Sene muhtemelen ’94. Çanakkale’de
iki aile tatile gitmişiz. Her tatilde olduğu gibi meraklı babam yakın çevredeki
tarihi yerleri araştırıyor ve orada güzelim deniz, bir dolu plaj dururken biz
koştur koştur sıcakta şehitlik filan geziyoruz. O zamanlar böyle düşünüyorum,
çocuğum tabi. Yıllar sonra Türkiye’de bir çok önemli tarihi kalıntıyı çocukken
görmüş olmanın getirilerini anlayacağımı bilmiyorum.
Neyse, o tatilde Truva atına da gittik pek tabi. Efsane atın
dökülen sembolik bir ahşaptan ibaret olduğunu görmek hayal kırıklığı yaratsa da
çevresindeki kalıntıları gezmek keyifliydi. Akşam üstüne doğru ören yeri
kapanacak diye çıkmaya hazırlanıyorduk ki bir takım görevliler “Anfi tiyatroda
konser var, gitmek zorunlu.” diyerek biz zorunlu konser olmayacağını bilmeyen
masum yerli turistleri mekana doldurdular. Güneş son ışıklarıyla veda ederken günün
sıcaklığı da tatlı bir serinliğe dönüşmüştü ki üflemeleriyle, yaylılarıyla bir
oda orkestrası sahneyi doldurdu ve müzik başladı. Obuayı ilk orda canlı
dinlemiştim. Anfi tiyatronun güzel akustiği ve tarihi mekanın atmosferiyle
klasik müzikten anlamayan bizlere oldukça keyifli bir sürpriz yaşatmışlardı.
Sene 2011. Selanik’e otobüsle düzenlenen uygun fiyatlı bir
turdayız. Sabah saatlerinde kente varıp Atatürk’ün evini ve kentin tarihi
yerlerini gezdik. Bu sırada, her Avrupa’ya gidişimde yaptığım gibi girdiğimiz
mekanlara “canlı müzik yapan kafe ya da bar biliyor musunuz” diye soruyorum. Neyse,
güniçinde dolaşırken duvarlarda bir dolu yeni afişi de fark etmiştim. Yunanca bilmediğimden
afişleri okuyamasam da tarihin o günü gösterdiğini ve afişlerin birkaç festivalle
ilgili olduğunu anlayabildim. Bu arada Beyaz Kule diye anılan Osmanlı’dan kalma
kulenin ordaki meydanda eylem çadırlarına ve bir de roman düğününe
rastgeliyoruz. Sarı, eski model üstü açık bir BMW’nin kapılarına monte ettikleri
ev müzik setlerinde olan boyutta hoparlörlerle Türkiyeli romanların müziklerini
çala çala meydanda oynuyorlar, bizim de neşemiz yerine geliyor.
Öğleden sonra otele gidip biraz uyukladıktan sonra akşaüstü
yemek için dışarı çıktık. Etrafıma bakınıp duruyorum, bir festivale denk gelir
miyiz diye. Selanik’in anladığım kadarıyla en merkezi yerlerinden biri olan
Aristoteles meydanının yanından geçerken müzik sesi duyar gibi oldum. Hipnotize
olmuş gibi müziğe yöneldik ve sonunda muvaffak oldum. Sevinçten açlığı,
susuzluğu bile unutup doğru konser alanına yollandık. Selanik sahili,
bilmeyenler için söylüyorum, İzmir’in kordon boyuna oldukça benziyor. Aristoteles
meydanından kordon boyundaki yola vardığımızda bir tır üzerinde kurulmuş
sahnede punk-rock yapan bir grup olduğunu gördük. Grubun yüzü deniz yönüne
dönük. Biz de hemen tırın etrafını dolaşıp sahne önüne geldik. Sahne önünde bir
dolu insan. Bir kısmı pogo yapıyor. Grup bir süre çaldıktan sonra tır hareket
etmeye, sanırım sayısı binleri bulan gençler de (Selanik öğrenci kenti
olduğundan mütevellit yaş ortalaması yirmi filandı) tırı takip etmeye
başladılar. Herkesin elinde biralar ve hatta ortam duman kokuyor. Herkesin kafa
bi milyon anlayacağınız, ama fareli köyün kavalcısını aratmayacak bir görüntü. Tır
önde insanlar arkada Beyaz Kule’ye doğru yol alınıyor. Bu sırada yemek için
ayrıldık. Birkaç saat sonra Beyaz Kule’ye gittiğimizde şenlik halen devam
ediyordu. Kalabalık iyice çıldırmış, sirtaki oynayan yüzlerce insan alanı
doldurmuştu. Sahnedeki grup Yeni Türkü’yü andıran ve hatta Yeni Türkü’nün Türkçesini
bestelediği Yunan ezgilerini çalmasıyla bizim de içimizi ısıttı. Sirtaki ve
diğer Yunan oyunlarının ne kadar bizim oyunlara benzediğini görünce daha bir
kanım kaynadı Ege’nin diğer yakasındaki bu ülkeye.
Sene ya 2007 ya da 2008. Ahırkapı’da hıdrellez diye bir
şenlik olduğunu duymuş, işten çıktığım gibi mekana koşturmuştuk. Sahnedeki amatör
roman gruplarını profesyoneller takip ediyor. Sahne düzeninde konserin tadını
çıkardıktan sonra yandaki bakkaldan bira alıp sokaklara dalıyoruz. Ömrümde gördüğüm
ilk izdihamla şaşkına dönüyorum. Yanımdaki kadın arkadaşlardan biri
kalabalıktan fenalık geçiriyor. Onu, taksiye bindirip evine yolladıktan sonra
geç saatlere kadar kalıyoruz Ahırkapı’da. Kalabalık biraz hafifledikten sonra
sokaklarda dolaşıyoruz. Emir Kusturica filmlerini aratmayacak bir manzara. Pirinç
üflemelileriyle bir orkestra Balkan müziği çalıyor. Hooop, peşlerine takılıp oynaya
oynaya sokakları dolaşmaya başlıyoruz.
Sene 2012. Hıdrellez şenliklerinin Ahırkapı’da organize
edilmeyeceği biliniyordu. 2011’de de parkta biletli olarak yapılmak istenen
organizasyona tepki gelince Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği “Şenlik alanının taşındığı
Ahırkapı Parkı’nın da artık ihtiyacı karşılayamaması” açıklamasıyla organizasyonu
durdurmuştu. 2012’de bir sponsor ile birlikte Parkorman’da şenlik organize
edildi. Peşinde, şenliklerin ticarileştirilmesine tepkiler de geldi doğal
olarak. Diğer yanda Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği’nin geçen yıl ki
açıklamasında şu cümleler vardı: “…bizi çok mutlu eden ve Derneğimizin görevini
yerine getirdiğini gösteren şey de İstanbulluların ve özellikle gençlerin
“Hıdrellez”i kutlamayı ne kadar da çok önemsediklerini ve bu geleneği
benimsediklerini görmek oldu. Gerçekten de doğanın uyanışını kutlamak doğal
olmalı. Herkes, kendi semtinde, kendi yakınları, grupları ile dilediğince
etkinlik düzenlemeli ve bu vesile ile İstanbul’un bütün güzel semtlerinin,
deniz kıyılarının hakkını vermeli.”
Son güne kadar Ahırkapı’da şenlik olup olmayacağına dair
internette haber aradım. Şans bu, bulamadım. Akşam saatlerinde bir arkadaşım
olacağını haber verdi. Zaten olmaması son derece mantıksızdı; en nihayetinde bu
bir mahalle şenliğiydi. Organizasyona gerek yoktu.
Saat 14:00 sularında Parkorman’da aldık soluğu. Biletlerimizi
önceden almıştık, para boşa gitmemeliydi. Ne yalan söyleyeyim, orman da beni
çekiyordu fena halde. Mekana vardığımızda sahnede değil ama yerde müzik
başlamıştı. Bir dolu küçük orkestra davulları, zurnalarıyla çalıyordu. Kimi roman
müziği, kimi halay… bir dolu kadın da o orkestra senin bu orkestra benim
etrafında oynuyordu. Bir sürü aile çocuklarıyla birlikte gelmişti mekana. Bir masada
Füsun Demirel bile vardı, küçük kızı masanın üstünde oynuyordu. Biz de oynadık ama
ben daha çok roman havasında oynamayı bilen kadınları hayranlıkla seyrettim. Bir
çoğu günün anlam ve önemine uygun rengarenk eteklerini savura savura göbek
atarken ortamı aydınlatıyor, kollarındaki bileziklerin şıkırtısıyla müziği
zenginleştiriyordu. Kadınlar deyip duruyorum, zira ortamda erkek görmek için
gözlerinizle kalabalığı epeyce taramanız gerekiyordu.
Güneş çok yakıcıydı o gün. Sürekli su içmemize rağmen
hararetimiz geçmediğinden büyük sahnenin yanına düşürdüğü gölgeye sığındık. Daha
sonra seyyar bir orkestra yanımızdan geçti. Bir yandan aşağıdaki sahnede de
müzik olduğunu ilan edip bir yandan da insanları peşine takmış o sahneye doğru
yol alıyordu. Biz de onları izledik. Bu arada elimizde beş TL’ye aldığımız
biralarımız bardaktan taşıyor, yola saçılıyordu ama müziğin ritmine karşı
koymak imkansızdı.
Aşağıdaki sahnede, solisti muhtemelen alamancı türk olan bir
grup vardı. Tarzları için yorum yapmak namümkün, zira hakikaten her telde
çaldılar. Aklımda en çok kalansa roman havasında başlayan ve ilk otuz saniye “ben
bu şarkıyı nerden biliyorum” hissi ile aklımı karmakarışık eden “Killing In The
Name Of”tu. Roman havasında o kadar güzel yorumladılar ki şarkıyı, festival
budur dedim. Böyle alternatif grupları iğneyle kazıp internet kuyusunda bulmak
kolay değildir. Ama festivallerde, gizli kalmış bir dolu şahane grupla
karşılaşabilirsiniz.
Grup sahneden inmeye hazırlanırken biz de Ahırkapı’nın
yolunu tuttuk. Vardığımızda, önceki yıllardaki izdiham yoktu neyse ki. Ama kalabalık,
orkestralara yaklaşmaya engel olacak kadar çoktu. Bu kez, Ahırkapı’da bir
organizasyon olmadığı için sahne düzeni de yoktu. Anlayacağınız mikrofonsuz,
ses sistemsiz orkestraların etrafını sarmış insanlar çılgınlar gibi
eğleniyordu. Gerçek bir mahalle eğlencesine İstanbullular katılmıştı.
Sokakta yapılan eğlencelerde farklı bir ruh hissetmişimdir. Herkes
daha bir gerçek olur sanki, daha doğal. Ne bir rock barın tribal enfeksiyonu
vardır ne de bir klasik müzik konserinin kasıntı elitisliği. Sokakta olan bir
konser sadece meraklısını değil oradan geçen herkesin ilgisini çeker. Hele bir
de bu konserler bedavaysa. Ülkede son yıllarda olanlar daha özgür bir ortama
gittiğimize işaret etmese de festivallerin, sokak konserlerinin daha da
yaygınlaşması dileğiyle…
Gand
7 yorum:
endüstriyel hıdrellez'e hayır!
not: oğlum iş buldum yine dağıtacağım blogunu:)
blogun güzide yazarı gand'a oğlum diyerek yepyeni bir çığır açtınız varol bey
ha yok o benimle konuşmuyor, şair burada direkt sana seslendi:)
hahah bi an "deja vu" mu yaşıyoruz dedim. yine biri Gand'a "oğlum" demiş ve FD düzeltmiş diye :)
VD, konuşmuyor değilim yahu. bu "konuşmama" halini konuşmaktan sıkılmışımdır o kadar :)
benim de kafam karıştı artık:) bir dahaki dutchman buluşmasında netleştiririz:)
şöyle medeni olun azıcık...
Biz de havaya yaziyoz. Muhabbete bak.
Yazi hakkinda bi yorum yapaydin da havamizi bulaydik. Kasimpasaliya baglattiniz gene cık cık cık
Yorum Gönder