tanımın içine girebilecek her eylemin ağır şekilde cezalandırılacağı bir yasanın acilen uygulamaya geçirilmesi gerekiyor. Bu tür yasalar hukuk kurulları tarafından incelenerek uygulanmaya geçiriliyor. Ancak sonuçlar malum. Noam Chomsky'nin dediği gibi: "Kanunları severim faydalıdırlar, ama uygulanmadıklarında işe yaramazlar."

Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in şu anda olduğundan çok daha etkin olması gerekiyor kanaatimize göre. Şahin, şu anda Türkiye'nin oy potansiyelinin %35'ini barındıran ve her geçen gün ağırlığını artıran bir partinin önemli bir ismi. Yapacağı eylemlerde parti grubunu arkasına alırsa sonuca ulaşmada zorlanacağını zannetmiyoruz.

Üstü çabucak kapanan soruşturmalar artık şüphe çekmekten başka bir işe yaramıyor. Asılsız ya da belgelere dayalı ciddi anlamda futbolun gidişini etkileyecek iddiaların ehemmiyetle incelenmesi gerekiyor. Almanya'daki hakem skandalının davası aylardır devam ediyor, bir çok yetkili soruşturma süresinde bulundukları görevlerden azledildi. Soruşturmalar sürdüğü sürece orada bulunmalarının büyük tehlike teşkil ettiği anlaşıldı ve hemen harekete geçildi.

2004 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı düzenlemeye hazırlanan Portekiz geçtiğimiz yıl "Altın Düdük Operasyonu" ile sarsıldı. Portekiz Futbol Federasyonu Başkanı Valemtim Louerio ve MHK başkanı Antonio Pinto De Souza tutuklandı. Skandalın nedeni ise federasyon başkanı ve MHK başkanının, hakemlere para karşılığında, bazı kulüpler lehine karar vermesi yönünde baskı uygulaması olarak gösteriliyordu.

Bizim ülkemizde zaman zaman ciddi belgelerle gündeme getirilen bir çok olayın soruşturması bir hafta bile sürmedi. Bir hafta önce Ersun Yanal hakkında ortaya atılan iddialar hakkında Türk Hakemliğinin önemli isimleri deyince akla gelen ilk isimler dinlendi (Ahmet Çakar, Erman Toroğlu, Oğuz Sarvan gibi..). Bu isimlerin yetkililere neler söylediğini az çok tahmin ediyoruz. 1 sene önce eski bir hakem televizyon ekranlarında küme düşmeyi etkileyecek bir Samsun-Trabzon maçında alenen "maşa" olarak kullanıldığını açıkladı. Ancak yukarıda bahsettiğimiz karartma süreci tahmin edildiği üzere gecikmedi. Aynı kişi iki gün sonra "demeçlerinin yanlış anlaşıldığını, bunu ima etmediğini" söyledi ama durum herkes tarafından anlaşılmıştı. Her iki olayda da elde edilen koca bir "hiç" oldu.

Üzerinde durulması gereken bir başka gerçek var ki bu da zincirleme reaksiyonu beraberinde getiriyor. Futbol federasyonunun Türk Futbolunun lokomotifi olarak belirtilen takımları cezalandırma konusunda bugüne kadar oldukça çekingen olduğunu defalarca gördük.

Bunun altında yatan en önemli gerçek bu takımların alacağı cezaların UEFA Kriterleri'ne uyma yolunda mali zorluklarla uğraşan kulüpleri zor duruma sokacağı. Çünkü olay sadece para cezalarından ibaret değil. Verilecek herhangi bir saha kapatma cezası söz konusu kulübü o gün tribünlerden gelecek hasılattan mahrum ediyor. Olay özellikle büyük takımlarla oynayan Anadolu kulüplerinin başına geldiğinde sonuç daha zarar verici oluyor.

Reaksiyonun bir sonraki zinciri sürekli saha kapatma sonucunda seyirci desteğinden yoksun büyük takımların üst üste başarısız olmalarına bu da şampiyonluk yarışında mücadele eden takım sayısının azalmasına ve heyecan eksikliği nedeniyle yayıncı kuruluşun zararına, kulüplerin televizyon gelirlerinin giderek düşmesine sebep oluyor. Özellikle Galatasaray ve Beşiktaş gibi henüz Fenerbahçe kadar mali bütçesini doğrultamamış kulüpler için bunun önemi büyük. Ancak karşımızda iki yol var. Ya Türk futbolu üzerinde disiplini kaybetmek ve gerilemek uğruna bu takımların hatalarına çoğu zaman göz yumulacak ya da bu kulüplerin kendi taraftarlarına ve yönetim anlayışlarına bir çeki düzen vermesi için zorlayıcı hukuk kuralları konularak sonuna kadar uygulanacak.

Bu tür "yasaya aykırı eylemler" den çok daha ağır bir suç olarak sayılan "şike", ispatlandığı takdirde olaya adı karışan kulübün alt liglere düşürülmesini gerekli kılıyor ki, yukarıdaki uygulamaları emsal alarak yola çıktığımızda federasyonun bu konuda ne kadar yetkin olabileceğini düşünmek çok da zor olmasa gerek.

Şimdi yazının başında bahsettiğimiz hakem hatalarının bu iki konu yanındaki pozisyonuna bakabiliriz.Türk hakemliğinin son yıllarda sürekli eleştirilen bir kurum olduğunu biliyoruz. 10 yıl öncesine kadar statlardan yükselen tehlikesiz ".... hakem" söylemleri Ali Şen'in ortaya attığı "çeteleşme" söylemiyle bir adım ileri götürüldü.

Bugün ise ulaştığımız nokta Türk hakemlerinin tarafsızlıktan uzak, maç içinde pasif olan ve taraftar etkisinde kalan, Avrupa hakemliğinin çok gerisinde kalmış, eyyamcı birer piyon oldukları. Hatırı sayılır bir kitle bunun yanında bazı hakemlerin tuttukları takım nedeniyle sahaya maksatlı çıktıklarını ileri sürüyor.


Açıkçası bu iddialarının tümünün haksız olduğunu söyleyemeyiz. Son iki yıl içerisinde, iki önemli hakem, maç sonuçlarını etkileyecek iki büyük kural hatası yaptılar. Bunlardan birisi bu hata sonucu hakemlik kariyerine nokta koydu. Elde edilen şampiyonluklar üzerinde zaten yeteri kadar kara bulut dolaşırken geçen sene tekrarlanan Fenerbahçe-Rizespor maçının şampiyonluğa etki ettiği söylendi durdu. Bunun üzerine bir de bu seneki Beşiktaş-Gençlerbirliği maçı eklenince daha birkaç yıl öncesine kadar akla bile getirilmeyen "maç tekrar gerekçeleri" ardı ardına sıralandı.

Fenerbahçe Gençlerbirliği maçı sonrasında bir çok iddia ortaya atıldı. Bunlardan bazıları sıradan taraftarlardan değil önemli televizyon yorumcularından ve eski hakemlerden geldi: Ahmet Çakar'ın, Fenerbahçeli Serkan'ın kart gördükten ve oyun başladıktan sonra sahaya bir süre girdiği ve Fenerbahçe'nin olması gerektiğinden fazla kişiyle sahada yer aldığı iddiası gibi. İşin acı yanı,
ciddiyetsizliğin had safhaya ulaştığını gösteren iddiaların hiç de azımsanmayacak miktarda olması idi. Örneğin bir grup futbolsever Fenerbahçe'nin 6 yabancıyı aynı anda oynatması (!) sebebiyle hükmen mağlup olması gerektiğini ileri sürdüler. Ortaya çıkan gerçek ise bilgisizlik ve hakem hatalarının çiviyi yerinden çıkardığıydı başka bir şey değil.

Türk hakemlerini Avrupa liglerinin önde gelen hakemleriyle karşılaştırdığımızda genel olarak çaldıkları düdüklerin doğruluğu konusunda çok da geride olmadıklarını söyleyebiliriz. Dünyanın en iyi hakemi olarak gösterilen Collina'nın neredeyse her büyük maçta, maçın sonucunu doğrudan etkileyecek bir hatası var. Üstelik İtalyan, Alman hakemliği son 2 yılı skandallar ve soruşturmalarla geçirdi. Bize göre problem sahada çalınan düdüklerde değil, Türk hakemlerinin üzerlerine bu kadar konuşulan bir ülkede sürekli pasif kalmaları. Hem saha içinde oyun üzerindeki hakimiyetleri açısından hem de kurumsal olarak MHK nezdinde gündemle ilgili yapılacak açıklamalar açısından.

Sonuç olarak ne futbol adına karar alıcı mercilerin dürüstlükleri konusunda yarışmacıları ikna edebildikleri ne de bu yarışmacıların aradıkları dürüstlük konusunda kendi kapılarının önünü süpürdükleri bir futbol ülkesinde yaşamaya mahkumuz son birkaç yıldır. Olay artık alt kademelerde değil, en büyük ve yetkili yasama, yürütme ve yargı organlarında halledilebilecek bir noktaya geldi. Bu konuda gelecek sezon değil, bir hafta sonra değil hemen harekete geçilmesi gerekiyor. İnsanların düşüncelerinde söz konusu kavramlara karşı "hakkaniyet" açısından yapacakları muhakeme atılacak önemli bir ilk adım olacaktır. Bu adım ardından gerekli önlemleri kendiliğinden getirecektir bize göre.

Yine Chomsky'nin bir sözüne başvurursak, "Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir". Böyle köklü değişimin futbol dünyamızdaki bazı kesimlerin canını yakacağı doğrudur. Ama unutulmamalıdır ki yaydan çıkmış bir okun durmasının tek yolu saplanacak bir yer bulmasıdır.

Hiç yorum yok: