Anahtar Deliğinden Tespitler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anahtar Deliğinden Tespitler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2010 Çarşamba

BİHTER VS. FATMAGÜL


Haddim olmadığı halde popüler bir konu üzerine yazmayı deneyeceğim. Yetişmesi imkansız ülke gündeminde daha Süper Baba iyi diziydi derken Kurtlar Vadisi kitleleri kahvelerde toplar olmuş. Daha ötesi var mı?

Her ama her şeyi geyik konusu yapabilme potansiyelimiz toplum olarak haz odaklılığımıza mı işarettir yoksa yozlaşmışlığımıza mı karar vermek güç. Tecavüz gibi bir konuda “Fatmagül’e bu akşam tecavüz edecekler ıhı ıhı” diye kahkahalar atmak ise… … … ne sadece eğlence ne de yozlaşmışlıkla açıklanabilir.

Toplumda yerleşmiş ortak psikolojilerin tespitini en iyi sosyal psikologlar yapar. Sıradan insanlar ise ancak sağduyu ya da vicdanlarının gelişmişliği ile iyi ve kötüyü ayırt eder. Demem o ki içimden bir ses Fatmagül’e tecavüz edilmesini yürekleri ağzında heyecanla bekleyen ve “Fatmagül’ün suçu ne?” sorusu ile mottolaştırılan bir “Nasıl koydu Aykut Kocaman” hazzı bu toplumun üyelerine devasa bir ayna oluyor.

Ülkenin sosyal devlet ilkesinden uzaklaşmaya başladığı 80’lerden bu yana çok ama çok şey değişti. Özel sektörün gittikçe vahşileşen koşullarının yanına kamuda da performans ilkesinin uygulanma çabaları yaşamlarımızı günden güne zorlaştırdı. Bu arada ana akım medyanın eşsiz katkıları ile bilincimizi alt-üst eden tüketim kültürü, kapital sahiplerini Avrupa ülkelerine taş çıkartacak kadar besler oldu. Böylesi bir sistem, zaten Avrupa’dan göçmüş kural/etik tanımaz girişimci ABD’lilerin damarlarında taşıdıkları bir yaşam biçimine tekabül ederken bizimkisi gibi Orta Asya göçebe kültüründen köklerini alıp İslamiyetten su içen gövdeleri iyiden iyiye ucube hale getirdi. Küçük Amerika olma hayalleri gerçeğe dönerken ataerkil ve baskıcı toplum yapısının getirdiği psikolojik rahatsızlıkları geride bırakacak denli ağır ve yeni hastalıklar ediniyoruz ya da bana öyle geliyor.

İşte bu pompalanan Küçük Amerika halimizin net bir yansıması olan Bihter markasının gölgesinde kalan Aşk-ı Memnu hikayesinin toplumda ayyuka çıkardığı parasal zenginlik hayranlığı ile Anadolu’ya has namus algısının karışımı acaip bir hale büründü toplum. Bir yandan Bihter’in kıyafetinden arabasının markasına, telefon melodisine kadar her şeyi örnek alınırken diğer yandan mutluluğu arayan bir kadına her tür yaftayı yakıştırmaktan geri kalmadık. Bu yaygın tavır yalnız -Manga’nın söylediği gibi “Yedi kocalı Hürmüz gibi dolanıp ailemizin kızı gibi davran” hallerindeki- Bağdat Caddesi fotokopi güzellerinde değil bu güzellere ağzının suyunu akıtarak bakan istemem yan cebime koy erkeklerinde de oluştu.

Dizi sektörünün toplumun nabzını yoklamak konusunda yıllar içinde ne kadar uzmanlaştığını gözlemlemek güç değil. Yine de Bihter gibi özenilirken kıskanılan, beğenilirken kınanan bir karakteri canlandırmış bir oyuncuya 3 ay sonra Fatmagül gibi ezik bir karakteri oynatmak, aklı bu kadar karışık olmayan bir toplumda muhtemelen tepkiyle karşılanıp ratinglerin dibe vurmasıyla sonuçlanacakken Türkiye’de zaten cinsellikle anılan bir oyuncunun ününden faydalanma şeklinde vuku buluyor. İşe de yarıyor. Bundan sonra Beren Saat'i sittin sene cinsellik içerikli dizi/filmlerde oynatsalar yapımcıların sırtı yere gelmez.

Sözün özü, vık vık da desek bık bık da etsek üstünün örtülü kalmasından iyidir. Bastırıldıkça büyür basit konular. Bir yazım sonrası tartışma konusu olmuştu Türkiye’de cinsel devrim ihtiyacı. Daha önce de söylediğim gibi devrim pek bizim toprakların harcı değil. Değişim de öyle. Ama en nihayetinde küreselleşen dünya. Etkilenmemek mümkün değil. Türemesi muhtemel klişeyle “Küba bile kapitalistleşirken” Türkiye’de değişim kaçınılmaz. Öyle ya da böyle cinsellik dizilere kadar –toplum hassasiyetlerine uygun, Türklüğün temel değerlerini sarsmadan- inince, en “eğitimli”sinin bile farkında olmadığı ve bastırıldıkça sapıklığa dönüşmüş cinsellik, şükür ki daha çok konuşulmaya başlandı. Onyıllardır çeşitli güç odaklarınca bilinçli olarak aptallaştırılan bir toplumda cinsellik gibi bir "toplumsal hassasiyet" ancak ve ancak konuşuldukça normalleşirmiş gibi geliyor bana. Yani "Bir insana 50 kere armut dersen kendini armut sanmaya başlar" hesabı. En absürd, altkültür kıyafetler diye sırf moda diye normalleşebiliyorsa bir ülkede, cinsellik de bundan nasibini neden almasın? Biraz daha zorlarsam şunu bile demekten kaçınmam: Kelebek etkisi gibi yavaşça da olsa, cinsellik normalleştikçe toplumsal psikolojide de olumlu etkileri olacak.

Çok iyimser bir yaklaşım belki. Ama yok sayılmasından iyidir.



bY gAND

25 Ağustos 2010 Çarşamba

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER – 7: “ÖZGÜRLÜK”



Nostaljik bir yazıya, yazının geçtiği yıllar kadar eski olmayan bir nostalji albümü eşlik ediyor: Knight Errant… albümün adı neydi ya J neyse, zaten tek albümü var, bulmanız zor olmaz. On the green için tıklayınız. Türkiye’de eşi benzeri yapılamamış albümlerden biri. Herhalde Kelt halk müziği melodileri gamları ile yine Kuzey Avrupa metalinin birleşimi bir müzik olarak tanımlanabilir. Hatalıysam 0 532 125 32 41. Yalnız şöyle bir durum var, grup Türk. Zaten Almora’nın ası Soner Canözer de üyeler arasında. Kemancı Ilgın, bu ülkede metal dünyasının gördüğü en iyi yorumları ortaya koyuyor. Tenor vokalin sesi çok güçlü ve scream vokal bile yapıyor. Albümün neredeyse tüm şarkıları güzel. Keman seviyorsanız mutlaka dinleyin. “Knight errant is just a symbol, be yourself and stay yourself”!

Ve pek tabi Bandista...

Bazen çocukluğumu çok özlüyorum. 80'ler... henüz insanların "gözü açılmamış". Kimse daha lüks bir araba, daha lüks bir ev derdinde değil. Çocuklarını yarış atı yerine konmaya başlamamış.

Herkes yaşadığı yerde daracık çevresinde geleneklerin izin verdiği ölçüde küçük sevinçler yaşıyor. Aileler evde misafircilik, biz çocuklar sokakta çamurculuk oynuyoruz. Hangi kanalda hangi dizi izlenecek, yok hayır maç izlenecek çatışması evlere girmemiş. Çocuklar odalarına çekilip internet başında yalnızlaşmamış.... Sobalı bir evde el mahkum herkes bir odada, tek kanalda trt ne arzu ederse o izleniyor. Anne baba birlikte yalan rüzgarı hastası olurken çocuklar da bu karmaşık ilişki yumaklarını çözmeye çalışıyor.

Oyuncak çeşitliliğinden hangisiyle oynayacağını şaşıp en sonunda hepsinden sıkılıp bir dahaki gelecek akrabanın ne hediye satın alıp geleceğinin hesabını yapmıyor çocuklar. Zaten her çocuğa ayrı oyuncak, ayrı kıyafet diye bir şey henüz evlere girmemiş. Abladan abiden kalan neyse o. Koca çocukluğumda ailenin en küçüğü olmama rağmen sadece bir tane bebek alınmıştı. Böyle sarı mı sarı saçlı, mavi mavi gözlü kutusunda İrem yazan bir bebek. O bebeğin benim için değerini, anlamını hala hatırlıyorum. Oysa şimdi yeğenlerimin oyuncaklarına bakıyorum da… offf… Biz koca bebeklerin bayıla bayıla aldığımız, her yeri ayrı oynayan, hem uçak hem de robot olan transformers oyuncağının bacağının çıkması 1 hafta, kafasının kopması ise sadece 35 gün 4 saat 25 dakika sürdü. Parçalarına ara ara evin çeşitli yerlerinde halen rastlamaktayız.

-         - Ablaaaa, tuzluğu getirsene.
-          -Tamaaaam.
-          -Salatayı da ben getiriyorum. Yandım allah!
-          -Noolduuu?!
-          -Offf ayağıma bir şey battı.
-          -Haa o mu, transformersın eli. Dur atayım ben onu.
-          -Sağol!!!!

Kadınlar hangi ayakkabıyı giysem derdinde değil, zira zaten 4 renkte 4 çift ayakkabıdan başka seçenek yok. O yıllarda kıyafetler daha mı sağlam yapılırdı test etmiş değilim ama hatırladığım ve benden daha yaşlılarla konuştuğumda teyit ettikleri üzere kıyafetler ya da ayakkabılar rahat 5 sene giyilebiliyordu. Şimdiki gibi ucuz da değil hiçbirisi. Ama bir tek benim mi dikkatimi çekiyor bilemiyorum, artık pahalı markaların ürettikleri bile 2 sezondan fazla yaşamıyor. İster kuru temizlemeye verin, ister az yıkayın 2. sezonunda tüylenmeye başlıyor tüm kıyafetler. Neyse zaten ne önemi var, 2 sezon giyilir mi bir kıyafet canııım? Moda denen bir şey var! (Tüketim artmalı ki ekonomi canlansın. Canlansın ki habire büyüsün. Büyüsün ki aç kalmayalım. Basit bir ekonomi dersi. Evren genişliyor ya, dünya da genişliyor, doğal kaynaklar otomatikman sürekli artıyor. Doğa tükenmez kalem gibi bir şey. Tükenmez işte… Ye babam ye! Aman ha ekonomi daralmasın, aç kalırız sonra!)

10 senelik otomobil yeni sayılıyor. Habire arıza yapan Tofaş marka arabaları yolda itmek aile bireylerinin asli görevleri arasında. Karda kışta ailecek araba itmek çok da eğlenceli bir faaliyet:

-Anneee, elim çok üşüdü.
- İt kızım daha güçlü it, ısınırsın.
- Anneee, galiba ayaklarım donuyor.
- Yeter bee! Biz eve gidiyoruz, napıyosan yap arabanı!
- Durun, ben napıcam burada, bi yere gidemem. Şu tepenin başına kadar itin bari, boşa alır indirir ordan sanayiye götürürüm.

İlçecek dizi izlemek denen şey ilk o zamanlar icat edildi. İzlediğimiz şeyler toplumu ahlaki anlamda nasıl etkiledi çok tartışılası bir konu. Ama Sam ile Kyle’ın aşkının, efendime söyleyeyim Jacksonların entrikalarının bizim sınıfta olduğu kadar öğretmenler odasında da konuşulduğunu hatırlamak tuhaf bir nostalji hali yaratıyor bende. Düşünsenize! Hayatımızdaki en büyük karmaşa Hayat Ağacı’ndaki ilişkiler. O zamanlar İstanbul’da şimdikine yakın komplike bir dünya vardı belki. Bir sosyete, sosyetenin tuhaf ilişkileri, gittikleri belli mekanlar, o zamanlar ne kadar lüks olabilirse o kadar lüks bir yaşam… Ama Anadolu’nun bundan haberi yoktu.

Tarımın bittiğini söylediğini hatırlıyorum bizim köydeki çiftçilerin. Pek de ilgimi çekmemişti, çünkü ben bildim bileli şikayet etmek su içmek kadar gündelik bir davranış biçimiydi. Ama zamanla köyde tanıdığım herkesin ilçeye göç etmeye başladığını, evlenen gençlerin hepsinin ilçede vasıfsız işçi olarak buldukları her işte çalışmaya başladığını gözlemledim. Köye en son gittiğimde ise eskiden neredeyse 200 hane olan nüfusun 30 haneye düştüğünü öğrendim. Zaten yolda kimseciklerin olmaması, yaz aylarında sararmış buğdayla, yemyeşil yoncayla dolu olması gereken tarlaların boşluğu, artık insan ayağı değmeyen yolların çimlenmesinden o kadar belli ki terk edilmişlik. Kalan 30 hane de ilçeye göç etmek istemeyen ya da bir şekilde göç edemeyen yaşlılar…
Bu arada vakti zamanında kız çocuğu olarak şortla gezebildiğimiz ilçede sokakta neredeyse tek bir kadın bile göremememiz, bunun yerini şalvarlı, sarıklı insanların almış olması başkaca bir gözlem. Çarpık kentleşme, bir diğer değişle kentleşememe de cabası.

Üniversitede ilk yılımız. Pek muhterem hocamız Atilla Yayla “Benim neden mavi saçlı öğrencim yok!” diye yaygarayı koparmıştı. Karpuz kollu ceketten ve faşizan disiplinden yeni sıyrılmış zavallı bir liseli olarak bayılmıştım bu cümleye. Zaten şehirden bağımsız, yaş ortalamasının 20, saç boyu ortalamasının 30 cm ve saç rengi ortalamasının mor olduğu bir kampüse düşmüş olmak beni büyülemişti ve tadını çıkarıyordum. Ama bölümümüzde liboşların yoğunluğu sebebiyle 4 yıl her tür kaypakça fikre feci şekilde maruz kaldıktan sonra özgürlüğün saçını maviye boyamakla pek de ilişkili olmadığını kavramak zor olmadı. Türkiye’ye ilk defa büyük gruplar gelmeye başlamıştı ve birileri İstanbul’a konsere arabasıyla giderken başkaları konser için anketörlük yapmak zorunda kalıyordu.

Yıllar geçti, iş güç sahibi olduk. Hani zorlasan sevdiğin grubu ülkesinde izleyebilecek paraya sahip olmuşsun. Gel gör ki, artık konser hayal edecek hal kalmamış. Müdürünle tartışıyorsun:

-         - Eleman lazım bana, yetişmiyor iş!
-          -Ben seni çok gergin görüyorum bu aralar, özel hayatında sorunlar var senin.
-          -Özel hayat mı? Özel hayat mı kaldı, burada yatıp kalkıcam yakında!
-          -Yok yok, ben seni iyi görmüyorum. Özel hayatında sorunlar varsa kafa izni vereyim 2-3 gün. Git dinlen. Ben sorun etmem böyle izinleri biliyorsun.
-          -Eleman diyorum, mesai diyoruuum, kime diyoruuummmm!!!

Dolaptaki 35 çift ayakkabının bedeli de bu olacak elbet. Her sezon 5 çift ayakkabı alabilmek tadına doyulmaz bir özgürlük! Kim takar konseri, sinemayı, tiyatroyu. İphone’umdan izlerim hepsini.

Klişe sonuç: Başımı alıp gidicem buralardan, çiftliğe yerleşip organik tarımla uğraşıcam…

By Gand

1 Ağustos 2010 Pazar

YANLIŞ ANLAMAYIN!*


***

Yazıyla alakasız ama ilk dinlediğimden bu yana “Unutulmayanlar” listemde ilk sıralarda yerini alan bu eşsiz şarkıyla okumanız önerilir.

***

“Pardon bağyan tanışabilir miyiz?”in yerini “Merhaba, yanlış anlamayın”lar almış bu sıra. Yeni nesil farklı tabi, özgüveni daha yüksek. İlk cümlenin “pardon” diye başlamasından kendini daha ilk kelime ile belli eden özgüvensizlik artık sonraki kelimelere kaymış “yanlış anlamayın”! Aslında özgüvensizliğin içeriği de değişmiş. Tercüme edecek olursak :

“Pardon bağyan tanışabilir miyiz?” = “Pardon, sizi fiziksel olarak beğendim. Anlaşabilirsek sizinle bir ara evlendikten sonra sevişmek isterim.”

ve

“Merhaba, yanlış anlamayın” = “Merhaba, fiziğinizi beğendim. Mümkünse en kısa zamanda sevişmek isterim. Hatta ne duruyoruz?”

Geçmişte memleketimin okumuş kesimlerinde bile cinsellik evlilik sonrasına saklanırken, kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanmalarına ilave insan olduklarını ve erkeklerle eşit haklara sahip olduklarını kısmen veya bütünüyle anlamaları sonrası evlilik öncesi cinsellik de daha yaygın olmaya başladı. Muhtemelen buna bağlı olarak tanışma cümlesinin içeriği de “yanlış anlama”lara açık hale geldi.

Gece hayatında tanışıp da mutlu bir ilişki sürdüren kimseyi tanımadım şimdiye kadar. Hatta gece hayatında tanışmalara çoğunlukla tek gecelik olarak bakılır. Bu, nasıl bir tüketim kültürünün, bencilliğin, yalnızlığa mahkum bir bireyselliğin bakış açısıdır çok da kavrayamıyorum. Kınadığımdan değil. Herkesin dönem dönem fiziksel olarak beğenildiğini hissetmeye ihtiyacı olur. Ama kendimden ve kadın arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla sevmeden sevişmek kadınlar için neredeyse imkansızdır. Tek gecelik ilişki tarzının kadınlar için sürekli hale gelmesi, benim kısıtlı bakış açımla hayattan bıkmışlık ve hatta hayattan vazgeçmişliğe işaret eder. Zira doğada hemen tüm canlılarda görüldüğü üzere dişi seçici olandır. Kadınlar her seviştikleri erkekten çocuk yapmak istemez elbette. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki dişi hayvanlar için eş seçme, onların bizimki gibi bir beyni olmaması itibariyle yalnız fiziksel üstünlüğe göre belirlenirken, dişi insanların akla ya da zekaya bakıyor olması da kaçınılmaz. Bir merhaba dediğiniz kişinin aklının size ne kadar yakın/uygun olduğunu anlamak da zaman alır elbet. Sonuç olarak kadın için tanımadığı biriyle sevişmek imkansızlaşır. Bazen böyle olmasa hayat kadınlar için çok daha kolay olurdu demeden edemiyorum. Ama işte yasak elmayı yemişiz bir kere, çile bizim kaderimiz…

Erkekler ise sperm dağıtmakla yükümlü olduğundan tanımadan da rahatlıkla sevişebiliyorlar. Spermlerin hangi yumurtada tutunabileceği belli olmaz, bol bol dağıtmak lazım. Hem vahşi doğaya baktığınızda memelilerde çoğunlukla erkek hayvan çocuk yetiştirmekten yükümlü olmadığı için spermlerin dağıtırken hiç kafa yormak zorunda değil. Dağıt dağıtabildiğin kadar!

İşte gerçek ortada: Gece hayatı=alkol=yükselmiş libido=sevişmek.

***

En yakın arkadaşımla bir gece kadın kadına dışarı çıkmışız. Ayrı kentlerde yaşadığımızdan zaten çok nadir görüşebiliyoruz. İkimiz de rock ve alkol severiz. Ankara-kampüs alışkanlıkları tüm hayatımızı belirlediği gibi eğlence anlayışımızı da halen etkiliyor tabi… Eski günleri yadetme modunda önce rock-pub tadında öğrenci işi bir bara oturduk. Kurban’ın albümü yeni çıkmış. Ben günde 20 sefer baştan sona dinliyorum albümü. Gittiğimiz bar albümü çalmayı kabul etmediğinden biralarımızı ısmarladık ve mp3 playerdan albümü dinlemeye başladık. Bu arada gözüme uzaklarda bir masa takılıyor ara ara. Zira o masada 3 çift göz bizi kesiyor. 3. biralarımızı ısmarlarken o masada bir hareketlenme oldu ve masadaki 2 erkekten biri yanımıza gelip “Pardon, yanlış anlamayın…” diyerek bir şeyler gevelemeye başladı. Sonra iki hoş beş ettik. Bizden epeyce genç oldukları belli olan bu grupla o gece bir saat kadar çok eğlenceli bir sohbet ettik. Sonra kibarca yaşıtlarıyla takılmaları gerektiğini vurgulayıp mekandan ayrıldık. Gittiğimiz ikinci mekanda metal çalan bir grup sahnede. Bizim kafalar iyice güzelleşmiş, hoplayıp zıplıyoruz. Yine uzaklardan bir iki göz üzerimizde. Bir süre sonra bunlardan biri yanımızda bitti: “Pardon yanlış anlamayın…” (((:

Grup canlı müziğe ara verdi. Ben de İstanbullu misafirperverliğiyle “Bir de şurası var, orayı da sana mutlaka göstermeliyim” diyerek sevgili misafirimi bir başka mekana sürükledim. Yine şahane müzik çalıyor, alkol son raddede ve biz kankiler kendimizden geçercesine dansediyoruz… Omzumda bir tıklama “pardon, yanlış anlamayın…” Artık kendimi tutamadım, bir yandan kahkaha atarken diğer yandan “Ya neyi yanlış anlayacağım, her şey apaçık ortada. Merak ettiğim bir şey var, siz erkekler arasında benim bilmediğim bir sözleşme mi var da hepiniz aynı cümleyle giriyorsunuz?” Karşıdaki pek bir şey diyemedi elbet. “Pardon bağyan, tanışabilir miyiz?”den “Pardon sevişebilir miyiz?”e daha yenice evrilen bir toplumda elbet çekingenlikler hemen atılamayacaktır.

Bu olayın üzerinden aylar geçti. Dün bir kız arkadaşımla bir kafeye gittik. Mekan kalabalık olduğundan boş bulduğumuz tek masaya oturduk. Birleşik koltuğun önünde tekli bir sürü masa dizildiğinden neredeyse dirsek mesafesinde bir çift erkek oturuyor. Giydikleri beyaz gömlek, mavi kot, beyaz spor ayakkabı ve erkek erkeğe çıkmış olmaları ile sohbetlerinin pek de koyu olmaması, sıklıkla susmalarından, gece için hain planlar yaptıkları okunuyor. Epeydir görüşemediğim kız arkadaşımla çok keyifli bir sohbet içindeyiz. Konu konuyu açıyor ve ben yukarıda özetlediğim geceyi arkadaşıma anlatmaya başlıyorum. Keyfimiz pek bir yerinde olduğundan desibelimiz de muhtemelen yüksek. Bir ara yan masadakilerden biri kalkıyor. Tek kalan, muhtemelen tek olmanın da verdiği cesaretle:

“Şey… Merhaba… çok güzel sohbet ediyorsunuz. (Bu sırada arkadaşım ve benim gözlerimiz ciddi bir ifadeyle girişimde bulunan gencin yüzüne dikilmiş, ne gelecek merakıyla bakıyoruz; ama muhtemelen bu bakışlar onu çok gerdi.) Yanlış anlamayın diyeceğim, ama gerçekten yanlış anlamayın…”

Biz kahkahayı bastık tabi. Bir taraftan da ayıp olmasın diye açıklama yapmaya çalışıyoruz:

“Ya kusura bakmayın, tam da benzer bir konu konuşuyorduk (Halbuki her kelimemizi dinlediğinden eminiz.)”

“Bir planınız yoksa Reina’ya gideceğiz, bize eşlik eder misiniz?”

Biz istemsizce bir kahkaha daha patlattık. Bir yandan da yurdum erkeğinin cesaretini kırmak istemiyorum. Zira bence ortamın ne olduğu fark etmeksizin insanların birbiriyle tanışmak istemesi, tek gecelik ya da binlerce gecelik eş araması son derece doğal. Ama sorduğu şey, beni çok az tanıyan misal siz okurlar için bile o kadar absürd ki ne diyeceğimi, peşpeşe attığımız kahkahaları nasıl açıklayacağımı bilemeyip en sonunda:

Kusura bakmayın, size gülmüyoruz tam olarak. Sadece ben Reina’ya gitmem.” “Neden?” “Rockçıyım…” “Hımm, o zaman Beybilon’a filan mı gidiyorsunuz?” Ben yine tutamıyorum kendimi. Beybilon ne yaaa (: Sonuç olarak konuşmayı fazla uzatmayıp kibarca reddediyoruz. Onlar da belki zaten planladıklarından, belki de gerildiklerinden hesabı ödeyip kalkıyorlar.

Yazıyı tamamladıktan sonra maillerimi karıştırırken tamamen unuttuğum bir maile rastlıyorum. Aklını çok beğendiğim ve şu an arkadaşım olan, hatta birlikte yazı yazmaya başladığımız ismi lazım değil bir şahsın ilk maili gözüme çarpıyor. Üstelik bu şahıs uzun zamandır Türkiye'de yaşamıyor. Yani Türk erkekleri arasında kadınların bilmediği, "Yanlış anlama" başlıklı bir sözleşme varsa da bu arkadaşın haberdar olmaması gerekir. O da ne! Mailin ilk cümlesi içinde "Yanlış anlama" geçmesin mi :) Artık %100 eminim erkekler arasında evrensel bir sözleşme var :)))

***

Ne zaman bir Türk delikanlısı tanışmak için yanıma gelse, aklıma Londra’da geçirdiğim 1 hafta geliyor. Güniçinde eğitimdeyiz. Öğleden sonra eğitimden çıkıp haldır haldır kenti geziyoruz. Gece de gece hayatına akıyoruz, tabi ona gece hayatı denirse. O bir hafta boyunca pub pub dolandık. Arada canlı müzik aradık. En sonunda bulamayıp kendimizi müzikallere verdik. Meğer bu ecnebilerde sanatçılar pek bir değerliymiş. Canlı müzik yaptırmak isteseler müzisyenlere dünya para ödemek zorunda kalıyormuş mekan sahipleri. Memleketimi bir kez daha öpüp başıma koydum. Canlı müziksiz yaşayamayan biri olarak oralarda yaşasam, konser için gün saymaktan ömrümü yerdim herhalde… Neyse işte, Londra’da geçirdiğimiz her gece yanımıza birileri geldi tanışmak için. Ama tavırlar o kadar farklıydı ki uzun bir süre düşündüm üzerine. Cümleler “Merhaba, nasıl gidiyor.” “Şarkı güzel değil mi?” ya da “Eğleniyor musunuz?”a kadar çeşitlilik gösteriyordu. Muhabbete öyle bir doğallıkla giriyorlar ki ilk günlerde çekingen ve nemrut yüzlerimiz sonraki günlerde onların doğallığına uyum sağladı. İlk günlerde “Konuşmak istemiyorum.” gibi cevaplar verirken sonraki günlerde kendimizi Hint, Afrika, Latin Amerika kökenli ama çoğunlukla Londra’da yerleşik bu insanlarla sohbet ederken bulduk. Çünkü ilk günlerde “Hayır.” dediğimiz insanların “Peki teşekkürler.” diyerek nazik ve saygılı şekilde yanımızdan ayrılışları bizde güven uyandırdı. Sonradan orada yaşayan bir arkadaşım suç oranının ülkede yüksek olmasına rağmen ortalama kalitede mekanlarda bir kadının taciz edildiğini ifade etmesi halinde polisin direkt ilgili şahsı gözaltına alabildiğini bu nedenle çok güvenli olduğunu ve erkeklerin de kesinlikle ısrar etmediğini belirtti. Bana ise bu kadar basitçe açıklanabilecek bir konu gibi gelmedi. Sokaklarda dolanırken restoranlar dışında Londra’da en çok rastlanan şeyin publar olduğunu fark ettim. Bir diğer tespitim de publarda müziğin genelde çok kısık sesli olması, insanların çılgınlar gibi sohbet etmesi oldu. 7 gün boyunca da bu durum değişmedi. Ben de ister istemez “Yahu bunlar bu kadar çok konuşacak konuyu nerden buluyor?” dedim. Düşünsenize, 7 gün boyunca her gece dışarıdasın. Yaşamda ilk hatırladığın günden başlasan 7 günde tüm yaşamını kritik detaylarına kadar anlatabilirsin. Diğer bir açıdan bakacak olursak, demokrasi geleneğini 13. Yüzyıda başlatmış bir toplumda düşünce ifade etmek neredeyse hiç baskılanmadığından, her gün arkadaşlarla bir araya gelip hoş beş etmek bizim topluma göre çok daha kolay olur. Zira pek de korkuları yok, burada ne söylesem, şöyle desem aptal gibi görünür müyüm diye. İnsanlar birbirlerini farklılıklarıyla kabul edip bireye saygı duyduğunda iletişim çok daha kolay oluyor. İletişim kolay olduğunda baskılanmış kişilikler olmuyor. İşte bu halde yaşam daha kolay oluyor. İnsanlar ne istediklerini daha iyi biliyor. Cinsellik zaten sorun olmadığından, erkekler aç olmadığı ya da alkol almış her kadına becerilmesi gereken bir canlı gibi bakmadıklarından, sık ziyaret etmemiz itibariyle en kolay sosyalleşme ortamı olan bar ya da kafelerde tanışmak da daha kolay ve insani amaçlara yönelik oluyor. Daha sağlıklı ilişkiler kurma olasılığı artıyor.

Uzun uzun anlatıyorum ama, mottosu “Her sevgilim bana versin ama karım bakire olsun.” olan bir toplumda bazen duvarlara nutuk atıyormuşum gibi geliyor.

Muhterem bir erkek arkadaşımın dediği gibi: Bu ülkenin cinsel devrime ihtiyacı var!

Not: Bu notu yazının sonuna saklamaktan büyük zevk duydum. Kaç kişi "Ama erkeklerin işi de zor." diye düşündü merak ediyorum. Keşke bunu ölçebilen bir alet olsaydı. Zira beğendiğim insanla ben de tanışırım ve ne kadar kasıcı bir süreç olduğunu bilirim. Evet dünyanın dört bir yanında böyle kadınlar da var. Kimilerinin deyimiyle kaşar, kimilerinin deyimiyle moderin/batılı/medeni. Her ne hal ise... Reddedilme riski, reddedilme sonrası yüz kızarması, özgüven kaybı... daha neler neler... her reddediliş geçer, özgüven tazelenir ve geriye anlatacak komik bir reddedilme hikayesi kalır. Yani "Geride bekleyenin mi var, aldıra! At kendini denize!"

*Beni her zaman cesaretlendiren, benimle ettiği uzun sohbetlerde özgüvenimi pekiştiren ve hep destek olan, en önemlisi yetiştiği toplumun geleneklerini umursamayıp kadınlara karşı tamamen içinden gelerek saygılı olan ve zaman zaman kadın haklarını kadınlardan bile daha iyi savunan, tüm bu saydıklarımı kurduğu cümlelerden çok yaşam biçimiyle yapan FD’ye adansın bu yazı.

By Gand

16 Temmuz 2010 Cuma

KALDIRIMLARINI SEVDİĞİMİN MEMLEKETİ











İnsanoğlu doğayı terk edip şehirleşmeye başladığından bu yana kendi yaşam alanının doğasını yaratmaya çalışıyor. Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor. Ama bir şeyler yapıyor. Kentleşmenin en güzel örneklerini de ister istemez daha uzun süredir yerleşik olanlar veriyor.

Hayatınızın bir kısmını sakin bir kasabada ya da küçük bir kentte geçirdiyseniz, kaldırım gibi basit bir detayın insanın gündelik konforunu ne kadar etkileyebileceğini fark etmişsinizdir. Elinizi kolunuzu savura savura, nereye bastım diye habire bakmaksızın aylak aylak yürümenin keyfi metropollerde pek mümkün olmuyor…

Memleketimde kaldırımlar binbir çeşit. Misal, Çorum’a ilk gittiğimde fark etmediğim, yıllar sonra birinden duyunca anımsayıp tekrar gidişimde de net şekilde tespit ettiğim şey, Çorum’luların kaldırımları otopark sanması gerçeği oldu. Kentin hangi köşesine giderseniz gidin tüm kaldırımlar otomobille doludur.

Sivas’ta şaşırtıcı derecede iyidir. Ne çok geniş ne de ağaçlar tarafından daraltılmış. Sizi üzmeyecek kadar yeterli…

Bolu’ya gittiğinizde kaldırımların genelde sonradan düşünülüp oraya koyulmuş gibi olduğunu fark edersiniz. İnsanın düşünmeden, önüne dikkatlice bakmadan yürüyebileceği bir genişlik ve düzlükte değildir. Abuk subuk fırlamış, kenarı köşesi kalkmış taşlar ise ülkemin kronik sorunu zaten. Her kent için ayrıca belirtmeye gerek yok. Halbuki Bolu dediğiniz kent neredeyse dümdüz bir ovaya kurulmuştur. Yani birazcık planlamayla çok daha insancıl yapılabilirmiş.

İzmir ve Antalya’da gözlemlediğim kadarıyla ülkenin düzgün kentleşmesinin örneklerini görebiliyorsunuz. Bir şehrin kentleşmesi ile orada yaşayan insanlarının hayata bakışının doğrudan ilişkili olduğunu düşünürüm. Deniz insanı konforuna düşkün olur. Ne uğraşacak öyle daracık sokaklar, kaldırımlar filan…

Mardin’de, iki farklı kent olduğundan iki farklı kaldırım yapısı vardır. Yeni kent, tipik bir Türkiye örneğidir. Kaldırımlar varla yok arası “eh bu da lazım olabilir” denerek yapılmışçasına… Eski Mardin’de ise tamamen o nefis tarihi doku ile uyumludur. Mecburen… Zira o güzelim tarihi dokunun ortasından yol geçmiştir ve kaldırımlara da pek yer kalmamıştır… Neyse ki kalabalık bir kent değil de kaldırımlar insanı çileden çıkartmıyor. Daha iyisi olamaz mıydı? Olurdu elbette…

Gelgelelim İstanbul’a. Kendisi kadar kaotiktir kaldırımları. Ne sadece otopark, ne sadece ağaç bahçesi, ne sadece çocukların oyun alana ne de sadece Çingene çiçekçilerin seyyar dükkanı… hepsi birden ve aslında hiçbir şey… Tuhaftır, semtin ne kadar eski olduğuna değil ne kadar zengin olduğuna göre bu kentteki kaldırımların insancıllığı değişiyor. Caddebostan’da Prag’da yürüyormuş gibi hissedebilirsiniz kendinizi . Nişantaşı, Paris’i andırır sanki… Etiler, biraz Londra sokaklarıdır… Oysa bir de Alibeyköy var… Ya Okmeydanı… Ah Avcılar...

Ne idüğü belirsiz -yerleşke mi, iş merkezi mi, ulaşım merkezi mi belli değil- Mecidiyeköy gibi semtlerde ise yaşayanların gelir düzeyinden de bağımsız olarak tamamen kaotik, her an değişebilen bir kaldırım yapısı var. Yol mu genişleyecek, çal kaldırımdan; ağaç mı dikilecek, çal kaldırımdan; sokak lambası mı değişecek, pislet her tarafı kablolar aylarca yerde dursun; hafriyat mı yapılacak, 3 ay önce yenilenmiş kaldırımı kır ki kamyon girebilsin…

Bu ülkenin kaldırım mühendislerine ihtiyacı var!

By Gand

15 Haziran 2010 Salı

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER - 6: BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?!?!!!


















Bu geleneği kim, nasıl başlatmıştır kestiremiyorum. Ama toplumumuzda, büyüklerin, Yenitanışılançocuklarasorulmasızorunlusualler diye bir batıl inancı olduğunu düşünüyorum. Çocukken beni feci şekilde bunaltan sorulardan biri olan “En sevdiğin ders ne?” sorusuna “matematik” diye cevap vermenin nasıl da itibar kazandırdığını, “Karnen nasıl?”a “hepsi pekiyi” demenin bu stresli konuşmayı en kısa yoldan kesmenin yegane metodu olduğunu kısa zamanda kavradığımı net hatırlıyorum. Ama aralarında bir tanesi vardı ki, allem etsem kalem etsem de kimseye beğendiremiyordum: “Büyüyünce ne olacaksın!

Sana ne! Sa-na-ne! Hatırladıklarımdan biri de, bu cevabı verebilmek için yanıp tutuştuğumdu… Ama o zamanlar şimdiki çocuklar gibi yetiştirilmiyorduk ki… Büyükler seni ciddiye almasa da, dinlemese de sen onların tüm sorularına o çocuk aklınla en ciddi ve tatmin edici cevapları verebilmeliydin. Doktor olucam! Hayır, avukat! Kaymakam ol, kaymakam! Uzunca bir zaman düşündükten sonra doktor olmanın çok sıkıcı bir şey olduğunu, zira sınıfımdakilerin %90’ının zaten doktor olacağını; avukatlığınsa fazla stresli, insanlarla fazla haşır neşir olmakla eş anlamlı olduğunu fark edip kaymakam olmaya karar vermiştim. Ama hey hat! Hayatımı değiştiren bir şey gerçekleşti! Cesur ve güzel diye bir dizi başladı ki, güzel güzel kadın kaynıyor… eh biz de 3 kız olduğumuza göre hemen kendimizi birileriyle eşleştirmeliydik. Evin sarışını (küçükken hepimiz sarışın oluyoruz ya) olduğum halde sırf yaşı büyük ve küçükkardeşidövebiliteye sahip olduğu için yıllarca, Sam Brown’lığı benden çalan büyük ablamın arkasında koyu kumral back vokali canlandırmak zorunda kalmanın intikamını, Cesur ve Güzel’in yegane başrol sarışını Brooke’u kaparak almıştım. İşte o an hayalimdeki mesleği de bulmuştum. Elimde deney tüpleri ile çılgın icatlar yapan bir kimyager olacaktım. Evet evet! Doktorluktan binlerce kez daha orijinal, avukatlıktan kat be kat daha az stresli şahane bir meslekti ve işin en güzel yanı, yaşıtlarım kimyagerin ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Farklı olmak neden bu kadar önemliyse daha paçalı don giyerken…

Demem o ki, bence bu toplumda çocuklarda ciddi travmaya neden olan “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna, 28 yaşıma gelince ancak bir cevap bulabildim: Öncelikle bir şey olmak için büyümeye ihtiyacım yok. Hali hazırda zaten bir şeyim! Ayşeyim! Fatmayım! İsmailim! Hakanım! Sırf bu yüzden seni lanet olası, büyürken aklını ve hayal gücünü küçültmüş zavallı yaşlı, bir şey olmak için senin gibi büyümeyi beklemeyeceğim. Meslek sahibi olmanın bir şey olmak değil olduğun şeyi kaybetmek anlamına geldiğini kavramak için 20 sene acı çekmeyeceğim. Karnını doyurmak için zamanını satmak zorunda olduğun yani modern köle olduğunu, etiketler altında boşu boşuna ezildiğini, tüm bunların insanoğlu denen kıt beyinli bir güruh tarafından uydurulmuş saçma sapan kurallar olduğunu, bunlarsız hayatın çok daha güzel olacağını ve senin gibi bir çok zavallıların inandığının aksine, yaşamı, dünyayı yönetebilmek için hiç de böyle saçma kurallara ihtiyaç olmadığını, şu tertemiz zihnimle daha şimdiden görebiliyorum. İlla ki bir cevap istiyorsan söyleyeyim: Ben büyüyünce ne olmayacağımı gayet iyi biliyorum. Toplumun dayatmalarına boyun eğip, kendine sunulan uyduruk elbiseyi, içine sinmediği halde, giyebilmek için yıllarca kendiyle mücadele edecek, bu uğurda türlü çeşit depresyona sorgulamaya sürüklenecek bir hıyar olmayacağım. Yedimde neysem yetmişimde de o olacağım. Başka türlüsüne neden gerek olsun ki? Ben, benim yahu… sırf bu yüzden saygıyı ve yaşamayı hak ediyorum. Tanıdığın herkesi -sana göre- yüksek mevkilerde görmek gibi sapıkça bir obsesyonun varsa, kesinlikle bir doktora görünmelisin.

Amerikan filmleriyle büyüyüp de o filmlerdeki çocuklar gibi hazır cevap davranamamanın intikamını işte böyle alacağım. 28 yaşında 7 yaşına dönüp, daha o zamanlar kavradıklarımı yeniden hatırlayacak ve saçma kurallarınızın hiçbirini ciddiye almayacağım. Davranışımı iş hayatında amatörce, özel hayatta ise terbiyeden yoksun bulacaksınız. Kınayacaksınız ama en çok da “Ben kurallara uyarken o nasıl uymaz!” diye içten içe ifrit olacaksınız bana. Üzgünüm ama, kurallara uyup toplumun dayatması rolleri oynamaya çalışmanız sizin ezikliğiniz. Kendinize duyacağınız saygının, yaptığınız rolleri başkalarının beğenmesine bağlı olması nasıl da kısıtlayıcı bir şey olsa gerek… oysa özgür olmayan bir canlının odamdaki masadan ne farkı kalır? Masasın (bankacısın) ve görevini yap. Orda dur (tüm gün otur), rengin kahverengi olsun(takım elbise giy), şeklin dikdörtgen (davranışın profesyonel). Değerinse masif(London School of Economics diplomalı) ya da mdf(Hacettepe mezunu) olmana göre değişsin. Parayla ölçülebilen bu değer(maaş), aldığın hammadde sertifikalarıyla(mba) belirlensin… Oldu canım!

Cinsiyetimden dolayı çocukken nasıl eziklik hissetmediysem, şimdi de hissetmeyeceğim. Bacağını ayırıp oturmanın neden erkeklere has bir hak olduğunu bana o yaşlarda açıkça anlatamayacak kadar, cahil (çünkü muhtemelen sebebi üzerine siz de kafa yormadınız) ya da ezik (yordunuz da bulduğunuz cevabı beğenmediğiniz için her baskıcı toplum bireyi gibi hastalıklı bir ket vurma eylemiyle bulduğunuzu unuttunuz) olduğunuz halde, öyle oturmamam gerektiğini söyleyebilecek kadar despot olabildiğinizi 28 yaşında bir çocuk olarak, bacağımı ayırıp oturarak size anlatacağım. Garipseyen bakışlarınıza gözlerimi doğrudan dikerek utandıracağım sizi.

Oh be, rahatladım!

*Fotoğraftaki çocuğun İ. Melih Gökçek’e benzerliği beni benden aldı…


Bay Gand :)

17 Kasım 2009 Salı

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER - 5: YAŞAMANIN ADI SIKILMAK

























Doğ, büyü, koş koş koş. Yürü, dinlen, nefeslen.

Arkadaşlar edin, insanları anla; gez dolaş, dünyayı tanı. Koş koş koş.

Film izle, kitap oku, müzik dinle, düşün düşün düşün.

Kendine var, kendinden kurtul; insanlığa var, insanlıktan kurtul.

Hapset, serbest bırak, özgürlüğü hisset.

Depresyona gir, serotonin salgıla; ağla, gül...

Çocuk yap, yalnız yaşa, daldan dala atla.

Tik tak, tik tak....

Yaşamanın adı sıkılmak.

Her şey boş değil; dolu da...

Önemi yok.

Duygular yok aslında. Hepsi sadece tik tak tik tak...

Ölmek, doğmak kadar doğal, bir o kadar sıradan. Ölen için pek tabii...

O zaman John Frusciante*den Central gelsin:




I’m central to nowhere
Thinking of sweeping it clean
When we choose to go we’re losing more than just our surroundings
I’ve gone around the sides of this universe as it stands
Outside the limits of all existence
Where light never ends
We should be grateful to the gods
Whoever they’re real to they are
I value my placement as in Hell
Remember that moment that I fell
Anything that could one day be is as real as what I’m saying
If something is nothing it must not be something in any possible way
Lose yourself in the far off worlds that are right under your feet
Switch below with above all the way up into infinity
We should be thankful who we are
Whether we know ourselves or not
Walking alongside myself
Neither of us listens very well
I’m dreading a time that is not near
As a man on a cross I have no fear
I can’t believe these words Im saying
You gotta feel your lines

You gotta feel your lines

*Red Hot Chilli Peppers’ın gitaristi Zat, solo olarak da 10 albüm yayınlamış durumda. Tarzının RHCP ile ilgisi yok; daha çok deneysel rock olarak geçiyor. Sakin, yorucu olmayan ama sıkmayacak kadar renkli müziğiyle her tarzın dinleyicisini tatmin edecek şarkılar ortaya koymuş. Vokali de bir vokalist kadar güçlü olmasa da, aslolan şarkının ruhunu vermektir diyenler için yeterince ilginç. Gitarist olmasından dolayı olsa gerek, tüm şarkılarda çok farklı arpejler, ritmler ve tonlar kullanmış. Özetle, belli ki kendisi için yapmış bu albümleri. Sözlerden anladığım arayış hali de bu fikrimi destekliyor. “Tüm cümleler tüketildi, tüm müzikler yapıldı. Dinleyecek hiçbir şey kalmadı!” noktasına gelenlere bir kaç ay ilaç olabilecek bi albüm. Sonrasında allah kerim...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER – 4: GİDENLERİN ARDINDAN

Çocukken dinlediğimiz masallardan Yeşilçam filmlerine, Hollywood klasiklerine kadar eskiden “mutlu son” bir olmazsa olmazken şimdilerde “mutsuz son” ya da en azından başkahramanın ölmesi bir zorunlulukmuş gibi. Neslimiz kadar ölümle hesaplaşan bir nesil daha olmuş mudur merak ediyorum. Okuduğum romanlardan kaçı ölümle bitiyor, kaç şarkıda ölümden sözediliyor diye düşündüğümde aklıma onlarca isim geliyor.

Apolitikliğin en sık rastlanan salgınlardan bile daha yaygın olduğu bir çağda yaşamanın bir sonucu mudur emin değilim ama, sanki hepimizin kafasında bir yerlerde ölümün acılarımızın panzehiri, alternatifiymiş gibi durduğunu gözlemliyorum.

“Dayanamadığım noktada ölürüm” mü diyoruz? “Ucunda ölüm yok ya!” mı? Yoksa “En kötü ihtimalle ölürüm” mü?

Bireyselleşmenin suyunun çıkıp anormal bir yabancılaşmaya dönüştüğü dünya toplumunda bireysel bir seçim olan intiharın yaygınlaşması doğal bir sonuç olsa gerek. Yine de kendimize haksızlık ediyoruz gibi geliyor.

80 sonrası nesillerin psikolojisini en güzel anlatan filmlerden biri olan Donnie Darko da söylendiği gibi “Her canlı yalnız ölür. (Every living creature dies alone.)” Ama yalnızlığa, karanlığa ve hatta ölüme kodlanmak yazgımız değil. Doğal hiç değil. Yaşayan her canlının ortak kaderi diye bir şey varsa eğer, bu yalnızca yaşamaktır. Doğumumuzun anlamı olsa olsa yaşamaktır.

İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre, birey olmak değil de bunu eksik yorumlayıp yalnızlaşma bizim kaybolmamızı getirecektir. Yalnızlığa/karanlığa odaklanmaktansa yaşama(ya) odaklandığımızda varacağımız sonucun “birlikteliğin güzelliği” olduğuna inanıyorum. Bu hal, farklı formlarda vücut bulabilir. Cemaatten bireyleşmeye keskin bir geçiş yapan dünyada (özellikle de doğu toplumlarında), her alt birime (ülke toplumları) uyacak bir formül belirlemeye kalkışmak, eski ideologların yaptığı hatalardan ders almamak olurdu. Toplumsal hareketler evrimleşerek olgunlaştığına göre bu yeni filiz veren ve maalesef ölüme odaklı topluma, evrilmesi için bir şans vermek gerekir. Elbet yabacılaşmanın esiri bu nesil de tek başına hiç olduğunu anlayacaktır. Hepimiz aynı suda boğuluyoruz, dışa vurmasak da hepimiz yalnız doğduğumuzu ve yalnız öleceğimizi biliyoruz. Bu iki olgunun arasında duran ve adına yaşam denen o muhteşem yolda birbirimize verdiklerimizle yetinip dalgalara karşı birlikte durduğumuzu elbet farkedeceğizdir. Bir bakış, inceden duygulu bir ses tonu, küçük bir hediyenin aslında ne kadar büyük anlamlar taşıdığının ayırdına varacağızdır. Hepsi zaman meselesi...

Sonuç olarak, doğada fiziksel açıdan en zayıf yaratıklar olan insanoğlu, ancak bir arada olduğumuzda varolabiliyoruz. Yalnızlık kaçınılmaz, olmazsa olmaz değil. Yalnızlık, toplum denen tek vücuttan ayrı da bir varlığımız olduğunu hatırlatmak için gereken molalar sadece.

Sen yoksan bir eksiğiz...

VE KALANLARA...

Karasahil Sanatoryumu
30 Aralık 1985

By Gand

5 Mayıs 2009 Salı

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER - 3: KARANLIĞA ÖVGÜ


Geceyarısı, tüm ajanlar ve insanüstü tayfa dışarı çıkar ve kendilerinden daha çok şey bilenleri toplar.
Bob Dylan















Karanlığın bir büyüsü vardır: İnsanları, görmek istediğiniz şekle, anları yaşamak istediğiniz hale sokar.

Tüm kusurları gizler: Yüzdeki çirkin bir ben, eğri bir burun; başkalarıyla paylaşılmak istenmeyen ama sırf gece olduğu için ve belki de biraz alkolden dolayı dışavuran duygular; gömlekte bir leke, çorapta kaçık; gözde seyirme, bacaklarda stresten kaynaklı titreme…

Zamandan bağımsızdır: Sorumlulukların sırası, acelesi yoktur. Hatta bir eğlence sözü dışında sorumluluk da pek olmaz.

Demokrasinin nesiller boyu yerleştiği bir memlekette iseniz, karanlık bu denli önemli olmaz. Basbaya aydınlık bir pubda, bağıra çağıra sistem/hükümet vb. eleştirileri fütursuzca yapmak sıradandır ve hatta kitlelerin afyonudur buralarda. Ama bireyin bastırıldığı, farklılıkların ucube muamelesi gördüğü bir toplumda iseniz, karanlık özgürlükle şen bir dans eder gibidir. Gündüz yaşanılamayanların acısını çıkartırcasına her şey daha abartılı boyutlarda yaşanabilir. Kahkahaların desibeli daha yüksek, vücut dili daha geniş bir eksende ve hatta düşünceler bile daha bir hayalperest…

Sarhoş olmak yalnız kimyasal değil psikolojik de bir durumdur. Eminim en sağlam içicilerin bile 2 birada sarhoş olmuşluğu vardır. Yeter ki sarhoş olunmak istensin… Gece ve alkolün büyülü birlikteliği ile özgürlük hissi bir araya geldiğinde, insan, kara toprağı bir yumrukta yere serebileceğini bile hisseder. Bu yüzden olsa gerek “hiiiieeeyyyttt” diye delikanlı naralarının en çok meyhanelerde duyulması ya da en utangaç insanların bile alkol ve gece çiftinin ortasında kalınca saçılıp dökülmesi.

Her aşırı beğeninin ardında bir bilinçaltı canavarcığının yattığını hissederim. O, tırtıkladığı tünellerde kıpırdadıkça, onun antitezine olan tutku da artar insanda ister istemez. O yüzden düşünmeden edemiyorum, 9-6 yollarında bir zincir olmasaydı boğazımızda, gece bunca değerli olur muydu diye…

By Gand

1 Mart 2009 Pazar

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER – 2: AŞK

Aşk soyunu sürdürme amacıyla yapılan tamamen kimyasal ve içgüdüsel bir seçimse eğer, aşkın insanı mutlu etmesi için yaşanması gereken, soyunu sürdürebilmek için lazım olan alış verişi ihtiyaç kadar sürdürmek, tamamlamak ve yola devam etmektir.

Sosyoloji, Ders 1: İnsan sosyal bir varlıktır.

Yani insan, kendi türünden diğerleri olmadan yaşamını sürdürebilecek denli güçlü değildir. Bu durumun doğadaki kökenlerini anlamaya giriştiğimizde: Vahşi doğa koşullarında bir bukalemun ortam rengine bürünerek çok iyi gizlenebilir, bir ceylan atik hareketlerle bir anda kilometrelerce hıza ulaşıp avcıdan kaçabilir; bir baykuş karanlıkta avını rahatlıkla seçebilir, bir kedigil keskin kulakları ile uzaklardaki taze etin ayak seslerini tanıyabilir. Oysa insan, fiziksel olarak bu üstünlüklerin hiçbirine sahip olmadığından, diğer canlılara kıyasla vahşi doğa ortamında en savunmasız olan hayvandır. Sahip olduğu tek kaydadeğer özelliği olan “evrimleşebilen beyin”, insana daha kendi tarihinin başlarında iken, diğer insanlar olmadan ayakta kalamayacağını öğretmiştir. Böylece insanın sosyalliği başlamış ve zaman içinde “doğada yalnız varolamayacağı” bilinçaltının en derinine işlemiştir.

Aşk, ilk dakikalarda insanın ayaklarını yerden kesecek (endorfin, serotonin, melatonin vb.) denli müthiş bir his (kimyasal tepkime) yaratırken, modern insanın narsist aklının devreye girmesiyle önce karmaşaya ardından da muhtemelen acıya dönüşecektir. Çünkü eğer bir ergen değilseniz, aşkın ne denli mantık dışı ve yalnızca bir gen seçme eylemi olduğunun bilinçli ya da bilinçsizce farkında olursunuz. Her şeye rağmen aşk, genetik kodlarımızdan atılamadığından varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Ancak ilkel zamanlardan farklı olarak bir de nüfus planlaması aşkın başına bela olduğundan, işlevini yerine getiremeyen bu kod insan bünyesini büsbütün zedelemektedir.

Modern insan için böylesine karmaşıklaşmış bu konuya bir de ilişkiler için toplumun belirlediği kurumlar eklemlenmekte, iş iyice içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Zaten dünyanın başındaki en büyük bela da doğanın yalınlığından kopup insanın karmaşıklığını “tek ve kaçınılmaz gerçek”miş gibi yaşamaya başlamamız değil midir. Düşünmeden edemiyorum, zeka doğada varlığımızı sürdürebilmenin tek aracı iken aynı zamanda idam sehpamız mı oldu…

Neyse ki her işi karıştırmaya bayılan insan, düşünmek konusunda bu kadar emektar değil de değerli şeylerin içini boşaltmak suretiyle kafasını rahatlatıyor. Yoksa dünya bir tımarhaneden farksız olurdu… Yoksa… Yoksa, zaten…

Freudyen Genetik Laboratuarı
Almanya, 1985

by Gand

24 Şubat 2009 Salı

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER - 1: GECE İNSANLARI
















Kimi insanlar vardır, sabah 7, en geç 8’de ayaktadırlar. Haftaiçi, haftasonu ya da tatil günü olması bu durumu değiştirmez. Kalkarlar, yüzlerini yıkayıp kahvaltılarını hazırlar, fırından sıcak ekmek bakkaldan gazetelerini aldıktan sonra sıcacık çayları eşliğinde kahvaltılarını yaparlar.

Gündüz insanları yaşadıkları kentin ve çevresinin her dakikasının keyfini çıkarma şansına sahiptirler. Sabah gidip boğazda kahvaltı etmek, müze gezmek, alış veriş yapmak, akşamüstü bir kafede oturmak, gece dışarı çıkmak vs. gece insanlarından, zamansal anlamda en temel farklılıkları gece herhangi bir eylemde bulunmayı aklı başında gerçekleştirmeleridir. Misal haftada ya da ayda 1 kez.

Gözlemlediğim kadarıyla genellikle daha dengeli, daha tutarlı olan gündüz insanları evi temizlemekten kitap okumaya, festival filmi izlemekten müzik dinlemeye kadar bir dolu eylemi yaşamlarına rahatlıkla sığdırıp belli bir program dahilinde yaşayabilirler.

Gündüz insanları hakkında tespitler epeyce genişletilebilecek olmakla birlikte, uzmanlık alanım olamayacağı için burada kesmek durumundayım.

Asıl konumuz gece insanlarına gelirsek, bunların binbir türü olduğunu kendi yaşamımdaki değişken “gece insanı dönemleri”nden ve etrafımdaki bir dolu gece insanından biliyorum. Bir çoğu öyle ya da böyle yazmayı sever. Düşünmek… daha doğrusu fazla düşünmek, en müzmin hastalıklarıdır. Müzik, resim, fotoğrafçılık, edebiyat, tarih, sinema, belgesel, şiir, iç dekorasyon vb. bir dolu hobileri olur ve genellikle geceleri hobilerine zaman ayırırlar.

Gündüz insanlarına göre daha değişken bir ruh hali hakimdir bu insanlara. İlişkilerinde zamansal sadakat pek de bunların harcı değildir. Zira kitap okuma arzusunun ne zaman nüksedeceği belli değildir: Her an arkadaşları ile oturdukları mekandan basıp gitme potansiyeline sahiptirler ve bu özgürlüğe de her zaman sahip olmak isterler. Tahmin edileceği üzere saatle ve planlı yaşamla pek ilişkileri yoktur. Saate bakışları daha çok “geceye ne kadar kaldı” ve “gecenin bitmesine ne kadar kaldı” eksenindedir.

Yalnızlık onlar için hem vazgeçilmez bir nefes alanı hem de acı verici bir gerçekliktir. Asla birilerinin onları anladığına inanamazlar; gece yaşamanın, kendinle bu kadar baş başa kalmanın yalnızlık hissini nasıl da pekiştirdiğini bilirler; ama aslında kendini arama, kendini keşfetme, kendine aşık olma, kendinden nefret etme süreçleri olmadan da edemezler. Yalnızlık ve anlaşılmakla olan ilişkileri, dalgalı ruh hallerinin bir sonucudur; yoksa kimsenin suçu değildir, bunu çok iyi bilirler. Yine de dönem dönem bunun bunalımını yaşamadan edemezler.

Neden gece? Neden kurt kuş ve komşular uyurken pıtı pıtı klavye, cırt cırt kara kalem, şıkırt şıkırt kitap sayfası sesi duymak bambaşkadır? Geceyi gündüzden ayıran ve onu böylesine değerli kılan nedir? Tyler Durden olmadan Anlatıcı kimliğini asla bulamayacak mıydı?

Ne zamanki gündelik sorumluluklar, stresler, kaygılardan sıyrılırsınız gece o zaman başlar. Gecenin bir mesaisi yoktur ya da güneş doğana kadardır ama bu süreçte her şey belirsizdir. “Gece kahvaltısı” ya da “kuşluk vakti yemeği” diye bir şey yoktur. Acıkırsanız yersiniz, hepsi bu. Gece, yaptığınız hemen hiçbir eylem yarım kalmaz: 8 saat içip zom olabilir, ince bir kitabı (Kırmızı Pazartesi gibi) bir oturuşta bitirebilir, 15 şiir yazıp beğenmeyip hepsini çöpe atabilir, kimsenin anlamayacağı ve hatta ertesi gün sizin bile şaşıracağınız besteler yapabilir, sevdiğiniz bir grubun tüm müzikal geçmişini hatmedebilir, arkadaşınızla bir konuyu suyunun suyunu çıkarana kadar konuşabilir, delirmeye yaklaşacak kadar çok düşünebilir, bir şarkıyı 100 kere dinleyebilir, peşpeşe 4 tane film izleyebilirsiniz.

Geceleri tv programlarının bir düzeni, kanalların bir kimliği yoktur. Rastgele tekrar programları da olabilir, TRT’nin bir zamanlar yaptığı gibi sanatsal ve az reyting alacak filmler de koyulabilir. Radyolarda otomatik djler çalar. Kolay kolay canlı yayın duyamazsınız. Kimi radyolar kısacık playlistler koyduğundan sabaha kadar aynı şarkı 10 kere dönebilir. Kimi kanallarda gece nöbetindekiler için istek anonsları duyarsınız ve bu gece çalışanaların ne gibi işler yapıyor olabileceklerini hayal edersiniz: Fabrika’da bekçi, hastanede nöbetçi hemşire, çöpçü, taksi şoförü…

“Komşular ya da evdeki diğer bireyler rahatsız olmasın” bilinçaltı kodundan mıdır bilinmez, evinizde gece vakti ayakta olan bir başka birey varsa, o bile yalnızlığınıza gündüz olacağından çok daha saygılıdır. Konuşulan konular çok daha derin, konuşmaya ayrılan zaman çok daha az, dolayısıyla sohbetler çok daha verimli ve en önemlisi içtendir. İnanıyorum ki, bir insanın kişiliğini en iyi gece anlayabilirsiniz. Tabi bir gündüz insanı değilse. Zira onlar genellikle uyuyakalırlar, bir şey anlamaya zamanınız olmaz.

Gece insanları uyumamak için kendilerine binlerce bahane bulabilirler. Gözleri şişip kapanmaya yaklaşmışken bile okuyabilir ya da gündüzki enerjilerine denk bir enerjiyle sohbet edebilirler. Tek handikapları algılarının yamulabilmesi ya da eksik algılayabilmeleridir. Bu durumu da onları kendisine getirecek ufak ya da kaydadeğer çapta bir eylem ile ortadan kaldırabilirsiniz (boş sokaklarda gece yürüyüşü gibi).

Gece insanları da sabah saatinde boğazda kahvaltı eder, güneşin doğuşunu izlemeye sahile iner, sabahın köründe uyanıp bir grupla dağa yürüyüşe gidebilirler. Ama emin olun sabah erken kalkmış olmaları, izleyen gece erken yatacakları anlamına gelmez. Önceki gecenin kaybını en hızlı şekilde kapatmak adına ertesi gün iş bile olsa en iyi ihtimalle geç yatarlar.
















Zamanımızı özgürce kontrol etme lüksüne sahip olabilseydik gece ve gündüz insanları arasındaki tek fark birlikte oldukları insanların biyolojik saatlerinin birbirine benzemesi olabilirdi diye tahmin ediyorum. Oysa gece insanlarının gözlerinde geceye ait bir iz mutlaka olur. Kiminde kırışıklık, kiminde göz damarlarının belirginleşmesi, kiminde gözkapaklarının yumukluğu… Yine de uykusuzluğa dayanıklı oldukları ve düzensiz ama yeterli uyku ile yaşamlarını rahatlıkla sürdürebildikleri, sorumluluklarını gündüz insanları kadar yerine getirebildikleri tecrübeyle sabittir.
by Gand