Gand etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gand etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2013 Pazartesi

CEVAT KELLE BEYAZ YAKA OLURSA



İşten çıkıp takım elbiselerimle İspanyolca kursuna gidiyorum. Bir arkadaşımla birlikte başladık ve o arkadaşım da bir şirkette ihracat müdürü. Grand tuvalet gidiyoruz mecburen.

Bir dili yeni öğrenmeye başladığınızda “neden bu dil” ya da “ne tarz müzik seviyorsun” gibi sorulara maruz kalmak o dili öğrenmek için kaçınılmaz oluyor pek tabi. Bir bankacı olarak “Latin Amerika politikası ile ilgileniyorum” ya da “Metal dinliyorum” gibi cevaplar verince kurstaki insanlar “vooouvvv” “aaauuvv” “hahahah” gibi tepkiler verirken belki de akıllarından dikkat çekmeye çalışan histerik bir kadın olduğunuzu geçiriyordur. Ben dışarıdan baksam öyle düşünür müydüm? İş dünyasında pek çok “bohem burjuva” diyebileceğimiz kaçıkla tanıştığım için düşünmeyebilirdim, ama birilerinin aklından geçiyorsa da yadırgamam. En nihayetinde burası Türkiye. “Gak” deseniz “Sesin ne kadar tuhaf” oluyor. Halbuki ben her sabah bizim sokakta bir karga ile karşılaşıyorum ve ona sorarsak bu ses ona yüz yıldır tanıdığı sıradan bir şey gibi geliyordur. Bakış açısı işte.

Onaltı yaşımdan beri kendi evim olsun isterim. Sonunda başardım. Başaralı epey zaman oluyor. Yalnızlığa da alıştım ve epey iyi geçiniyoruz kendisiyle.

Bu akşam, uzun zamandır elime almadığım gitarın tozunu sildim, birkaç zor şarkı ile sesimi açtım. Çok özlemişim şarkı söylemeyi. Her şey iyi güzel de… ben hiçbir zaman gitar çalmayı sevmedim, pek çalabildiğim de söylenmez zaten. Sadece şarkıyı böyle sepet gibi tek başınıza, ses/ritm almadan söylemek olmuyor. O yüzden böyle sadece akorlara ritm vurarak liseden beri çalıyorum. Sonra aklıma bu durumdan yıllardır ne kadar sıkıldığım geldi. Etrafımda bir sürü müzikle uğraşan, yine bohem burjuva diyebileceğim arkadaşım var. Ama müzik zevklerimiz uymadığı için birkaç çalışma dışında bir araya gelmedik.

*

Şimdi kameramızı bir başka açıya çeviriyoruz.

Yıllardır bir şeyler okur, ederim. Gevezelikten başka bir işe yaramadı. İşin kötü tarafı benim gibi düşünen insanlar benim gibi yaşamıyor. Dolayısıyla gevezelikle başlarının etini yediklerim hiç de öyle alternatif bir yaşama merakı olan insanlar değil. Yazık yahu onlara… değişmeyecekleri ortada. Ben ne böyle mastürbatif hareketler, böyle içki masasında dünyayı kurtarmalar falan… Allahtan yaşlandım da eskisi kadar yormuyorum insanları. “Ya eyleme geç ya da kapa çeneni” diyebiliyorum kendime.

*

Ve kamera bir başka açıya geçer.

Lisedeyken ablamın arkadaşları (benden 5-7 yaş büyük insanlar) bana “çok akıllısın, büyük adam olacaksın” derlerdi. Ben de o gazla spordu müzikti kitaptı haldır haldır parçaladım kendimi yıllarca. Sonra bir ara durdum ve baktım, afedersiniz yemediğim bok kalmamış ama hiçbirinde uzmanlaşamamışım. Gözden çıkarılacak ilk kale sporu azalttım, teke indirdim. İsabet oldu. Bir sürü dağ gezdim. Zirve denen tutkunun bana göre olmadığını anladım. Müziği çok sevsem de ciddiyetle çalışacağınız zamanlar gerektirdiğini ve mevcut konjonktürü (9-6 çalışan olmak) dikkate aldığımda namüsait bir mahiyette olduğumu fark edip kendi kendime takılacağım bir uğraş seviyesine indirdim. İyi mi oldu? Cık! Ama ne yapalım… kader…
Geriye ne kaldı? Okumak, yazmak. Kalemlerle aram iyi olmadı hiçbir zaman. Hocalarımın yerin dibine soktuğu iğrenç yazımı tam güzelleştirmiştim ki bilgisayar icat oldu, mertlik bozuldu. Orta parmağımdaki kalem nasırı tarihe karıştı ve ben klavye delisi, dakikade beş yüz elli beş bin kelime yazabilen bir canavara dönüştüm. Mekanik alt yapı tamam da ortaya, üzerine kafa yormaya değen bir şey mi çıktı? Gittiğim yazı atölyesindeki arkadaşlardan birkaç takdir, hocadan (bir romancı) “büyük adam olacaksın” gibi övgüler falan filan.

Aferin bana. Bi bok olmadım sonunda, aha da buradan ilan ediyorum.

Otuz yaşında, tam techizatlı Cevat kelle olma mertebesindeyken bir de baktım ki biri çıkmış diyor ki “Mutluluk, ancak paylaştığında gerçek olabilir.”*

Hadi ordan haspam!

Yani tüm bu uğraşlar boşa mıydı? Kendi başına her şeyi yapabilen (musluk tamir etmek dışında, pek bi üşeniyorum, çağırıyorum muslukçuyu, basıyorum parayı oluyor bitiyor), böyle on kaplan gücünde, "örnek" teşkil eden bir kadınım. Ha bir de yalnızım. Bunu mu demek istiyorsun?

Bunca kişisel anlattıktan sonra “hayır ulan mutsuz değilim” diye açıklamak gerekiyor. Ama evet, sahip olduklarını paylaşabileceğin birileri varsa mutlu olabiliyorsun. Diğer türlüsü sadece huzur oluyor. Böyle saat tiktaklarıyla falan takılıyorsunuz, uykum gelse de yatsam diyorsunuz. Ama hiç heyecan yok. Duygu dalgalanmaları yok. Hayattaki her şey yönetilebilir oluyor ve bu "yönetme" hali bir meslek özrü olduğu için arada bir mideniz kalkabiliyor.

“Neden İspanyolca” ya da “Neden müzik” ya da “Neden yazmak”???:

Küçükken gerçekten, ben ne kadar donanımlı olursam, yeryüzündeki cennete o kadar yakın olacağıma inanmıştım. Oysa şimdi bir şarkı çalıyor ve sahip olduğum bu yalnız krallığı kimseyle paylaşasım gelmiyor:

Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin…

Aferin bize. Moderin toplum olarak muhteşem bireyler yarattık. Yakında "Türkiye bir prozac toplumu mu olmaya başlıyor" diye başlıklar filan görürüz artık.

* "Happiness only real when shared." Into the Wild filminde geçen bir sözdür.

by Gand

15 Şubat 2013 Cuma

SEVGİMİ NEREYE KOYACAĞIMI BİLMİYORUM


*Şarkının kapağını dikkate almayınız. Güzel bir müzik olmadan güzel bir  yazı olmaz  :)

Eski bir filmdir. Magnolia. ‘99 yapımı. Ben 6 ay önce falan izledim sanırım. “Bir kitap okudum ve hayatım” değişti diyebilmek hayatta çok kereler mümkün olmaz. Sözkonusu kitabın/filmin/sözün vb doğru zamanda, ruhunuzdaki doğru noktaya hem de doğru şekilde dokunması gerekir. Bu film de böyle bir tesadüfün konusu oldu benim için derken aklıma, yaşamımın gidişatını değiştiren bir başka filmden bir söz geliyor “I like god, do not play with dies and do not believe in coincedence”

Çocuktum. Ailenin en küçüğü. Bu toplumdaki bir çok aileye göre sevgi dolu, sağlıklı bir ailem olduğunu ve şükretmem gerektiğini söyler birçok insan ve ben daha yazının başında bu şerhi koyarak başlamalıyım. Doğrudur da. Özel bir ailem var ve onlara çok şey borçluyum.

Sevdiklerinizin özel, güzel insanlar olması sizin özgürce konuşmanıza, kendinizi ifade etmenize asla engel olmamalı. Kendini anlatamayan bir insan yarım kalır ve yarım yamalak devam ettiği yolda her adımda bir başka parçasını çalar hayat.

Ailenin en küçüğüydüm ve ben doğduğumda bile henüz otuzuna varmamış ebeveynlerim, iş güç sahibi olsalar da hala çocuktular. Sorunlu sayılabilecek ilişkilerin içinde buluvermiştim kendimi. Ne zaman nasıl oldu bilmiyorum ama bugün geriye dönüp baktığımda bir sürü arızamın bundan kaynaklandığını görüyorum.

10 yaşımda anadolu lisesine başlayana kadar yaşının gerekliliklerini yaşayan bir çocuk olmadım. Okuldan eve gelir gelmez ödevlerimi yapardım ve sonra da annemin kucağında uyuyakalardım. Ablamlar benimle inek diye dalga geçerlerdi. Bense onları anlayamazdım. Tek bildiğim şey bana büyükler tarafından yap denilen şeyi yapmaktı. Başka bir seçenek olduğu aklıma gelmediği gibi içimden başka da bir şey gelmiyordu. Çünkü ben henüz yoktum. Bir kişilik, farklı istekler yoktu. Birey olmak yolunda tek bir özelliğim bile gelişmemişti. Çünkü etrafımda dört tane büyük vardı ve hepsinin birbirinden ayrı tutkuları vardı. Bu tutkular yüzünden evde sürekli çatışma vardı ve ben zaten varlığı fark edilmeyen, sadece annesi tarafından, o da yanında olabildiği zamanlarda (annem ebe olması itibariyle gündüz sağlık ocağında gece de doğumlarda sürekli çalışıyordu, kalan zamanında da yemek, temizlik gibi işlerle uğraşan bir makinaydı adeta) korunan evcil bir hayvan gibiydim. Her sözüm ablamlar için dalga konusu, ebeveynler için başımın okşanması sebebiydi. İçimdeki fırtınaları anlatabilecek kadar çok kelime bilmiyordum maalesef. Matematik problemlerini eksiksiz çözerek anlatmaya çalışıyordum nasıl da sevgiye, birey yerine koyulmaya ihtiyaç duyduğumu ama kimse sesimi duymuyordu.

Şimdilerde fark ediyorum ki ailede o yılları benim kadar iyi hatırlayan yok. Onlar için önemli olmayan zamanlar benim tüm kişiliğimi belirleyecek hayattaki yolumu çizecekmiş. Büyüklerin ne umrunda olsun???
Magnolia filmindeki Donnie The Quiz Kid karakteri, ilkokuldaki halimi hatırlatıyor. Donnie kadar olmasa da ilkokulda bilemediğim soru yoktu. Nasıl becerdiğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Tek hatırladığım derste anlatılanları hemen her zaman eksiksiz öğrenebildiğim ve okuldan çıkınca iki saatte ödevleri bitirip sonra yatıp yayıldığım. Ne bir şey ezberlediğimi ne de çok çalıştığımı hatırlarım. Aklımdan hiç çıkmayansa  ebeveynlerimin sürekli kendi aralarında “ne yapacağız” diye aşırı endişeli konuştukları.

Şimdi büyümüş biri olarak tahmin ediyorum ki daha okula yeni başlamamışken ebeveynlerimin bu aşırı endişeli hali beni o kadar üzmüş olmalı ki “bir de ben sorun çıkarmayayım” gibi bir motivasyonla ineğe bağlayıp çocukluğumu feda etmişim.

Magnolia’yı izlediğimde her bir hikaye ayrı ayrı kazındı kafama. Burada filmi anlatamam pek tabi. Sadece izlemenizi tavsiye edebilirim.

Özetle Donnie karakterinin aşağıda linkini veridiğim sahnede dediği gibi “İnsanlara verecek çok fazla sevgim var ve bu sevgiyi nereye koyacağımı bilmiyorum.”


Mutsuz bir aileye doğan çocukların ebeveynlerinin gösteremediği olgunluğu daha küçücük yaşta sırtlanması bir tek bu filmde anlatılmıyordur herhalde. Yıllardır, Hey Jude şarkısını neden sevdiğimi merak ederdim. Ne anlıyordum ki o şarkıdan? Daha geçenlerde okudum ki Paul McCartney bu şarkıyı John Lennon’ın oğlu Julian için yazmış. John Lennon, Julian’a iyi bir baba olamamış. Paul McCartney de bu şarkıyı John Lennon ile Julian’ın annesinin ayrılma sürecinde yazmış ve uzun yıllar Julian’a neredeyse babalık yapmış.

Şarkının bende uyandırdığı etki:

“Don’t carry the world up on your shoulder” yani “Dünyayı omuzlarında taşıma”. Yani annenle babanın sorunlarını kendine dert edip çocukluğundan vazgeçme.

“Then you can start to make it better” yani “Böylece her şeyi daha iyi yapabilirsin”. Yani annenle babanın kötü ilişkisini, dünyanın yükünü omuzlarına alarak iyi yapmaya çalışma. Sen çocuksun ve başka bir sorumluluğun yok. Gece yatağa yattığında onların mutlu olması için allaha dua etme. Sen sadece oyun oyna.

“Who plays it cool by making this world a little colder” yani “Karizmatiği oynayan bu dünyayı daha soğuk bir yer haline getirir”. Daha çocuksun. Büyüdükçe “cool”u oynayan insanlarla karşılaşacaksın. Sen onlardan olma. İçinden nasıl geliyorsa öyle davran ve dünyayı daha soğuk bir yer haline getirme. Çünkü sen de o dünyanın içindesin ve asıl soğuyan sen olursun.

Hayatım boyunca ailemin istekleriyle çatışan tüm hayallerimden vazgeçmişim. Yıllarca onların istediği okullarda, bölümlerde okuyup onların istediği gibi bir işe katlanmışım. Yıllarca şikayet etmekten de vazgeçmemişim bir taraftan. Düşünceleriyle tutumları çatışan insanları eleştirirken kendim bu tuzağın içinde olduğumu bal gibi biliyordum ama sanki çıkmaz sokağa sıkışmış bir kedi gibi delirmişçesine koşturup aynı duvarlara çarpıyordum. Çünkü neden, nasıl bilmiyorum ama bir şeyler fena halde eksikti. İçimde bir çocuk, koskocaman bir çocuk, bu dünyanın nasıl bu kadar vahşi olduğunu kavrayamayıp hep ama hep ağlarken dışımdaki büyük hep gerekenleri yapıyordu. Gerekenleri yapmalıydım çünkü ben Gand’dım ve kimse bana başarısız diyemezdi. Ben başarısız olursam ebeveynlerimin yüzünde göreceğim endişe beni her şeyden beter ediyordu ve tek istediğim onları rahat ettirmekti.

İnsan böyle böyle otuz yaşına gelebiliyormuş.

Aslında bu kadar uzun anlatmak değildi niyetim. Asıl anlatmak istediğim ben de “Sevgiye ihtiyacım var. Ne olursa olsun beni sevdiğinize, insanların birbirlerini ne olursa olsun sevebildiğini duymaya ihtiyacım var” diyebildim sonunda. “Çok mutsuzum. Bir hayat kurdum. Bir dolu şey yaptım ve bir dolu insan bana gıpta ediyor ama ben mutsuzluktan geberiyorum. Çokları şimarıklığıma veriyor ama sorun bu değil. Sorun, ben asla kendime gerçekten ne istediğimi soramadım. Oluşturmaya çalıştığım benlik her zaman ailemin mutluluğunun hükümranlığında ezilmiş bir zavallıydı ve ben o zavallıyı artık demir parmaklıklar ardında, gizli zindanlarda tutamıyorum. Sadece, ne olursa olsun beni sevdiğinizi duymaya ihtiyacım var. Bana güvendiğinizi…”

Kolay bir çocuk değildim ama her zaman başımın çaresine fazlasıyla bakıp, en çok düştüğüm zamanlarda bile yardım istemeksizin ayağa kalkabildim. Bu toplumun lanet olası başarı algısına göre oldukça başarılı biriyim. Buna rağmen babamla daha birkaç ay önce yaşadığımız bir tartışmada ona “Senin evladına herkes katil dese de sen onu evine alıp saklayabilmelisin” dediğimde “Evladım katil olsa bile mi” gibi bir cevap aldım.
Aradan aylar geçti. Geçenlerde ben de ne demek istediğimi çözüp babama şöyle dedim “Bir baba “Benim evladım katil olmaz, tüm dünya ona katil dese de ben buna inanmayacak kadar ona güveniyorum” diyebilmeli”.

İşte böyle. Aileme neden dinmez bir acım olduğunu anlatabildim. O günden bu yana arkadaşlarıma da duygularımı açıkça anlatabiliyorum. Yıllardır ödüm kopardı kısıtlama olmaksızın tüm iyi ve kötü düşüncelerimi çevremdekilere söylersem onları kaybederim diye. Oysa hiç de öyle olmadı. Aksine insanlar da kendilerini bana daha net anlatmaya başladılar. Hatta saklı kalmış duygularını bile…

İçten olmak, bir tezgahtarla içten bir sohbet kurmak, metroda yanlışlıkla çarptığınız birine dönüp içten bir özür dilediğinizde size sinirlenmek üzere olan kişinin bir anda yumuşadığını görmek, iş yerine size diş geçirmeye çalışan birinin en azından o an için bundan vazgeçmesi tadına doyulmaz bir şeymiş.

Sonuç olarak diyorum ki: İnsanlara verecek sevgim var ve ben bu sevgiyi tüm insanlığa veriyorum.
Böyle olunca, ne insanların sizi nasıl yargıladığı, arkanızdan ne söylediği ne de herhangi başka bir şey umrunuzda oluyor. Zaten sevdikleriniz size daha çok sevgi göstermeye başlıyor. Bu da yeter… Üstüne bir de gündelik hayatta kızdıklarınızı yumuşattığınızda yaşam bir cennete dönüşmeye başlıyor. Cehennemin ortasında ne kadar cennet olabilirse pek tabi J

Bir arkadaşım demişti “Karşındaki sana küfredebilir. Peki senin hayattaki duruşunu o küfürbaz mı belirleyecek? Nezaketini asla kaybetme. Akşam eve gittiğinde aynaya bakabilmek için…”

by Gand

11 Şubat 2013 Pazartesi

ÖZGÜRLÜK


Özgürlük nedir?

Bir işi bırakma kararıdır.

Marcel Proust’un dediği gibi “Gerçek yolculuk yeni kıtaları aramakla değil yeni gözlerle mümkün olur.”

Özgürlük, çocukluk hayallerinin gerçekleşebileceğine inanmaktır.

Özgürlük, yakanı hiç bırakmayan hayallere sonunda teslim olmaktır.

Hayallerinin sana ödeteceği bedele hazır olmaktır.

Özgürlük, kabulleniştir. Bu hayatın bedel ödetmeden hiçbir güzelliği sana sunmadığını anlamanın huzurudur. Böyle bir düşünce ile huzur kelimesi nasıl bir arada olur? Çaresizsen olur. Ancak çaresizsen. Dünyanın başka ülkelerinde insanlar yılın 6 ayı sadece bulaşıkçılık yaparak hayatlarını kazanıp* kalan altı ayda dünyayı gezebilirken ben burada ünvanımla, ülke ortalamasının epey üstünde gelirimle bi bok yiyemiyorsam, yani “gelişmekte” olan ülke vatandaşıysam ve prangalarıma, aç kalmadığım için şükretmekten başka çarem yoksa, kölelikten kurtulmak için katlanacağım açlık, umutsuzluk, çaresizlik de buyursun gelsindir, hoşgelsindir. En nihayetinde “nereye gidersem gideyim, gökyüzü benimdir”…

Çocukluğumdan beri bana şimarık derler. Öyleyim belki gerçekten. Daha hala tanıdığım insanlar “o kadar gezdin, kimse senin gibi yaşamıyor, yaşayamıyor, hala ne istiyorsun” diye soruyorlar.

Anlatamıyorsun ki “ben size soruyor muyum sizin eviniz arabanız var ama benim hiçbir mülküm yok, elimde sadece gezilerime dair anılarım var ve bunlar para etmiyor” diye… anlatamayacağım da.

Özgürlük, dünya böyle iğrenç, eşitliksiz bir yer olduğu müddetçe rahat uyuyamayacağını bilecek kadar vicdanlı olmaktır. Özgürlük vicdan sahibi olmaktır.

Özgürlük karşılıksız iyilik yapmaktır. Ama böylesi bir dünyada iyiliğinize “bak ben sana karşılıksız iyilik yapıyorum ve senden tek bir isteğim var, sen de birine, sırf bu dünyada hala birilerinin karşılıksızca iyi olabildiğini hatırlatabilmek adına, bir iyilik yapacaksın ve iyiliğimin karşılığında senden sadece bunu istiyorum” diyecek kadar ne istediğini bilmektir.

Özgürlük, sonradan görme zenginlerin arasında, iş gereği yaşamak zorunda kaldığında, afili kıyafetlerinin içinde, astları kimse sallamazken ve hatta hor görürken onlarla yemeğe çıkıp dönercide tabure üstünde yemek yiyerek tüm üstlerinin kınayan bakışları arasında sıradan, halktan olabilmektir. Özgürlük, insanların bakış açısını değiştirmektir. Birbirinden çalacağın ekmek yokken, sırf ortam rekabetçi diye birbirinin azına sıçan rekabetçi köpeklerin arasında, tüm stresine rağmen astlarına insan gibi davranabilmek, onlara en iyi düzeyde öğretmenlik, koçluk yapmaktır. Bunlar örnek sadece. Demem o ki özgürlük, boğulduğun bir ortamda bile hala vicdanlı kalabilmektir. Tavrınla, duruşunla örnek olabilmek ve hatta iğrenç bir iş ortamını, kendi menfaatinden fedakarlıkta bulunarak, ısrarla böyle durarak daha huzurlu bir ortama çevirebilmektir.

Sahi özgürlük nedir? Yani sizce? Nedir?

*Bu lafın hastasıyım. Nasıl yani? Hayatımız çalışarak kazanacağımız bir hak mıdır? Çalışmazsak bir hayatımız olmaz yani ölü mü oluruz? Yoksa ortalama bir gelir düzeyinin altında yaşayanların aslında yaşamadığını mı düşünüyoruz? Her iki cevap da bana şu soruyu sordurtuyor: İnsanlık bu kadar içler acısı bir haldeyse bizi hayvandan, vahşi doğadan üstün kılan nedir? Bir dizide bir anne çocuklarına şöyle diyordu “Yavrularım siz nasıl buzağı doğmadınız, babanız bu kadar öküzken?”. İnsanlık buzağı mı aslında?

by Gand

24 Ocak 2013 Perşembe

BİZ BİR ZAMANLAR KAYBEDEN TAKIMLARI TUTARDIK!


Boğuşuyorum. Kimileri için amaç olan iş hayatı benim için boğuşmak.

Kendi şimarıklığımdır belki. Ev-araba gibi kaygıları olmayınca insanın iş hayatının bir bireydeki her tür değeri yağmalaması insana koyuyor.

Her neyse. Birkaç kelam etmeden duramayacağım.

İş hayatında öyle tiplerle öyle sıklıkla karşılaşıyorsunuz ki. Emrah Serbes içten bir “haysiyetsiz” demişti ya. http://www.youtube.com/watch?v=ySjzacDjAWg

İçimden geçen en hafif kelime bu.

Dünyanın her köşesinde böyle olmadığını biliyorum.

Ece Temelkuran demişti bir ara “biz ne zaman bu hale geldik”

Sahi, biz ne zaman bu hale geldik?

İş hayatında yükselme kaygısıyla birilerinin sizi ezme girişimleri bir mantığı olması itibariyle “anlaşılır” bir şeydir. Peki ya sizi ezenlerin bundan en ufak bir faydası yoksa?

İşte o zaman “biz ne zaman bu hale geldik” diye başlayan cümlenin devamı küfürle geliyor. Çünkü karşınızda o mantıklı soruyu sorabileceğiniz bir varlık, bir yaratık yok. Bu sözüm ona insan evladının hangi psikolojiyle hiçbir gerekçesi, menfaati yokken sizi ezmeye çalıştığını anlamaya çalışmıyorum. Yıllardır iş dünyasını o çok sevdiği empati denen eylemi gerçekleştirdim. Ama empatinin de bittiği bir yer varmış ve ben bu günleri de görecekmişim. Menfaat mücadelesinin insanlıktan yoksun ama salt matematiksel mantığının bile bir sınırı varmış. Pessss!!!

Bir insanın arkasında birlikte çalıştığı her ama herkes sadece ve sadece küfrederken bu yaratık geçtim kendine saygı duymayı nasıl yaşar?

Bunun da bir cevabı vardır elbet ama inanın ne bu cevabı duymak ne de anlamak istiyorum.

Hani insan kendini sorguluyor. Ben mi öküzüm diye. E onlarca insan sizi severken sözkonusu yaratıktan herkes nefret ederken kendinizi sorgulamanız anlamsız geliyor. Belki de onlarca insan haksızdır, bir o her düzenin yalakası haklıdır. Boşuna mı onlar yükseliyor? İş hayatının "doğası" bu. Koyunlar susmaya devam ettikçe çobanlar etrafındaki yalakalarla egolarını şişirmeye devam edecek. Tutanacak başka dalları yok ki!




by Gand

27 Aralık 2012 Perşembe

ODTÜ AYAKTA!

















*18 Aralık 2012, polis tarafından kullanıldıktan sonra ODTÜ kampüsünde toplanan biber gazı kutularının sadece bir kısmı

Yazmadan olmazdı. Bugün ODTÜ'de 5000 öğrenci eylemdeydi. Daha bir çokları da ODTÜ'nün kapısında eylem için içeri girmeye çalışıyordu.

Mademki medya her türlü haberi çarpıtıp utanmazca saldırıyordu, her özgür düşünceye madem ki ülkenin rektörleri utanmadan kendi üniversiteleri adına bir profesöre asla yakışmayacak açıklamalar yapıp “öğrenci”lerine öğrenci olmalarını hatırlatıyordu, öğrenci ruhunu yaşatmak ve susmamak gerekiyordu.

Neydi ki ODTÜ’de yaşananlar? Ankara’da üniversite okuyan herkes bilir ki sistemin dayatmalarına, o üniversitelerde her zaman ses çıkardı. Bu hep böyle olagelmişti. Ama hiç 2500 polis girmemişti kampüslere. Hiç biber gazı kullanılıp “ama bize molotof attılar” mazlum edebiyatıyla yüzsüzce üste çıkılmaya çalışılmamıştı.
Mezun olduğum üniversitenin rektörü, hiç şaşırmadığım bir şekilde abidik gubidik bir açıklamanın altına imza atmış, beklediğim üzere Hacettepeliler susmamış ve “rektör bizim sesimiz değildir” demişlerdi. 

Olaylara mı üzülsem, gelmeyeceğini sandığım tepkinin gelmesine mi sevinsem bilemedim. Sanırım, hatta kesinlikle ikincisi.

Yüzümdeki gülümseme büyüyor. “Yürü be Ankara’nın öğrencisi” diye içimdeki haykıran ses yükseliyor. Bazı şeyler hiç değişmiyor. Kasımpaşa’dan çıkan “delikanlı” Ankara’ya yerleşse de Samsun’un, Mardin’in, Çorum’un köyünden, hiç dersaneye gitmeden ODTÜ’yü kazanan İlyas’lar, Kezban’lara, Hayati’ler bu “delikanlı”yı yerinde rahat oturtmuyor.

Molotof dediler. Saldırgan öğrenci dediler. Hatta bilmem kaç tane üniversite “öğrenciliğinizi bilin, başarılarınızla gündeme gelin. Ülke uzaya uydu gönderiyor (çok ilginç bi şey ya, benim vergilerimle yapıyorsunuz ulan, 3. Dünya ülkeleri bile gönderiyor artık), siz anlamsız eylemlerinizle baltalıyorsunuz” dediler. Dediler allah dediler. Daha da diyecekler.

Kanmayız. Kanmazlar. Herkesi o güttüğünüz koyunlar kadar aptal sanmayın.

WTA’de protesto olduğunda canlı izliyordum. Eurosport muhabiri “ne kadar büyük bir hayal kırıklığı” diyerek durumu anlamadığını belli etti. Anlayamazdı pek tabi. Anlamak mümkün mü bu gulyabani oyununu? Bu mutant demokrasiyi? Bir başbakan bir üniversiteye 2500 polisle girer de kim bunu anlar? Hangi molotof (yoktu ama varsayalım ki oldu) 2500 kişilik etten duvarı aşıp da kıymetlimisssin saçının teline zarar verebilirdi?

Bir de kalkmışlar “öğrenciliğinizi bilin, başarılarınızla gündeme gelin” diyorlar. Sahi, ne ki o başarı? Beyinleri uyuşturularak yıllarca fetullah okullarında salt öss başarısına adını yazdırmaya odaklanan koyunlarınki midir başarı? Yoksa hayatta en temel hakkı, yaşama, düşünme hakkı için mücadele etmek midir?

Komik. Feci komik. Trajikomik. Ağlanacak halimize gülmek şöyle dursun kahkahalarla katılıyoruz. Yahu, el insaf, koskoca profesörler mi “öğrenciliğinizi bilin” demeye getiriyor? Reddediyorum öyle hocalardan ders almayı. Onların saçmalıklarını dinlemeyi. Böyle düşünenler milli eğitim bakanlığında kendine yer ve maaş bulacağına eminim. Üniversite bu mudur yani sizin için?

Sözün bittiği yeri geçeli çok oluyor ve bu mutant demokraside, bu ne idüğü belirsiz totalitaryada hala birileri medyanın bu komedisine kulak asıp cak cak konuşuyor ya…

Ülke ikiye bölündü diyorlar ya. Eğitimli cahillerle-ortalamalar arasında bölünecek kadar yarıldı o boşluk.

ODTÜ AYAKTA!

by Gand

SİZE BİR YAŞAM BORÇLULAR!




Okullarda öğretilen şey başarısız olmaktan korkmak ve size verilen görevi en iyi şekilde vaktinde yerine getirmenizdir. İyi bir köle gibi. Eğer okumazsanız ayak işlerini size yaptıracaklarını söyleyerek korkuturlar. Başarılı olmak başarıya tapmak hayatta kalmanın tek yoludur. İnandığınız tüm doğruların geçersiz olduğu bir hayat hayal edin, aslında hayal etmenize gerek yok zaten onu yaşıyorsunuz. İstemediğiniz okulları okudunuz, istemediğiniz işlerde çalışıyorsunuz. Size bir yaşam borçlular! Aç kalmamak için köle olmayı kabul etmek. Seçim özgürlüğü değil düpedüz modern dünyanın tehdit yolu. Sürüden ayrılmak neredeyse imkansız. Modern dünyanın cezalandırma mekanizması çok acımasız! Modern dünya inandığı doğruların ve hayallerinin peşinden gidenlerin kurt tarafından kapılacağını telkin ediyor. Kapatıldığınız tımarhanede deli olmadığınızı haykırmanız nasıl işe yaramazsa, bu sistem içinde de tüketici olmadan varolamazsınız. Çıkış yok! Dünya hepimizin içine gömüldüğü toplu bir mezar. Ömrünüz başkalarının piramit inşaatlarında çalışarak geçiyor. Hislerimiz öldürülüyor, düşüncelerimiz yalıtılıyor, sinirlerimiz yatıştırılıyor bizi biz yapan her şey bir bir yok ediliyor. Her gün bir öncesinin daha da silik bir kopyası. Yavaş yavaş yok oluyoruz.
RASHİT

by Gand


24 Aralık 2012 Pazartesi

ALIŞKANLIK

* Ne resim ne de müzik yazıyla alakalıdır. Absürlüktür iyidir.


Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Pablo Neruda

Bugün pazartesi. Ölümüm bir pazartesi günü olacak herhalde.

İlk, omuz-boyun ağrısı ile baş gösterdi hayatı çekememezlik. Ben kimdim, nerdeydim, burada ne işim vardı, ne istiyordum hayatta ve ne olmuştum ya da bir şey olmuş muydum.

Aptal saptal dokuz-altı bir işim vardı ve birçoklarına göre şanslıydım falan filan. Peki neydi bu mide bulantısı?
İşyerinde hep çok stres yapıyorsun demişlerdir bana. Çok titizsin, hedefe ulaşmak insandan daha önemli senin için. Şimdilerde fark ediyorum ki tüm bunların tek bir sebebi var.

Öncelikle hiçbir şey sevdiğim bir insandan daha önemli olamaz benim için. Peki ya sevmediklerimle, daha doğrusu benim için bir hamam böceği kadar değeri olmayanlarla bir aradaysam ne olacak? İşte o durumda hedefe ulaşmak benim için her şeyden daha değerli oluyor, zira dokuz-altı sürecinde varlıklarını yok saymaya çalıştıklarımın önüne koyduğum işlerde kıt beyinleriyle bir de beni eleştirmeye ya da hesap sormaya kalktıklarında nevrim dönüyor. Zaten zar zor yapıyorum işi, bir de “şunu düzelt, bunu şöyle revize et” deyince iş uzuyor, bedavadan mesai riski doğuyor. Günahımı vermek istemezken patronlara bir de yönetici bik bikiyle muhatap olmak en büyük motivasyonum olmuştur iş hayatında. İnanmazsınız, bir noktaya kadar sizi başarılı da yapıyor. Yeter ki kontrolünüzü kaybedip yöneticinize “hayatımdan çalıyorsunuz, bu saatte beni çalıştırmaya hakkınız yok” gibi cümleler kurmayın. Sonu gelmeyecek ve mutlaka sizin kaybedeceğiniz bir savaş başlatmış olursunuz. Türkiye koşullarında pek tabi. İstifa etmek gibi bir niyetiniz yoksa eninde sonunda geri adım atmak zorunda kalırsınız ki bu kez siz de bir hamam böceğine dönüşürsünüz kendiniz için.

Ne diyordum? Omuz-boyun ağrısıyla başlayan dokuz-altı alerjisi kronik egzamaya dönüştü. Spor yaptım, dermatoloğa gittim ve bunlar geçti. Hooop başladı mı gastrit. Basit bir mide ilacıyla gastrit de yönetilebiliyor. (ahhh mesleki deformasyon, mide ağrısını bile yönetiyoruz, yürü beeee, kim tutar modern köleleri…)
Vücutta dolaşan bu stres denen doğaüstü gücü her zayıf noktadan uzaklaştırdık, en son başımda patladı. Ömrüm boyu başımın ağrıdığını bilmem, bu ara o baş gösterdi.

Eskiden çalıştığım şirketin emekli personele dair harcamalarının yüzde sekseninin alzaymır ve parkinson için olduğunu duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Olmuştu. Sonra ne olmuştu? Hiiiiç…

İş hayatı boyunca beyaz yakalıların çoğundan daha uçlarda yaşamama, arıza, agresif olmama rağmen bir şekilde idare ettim. Belli bir noktaya kadar sizden deneyimli olanlara, bilmediğiniz sularda gezdiğiniz için saygı duyuyor ve güveniyorsunuz. Ama işin teknik yanını iyice öğrenip aslında özel sektörün hiç de bu teknik konularla dönmediğini, yükselmenin ya da daha çok para kazanmanın ya da salt huzurlu çalışmanın sırrının işinizi ne kadar iyi yaptığınızla değil kimlerle kanka olup kimlerin kıçını yaladığınıza bağlı olduğunu anladığınızda geçirdiğiniz şok sizi insanlıktan bir parça daha soğutuyor.

Sonraki aşama umursamama. “Karıncayı bile incitmez” dedikleri cinsten bir insanken tamamen kendinize oynamaya (bencilleşmeye) başlıyorsunuz çünkü yıllardır söylediğim gibi “İnsan bu ortamda ya peygamber olur ya deli”. (hazır olun, mesleki deformasyonun güzide örneklerinden bir cümle geliyor) Biri diğerinin tersi olmamakla birlikte deliliğin istediğiniz gibi davranabilme özgürlüğü verdiği, söz konusu özgürlüğünse bir iş sahibi  olmakla ters orantılı olduğunu göz önünde bulundurunca  peygamberi oynamaya başlıyorsunuz. Peygamber olmanın da bir bedeli var: daha çok alkol, daha çok sigara! Alternatifi: Prozac. Bir çok yöneticimin ciddi terapiler gördüğü, anti-depresanlar kullandığına eminim.

Geçenlerde, gazeteci olan bir arkadaşımın ofisine gittim. Yan masası gündüz çalışan editörlerden birinin masasında pasiflora kabak gibi ortada duruyor. Hayretler içinde bakakaldım. Bankacılık ortamında böyle bir şey yapacaksın, peh peh peh! Sittin sene yükselemezsin, arkandan konuşulanların da haddi hesabı kalmaz. Hatta işte yapacağınız olası bir hata “özel hayatında sorunlar mı var, bi süre sana izin vereyim” gibi üstü kapalı tehditlerle size döner. Postu korumak için yavşak bir palyaço gibi sırıtan ifadenizi yüzünüze öyle bir kondurursunuz ki ilgili mimikler derin kırışıklık olarak oldukları yere yerleşir. Bir gün makyaj yapmayın. Hele bir yapmayın. Azıcık da soluk bir ten renginiz varsa “iyi misin? Bugün çok solgun görünüyorsun, hasta mısın?” gibi soruların ardı arkası gelmez. Ha şimdi bir sürü insan “çok suratsız bankacı gördük” diyecek. O kısım suratını asma lüksüne sahip bireysel şubelerdir pek tabi. Siz bir genel müdürlüğe girin, ağır abilerin (üst yönetim) kol gezdiği o “afili” fanuslara bir uğrayın,  orada bir süre nefes almaya çalışın, ondan sonra konuşalım.

Ne diyorduk? Alışkanlık. Durduk yere berbat bir pazartesi geçiriyorsunuz. Plazadan çıkıp metroya inerken gelen sıcak hava, o rutubet kokulu hava bile size huzur veriyorsa, üzerinizdeki siyah resmi palto sırf size ait bir şeyleri hatırlattığı için daha sıcak geliyorsa, gece kaçta yatarsanız yatın sabah aynı saatte kalkıp makyajla önceki sarhoş gecenin izlerini kapatabiliyorsanız, gece uyumaya çalışırken tiktakları o sessizlikte kulağınıza ince ince gelen saatleri parçalamak istiyor ama yine de yapamıyorsanız, hayatınızın iki yılını kilolu geçirip alkolü bırakıp spora başlayıp iki yılını zayıf geçiriyor ve bu döngü tekrar tekrar tekrar ediyorsa, yan masanızdaki iş arkadaşınızın çocuk bakıcısıyla ilgili sorunları o masadaki kişi değişse de değişmiyorsa, iş hayatına ilk atıldığınızda babanızla birlikte işe giderken yeni bir kıta keşfetmişçesine tuhaf bir heyecanla “baba, zaman nasıl akıp geçiyor anlamıyorum” cümlesine “ahhh ah kızım giden ömrümüzden gidiyor” gibi yıkıcı bir cevabı hatırlayıp artık bu trajikomediye gülümseyemiyorsanız ve her seferinde aklınıza “Yer Altından Notlar” ya da “Dönüşüm” geliyorsa, sanırım siz olmuşsunuzdur.

Bu da böyle bir pazartesi yazısıdır işte. Pazartesi kadar keyifli.

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kışa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, "saat kaç" deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "Sarhoş olma saatidir… Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz."

Charles Pierre Baudelaire

by Gand

18 Aralık 2012 Salı

DERDİM VAR!




















Sıkıldım yahu. Etrafımızdaki şu karabulutlardan, herkesin açıkça ya da bilinçsizce depresyonda olmasından, sıkılmasından, kasılmasından bıktım usandım.

Kelin ilacı olsa misaliyim ama yani hayat da böyle geçmez ki. Boktan bir çağda yaşıyoruz. Şüphe yok. Hayat zor. Hele de Türkiye’de. Çalışma koşulları daha biz 80 sonrası nesil iş hayatına ilk atıldığımızda çok zordu. İşçi hakkı yok, haklarımızı alabilmek için olası yolların hepsi tıkalı. Üstüne üstlük zaman geçtikçe olan azıcık hak da elimizden alınıyor ve aç kalacağız korkusuyla sesimizi çıkarmamaya devam ediyoruz. Bu sonsuz sarmalda durum gittikçe kötüleşiyor. Bu arada yaş ilerliyor, insanlar yuva kurup yavrulamak istiyor pek doğal olarak. Bu en doğal hakkı kullanmaya çalışırken daha da köleleşiyoruz ve sonuçta gündelik hayatımıza engel olmasa da, yani köle olmaya devam edebilsek de depresyonumuz derinleştikçe derinleşiyor. Adeta nefes almayı unutuyoruz. Çalışıp çocuklarımızın karnını doyurabildiğimiz için şanslı hissediyoruz. İçki masalarında arkadaşlarla ne kadar bunaldığımızdan dem vurmaktan, sürekli dem vurmaktan da geri durmuyoruz.
Körleştikçe körleşiyor “bize verilen rolleri oynuyoruz işte” gibi şeylere sığınıp sanki her şer bu kadar kadermiş gibi kendimizi kandırıyoruz. Gençken okuduğumuz onca kitap, hayata dair anladığımız onca şey aslında yalanmış gibi hepsini hafızamızdan silip “şükür karnımızı doyurduk” demeye başlıyoruz.

Böyle bir ülkede yaşayıp da bu noktaya gelmek şaşırtıcı değil. En ufak hayalimizin peşinden koşmaya bile cesaret edemeyecek kadar yiyip bitirmişler umudumuzu. Düşünce ve ifade özgürlüğü ise hakgetire. Bu koşullar altında beynimizin samana dönmesinden başka ne beklenir?

Ama sıkıldım yahu. 9 yıldır aynı serzenişi dinlemekten sıkıldım. “Gand, sen bile bankacı olduysan…”
Tercümesi: Ne hayallerin vardı, neler anlatırdın, nasıl çılgındın, nelerin peşinden koşardın, sen bile bankacısın işte. Dünyayı değiştirmekten bahsederken şimdi para satıyorsun.

Allah benim belamı versin de herkes kurtulsun. Yahu kendi mutsuzluklarını haklı çıkarmak için on senedir görmediğim, haberleşmediğim arkadaşlarım bile hala bunu diyor! Birbirimizin elinden ekmek çalmaya çalıştığımız bir çağda olduğumuza göre, kendi mutsuzluğumuzu da pekala “ben mutsuzum ama bak sen de sürünüyosun” diyerek haklı çıkaracağız elbette. Hiç şaşırtıcı değil!

İlk bankacı olduğumda “sen nasıl bankacı olursun, yaratıcılık gerektiren bir mesleğin olur diye düşünmüştüm hep” benzeri cümleleri kaç kişinin ağzından duyup şaşırmış ve anlayamamıştım. Ben kimse için “şu mesleği yapar” diye düşünmemiştim zira. Kendim için bile. Nasıl bir ülkede yaşadığımız belli. Kim  bir yıldan uzun vadeli plan yapabiliyor ki ben ya da bir arkadaşım yapsın? Kim hayallerini gerçekleştirebiliyor ki???
O zamanlar anlamadığım bu cümle bankacılıkta işkence gördüğüm her gün aklıma geldi ve “evet, arkadaşlarım beni benden daha iyi tanıyormuş, neden mücadele etmedim, neden hayallerimin peşinden koşmadım” diye mevcut derdim yetmiyormuş gibi bir de buna üzüldüm.

Oysa şimdi şimdi anlıyorum ki hayallerimin peşinden koşmaya o yaşta, üniversiteden mezun olduğumda cesaret edemezdim. İyi ki de etmemişim. Zira öyle bir risk alsaydım şimdiye çok daha beter savruluyor olabilirdim. Çünkü ben bir memur çocuğu olarak dünyaya gelmiştim ve ailemin öğrettiği onca değerli şey arasında en çok ruhuma işleyen şey korku olmuştu. Aç kalmaktan, gece sokakta kalmaktan, parasız olmaktan, evsiz olmaktan, karakola düşmekten, erkeklerden, karanlıktan, köpeklerden, faşistlerden, öğretmenlerden, otoriteden, borçlanmaktan, insanlara güvenmekten, kendine güvenmekten, eğitimini almadığın bir şeyi yapmaktan, işsiz kalmaktan, koca eline bakmaktan, kadınlığını yaşamaktan… her şeyden çokça ya da bir parça korkmayı öğrenmiştim en çok. Düşünmeyi, okumayı, merak etmeyi ve araştırmayı da öğrenmiştim o ailede ama donanımı kullanabilmek, eyleme geçebilmek için cesaret gerektiğini, yeri geldiğinde sürüdeki karakoyun olmak gerektiğini kimse öğretmemişti.

Her neyse. Demem o ki sonradan kavradığım, benim üniversitedeki o özgür, cesur hallerime rağmen sonradan herkes gibi olmam sadistçe bir zevk veriyormuş beni sevenlere bile. Bunca yıl geçti hala “sen bile bankacı oldun” gibi cümleler duymanın başka bir tercümesini bulamıyorum.

Bu duruma ünlü bir “türk” “büyük”ünün güzel bir cevabı vardır: “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık!”
La havle ve la kuvveten!

Evet başaramadım. Başaramadık. Değil dünyayı, kendi küçücük hayatlarımızı bile değiştiremedik. Evet, kampüs çimlerindeki sohbetlerde coşkulu bir şekilde devrimden söz eden ben, benim gibiler sonunda bi bok olamadı. Ama yahu zaten hiçbir zaman “ben başaracağım” dememiştim ki. Daha o zamanlar “başarmak” denen şeyi bile sorgularken, daha kendimi bile tanımamışken sırf aklımın alabildiklerini paylaştım, bu düşünceler başkalarını da heyecanlandırdı diye hayatımın geri kalanında onların benim için kurguladıklarını mı yaşamam gerekiyordu?

Derdim var evet! Derdim var çünkü insanların boğazlarında düğümlenen hayallerinin verdiği acıyı, aslında bencil, pislik olmadıklarını bildiğim halde öyleymişler gibi benim “başarısızlığım” üzerinden gidermeye çalışmasına deli oluyorum.

Yıllarca ben kendimi yedim bitirdim zaten bu yüzden “ne işim var burada, ben kimim, ne yapıyorum” diye. Tam huzura kavuşmuşken, tam “benim de elimden bu kadarı geldi. Hayaller gerçekleşmedi henüz. Belki biraz benim konformistliğimden, belki tek başına o hayallere zaten ulaşılamayacağından… ama olmadı işte… ne fark eder… en büyük hayalimi gerçekleştiremedim  ama onun ardılı küçük düşlerimin peşinden, hem de bankacı olmama rağmen koşmadım mı? Hepsini bir bir gerçekleştirmedim mi? Evet yaptım. En büyük merakım dünyayı dolaşmak, dünyayı anlamaktı. 30 yıla yetecek kadarını yaptım. Daha ne? Ben de bu kadarım işte. Gücüm bu kadarına yetti ve en azından her şeye rağmen vazgeçmediğim için, becerebildiğim kadar hayallerimi gerçekleştirdiğim için mutluyum.”

Yani sanki toplumun, ailemizin bize yüklediği roller yetmiyormuş gibi bir de sizi anladığını sandığınız arkadaşlar size rol yüklüyormuş da haberimiz yokmuş. Gidin kendi bokunuzda boğulun ulan! Çocuk falan doğurun ne bileyim! Uğraşacak daha iyi bir şeyleriniz vardır eminim. Umudunuzun son kalesi ben ve benim gibi insanlar mıydı? Ha eğer öyleyse, dönün bi aynaya bakın. Aaaa! Ayıp!

by Gand

20 Mayıs 2012 Pazar

SOKAK, MÜZİK, ÖZGÜRLÜK



Sene muhtemelen  ’94. Çanakkale’de iki aile tatile gitmişiz. Her tatilde olduğu gibi meraklı babam yakın çevredeki tarihi yerleri araştırıyor ve orada güzelim deniz, bir dolu plaj dururken biz koştur koştur sıcakta şehitlik filan geziyoruz. O zamanlar böyle düşünüyorum, çocuğum tabi. Yıllar sonra Türkiye’de bir çok önemli tarihi kalıntıyı çocukken görmüş olmanın getirilerini anlayacağımı bilmiyorum.

Neyse, o tatilde Truva atına da gittik pek tabi. Efsane atın dökülen sembolik bir ahşaptan ibaret olduğunu görmek hayal kırıklığı yaratsa da çevresindeki kalıntıları gezmek keyifliydi. Akşam üstüne doğru ören yeri kapanacak diye çıkmaya hazırlanıyorduk ki bir takım görevliler “Anfi tiyatroda konser var, gitmek zorunlu.” diyerek biz zorunlu konser olmayacağını bilmeyen masum yerli turistleri mekana doldurdular. Güneş son ışıklarıyla veda ederken günün sıcaklığı da tatlı bir serinliğe dönüşmüştü ki üflemeleriyle, yaylılarıyla bir oda orkestrası sahneyi doldurdu ve müzik başladı. Obuayı ilk orda canlı dinlemiştim. Anfi tiyatronun güzel akustiği ve tarihi mekanın atmosferiyle klasik müzikten anlamayan bizlere oldukça keyifli bir sürpriz yaşatmışlardı.

Sene 2011. Selanik’e otobüsle düzenlenen uygun fiyatlı bir turdayız. Sabah saatlerinde kente varıp Atatürk’ün evini ve kentin tarihi yerlerini gezdik. Bu sırada, her Avrupa’ya gidişimde yaptığım gibi girdiğimiz mekanlara “canlı müzik yapan kafe ya da bar biliyor musunuz” diye soruyorum. Neyse, güniçinde dolaşırken duvarlarda bir dolu yeni afişi de fark etmiştim. Yunanca bilmediğimden afişleri okuyamasam da tarihin o günü gösterdiğini ve afişlerin birkaç festivalle ilgili olduğunu anlayabildim. Bu arada Beyaz Kule diye anılan Osmanlı’dan kalma kulenin ordaki meydanda eylem çadırlarına ve bir de roman düğününe rastgeliyoruz. Sarı, eski model üstü açık bir BMW’nin kapılarına monte ettikleri ev müzik setlerinde olan boyutta hoparlörlerle Türkiyeli romanların müziklerini çala çala meydanda oynuyorlar, bizim de neşemiz yerine geliyor.



Öğleden sonra otele gidip biraz uyukladıktan sonra akşaüstü yemek için dışarı çıktık. Etrafıma bakınıp duruyorum, bir festivale denk gelir miyiz diye. Selanik’in anladığım kadarıyla en merkezi yerlerinden biri olan Aristoteles meydanının yanından geçerken müzik sesi duyar gibi oldum. Hipnotize olmuş gibi müziğe yöneldik ve sonunda muvaffak oldum. Sevinçten açlığı, susuzluğu bile unutup doğru konser alanına yollandık. Selanik sahili, bilmeyenler için söylüyorum, İzmir’in kordon boyuna oldukça benziyor. Aristoteles meydanından kordon boyundaki yola vardığımızda bir tır üzerinde kurulmuş sahnede punk-rock yapan bir grup olduğunu gördük. Grubun yüzü deniz yönüne dönük. Biz de hemen tırın etrafını dolaşıp sahne önüne geldik. Sahne önünde bir dolu insan. Bir kısmı pogo yapıyor. Grup bir süre çaldıktan sonra tır hareket etmeye, sanırım sayısı binleri bulan gençler de (Selanik öğrenci kenti olduğundan mütevellit yaş ortalaması yirmi filandı) tırı takip etmeye başladılar. Herkesin elinde biralar ve hatta ortam duman kokuyor. Herkesin kafa bi milyon anlayacağınız, ama fareli köyün kavalcısını aratmayacak bir görüntü. Tır önde insanlar arkada Beyaz Kule’ye doğru yol alınıyor. Bu sırada yemek için ayrıldık. Birkaç saat sonra Beyaz Kule’ye gittiğimizde şenlik halen devam ediyordu. Kalabalık iyice çıldırmış, sirtaki oynayan yüzlerce insan alanı doldurmuştu. Sahnedeki grup Yeni Türkü’yü andıran ve hatta Yeni Türkü’nün Türkçesini bestelediği Yunan ezgilerini çalmasıyla bizim de içimizi ısıttı. Sirtaki ve diğer Yunan oyunlarının ne kadar bizim oyunlara benzediğini görünce daha bir kanım kaynadı Ege’nin diğer yakasındaki bu ülkeye.

Sene ya 2007 ya da 2008. Ahırkapı’da hıdrellez diye bir şenlik olduğunu duymuş, işten çıktığım gibi mekana koşturmuştuk. Sahnedeki amatör roman gruplarını profesyoneller takip ediyor. Sahne düzeninde konserin tadını çıkardıktan sonra yandaki bakkaldan bira alıp sokaklara dalıyoruz. Ömrümde gördüğüm ilk izdihamla şaşkına dönüyorum. Yanımdaki kadın arkadaşlardan biri kalabalıktan fenalık geçiriyor. Onu, taksiye bindirip evine yolladıktan sonra geç saatlere kadar kalıyoruz Ahırkapı’da. Kalabalık biraz hafifledikten sonra sokaklarda dolaşıyoruz. Emir Kusturica filmlerini aratmayacak bir manzara. Pirinç üflemelileriyle bir orkestra Balkan müziği çalıyor. Hooop, peşlerine takılıp oynaya oynaya sokakları dolaşmaya başlıyoruz.

Sene 2012. Hıdrellez şenliklerinin Ahırkapı’da organize edilmeyeceği biliniyordu. 2011’de de parkta biletli olarak yapılmak istenen organizasyona tepki gelince Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği Şenlik alanının taşındığı Ahırkapı Parkı’nın da artık ihtiyacı karşılayamaması açıklamasıyla organizasyonu durdurmuştu. 2012’de bir sponsor ile birlikte Parkorman’da şenlik organize edildi. Peşinde, şenliklerin ticarileştirilmesine tepkiler de geldi doğal olarak. Diğer yanda Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği’nin geçen yıl ki açıklamasında şu cümleler vardı: “bizi çok mutlu eden ve Derneğimizin görevini yerine getirdiğini gösteren şey de İstanbulluların ve özellikle gençlerin “Hıdrellez”i kutlamayı ne kadar da çok önemsediklerini ve bu geleneği benimsediklerini görmek oldu. Gerçekten de doğanın uyanışını kutlamak doğal olmalı. Herkes, kendi semtinde, kendi yakınları, grupları ile dilediğince etkinlik düzenlemeli ve bu vesile ile İstanbul’un bütün güzel semtlerinin, deniz kıyılarının hakkını vermeli.

Son güne kadar Ahırkapı’da şenlik olup olmayacağına dair internette haber aradım. Şans bu, bulamadım. Akşam saatlerinde bir arkadaşım olacağını haber verdi. Zaten olmaması son derece mantıksızdı; en nihayetinde bu bir mahalle şenliğiydi. Organizasyona gerek yoktu.

Saat 14:00 sularında Parkorman’da aldık soluğu. Biletlerimizi önceden almıştık, para boşa gitmemeliydi. Ne yalan söyleyeyim, orman da beni çekiyordu fena halde. Mekana vardığımızda sahnede değil ama yerde müzik başlamıştı. Bir dolu küçük orkestra davulları, zurnalarıyla çalıyordu. Kimi roman müziği, kimi halay… bir dolu kadın da o orkestra senin bu orkestra benim etrafında oynuyordu. Bir sürü aile çocuklarıyla birlikte gelmişti mekana. Bir masada Füsun Demirel bile vardı, küçük kızı masanın üstünde oynuyordu. Biz de oynadık ama ben daha çok roman havasında oynamayı bilen kadınları hayranlıkla seyrettim. Bir çoğu günün anlam ve önemine uygun rengarenk eteklerini savura savura göbek atarken ortamı aydınlatıyor, kollarındaki bileziklerin şıkırtısıyla müziği zenginleştiriyordu. Kadınlar deyip duruyorum, zira ortamda erkek görmek için gözlerinizle kalabalığı epeyce taramanız gerekiyordu.

Güneş çok yakıcıydı o gün. Sürekli su içmemize rağmen hararetimiz geçmediğinden büyük sahnenin yanına düşürdüğü gölgeye sığındık. Daha sonra seyyar bir orkestra yanımızdan geçti. Bir yandan aşağıdaki sahnede de müzik olduğunu ilan edip bir yandan da insanları peşine takmış o sahneye doğru yol alıyordu. Biz de onları izledik. Bu arada elimizde beş TL’ye aldığımız biralarımız bardaktan taşıyor, yola saçılıyordu ama müziğin ritmine karşı koymak imkansızdı.

Aşağıdaki sahnede, solisti muhtemelen alamancı türk olan bir grup vardı. Tarzları için yorum yapmak namümkün, zira hakikaten her telde çaldılar. Aklımda en çok kalansa roman havasında başlayan ve ilk otuz saniye “ben bu şarkıyı nerden biliyorum” hissi ile aklımı karmakarışık eden “Killing In The Name Of”tu. Roman havasında o kadar güzel yorumladılar ki şarkıyı, festival budur dedim. Böyle alternatif grupları iğneyle kazıp internet kuyusunda bulmak kolay değildir. Ama festivallerde, gizli kalmış bir dolu şahane grupla karşılaşabilirsiniz.


Grup sahneden inmeye hazırlanırken biz de Ahırkapı’nın yolunu tuttuk. Vardığımızda, önceki yıllardaki izdiham yoktu neyse ki. Ama kalabalık, orkestralara yaklaşmaya engel olacak kadar çoktu. Bu kez, Ahırkapı’da bir organizasyon olmadığı için sahne düzeni de yoktu. Anlayacağınız mikrofonsuz, ses sistemsiz orkestraların etrafını sarmış insanlar çılgınlar gibi eğleniyordu. Gerçek bir mahalle eğlencesine İstanbullular katılmıştı.

Sokakta yapılan eğlencelerde farklı bir ruh hissetmişimdir. Herkes daha bir gerçek olur sanki, daha doğal. Ne bir rock barın tribal enfeksiyonu vardır ne de bir klasik müzik konserinin kasıntı elitisliği. Sokakta olan bir konser sadece meraklısını değil oradan geçen herkesin ilgisini çeker. Hele bir de bu konserler bedavaysa. Ülkede son yıllarda olanlar daha özgür bir ortama gittiğimize işaret etmese de festivallerin, sokak konserlerinin daha da yaygınlaşması dileğiyle…

Gand

27 Aralık 2010 Pazartesi

...ZAYIFLIK...BAŞARISIZLIK...

























FD'nin tarzı değildir pek alıntı. Diziler dışında... Eh bu istisnayı hakeden bir yazı olmasa kuralları çiğnemezdim.

Ursula K. Le Guin'in Dancing At The Edge Of The World kitabından Ali Tamur tarafından çevrilmiş, 1983 yılında Mills Koleji mezuniyet töreninde yaptığı çarpıcı ve ilginç konuşmanın kadın erkek ilişkilerini iktidar, başarı olgularından yola çıkarak yorumlaması ve yeni bir dil yaratması itibariyle okumaya değer olduğunu düşündüğüm için paylaşıyorum. Feminizme bir de bu açıdan bakılsa tepkiler nasıl olur diye merak etmeden duramıyorum:

"mills koleji idaresine bana sık sık elde edemediğim, bir topluluk önünde kadınların diliyle konuşma şansını verdiği için teşekkür ederim. Mezunlar arasında erkeklerin olduğunu biliyorum ve onları dışlama gibi bir niyetim yok, tam tersine. Bir eski yunan trajedisi vardır. Yunanlı yabancıya “yunanca biliyorsan başını salla, anlayayım bilmediğini” der. Yine de mezuniyet töreninde tüm mezunların erkek olduğu veya erkek olması gerektiği ön kabulü yapılıyor.12.yüzyıldan kalma, erkeklerin üstünde harika görünen, bizi ise mantara veya hamile bir leyleğe benzeten cüppeler giyiyor olmamız da bu yüzden: tüm entelektüel geleneklerimiz erkeklere mahsus. Halk önünde halkın diliyle, klan veya ulusun diliyle konuşulur, bizim klanımızın dili de erkek dili. Tabii, kadınlarda bu dili öğrenebilir, aptal değiliz ne de olsa. Söylediklerine bakarak margaret thatcher’i ronald reagan’dan indira gandi’yi general somoza’dan ayırt edebiliyorsanız bana da anlatın. Bu dünya erkeklere ait ve erkeklerin dilini konuşuyor. Sözcükleri güce yönelik, güç ile ilgili sözcükler. Uzun bir yoldan geliyoruz, ama hiçbir yol yeterince uzun değil. Kendinizi satarak bile oraya ulaşamazsınız, çünkü orası da onlara ait, size değil.

Belki güç hakkında, hayat mücadelesi hakkında yeterince söz işittik. Belki biraz da zayıflık sözcüklerine ihtiyacımız var. Şimdi, bu fildişi kuleden gerçek dünyaya karışmanızı ve orada zaferlerle dolu bir kariyer yapmanızı dilemek veya kocanıza yardım etmenizi ve ülkemizi korumanızı, güçlendirmenizi ve her atıldığınız işte başarıdan başarıya koşmanızı dilemek yerine bir kadın gibi konuşsam ne olur acaba? Dediklerim hoş görünmeyecek, kulaklarınızı tırmalayacak. Mesela çocuk istiyorsanız, çocuklarınız olmasını diliyorum. Sürüyle değil iki tane. Çocuklarınız güzel olmasını diliyorum. Sizin ve onların aç kalmamanızı, sıcak ve temiz bir yuvanızın olmasını, arkadaşlarınızın olmasını ve sevdiğiniz bir işinizin olmasını diliyorum. Bu kadar mı? Biz üniversiteye bunun için mi gittik yani? Başarıdan bahsetmedim. Başarı, bir başkasının başarısızlığı anlamına geliyor. Başarı, düşlemeye devam edebileceğimiz bir amerika rüyası sadece, birçok yerlerde ve bu arada ülkemizde milyonlarca insan korkunç bir yoksulluk gerçeğiyle yaşıyor. Hayır, size başarı dilemiyorum. Başarı hakkında konuşmak bile istemiyorum. Konuşmak istediğim konu başarısızlık.

Sadece insan olduğunuz için başarısızlıkla tanışacaksınız. Güçlü olduğunuzu sanırken, adaletsizlik, ihanete uğrama ve yerine konmayacak kayıplarla karışılacaksınız. Güçlü olduğunuzu sanırken zayıf olduğunuzu öğreneceksiniz. Mülk edinmeye çalışacaksınız ve mülkleriniz size sahip olacak. Kendinizi, bu güne kadar da bunu yaşamış olmalısınız, karanlıkta yalnız ve korkuyor bulacaksınız. Sizin için temennim, kardeşlerim, oğullarım, kızlarım orada, o karanlıkta yaşamınızı sürdürebilmenizdir. Başarıya tapan akılcı uygarlığımızın inkâr ettiği, yaşamın olamayacağını bir sürgün yeri olarak gördüğü o yabancı topraklarda yaşayabilmenizdir.


Biz, şu anda da yabancıyız. Kadınlar, kadın olarak kaldıkları sürece, erkek egemen düşüncesiyle oluşturulmuş bir toplumda, insanın insanoğlu diye adlandırdığı, tanrının erkeklerin diliyle konuştuğu, tek gidilebilecek yönün ileri, daima ileri olduğu toplumdan, zaten büyük ölçüde dışlanmış durumdalar. Bu onların ülkesi, biz kendimizinkine bakalım. Cinsellikten bahsetmiyorum, cinsellik kadın olsun, erkek olsun herkesin kendi ayaklarının üstünde durabilmesi gereken bir alan. Dünyadan, erkeklerin rekabetine dayalı, saldırganlık, otorite ve güç üstüne kurulmuş dünyasından bahsediyorum. Eğer orada kadın olarak yaşayabilmek istiyorsak bir miktar ayrımcılık yapmaya zorlanmış durumdayız. Mills koleji de böyle bir ayrımcılığın maddeleşmiş bir hali zaten. Savaş oyunlarının dünyası bizim tarafımızdan veya bizim için kurulmadı, orada savaş maskeleri takmadan soluk almamız bile mümkün değil. Ve bir kere savaş maskesini taktıktan sonra çıkartmak çok zordur. Bundan sonraki yaşantımızda, yaşamımızı, kolejdeyken bir miktar yapabildiğimiz gibi, kendi değerlerimize göre yönlendirebilmemiz nasıl mümkün olabilir peki? Erkekler ve erkeklerin güç hiyerarşisi için çalışarak değil, bu onların oyunu. Erkekler ve erkeklerin güç hiyerarşisine karşı mücadele ederek de değil, bu oyunu onların kurallarıyla oynamak olur. Ama bizim yanımızda olan erkeklerle beraber, bizim oyunumuz bu işte. Üniversite bitirmiş özgür bir kadın neden hayatını maço erkeklere hizmet ederken veya onlarla kavga ederek geçirsin? Neden hayatını onların terimleriyle yaşasın? Maço erkek bizim terimlerimizden, akılcı, olumlu ve rekabete dayalı olmayan terimlerimizden korkuyor. Onlardan tiksinmemiz, onları inkâr etmemizi istedi bizden. Toplumumuzda kadınlar yaşadı ve yaşadıkları için onlardan tiksinti duyuldu. Hayatın kocaman bir bölümünden, çaresizlikten, zayıflıktan, hastalıktan, rasyonel olmayan bölümünden tiksinti duyuldu; gölgede, derinde, hayatın derinliklerinde duran, pasif, bulanık, kontrol edilemeyen, içgüdüsel ve kirli bölümünden. İşte bize ait olan bu bölümdür, cengâverlerin inkâr ettiği ve üstlenmediği bölüm; biz kadınlara ve bize katılmaya hazır olan erkeklere. Doktor olmayan sadece hemşire olabilen, cengâver olmayan sadece sivil memur olan, şerif olmayan sadece kızılderili olabilen bizlere. Ülkemiz burası işte, gece. Bir de ışıl ışıl bir gündüzümüz de var elbette, yayalar ve ekili parlak çayırlarla dolu olan. Ama oraya henüz ulaşmış değiliz sadece öncülerin hikâyeleri var elimizde oraya ait. Ve oraya asla maçoları takip ederek ulaşamayacağız. Oraya sadece, kendi yolumuzu çizere, kendi ülkemizden, kendi karanlığımızı yasayarak ulaşabiliriz. Sizin için ümidim kardeşleri, ülkemizde mahkûmlar olarak, kadın olmaktan utanarak, sosyal sistemin psikopatlığı içinde ezilerek değil yerliler olarak yaşamamızdır. Orasını yuvanız olarak bellemeniz, kendi kendinizin efendisi olmanızdır, kendinize ait bir odanız olmasıdır. Orada, sanat mı, bilim mi, işletme mi, yerleri süpürmek mi, hangi konuda iyiyseniz onu yapmanız ve kadın olduğunuz için ikinci sınıf iş çıkarttığınızı söyleyenlere cehenneme kadar yolları olduğunu söylemenizdir; işiniz için erkeklerle eşit ücret almanızdır. Ne hükmetme nede hükmedilme ihtiyacı duymanızdır. Hiç bir zaman kurban gitmemeniz, ama aynı zamanda hiçbir zaman başkaları üzerinde güce sahip olmamanızdır. Başarısızlıkla karşılaştığınızda, yenildiğinizde, acı çektiğinizde karanlığın bizim ülkemiz olduğunu hatırlamanızdır, savaşların ve zaferlerin olmadığı ama geleceği içinde taşıyan karanlığın. Köklerimiz yerin derinliklerinde, dünya bizim ülkemiz. Kutsanma umudumuz yukarılarda değil, yeryüzünde ve aşağılarda yatıyor. Casusu uydular ve füzelerle dolu gökyüzünde değil. Gözleri kamaştıran ışıkta değil, ruhumuzu besleyen, bize insan ruhu veren karanlıkta."

Ursula

By Gand

8 Aralık 2010 Çarşamba

GREGORY HOUSE ANAYASASI part III















by Gand

2. sezon finali, No Reason'dan....

- Sistem karşıtıymışsın gibi davrandın. Asi biri gibi davrandın. Kurallardan nefret etmek istedin. Fakat yaptığın toplum kuralları yerine kendininkileri kullanmaktı. Güzel ve basit bir kural. Karanlık ve ıssız yolda... sözünü sakınma, gerçeği söyle. Ne olacaksa olsun. Ne olması gerekiyorsa olacaktır. Geri kalanlar korkak... yanılıyorsun. Birine aptal dememek korkaklık değildir. İnsanlar iyi olduğu için nazik ya da kibar değil. Alçakgönüllü oldukları için böyle davranıyorlar. Çünkü hata yapacaklarını ve her hareketin bir sonucu olacağını biliyorlar. Sonuçların kendi hataları olacağını da biliyorlar. Neden iyi biri yerine, kötü biri olmak istiyorsun, House?

- ...
bilgi tek başına kendisine ya da bir başkasına zarar vermez. Fikirler iyi ya da kötüdür. Fakat faydaları onlarla ne yaptığımıza bağlıdır. Sadece hareketler zarar verir.

- Senin için önemli olan tek gerçek...ölçülebilen gerçek. İyi niyetin önemi yok. Kalbinden geçenlerin önemi yok. Değer vermenin önemi yok. Fakat bir adamın hayatı... ardından dökülen gözyaşıyla ölçülebilir. Ölçemeyeceğin için... Ölçmek istemediğin için... Bunlar gerçek değil anlamına gelmez.

Yanılıyor olsam bile... hala perişan bir haldesin.

Yaşama amacının kendini kurban etmek ve bir şey kazanamamak üzerine kurulu olduğunu mu düşünüyorsun. Hiçbir şeyde amaç olmadığına inanıyorsun. Kurtardığın hayatların bile bir önemi yok. Hayatın boyunca eline bir tek iyi şey geçti... onu da lekeledin. Tüm anlamını kaybettin. Bir hiç uğruna kendini perişan ettin. Neden yaşamak istediğini anlamış değilim.

by Gand

Gregory House Anayasası Part I

Gregory House Anayasası Part II

14 Kasım 2010 Pazar

İKİ KONSER



11 Aralık: Kurban İstanbul Konseri

1999 yılında Kurban adlı albümünün Yalan adlı şarkısıyla tanıştığımız Kurban Grubu 5 yıllık aradan sonra 2010 yılında Sahip adlı stüdyo albümünü çıkardı. İlk kadrosundan yalnız gitaristini değiştiren grup, son albümü ile de tekrar hatırlattı ki artık “yalan dostum aşk diye bir şey yok” diye hoplatıp zıplatan gruptan çok farklı bir noktada. Gitar tonları sertleşirken müzik, alternatif rocktan heavy metale(/hard rock’a?) doğru keskin bir geçiş yapıyor. Zaten her biri çok iyi olan grup elemanları, her bir enstrümanı ayrı ayrı konuşturmuş. Bu özelliği ile kendini uzun süre sıkmadan dinletebilen albümler listesine aldırıyor.

Albümün en eşsiz yönü ise mevcut iktidara ve konjonktüre en sağlam eleştiriyi getiren belki de ülke tarihindeki ilk albüm olması. Sözlerindeki kinaye ile tarihe şiirsel bir kayıt düşmüş oldu Kurban bu albüm ile. Tahmin ediyorum ki bundan 50 yıl sonra bu günlerin siyasetinden sözederken Sahip albümüne de değinilecek (Günün birinde bu topraklarda da siyasetten sözederken sanatçıların tepkilerinden referanslar alınacağı, bu bilgelikte belgeseller, araştırmalar yapılacağı varsayımıyla…)

İşin bir diğer ilginç yanı ise tüm şarkıların söz yazarı Deniz Yılmaz’ın inançlı olması. En azından sözlerden böyle anladım:

MESİH
Ey kullar, insanlar, bir tanrı var
Bir mahluk uslanmaz, eder inkar
Ona uyma, düz yürü bu yolda
O yol ki sonunda bir cennet var

Şarkıların sözlerini bir bütün olarak okuduğunuzda anlamlı oluyor. Yine de değindiğim eleştirelliğe kısa örnekler vermeyi deneyeyim:

YOBAZ
Sahipten emir alan tüm acizler azar
Bilmez cahil; ruh evidir, bedense mezar
Yüzyıllardır kanla beslendi, tarihte yazar
Hem sapkındır hem de der ki; "değmesin nazar"

Sen, yobaz! efendine inanmayanın canını al
Sen, düzenbaz! efendinin haramından payını al
Ve sen, etme naz! efendinin kucağında yerini al

SON EMİR
Korkutun ki tapsınlar
Kaçan varsa vursunlar
Günahsızsa yaksınlar
Saklanan varsa bulsunlar

Albümdeki sözlerin divan edebiyatından hece ölçüsüne bu toprakların şiir tarihinden köklerini aldığı çok net. Bu içtenlik, vokal yorumu zaten oldukça Anadolulu olan şarkılara daha da ısınmayı sağlıyor.

İFRİT
Cemre düştü toprağa
Toprak döndü insana
Boynun eğdi önünde
Tüm mahlukat saygıyla

Rock tarzında bu toprakların gördüğü en orijinal ve kaliteli müziği yapan grubun konserleri devam ediyor: http://www.kurban.com/anasayfa.aspx

Yazık ki hak ettiklerinden çok daha az tanınıyor ve sahne alıyorlar. Daha geniş kitlelerce bilinmelerini dilemekten başka çare yok. Bunca yıldır çizgilerinden, inançlarından tüm imkansızlıklara rağmen ödün vermeyen; anlaşılmamak pahasına müziklerinde de sözlerinde de bu ülkede yapılan yalnız ortalama işlerin değil alt kültür eserlerinin bile çok çok üstüne çıkmış bu Don Kişot’ların önünde 11 Aralık’ta saygıyla eğilmek farzdır…



15 Aralık: Orphaned Land İstanbul Konseri
İsrailli dostlarımızı daha önce anlatmıştım.

Sonisphere’de yazık ki çıkamayan grup, yanılmıyorsam 2.5 yıl aradan sonra İstanbul’a tekrar geliyor. Ne yalan söyleyeyim, Sonisphere’de 5 şarkı ile dinlemektense kendi konserlerinde 15 şarkı ve bir o kadar tatlı sohbetleri ile dinlemeyi tercih ederim.

By Gand

10 Ekim 2010 Pazar

MÜZİKTEN FİLME - 4: BALKAN MÜZİĞİ VE ELVEDA RUMELİ


Yıllardır anlamaya çalışırım neden Türk Halk Müziği’nde daha çok anonimler ya da Aşık Veysel’ler, Karacoğlan’lar popülerdir, her türkücü dönüp dolaşıp bu klasiklerden ekmek yer diye. Sebebini bilmem namümkün, konu alanım değil. Ancak arada derede de olsa güzel ve yeni işler çıkıyor. İşte bu kısmı beni heyecanlandırıyor.

Yıllar geçmesine rağmen etkisini yitirmediğini fark ettiğim bu albümü  yazmak farz oldu.

Elveda Rumeli diye bir dizi oynadı birkaç yıl önce, sanırım 3 sezon kadar. Dizinin yapımcıları ya da senaristleri (hangisi emin değilim) reddedse de, Damdaki Kemancı müzikalini izlemiş herkes bu dizinin temel taşlarının bu müzikalin senaryosundan oluştuğunu hemencecik anlar. Üzerine eklenenlerse Osmanlı Tarihi’nden bir kuple. Açıkçası üzerine eklenenlerde senaryo anlamında pek bir pırıltı görememiştim. Ancak ağırlığı Makedonyalı oyunculardan oluşan ve Türkiye’den de Erdal Özyağcılar, Şebnem Sönmez gibi şahane oyuncuları barındıran dizi samimi aile tablosu ve Anadolu’da artık sadece izlerini görebildiğimiz dostluk, misafirperverlik gibi bu toprakların insanının en güzel yönleriyle kendini izletiyordu. Berrak Tüzünataç’ın bence eşsiz delikanlı-kadın-Makedonyalı kızçe oyunculuğu da bonusuydu dizinin. Oyunculuk eğitimi olmayan bu manken kılıklı şugar insanın Makedonya kökenli olduğu için mi onların lehçesini bu kadar iyi konuşabildiğini hep merak etmişimdir. Zira en iyi oyunculara bile taş çıkartıyordu.

Dizinin bıraktığı iz sanırım Balkan Türkçe’sinin sevimliliği, oyunculuklar ama en çok da soundtracki oldu.
Kemal Sahir Gürel, Erdal Güney, Hüseyin Yıldız, Ayşe Önder, İrşad Aydın isimlerini görüyoruz soundtrack kapağında grup olarak. Bunlar dışında -sesine ve yorumuna hayran olduğum- Yasemin Göksu’dan Mustafa   Nuhut’a çok sayıda isim var. Aynı isimlerin başka dizilerde de besteci, yorumcu vs. olarak rastlamak mümkün. Şükür ki dizi sektöründe de olsa Türkiye’de de soundtrack denen kavramın önemi fark edildi de popüler dışı şahane besteler ortaya çıkmaya başladı. Senaryoyu yansıtmak zorunda olmasından mıdır bilmem, film müzikleri bir şekilde çok kaliteli ve alışılmışın dışında oluyor. Sınırları zorluyor ve bu sayede müzikseverleri bambaşka diyarlara sürükleyebiliyor.

 Albümün geneline Balkan ezgileri hakim olmakla birlikte Anadolu’dan da esintiler hissediliyor. Tüm albümde en sevdiğim Bozdoğan  , epik türküleri seven biri olarak uzun yıllardır yüreğimin çarpmasına sebep olmuş ender türkülerdendir. “off, memleket, sevdana yürek gerek”… Erdal Güney’in müthiş sesi ve arkadan güzel güzel, kahramanca tınlayan erkek korosunun “mmmm”ları, kaç kaçlık olduğunu bilemediğim aksak Anadolu ritmlerinin davulla çalınıyor olmasından dertli dertli çalan zurnaya (sanırım) leziz bir türkü ortaya çıkıyor.

Metin Bingöl’ün Sevinç adlı bestesinde Muammer Ketencioğlu’nun leziz akordeonu eşlik ederken Aynur Cihan adlı kim olduğunu bulamadığım bestecinin Sarı Esintiler ve Sıcak Bakışlar  adlı enstrümantallerine, Jarnana  adlı anonim halk türküsüne kadar tümüyle eşsiz ve eskimeyecek bir albüm.

Balkan müziği sevenlere ve hatta sevmeyenlere bile şiddetle tavsiye edilir.

Not: Youtube açamayanlar şarkıların isimleri ile http://jingleslist.com/ adresinden de dinleyebilir.

By gAnd

6 Ekim 2010 Çarşamba

BİHTER VS. FATMAGÜL


Haddim olmadığı halde popüler bir konu üzerine yazmayı deneyeceğim. Yetişmesi imkansız ülke gündeminde daha Süper Baba iyi diziydi derken Kurtlar Vadisi kitleleri kahvelerde toplar olmuş. Daha ötesi var mı?

Her ama her şeyi geyik konusu yapabilme potansiyelimiz toplum olarak haz odaklılığımıza mı işarettir yoksa yozlaşmışlığımıza mı karar vermek güç. Tecavüz gibi bir konuda “Fatmagül’e bu akşam tecavüz edecekler ıhı ıhı” diye kahkahalar atmak ise… … … ne sadece eğlence ne de yozlaşmışlıkla açıklanabilir.

Toplumda yerleşmiş ortak psikolojilerin tespitini en iyi sosyal psikologlar yapar. Sıradan insanlar ise ancak sağduyu ya da vicdanlarının gelişmişliği ile iyi ve kötüyü ayırt eder. Demem o ki içimden bir ses Fatmagül’e tecavüz edilmesini yürekleri ağzında heyecanla bekleyen ve “Fatmagül’ün suçu ne?” sorusu ile mottolaştırılan bir “Nasıl koydu Aykut Kocaman” hazzı bu toplumun üyelerine devasa bir ayna oluyor.

Ülkenin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşmaya başladığı 80’lerden bu yana çok ama çok şey değişti. Özel sektörün gittikçe vahşileşen koşullarının yanına kamuda da performans ilkesinin uygulanma çabaları yaşamlarımızı günden güne zorlaştırdı. Bu arada ana akım medyanın eşsiz katkıları ile bilincimizi alt-üst eden tüketim kültürü, kapital sahiplerini Avrupa ülkelerine taş çıkartacak kadar besler oldu. Böylesi bir sistem, zaten Avrupa’dan göçmüş kural/etik tanımaz girişimci ABD’lilerin damarlarında taşıdıkları bir yaşam biçimine tekabül ederken bizimkisi gibi Orta Asya göçebe kültüründen köklerini alıp İslamiyetten su içen gövdeleri iyiden iyiye ucube hale getirdi. Küçük Amerika olma hayalleri gerçeğe dönerken ataerkil ve baskıcı toplum yapısının getirdiği psikolojik rahatsızlıkları geride bırakacak denli ağır ve yeni hastalıklar ediniyoruz ya da bana öyle geliyor.

İşte bu pompalanan Küçük Amerika halimizin net bir yansıması olan Bihter markasının gölgesinde kalan Aşk-ı Memnu hikayesinin toplumda ayyuka çıkardığı parasal zenginlik hayranlığı ile Anadolu’ya has namus algısının karışımı acaip bir hale büründü toplum. Bir yandan Bihter’in kıyafetinden arabasının markasına, telefon melodisine kadar her şeyi örnek alınırken diğer yandan mutluluğu arayan bir kadına her tür yaftayı yakıştırmaktan geri kalmadık. Bu yaygın tavır yalnız -Manga’nın söylediği gibi “Yedi kocalı Hürmüz gibi dolanıp ailemizin kızı gibi davran” hallerindeki- Bağdat Caddesi fotokopi güzellerinde değil bu güzellere ağzının suyunu akıtarak bakan istemem yan cebime koy erkeklerinde de oluştu.

Dizi sektörünün toplumun nabzını yoklamak konusunda yıllar içinde ne kadar uzmanlaştığını gözlemlemek güç değil. Yine de Bihter gibi özenilirken kıskanılan, beğenilirken kınanan bir karakteri canlandırmış bir oyuncuya 3 ay sonra Fatmagül gibi ezik bir karakteri oynatmak, aklı bu kadar karışık olmayan bir toplumda muhtemelen tepkiyle karşılanıp ratinglerin dibe vurmasıyla sonuçlanacakken Türkiye’de zaten cinsellikle anılan bir oyuncunun ününden faydalanma şeklinde vuku buluyor. İşe de yarıyor. Bundan sonra Beren Saat'i sittin sene cinsellik içerikli dizi/filmlerde oynatsalar yapımcıların sırtı yere gelmez.

Sözün özü, vık vık da desek bık bık da etsek üstünün örtülü kalmasından iyidir. Bastırıldıkça büyür basit konular. Bir yazım sonrası tartışma konusu olmuştu Türkiye’de cinsel devrim ihtiyacı. Daha önce de söylediğim gibi devrim pek bizim toprakların harcı değil. Değişim de öyle. Ama en nihayetinde küreselleşen dünya. Etkilenmemek mümkün değil. Türemesi muhtemel klişeyle “Küba bile kapitalistleşirken” Türkiye’de değişim kaçınılmaz. Öyle ya da böyle cinsellik dizilere kadar –toplum hassasiyetlerine uygun, Türklüğün temel değerlerini sarsmadan- inince, en “eğitimli”sinin bile farkında olmadığı ve bastırıldıkça sapıklığa dönüşmüş cinsellik, şükür ki daha çok konuşulmaya başlandı. Onyıllardır çeşitli güç odaklarınca bilinçli olarak aptallaştırılan bir toplumda cinsellik gibi bir "toplumsal hassasiyet" ancak ve ancak konuşuldukça normalleşirmiş gibi geliyor bana. Yani "Bir insana 50 kere armut dersen kendini armut sanmaya başlar" hesabı. En absürd, altkültür kıyafetler diye sırf moda diye normalleşebiliyorsa bir ülkede, cinsellik de bundan nasibini neden almasın? Biraz daha zorlarsam şunu bile demekten kaçınmam: Kelebek etkisi gibi yavaşça da olsa, cinsellik normalleştikçe toplumsal psikolojide de olumlu etkileri olacak.

Çok iyimser bir yaklaşım belki. Ama yok sayılmasından iyidir.



bY gAND

20 Eylül 2010 Pazartesi

ASİSTLER ŞIRNAK'A



12 dev adam sayesinde leziz maçlar izlerken 14. Dev Adam diye bir yazı dolanmaya başladı internette. Hidayet'i keşfeden transeksüel hocanın ilginç hikayesiydi. Ülkedeki tabuların yapılan güzel işlerin önüne geçmesinin bir başka örneğiydi Yılmaz Özdil'in gündeme getirdiği hikaye.

Transeksüellikten çok Leyla Çalışkan'ın adanmışlığı ilgimi çekti. Ne de güzel bir şey olsa gerek, sevdiğin işi yaparken yetenekli çocukları keşfedip onları da hayatta mutlu kılacak işlere yönlendirmek... Transeksüellik bunun mezesi, önyargılara istemsizce, artniyetsizce yapılan bir saldırıdan başka bir şey değildi bu konuda. "Gördünüz mü, cinsel tercihlerinden bağımsız olarak insanlar güzel işler çıkarabilir"in kimilerince basit kimilerince sansasyonel kanıtıydı.

Zaman geçti, bir başka posta düştü kutuma. Sosyal sorumluluk projeleri kafamda hep soru işareti olsa da, birbirimiz için yapabileceğimiz basit güzellikler, "sosyal sorumluluk projesi" gibi kavramsallaştırılarak içi boşaltılmadan da mümkün olabilirdi elbette. Yaşamımızda -vicdan rahatlatmak için değil-  içimizden gelerek, bir çocuğun oyuncağını paylaşarak bir arkadaş kazanması, oyuna yeni birini katmasının vereceği basit ve safça keyfin yaratabileceği doğallıkla yapabileceğimiz güzellikler üzerine çok kafa yorup kelime sarfetmeye gerek yok.

"Siz potayı yapın, fileyi biz öreriz" kadar basit. Sahip olduğumuz ufak zenginlikleri paylaşmanın hedefi yeni Hidayet'ler Kerem'ler de olmak zorunda değil. Basketbolun zeka, takım oyunu, sportiflik vb. özelliklerini yaşamak için 2 tane potadan başka lükse gerek yok. Bu yazıyı okuyan birçoklarının kolaylıkla sahip olduğu şansın basit bir prototipi, yani iki tane pota için eminim hepimizin yapabileceği bir şeyler vardır.

Detay bilgi için tıklayınız ve tıklayınız.
Kampanya iletişimi için tıklayınız.

By Gand

1 Eylül 2010 Çarşamba

ÖKSÜZ TOPRAKLAR


İnsan çok ama çok sevdiği bir şeyi nasıl anlatır? Anlatılmaz yaşanır denen cinsten şeyler için “çok, çok güzeldi, harikaydı, muhteşemdi”nin ötesine geçemez kelimeler.

Bu yüzdendir en sevdiğim şarkıları, kitapları, filmleri yazamamam ve hatta atıfta bile bulunamam. Neresinden tutsanız haksızlık olur.

Basit bir hayranlık değil kastım. İnsanın hayatta edindiği tüm tecrübeleri özetleyebilen ender eserlerden bahsediyorum. Böylesini ancak tavsiye edebilirsiniz, anlatamazsınız.

Sonisphere’e çıkışları engellendiğinden beri boynumun borcu oldu Orphaned Land’den, İsrailli kardeşlerimden bahsetmek. Dilimin döndüğünce elbette…

Hikayemiz 99 yılı üniversite hazırlığı sırasında gidilen dersanede başlar. O zamanlar Iced Earth’ü yeni keşfetmişiz de bir şey sanıyoruz. Testament’in adını hatırlamadığım bir albümüyle ve Moonspell’in Irreligious’ıyla brütal vokale daha yeni alışmışız. MFÖ’nün bir adım ötesindeyiz yani. İşte böyle bir dönemde bir dost “al bak bu tam senlik” diyerek iddialı bir kehanette bulundu. Kulağıma taktım walkmani… o da nesi… mistik, doğu ezgileri, doğu gırtlağı şahane bir vokal, distortion ve brutal… gel de anla… darbuka ve azan, kanun ve ud…

Sonrasında 11 yıllık bir hastalık. Nadiren dinen… İlk konserine gidebilmek için stand hostesliği ve şirketten istenen avansın ancak 2 aylık ağır bir çalışmayla ödenmesi… konserdeki tek mavili olmamız (yani siyahlı olmamamız)… İstanbul’da konser izlemenin sahne önüne geçmemek gerektirdiğini, geçilmesi halinde zıplayan izbandutların sizi iki omzunuzdan sıkıştırması suretiyle isteminiz dışı ayaklarınızı yerden keseceği, Türkiye’li metalcilere İbrahim Tatlıses söylemenin aslında ölümcül bir hata olduğunu ancak metalcilerin de anlayışlı olabileceği, yalnız bu ayıbın en kısa zamanda Erkin Koray Estarabim’i ile örtbas edilmesi gerektiği… Bu ilk Estarabim performansından sonra Kobi’nin Türkçesi çok gelişti. Yine de ilk için bile çok başarılı bulmuşumdur… Son albümlerinin bonus cdsinde Erkin Koray’la yaptıkları kaydın görüntüleri de mevcut. Bu videodan bir kesiti şurdan izleyebilirsiniz.

Orphaned’ın Türkiye konserlerinden sanırım ikincisiydi. Konser afişlerinde dansöz süprizinden bahsediliyordu. Sonradan organizatör arkadaştan öğrendik ki anlaştıkları dansöz son dakikada satmış. Bir metal konserinde dansöz gibi bir vaadin altında ezilmektense Taksim’deki bilimum pavyonları gezdikten sonra konser mekanının yanındaki pavyonda çalışan dansözü ayarlamışlar. Zaten yukarıda ilk verdiğim linkte göreceğiniz üzere dansözün şaşkınlığından da belli hazırlıksız olduğu.

Yine aynı konserdir “evil urge’ü çalın” diye elimi kolumu sallarken Yossi’nin bunu el sıkışma olarak algılayıp elimi kaptığı gibi öperek beni şaşkınlık ve mutluluktan uçurduğu. Yazık ki evlendi J




Global Metal’de boy gösteriyor Kobi. Kardeşlik ve orta doğu üzerine her zamanki gibi şahane sözler sarfediyor. Gerçi kendisinin tanrı ve din ile olan ilişkisini her zaman çok problematik ve hatta bazen komik bulmuşumdur. Ama en nihayetinde güzel İNSAN. İsrail ve Yahudiler hakkındaki tüm önyargılara inat, öksüz topraklardan kardeşlik mesajlarını farklı melodilerle her albümde tekrar etmeye devam ediyor.

Velhasılı kelam Orphaned Land Sonisphere Türkiye’ye çıkamadı. Eşzamanlı olarak gelişen İsrail-Türkiye gerginliği sebebiyle. Bu olay üzerine grubun yaptığı açıklamayı özetlemeyeyim, bir zahmet okuyun, hakkaten kaydadeğer sözler. 

Orphaned’ın sözlerinden yapılabilecek milyonlarca alıntıdan bir kısmı… Dilim döndüğünce apar topar çevirdim, ama orijinal dilinde daha anlamlı elbette. Anlıyorum ki bu yazı burada bitmez.

Go in peace, and find thy faith / barışla git, ve kendini bul
Evolve thyself, and lose all hate / kendini evrilt, ve tüm nefretini yitir
So a heaven you may create / böylece bir cennet yaratabilirsin

Hala ve sanırım her daim en sevdiğim şarkısı olacak Evil Urge, yani Şeytan Dürtüsü. Hem sözleri hem de kemanla çalınan muhteşem melodisi… kemana merak sarma sebebim şarkı. Daha önce yüklemiştim. Buradan dinleyebilirsiniz. Kemanlı versiyonu da şurda. Sabredip sonuna kadar dinlenmeli. En azından sonundaki keman solo için... Sözleri ise şöyle:

And I see that slowly your tears are drying / ve gözyaşlarının yavaşça kuruduğunu görüyorum
And I see an ocean made by your crying / ve gözyaşlarınla yapılan bir okyanus görüyorum
And the ocean that's within... / ve okyanus hemen şurada

And I see misery to forget it I must / ve unutmam gereken sefaleti görüyorum
And all of the memories are lost / ve tüm anılar kayboluyor
And the ocean is here within me / ve okyanus burada benimle
Flows on like a neverending tear / hiç dinmeyen bir acı gibi akıyor

In us all there are two separate sides / hepimizin içinde iki ayrı yön var
That which is evil and that which is good / biri şeytan diğeri iyi
Some people live by one side and others by the second / bazı insalar ilkiyle bazıları ikincisiyle yaşar
Both of them have a little bit of the other / her ikisi diğerini içerir
But it must remain clear that the two depend on each other / ama şu bilinmeli ki ikisi birbirine dayanır
Remember, evil is a part of the good and not the opposite / hatırla, şeytan iyinin bir parçasıdır
There is no sadness without joy and there is no joy without pain / hazsız bir üzüntü ve acısız sevinç yoktur
There is no holy without impure / Katıksız bir kutsallık
and there can be no blasphemy without  holyness, / ve kutsallıktan bağımsız bir inançsızlık yoktur
Thus the two sides must live in harmony / bu nedenle bu iki yön uyum içinde yaşamalı
Unbalanced forever the evil urge brought lots of pain / dengesiz olduğu müddetçe şeytan içgüdüsü çok fazla acı getirdi
It is so hard to defeat it / bunu yenmek çok zor
The evil urge sometimes arrives with heavy boots / şeytan içgüdüsü bazen ağır botlarla
And sometimes in gentle cat's steps / ve bazen de nazik kedi adımlarıyla gelir
And even through blessed deeds it can drive you into deeds of wrong / ve kutsanmış sözlere rağmen sizi yanlışa yönlendirebilir
A hero is the one which concurs his urge / bir kahraman içgüdüsüyle uzlaşabilendir
And so we must wonder what shall be the faith of the man who destroys one and embraces the other... / ve böylece düşünmeliyiz, birine zarar verirken diğerini kucaklayan insanoğlunun kaderi nedir…

The storm still rages... / fırtına hala kasıp kavuruyor…

Son tavsiye, Orphaned’a başlamak için son albümden mükemmel bir seçenek. özellikle 2:39’da başlayan melodi can alıyor.

  • Kobi Farhi - Vokal
  • Yossi Saharon (Sassi) - Gitar ve Geleneksel Enstrümanlar (Ud, Buzuki, vb.)
  • Matti Svatizky - Gitar
  • Uri Zelcha - Bas Gitar
  • Shlomit Levi-Bayan Vokal
  • Matan Shmuely- Drums


Gand