20 Mayıs 2012 Pazar

SOKAK, MÜZİK, ÖZGÜRLÜK



Sene muhtemelen  ’94. Çanakkale’de iki aile tatile gitmişiz. Her tatilde olduğu gibi meraklı babam yakın çevredeki tarihi yerleri araştırıyor ve orada güzelim deniz, bir dolu plaj dururken biz koştur koştur sıcakta şehitlik filan geziyoruz. O zamanlar böyle düşünüyorum, çocuğum tabi. Yıllar sonra Türkiye’de bir çok önemli tarihi kalıntıyı çocukken görmüş olmanın getirilerini anlayacağımı bilmiyorum.

Neyse, o tatilde Truva atına da gittik pek tabi. Efsane atın dökülen sembolik bir ahşaptan ibaret olduğunu görmek hayal kırıklığı yaratsa da çevresindeki kalıntıları gezmek keyifliydi. Akşam üstüne doğru ören yeri kapanacak diye çıkmaya hazırlanıyorduk ki bir takım görevliler “Anfi tiyatroda konser var, gitmek zorunlu.” diyerek biz zorunlu konser olmayacağını bilmeyen masum yerli turistleri mekana doldurdular. Güneş son ışıklarıyla veda ederken günün sıcaklığı da tatlı bir serinliğe dönüşmüştü ki üflemeleriyle, yaylılarıyla bir oda orkestrası sahneyi doldurdu ve müzik başladı. Obuayı ilk orda canlı dinlemiştim. Anfi tiyatronun güzel akustiği ve tarihi mekanın atmosferiyle klasik müzikten anlamayan bizlere oldukça keyifli bir sürpriz yaşatmışlardı.

Sene 2011. Selanik’e otobüsle düzenlenen uygun fiyatlı bir turdayız. Sabah saatlerinde kente varıp Atatürk’ün evini ve kentin tarihi yerlerini gezdik. Bu sırada, her Avrupa’ya gidişimde yaptığım gibi girdiğimiz mekanlara “canlı müzik yapan kafe ya da bar biliyor musunuz” diye soruyorum. Neyse, güniçinde dolaşırken duvarlarda bir dolu yeni afişi de fark etmiştim. Yunanca bilmediğimden afişleri okuyamasam da tarihin o günü gösterdiğini ve afişlerin birkaç festivalle ilgili olduğunu anlayabildim. Bu arada Beyaz Kule diye anılan Osmanlı’dan kalma kulenin ordaki meydanda eylem çadırlarına ve bir de roman düğününe rastgeliyoruz. Sarı, eski model üstü açık bir BMW’nin kapılarına monte ettikleri ev müzik setlerinde olan boyutta hoparlörlerle Türkiyeli romanların müziklerini çala çala meydanda oynuyorlar, bizim de neşemiz yerine geliyor.



Öğleden sonra otele gidip biraz uyukladıktan sonra akşaüstü yemek için dışarı çıktık. Etrafıma bakınıp duruyorum, bir festivale denk gelir miyiz diye. Selanik’in anladığım kadarıyla en merkezi yerlerinden biri olan Aristoteles meydanının yanından geçerken müzik sesi duyar gibi oldum. Hipnotize olmuş gibi müziğe yöneldik ve sonunda muvaffak oldum. Sevinçten açlığı, susuzluğu bile unutup doğru konser alanına yollandık. Selanik sahili, bilmeyenler için söylüyorum, İzmir’in kordon boyuna oldukça benziyor. Aristoteles meydanından kordon boyundaki yola vardığımızda bir tır üzerinde kurulmuş sahnede punk-rock yapan bir grup olduğunu gördük. Grubun yüzü deniz yönüne dönük. Biz de hemen tırın etrafını dolaşıp sahne önüne geldik. Sahne önünde bir dolu insan. Bir kısmı pogo yapıyor. Grup bir süre çaldıktan sonra tır hareket etmeye, sanırım sayısı binleri bulan gençler de (Selanik öğrenci kenti olduğundan mütevellit yaş ortalaması yirmi filandı) tırı takip etmeye başladılar. Herkesin elinde biralar ve hatta ortam duman kokuyor. Herkesin kafa bi milyon anlayacağınız, ama fareli köyün kavalcısını aratmayacak bir görüntü. Tır önde insanlar arkada Beyaz Kule’ye doğru yol alınıyor. Bu sırada yemek için ayrıldık. Birkaç saat sonra Beyaz Kule’ye gittiğimizde şenlik halen devam ediyordu. Kalabalık iyice çıldırmış, sirtaki oynayan yüzlerce insan alanı doldurmuştu. Sahnedeki grup Yeni Türkü’yü andıran ve hatta Yeni Türkü’nün Türkçesini bestelediği Yunan ezgilerini çalmasıyla bizim de içimizi ısıttı. Sirtaki ve diğer Yunan oyunlarının ne kadar bizim oyunlara benzediğini görünce daha bir kanım kaynadı Ege’nin diğer yakasındaki bu ülkeye.

Sene ya 2007 ya da 2008. Ahırkapı’da hıdrellez diye bir şenlik olduğunu duymuş, işten çıktığım gibi mekana koşturmuştuk. Sahnedeki amatör roman gruplarını profesyoneller takip ediyor. Sahne düzeninde konserin tadını çıkardıktan sonra yandaki bakkaldan bira alıp sokaklara dalıyoruz. Ömrümde gördüğüm ilk izdihamla şaşkına dönüyorum. Yanımdaki kadın arkadaşlardan biri kalabalıktan fenalık geçiriyor. Onu, taksiye bindirip evine yolladıktan sonra geç saatlere kadar kalıyoruz Ahırkapı’da. Kalabalık biraz hafifledikten sonra sokaklarda dolaşıyoruz. Emir Kusturica filmlerini aratmayacak bir manzara. Pirinç üflemelileriyle bir orkestra Balkan müziği çalıyor. Hooop, peşlerine takılıp oynaya oynaya sokakları dolaşmaya başlıyoruz.

Sene 2012. Hıdrellez şenliklerinin Ahırkapı’da organize edilmeyeceği biliniyordu. 2011’de de parkta biletli olarak yapılmak istenen organizasyona tepki gelince Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği Şenlik alanının taşındığı Ahırkapı Parkı’nın da artık ihtiyacı karşılayamaması açıklamasıyla organizasyonu durdurmuştu. 2012’de bir sponsor ile birlikte Parkorman’da şenlik organize edildi. Peşinde, şenliklerin ticarileştirilmesine tepkiler de geldi doğal olarak. Diğer yanda Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği’nin geçen yıl ki açıklamasında şu cümleler vardı: “bizi çok mutlu eden ve Derneğimizin görevini yerine getirdiğini gösteren şey de İstanbulluların ve özellikle gençlerin “Hıdrellez”i kutlamayı ne kadar da çok önemsediklerini ve bu geleneği benimsediklerini görmek oldu. Gerçekten de doğanın uyanışını kutlamak doğal olmalı. Herkes, kendi semtinde, kendi yakınları, grupları ile dilediğince etkinlik düzenlemeli ve bu vesile ile İstanbul’un bütün güzel semtlerinin, deniz kıyılarının hakkını vermeli.

Son güne kadar Ahırkapı’da şenlik olup olmayacağına dair internette haber aradım. Şans bu, bulamadım. Akşam saatlerinde bir arkadaşım olacağını haber verdi. Zaten olmaması son derece mantıksızdı; en nihayetinde bu bir mahalle şenliğiydi. Organizasyona gerek yoktu.

Saat 14:00 sularında Parkorman’da aldık soluğu. Biletlerimizi önceden almıştık, para boşa gitmemeliydi. Ne yalan söyleyeyim, orman da beni çekiyordu fena halde. Mekana vardığımızda sahnede değil ama yerde müzik başlamıştı. Bir dolu küçük orkestra davulları, zurnalarıyla çalıyordu. Kimi roman müziği, kimi halay… bir dolu kadın da o orkestra senin bu orkestra benim etrafında oynuyordu. Bir sürü aile çocuklarıyla birlikte gelmişti mekana. Bir masada Füsun Demirel bile vardı, küçük kızı masanın üstünde oynuyordu. Biz de oynadık ama ben daha çok roman havasında oynamayı bilen kadınları hayranlıkla seyrettim. Bir çoğu günün anlam ve önemine uygun rengarenk eteklerini savura savura göbek atarken ortamı aydınlatıyor, kollarındaki bileziklerin şıkırtısıyla müziği zenginleştiriyordu. Kadınlar deyip duruyorum, zira ortamda erkek görmek için gözlerinizle kalabalığı epeyce taramanız gerekiyordu.

Güneş çok yakıcıydı o gün. Sürekli su içmemize rağmen hararetimiz geçmediğinden büyük sahnenin yanına düşürdüğü gölgeye sığındık. Daha sonra seyyar bir orkestra yanımızdan geçti. Bir yandan aşağıdaki sahnede de müzik olduğunu ilan edip bir yandan da insanları peşine takmış o sahneye doğru yol alıyordu. Biz de onları izledik. Bu arada elimizde beş TL’ye aldığımız biralarımız bardaktan taşıyor, yola saçılıyordu ama müziğin ritmine karşı koymak imkansızdı.

Aşağıdaki sahnede, solisti muhtemelen alamancı türk olan bir grup vardı. Tarzları için yorum yapmak namümkün, zira hakikaten her telde çaldılar. Aklımda en çok kalansa roman havasında başlayan ve ilk otuz saniye “ben bu şarkıyı nerden biliyorum” hissi ile aklımı karmakarışık eden “Killing In The Name Of”tu. Roman havasında o kadar güzel yorumladılar ki şarkıyı, festival budur dedim. Böyle alternatif grupları iğneyle kazıp internet kuyusunda bulmak kolay değildir. Ama festivallerde, gizli kalmış bir dolu şahane grupla karşılaşabilirsiniz.


Grup sahneden inmeye hazırlanırken biz de Ahırkapı’nın yolunu tuttuk. Vardığımızda, önceki yıllardaki izdiham yoktu neyse ki. Ama kalabalık, orkestralara yaklaşmaya engel olacak kadar çoktu. Bu kez, Ahırkapı’da bir organizasyon olmadığı için sahne düzeni de yoktu. Anlayacağınız mikrofonsuz, ses sistemsiz orkestraların etrafını sarmış insanlar çılgınlar gibi eğleniyordu. Gerçek bir mahalle eğlencesine İstanbullular katılmıştı.

Sokakta yapılan eğlencelerde farklı bir ruh hissetmişimdir. Herkes daha bir gerçek olur sanki, daha doğal. Ne bir rock barın tribal enfeksiyonu vardır ne de bir klasik müzik konserinin kasıntı elitisliği. Sokakta olan bir konser sadece meraklısını değil oradan geçen herkesin ilgisini çeker. Hele bir de bu konserler bedavaysa. Ülkede son yıllarda olanlar daha özgür bir ortama gittiğimize işaret etmese de festivallerin, sokak konserlerinin daha da yaygınlaşması dileğiyle…

Gand

7 yorum:

varol döken dedi ki...

endüstriyel hıdrellez'e hayır!
not: oğlum iş buldum yine dağıtacağım blogunu:)

Flying Dutchman dedi ki...

blogun güzide yazarı gand'a oğlum diyerek yepyeni bir çığır açtınız varol bey

varol döken dedi ki...

ha yok o benimle konuşmuyor, şair burada direkt sana seslendi:)

Gand dedi ki...

hahah bi an "deja vu" mu yaşıyoruz dedim. yine biri Gand'a "oğlum" demiş ve FD düzeltmiş diye :)
VD, konuşmuyor değilim yahu. bu "konuşmama" halini konuşmaktan sıkılmışımdır o kadar :)

varol döken dedi ki...

benim de kafam karıştı artık:) bir dahaki dutchman buluşmasında netleştiririz:)

Flying Dutchman dedi ki...

şöyle medeni olun azıcık...

Gand dedi ki...

Biz de havaya yaziyoz. Muhabbete bak.
Yazi hakkinda bi yorum yapaydin da havamizi bulaydik. Kasimpasaliya baglattiniz gene cık cık cık