2010 Dünya Kupası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2010 Dünya Kupası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eylül 2010 Pazar

YATIRIM BANKACILIĞI.....O DAHA VEFALI (!)
















Andrew Barron, 2010 Dünya Kupası'nın tek amatör futbolcusuydu. Profesyonel ve yarı-profesyonel kontratlarla oynayan Yeni Zelanda'lı futbolcuların arasında, gündüzleri yatırım bankacılığı işinde çalışan, akşamları da ülkesinin Team Wellington takımında top koşturan bir oyuncuydu. 2010 Dünya Kupası'nda mağlubiyet yüzü görmeyen Yeni Zelanda'nın İtalya ile oynadığı maçta son 4 dakikada oyuna girdi. Böylece futbolun en büyük turnuvasında da boy göstermiş oldu. Afrika'ya gitti, kupada oynadı ve kredi vermeye, müşteri portföyü tutmaya geri döndü. 29 yaşındaki Barron, bu Dünya Kupası falan bana yeter ben müşterilerime dönüyorum arkadaş diyerek futbolu bıraktı. "Geçen yıl ve bu yıl futbol maçları için 10'ar hafta izin aldım, 1 milyar dolarlık portföy yönetiyorum, müşteriler bekler" diyerek (adamın dert ettiği şeye bak) Zambrotta'dan maç sonu aldığı formasıyla çekilmiş köşesine. Zamanında Hollandalı futbol yorumcusu-yazarı Hugo Borst "Dünya Kupası'nda oynamak için bir kolumu veririm" demişti...Herkesin hayata bakışı farklı oluyor...

30 Temmuz 2010 Cuma

GSCİMBOM.COM DÜNYA KUPASI FANZİNİ

























www.gscimbom.com Dünya Kupası için hoş bir fanzin hazırladı kupanın bitimini takiben. Bizimle de bir röportaj yapma inceliğini gösterdiler. Fanzine şuradan ulaşmak mümkün. Tebrik edip benzer işlerinin devamını dileyelim.

20 Temmuz 2010 Salı

TİKİ-TAKA FUTBOL - MADE IN ESPAÑA



















Sabirla kisa kisa paslasararak, saga-sola, 1 ileri-2 geri, öteye-beriye ve tekrar bastan, tekrar bastan ve tekrar bastan oyna, taaaa ki birileri tehlikeli bölgede rizikoya girmeye en nihayetinde cesaret edebilsin!

Futbol dünyasinda "Possession Football" (Topa hakim olma futbolu) diye geciyor. Tiki-Taka diyorlar Ispanyollar oynadiklari bu futbola. Top sürekli kisa paslarla hareket halinde, durmuyor. Riziko cok sevilmiyor, önemli olan topa hakim olmak (possession). Bu anlamda rakip sahanin en ucundan bile geri dönülüp, tekrar eski pas trafigine devam etmek, topu orada herhangi bir riziko sonucu kaybetmekten daha önemli. Top sizde ve bu sekilde savunma pozisyonu alma zorunlulugunu minimize ediyorsunuz. Mac icinde "atak oynama-defans yapma arasindaki mental degisimin sarsintilariyla ve sebebiyet verdigi konsantrasyon yorgunluguyla" ugrasmak zorunda kalmiyorsunuz. Rakip takim bosa kosmaktan yoruluyor, topsuz oynamak zorunda kaldigi icin sinirleniyor, sabirsizlasiyor. Ispanya'nin Almanya ve Hollanda maclari cok güncel örnekler. Miroslav Klose mactan sonra: "Bir önceki mactan degil, bu mac icinde kosmaktan yorulduk. Topu kazanip atak yapmak istedigimizde enerjimiz yoktu, topa bile isinamadik." diyordu. Istatistiklere bakinca Xavi gibi bazi Ispanyol oyuncular o macta en cok kosan futbolcular arasinda. Toplu oyunun icinde pozitif ruh haliyle kosmakla, topsuz oyunun icin pas manyagi olmak arasindaki ruh hali cok farkli tabii. Klose kisaca "Bizi pas manyagi yaptilar" demek istiyor.

Tiki-Taka, Ispanya futbolunun gecmisindeki ve güncelindeki Arjantinli futbolcu ve hocalarin etkilerini inkar etmeden, Johann Cruyff'un Barcelona'ya hoca olmasi ve La Masia'nin temellerini attiktan sonraki sürecte rafine edilip, genellikle ortasahada kisa boylu mükemmel top kontrolü olan oyuncularla sunuluyor ve Ispanya Futbolunun en uc damarlarina kadar isliyor.

Guardiola, Bakero, Messi, Xabi Alonso, Xavi, Iniesta, Fabregas.... (ki kendisinde Ingiltere liginde oynadigindan dolayi dikine oynama, kaleye daha cabuk gitme özelliginin de gelistigini belirtelim. Fabregas'in final macinda aldigi kisa süre icerisinde sürekli kaleye direk-kisa yoldan gitmeyi denemesi ve sürekli golü aramasi, bu anlamda en etkili Ispanyol oyuncu olmasina yetti. Bana göre macta fark yaratan adamdir ayni zamanda.)

Tiki-Taka'nin neyi iyi yapabildigini gördük/görüyoruz.

Tiki-Taka'nin yine gördügüm(n)üz dezavantajlarina degineyim:

Iceriye dalma konusunda kendisine cok güvenen, özel biri (Messi) olmadigi zaman az riziko esittir az gol pozisyonu oluyor. Tiki-Taka tek tarafli ve cok tekdüze oldugu icin, iki tarafli mac beklentisi icinde olanlar buhranlara girebiliyorlar. Topa bu denli hakim olma her ne kadar Ispanya kupayi almis olsa bile mac kazanma garantisini beraberinde getirmiyor. Macin kirilma anlarinda sansli olmak gerekiyor. Ispanya-Isvicre ve Ispanya-Hollanda maclari arasindaki tek fark Robben'in karsi karsiya kalip golü yapamamasiyla, Isvicreli Gelson Fernandes'in sansinin da yaver gitmesiyle golü yapmasi. Birinde skorun Ispanya'nin aleyhinde ve digeri lehinde olmasi haricinde aynisinin tipkisi iki mac izledik. Takim olarak kale önünde o kadar etkisiz kaldi ki Ispanya maclari lehine dönüstürdükten sonra bile isi bitirecek son vurusu bir türlü gerceklestiremediler. Kale önüne gelmek ezberin bozulmasi gibi bir etki yaratti genelde Ispanyol futbolcularda.

Bu sebeplerden dolayi Ispanya'nin Tiki-Taka'sini/possession futbolunu cok begenenlerinden yaninda bu futboldan sıkılanlarin sayisi da hic az degil.

Ispanya'nin oynadigi neden Total Futbol degil?
Cünkü Total futbol artik oynanmiyor. Cünkü futbol romantikleri her güzel-her pas oyununu buna ilintilerken, 70'lerin Ajax'i ve Hollanda Milli Takimi'ndan sonra Total Futbol'un ütopya'ya dönüstügünü ve modern futbol gerceklerini göremiyorlar. Total'in kelime anlami olarak futbolla ilintilenmesi zaten "topyekün/total atak ve topyekün/total defans yapmadan, kenar adamlarinin sürekli aktif alan genisletmelerin"den gelir. Ve her güzel futbol "Total Futbol"la sınırlı degildir.

Total futbol sadece paslasma üzerine degil, bos alan yaratma, atak yapma, risk alma, hizli tempoyla pozisyon degistirme, pozisyon kaydirmalar üzerine gelistirilmis futbol mantalitesidir. Formasyon degil, mentalitedir Total Futbol. Bütün futbolcularin bir sonraki aksiyonda pozisyon alabilmeleri ve bu sekilde gol sansi yaratabilmeleri icin, diger takim arkadaslarinin hareketlerini ve toplu ve topsuz niyetlerini bilebilme/tahmin edebilme üzerine kurulmus bir futbol mantalitesi. Kendi icinde barindirdigi o mantaliteye ait riskler bir yana...

Rakip futbolcular bikincaya kadar pas yapma, topa sürekli hakim olma, gol atma isini şansa ve Villa'ya, gol yememe isini de yine şansa ve Casillas'a birakma mentalitesi degil Total Futbol.

Bu sadece Tiki-Taka...

by meinkissen

19 Temmuz 2010 Pazartesi

ORANGE KILLER



Döndüm döndüm. Detaylar gelecek zaten de, öncesinde blogu boyayan oranj renk için, plaza de espana'da görüp hoşumuza giden bir "orange killer" gelsin.

LA MASIA DE TOEKOMST'U ALTETTİ















15 Temmuz 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. Final sonrası yazımızda söz verdiğimiz La Masia-De Toekomst karşılaştırma yazısını yerine getirelim.

----------------------

Geçtiğimiz Pazar günkü İspanya-Hollanda finalinde Barcelona’nın altyapı okulu La Masia’dan çıkmış 7 oyuncu yer aldı. Bunlardan 6’sı halen Barcelona’da oynayan Pique, Puyol, Busquets, Xavi, Iniesta ve Pedro iken sonuncusu oyuna sonradan giren Arsenalli Fabregas’tı. Rakipte ise Ajax altyapı okulu De Toekomst (Gelecek anlamına geliyor), sahada 6 oyuncu ile temsil ediliyordu. Halen Ajax’ta oynayan Stekelenburg ve Van der Wiel ile yurt dışına transfer olmuş Sneijder, Van der Vaart, Heitinga ve De Jong. İşin ilginç yanı, bu okulların ikincisinden çıkmış olan Johan Cruijff’un, ilkini bugünlere getiren önemli adamlardan birisi olması. 1988 yılında Cruijff, Katalan kulübünün başındayken şu anda teknik direktör olan Guardiola ile yardımcıları Aureli Altimira ve "Tito" Vilanova bu altyapı okulunun öğrencileriydiler. Peki bundan 15 yıl önce zirvede olan Ajax’ın ve Hollanda’nın lokomotifi altyapı, nasıl Barcelona altyapısının gerisinde kaldı ya da La Masia nasıl bu derece cevherler çıkardı? Finalin şifresini biraz da buradan çözebiliriz.

Önce Ajax tarafına gidelim. Ajax altyapısından çıkan isimlerin son yıllardaki kaderi 2 önemli etkenle belirlendi. Futbol ekonomisi denen kavramın hayatımıza girmesi, liglerin arasındaki uçurumu artırdı. 1995’te Ajax’ın Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmasından beri, 5 büyük ligin dışından çıkan tek şampiyon 2004’te kupayı kaldıran Mourinho’nun Porto'su. Hatta bu dönemde kupa 4 ülke arasında paylaşıldı. Artık Kızılyıldız, Steaua Bükreş, Feyenoord gibi takımların şampiyonluklarını görmek oldukça zor. Futbolun başarı merkezinin bu liglere kayması, diğer liglerin çekiciliğini kaybetmesine ve yıldız daylarının çok genç yaşlarda bu ülkelere transfer olmasına sebep oldu. Örneğin 1995 şampiyonu Ajax’ın kadrosunda yer alan ve altyapı okulundan gelmiş oyuncuların yaş ortalaması 21’di ve bunların 4’ü 25 yaş üstündeydi. Bugün ise artık Holandalı genç yetenekler yurt dışına çok erken yaşta transfer oluyorlar. Pazar günü sahada olan Heitinga, De Jong, Van der Vaart, Sneijder 25 yaşından önce ülke dışına çıkmışlardı. Bu, başka kulüp kaynaklı Robben, Van Persie, Elia gibi isimler için de geçerliydi. Bu oyuncular milli takıma da model olacak bir yapıyı kendi aralarına oluşturmaktan ziyade dünyaya dağıldılar.
















Öte yandan La Masia’dan çıkmış Barcelona yıldızları halen aynı kulüpte forma giymeye devam ediyorlar. Böylece ülke içinde kulüpleri ile elde ettikleri başarıların sonucu olarak, sadece formalarını değiştirip aynı şekilde oynamaya devam ediyorlar. Xavi-Iniesta ve Pique-Puyol ikilileri Barcelona’nın milli takım versiyonundan başka bir şey değiller. İspanya Ligi’nin kalitesi ve başarı grafiği de onları kariyerleri boyunca kulüpte tutmaları anlamına geliyor. Böylece Aragones ve Del Bosque gibi hocaların işi, bu oyunculara eklenecek, Barcelonalı olmayan oyuncuları doğru ve en etkin şekilde yerleştirmekten ibaret olabiliyor bazen. Aynen 2000 Galatasaray’ının iskeletini sırasıyla kullanan Mustafa Denizli ve Şenol Güneş gibi.

La Masia’nın kendi içindeki yapısından da biraz bahsetmek gerek. Gençlerin Nou Camp atmosferini daha o yaştan hissetmesi için yatakhanelerin bu devasa stadyumun içinde olduğu bir tesis. Cruijff’un Ajax’taki genç oyuncu üretimini Barcelona’ya taşımak için 1990’da canlandırdığı akademinin sorumlularından Albert Capellas’a göre, La Masia futbolcuları, çocuklarını yetiştiren Katolik annelerin tekniğiyle hayata kazandırıyor. Onları yemeklerini saatinde yemeye, derslerini çalışmaya ve büyüklerine saygılı olmaya teşvik ederek. Hatta Capellas’a göre bu öyle bir karakter ki, bir futbolcu akademiden ayrılırsa, bir başkası ondan daha iyi olması sebebiyle suçluluk bile duyabiliyor. Buradan çıkan gençler, hiçbir zaman bağlantıyı koparmıyorlar. Bunun son örneği Guardiola. Daha genç yaşta oturduğu masalardan hiçbir zaman kopmamış teknik adam hala altyapı koçlarıyla sıkı bir ilişki içerisinde. Futbolcular da aynı çemberin içinde. Altyapıdan A takıma yeni kazandırılan bir genç, daha önce bu yoldan geçmiş ustalarını izleyerek kendisini geliştiriyor. Puyol, Iniesta, Xavi gibi. Bu yolla Barcelona Real Madrid’den hep farklı bir takım oldu. Bugün takımın % 60’ı buradan çıkmış oyunculardan oluşuyor. Bu sayı Madrid ekibinde oldukça az. De Toekomst’un üretimi Cruijff, bu yapıyı yaratırken, antrenmanlarda üçgen kurarak paslaşmayı bilen oyuncuları değerlendirirmiş. Barcelona’nın ve İspanya’nın o rakibi yıldıran pas trafiğinin kaynağı belki böyle çok daha iyi anlaşılabilir.

Yazının sonunda bu yapının çıkardığı iki “kullanıcı dostu makine” Xavi ve Iniesta’dan da bahsedelim. Meslekleri futbolcu her ikisinin de. Para kazanmak için bir iş yapıyorlar. Bankacı, şöför, devlet memuru gibi. Elbette hem anlık, hem de genel olarak sinirlendikleri, sabırlarının taştığı anlar oluyordur. Ama biz göremiyoruz bunları. Bunu bu kadar göz önünde olarak ve başarı kazanarak yapan tek örnekler belki de. Mental ve fizik açıdan hep alarmdalar, hep dikkatliler, pes etmiyorlar, hep çıkar yol arıyorlar, denemekten bıkmıyorlar sonuç alana dek. Hiçbir şey onları isyan ettirmiyor, mesela Arjen Robben'in yüzündeki "ben artık bittim" ifadesi görülmüyor yüzlerinde. Yedikleri tekmeler sonrası hakemin başına üşüşmüyorlar, bazen aşırı görülebilecek kadar ciddiler, oyundan kopmuyorlar, mücadele ediyorlar, tuttuğunu koparmak için yapışıyorlar işlerine ve bütün bunların yanında yetenekliler, soğukkanlılar. Xavi’nin 544’ü isabetli 649 pasla, katettiği maç başına 11,46 kilometreyle, Iniesta’nın maruz kaldığı 26 faulle bu kategorilerin lideri olmalarının kaynağı Nou Camp yakınındaki o taşlık yapıda.

15 Temmuz 2010 Perşembe

DUYGULARINI BELLİ ETMEYEN BİR LİDER

















2 yıl önce Marco Van Basten'in yerine getirildiğinde ben de dahil bir çoğumuzun kafasında bir soru işareti vardı. Kariyerinin son başarısını 2002 yılında Feyenoord'un başında iken, kendi evinde oynadığı finalde Dortmund'u 3-2 mağlup ederek kazanan Bert van Marwijk'ın ulaştığı yer bu yüzden önemli. Onu bu göreve getiren 1999'da Fortuna Sittard'ı Hollanda Kupası finaline çıkartmasıydı ki bu, kulübün son 26 yıl içinde elde ettiği tek kayda değer başarı. 2004-05 sezonunda Borussia Dortmund'un başına geçtiğinde kulübün asıl çözmesi gereken sorunlar sahada değil kasadaydı ve nerede ise iflasını açıklayacak duruma gelmişti. Futbolcuların ücret indirimine gittiği bu dönemde 2,5 sezon takımın başında kaldı Hollandalı. Sırasıyla kazanılan üstüste 2 yedincilik derecesini 2006-07 sezonundaki istikrarsızlık takip edince 2 taraf önce birlikteliklerini sezon içerisinde bitireceklerini açıkladı, ardından da yollar o tarih gelmeden erkenden ayrıldı. Birkaç ay sonra Van Marwijk bir çok eski tüfek ile birlikte Feyenoord'un başındaydı yine. Ancak 2002 ruhu canlandırılamadı, çünkü takımda net bir çok yaşlı-çok genç uçurumunun getirdiği bir yapı vardı daha önemlisi, Feyenoord'da 2002 yılından beri değişen tek şey, Tomasson, Makaay, Mols gibi oyuncuların yaşları idi. Sezon sonunda kazanılan Hollanda Kupası'ndan sonra Hollanda milli takımının yolunu tuttu.

Bugün Hollanda milli takım tarihinin rakamlar açısından en başarılı teknik adamı. Görevdeki 27 maçında sadece 2 kez mağlup oldu. Sonuncusu geçtiğimiz pazar olmak üzere. 1974 ve 1978 finallerini oynatan Rinus Michels ve Ernst Happel bugün Hollanda'da bir futbol dehası olarak biliniyorlar. Rinus'un ehası sınırları da aşmış durumda. Ülkeye üçüncü finalini oynatan Van Marwijk ise hala, belki de hakettiği övgüyü almış değil. Turnuva devamederken "artık Total Futbol geride kaldı ben maç kazanmak istiyorum" diyerek pragmatist yapısını ortaya koyan hoca bu sisteme bağlı kalmadan da finale kalınabileceğini gösterdi. Bu hedefe nasıl ulaştığına biraz daha yakından bakalım.

1-Dış dünyadan gelen seslere kulaklarını kapat

Van Marwijk göreve geldiğinden beri Hollanda spor yazarları, eski futbolcu ve teknik adamlarından gelen tavsiye bombardımanına tabi tutuldu. Hollanda nasıl şampiyon olabilir şeklinde kitaplardan tutun, kendisini her akşam program gereği sembolik bir şekilde Cep telefonundan arayarak yapması gerekenleri anlatan Anderlecht efsanelerinden eski futbolcu Jan Mulder'e kadar (tabii ki telefon Van Marwijk'ın değil bir başkasınındı). Yol finale kadar gidince bu fikirlerin sayısı daha da arttı. Kimisi Elia veya Van der Vaart'ın daha fazla süre almasından, kimisi Sneijder'ın hücuma daha yakın oynaması gerektiğinden bahsediyordu. Ancak o her zaman kendi inandığı şeylere bağlı kaldı ve basın veya kamuoyu istediği için bir şeyleri değiştirmedi. Ülkenin en nüfuzlu adamı Johan Cruijff'tan da eleştiri almayı göze alarak. Van Marwijk bu konuda "bu işte başarılı olmak istiyorsanız, sonuçlarından korkmadan kendi doğrularınıza bağlı kalmalısınız" diyor.

2-Yılanın başını küçükken ez

Dünyanın sosyal hayatları en fazla göz önünde bulunan adamlarının oluşturduğu bir takımın başındaydı Van Marwijk. Bir oyuncu ülkenin "halktan tescilli" en seksi kadını ile beraber, bir diğeri kendisinden yaşlı, kanserden yeni kurtulmuş bir başka TV yıldızı ile. Birisinin geçmişinde tecavüz yargılaması, diğerinde trafik cezaları mevcut. Bir diğerinin hakemlerle geçmişi felaket, gençler ise Twitter'ın sillesini yaşamış isimler, Van der Wiel, Babel gibi...Tek bir kıvılcım olay çıkarabilirdi. Van Marwijk olaylara hep zamanında müdahale etti. Elia'nın takım kammpında Faslılarla ilgili Twitter'da yapılan bir şakaya tepki göstermesi üzerine turnuva başlamadan, bitene kdek Twitter hesaplarını anında yasakladı. Van Persie'nin, Slovakya maçında oyundan çıkarken söylediği iddia edilen "Sneijder'ı çıkarman lazımdı" lafının üzerine,hemen o akşam planda olmayan bir yemek düzenledi. Futbolcuların arasında ne tartışma olursa olsun görevlerine sadık kalmaları gerektiğine inandı. Bununla ilgili hep 2008 Beijing Olimpiyatları'nda, aslında birbirlerini pek sevmemelerine rağmen çiftler kano yarışında altın madalya kazanan Marit van Eupen ve Kirsten van de Kolk'u örnek verdi futbolcularına.

3-Oyuncularına güven ve serbesti alanı ver

Wesley Sneijder "Van Marwijk hocanız ise hata yapma serbestini olduğunu bilirsiniz, Brezilya maçının devre arasında tanıdığım her teknik adam oyuncu değiştirirdi" diyor. Brezilya maçının devre arasında yaptığı konuşma Alman turnuva yorumcusu Günter Netzer'den övgü aldı sadece ama futbolcuların maç sonrası söyledikleri onun, 1-0'lık yenilgi ve kötü performansı eleştirmek yerine aksine olumlu yönde motive ettiğini ortaya çıkardı. Hiçbir oyuncu değişikliği gelmedi o devreden sonra. Hollanda aynı kadroyla sahaya çıktı, oyuncuların aldığı bu güven duygusu maçı döndürdü. Herkes maçtan sonra Hollanda'nın üstün olan tek yanının bir takım gibi hareket etmesi olduğunu vurguluyordu ve bu boşuna değildi.

4-Turnuva sırasında şalteri kapat

Pazartesi günkü yazımızda belirttiğimiz gibi bunu saha içinde yapan Xavi ve Iniesta'nın saha kenarındaki versiyonu idi Van Marwijk. Takımın 32 yıl sonra finale çıktığı Uruguay maçının final düdüğünden sonra bile tepkisi çok aşırı değildi. Saha kenarında hep temkinli, kontrollü ve ağırbaşlıydı. Attığı golden sonra futbolcusuyla üstüste olan Maradona çeyrek finalde evine dönerken, Batı Avrupa insanının tepkisiz soğukluğu onu finale çıkardı. Ülkeyi sallayan bu 5 hafta boyunca belki de en sakin kalan adam oydu. Adımlarını hep düşünerek attı, yanlış olanları da vardı elbet (bana göre finalin uzatmasında Robben'ın yerine De Jong'u kenara almaıs örneğin), ama hep dikkatli ve ani patlamalardan uzaktı. Hep belli bir istikrarı korudu. Bu tür adamlara büyük hayranlık duyulmaz genelde veya idol olarak kabul edilmezler. İdoller genelde absürdlükleri sapmaları olan oyunculardır. Ama biz başarıya giden yolda, konsantrasyon, istikrar, dikkat ve devamlılığı ön plana almış bu adama övgülerimizi gönderiyoruz.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

EA SPORTS PRESENTS

13 Temmuz 2010 Salı

HOLLANDA EVE DÖNDÜ-3






HOLLANDA EVE DÖNDÜ-2










HOLLANDA EVE DÖNDÜ





























Şu anda milli takım bir botla Museumplein'e doğru ilerliyor. Daha denizde kutlamalar ve sevgi gösterileri başladı. Museumplein'de yine onbinler beklemede. Hollanda finali, şampiyonluk gibi kutluyor bir nevi.





ISSIZ ADAM!!!

KUPANIN SÜRPRİZ ÇIKIŞ YAPAN 11'İ
















Kupa sonrası altın 11'ler, gümüş 11'ler ve hatta bronz 11'ler açıklanacaktır yüksek ihtimalle. Altın toplar, altın eldivenler gol kraları zaten belli. Aşağıda turnuvanın sürpriz çıkışları var. Yani Maicon, Xavi, Ramos, Forlan kadrosu değil bu. Ancak öncelikle belirteyim, 1990 Dünya Kupası'nda rakip ağlara 5 gol bırakan Tomas Skuhravy, Sparta Prag kadrosundaki oyunculardan biriydi ve çok fazla kişinin tanıdığı bir isim değildi. Turnuva sonrası Genoa'ya transfer oldu. Ancak bugün, örneğin Sparta Prag kadrosundaki Zelenka'yı daha yurt dışında transfer olmadan önce tanıyoruz. Uzak doğusundan, Güney Amerika'nın genç yeteneklerine kadar birçok isim hakkında teknolojinin gelişmesi ile bilgilerimiz ve hatta hayranlığımız var. O kupanın en büyük sürprizlerinden Salvatore Schillaci, Juventus formasını giyen bir adamdı ama ilk maçta oyuna sonradan girip golünü çakana kadar kaç kişi tanıyordu kendisini acaba? Dolayısıyla aşağıdaki isimlere tanınmışlık açısından değil, bu kupada beklenenin üstüne çıkan performansları ile bakmak lazım. Madem finalin taktiği 4-2-3-1 idi, biz de o taktikten gidelim.

1-Maarten Stekelenburg (G): Hollanda'nın beni hafiften şaşırtan defans performansının en önemli adamlarından. Kaleyi devraldığınız adam Van der Sar gibi bir isim olunca tabii ki büyük bir yükün altına giriyorsunuz. Grup maçlarında, Hollanda'nın rahat oynadığı dakikaları saymazsak, kalan maçların tümünde önlediği en az 1-2 gol var. En önemlisi, yarı finalde durdurulamayan adam Forlan'ın Jabulani etkisiyle ivme kazanan topu dışında hata olarak nitelendirilecek bir pozisyonu da yok. Altın Eldiven Casillas'a gidebilir ama benim için bu turnuvanın kaleci performansı, Hollanda Ligi'nden çıkan ve turnuvada kendini aşmış Stekelenburg'undur.

2-Cha Du Ri (RB): Aslında bu mevkide Maicon, Van der Wiel'i veya Ramos'u sayacaklar olacaktır ama dedik ya sürpriz çıkış 11'i bu. Güney Kore'nin Fatih Akyel'i Ri'yi seçtim ben. Daha ilk Yunanistan maçında deli çıkışları olan, topu kontrol edişi, sürüşü, pasları her yanıyla dağınınıklıkla beraber ısıran bir atakçı bek olduğunu kanıtlamıştı Freiburg'lu oyuncu. Kupa performansı sadece 3 maçla sınırlı kalmasına rağmen 29 yaşında transfer yaptı ve Celtic'e transfer oldu.

3-Arne Friedrich (CB): Küme düşmüş, hatta başkentin utancı olmuş bir takımda sezonu geçirdikten sonra, turnuvanın şampiyon adaylarından birisinin defansının göbeğine oturuyorsunuz ve müthiş bir performans gösteriyorsunuz. Friedrich Almanya'nın 3.lük koltuğuna çıkmasında Önündeki Schweinsteiger ve Khedira ikilisi kadar söz sahibi olmalı bana göre. Partneri Mertesacker'den daha iyi bir performans bekleniyordu ama Friedrich onu da geride bıraktı. Bu performansı olsa da olmasa da transfer yapacaktı. McClaren'ın takımı Wolfsburg onu kaptı.

4-Diego Lugano (CB): Büyük ihtimalle Puyol ve Pique'den birisi yer alıyordur kupanın karmasında bu mevkide ama Puyol final maçında adalesi sorunlu Robben'dan yediği o depardan sonra biraz gözümden düştü. Zaten o depar olmasa da Uruguay'ın ilerideki üçlüsünün arkadaki sübabı bu bebek yüzlü adamı kadroya alacaktım. 3-2'lik Hollanda maçında Robben'ın vurduğu kafa sırasında sahada olsaydı o kafayı vurdurur muydu düşünmek lazım. Sözleşmesinde "3,5 milyon euroya serbest kalır" şeklinde bir ifade olduğu söyleniyor. Ezeli rakipten en sevdiğim oyuncudur, Florya'ya gelse ufak çaplı bir bayram havasına kapılmam değil.

5-Fabio Coentrão (LB): Burada da ya Meksikalı Salcido ya o olacaktı. Ama Coentrão'nun kariyerinin son birkaç yılı zaten sürprizlerle dolu. 2009'un ilk aylarında Rio Ave'de kiralık olan, ondan önce de İspanya Segunda'da top koşturan bir adamdı. Ne olduysa geçtiğimiz sezon oldu. Portekiz'de duble yapan Benfica'da 43 maç oynadı ve sezonun "En İyi Çıkış Yapan Futbolcusu" ödülünü aldı. Anında Portekiz milli takımının sol bekine oturdu ve oldukça iyi maçlar çıkardı. Sergio Ramos'un en çok zorlandığı adamlardan birisi oldu turnuvada. Manchester City, Real Madrid, Bayern Munich ve Chelsea peşinde, Benfica 30 milyon euroluk bonservisi çekti.

6-Cristian Riveros (DMC): Yine turnuva sonrası transfer yapanlardan. Sunderland onu kadrosuna kattı. Kendislerinden çok şey beklenen Paraguay forvet hattı turnuva boyunca çok büyük işler yapamazken arkalarını toplayan birkaç adamdan birisiydi. Bu eyleme Slovakya maçında attığı gol de dahil. Paraguay'ın rakibi boğan, sıkan, adeta isyan ettiren sıkıcılıkla bezeli muhafazakar futbolunun en önemli yapıtaşlarından birisiydi. Premier Lig'de tutunma konusunda sorun yaşayacağını sanmıyorum.

















7-Michael Bradley (DMC): Heerenveen onu 19 yaşında transfer ettiğinden beri takip ediyorum. Aynen Slovakya'daki baba oğul Weiss ilişkisi gibi, hocasının yüzünü kara çıkartmayan oyunculardan. Turnuvanın en iyi geri dönüşlerinden birisi olan ABD-Slovenya maçında geri dönüşü ilan eden ve skoru 2-2'ye getiren gol ona ait. Ömer Üründül ile İngiltere-ABD maçında kendisi için "Bradley eski Bradley değil" gibi komik bir yorum yaptı. Monchengladbach'ın kaç maçını izlediyse artık bu sezon. Lafının dayanağı geçen seneki Konfederasyon Kupası elbette. Yani 1 yıllık bir ara var. E insaf....

8-Thomas Müller (AMR): Tamam bu adam Gol Kralı oldu ve Altın Karma'da da yer alacaktır ama itiraf edelim, kim böyle bir performans bekliyordu ki? Bu bloga gelen bazı yorumlar da dahil, Müller için "futbolcu değil?" ve "balta" gibi yakıştırmaların yaptığı bir adamdı Müller. 5 gol 3 asist. Almanya'nın attığı 16 golün yarısına doğrudan katkısı var. Üstelik bütün bunları 6 maç ve 453 dakikada yaptı. Henüz 20 yaşında. 2010'un en büyük buluşlarından birisi. Bırakın iyi futbolcu olmayı, onu futbolcu sınıfına bile koymayan Maradona'ya verdiği dersi gördük. O golün ardından Türk basını olsa "Şimdi Tanıdın Mı Maradona?" diye başlık atardı eminim.

9-Kevin-Prince Boateng (AMC): Bafana Bafana'yı Bagana Bagana'ya çeviren adamların Gyan'la beraber en önemlisi bana göre. Aynen Friedrich gibi sezonu küme düşmeyle beraber sefil olmuş bir kulüpte bitirip geldikten sonra takımı Afrika'nın gururu yapmak kolay iş değil. 2. turdaki ABD maçında, rakibin ipi çeken gollerden ilkini kaydeden adamdı. Michael Ballack'ı sakatlaması Almanların zararına mı oldu yararına mı o tartışıldı turnuva devam ederken. Bu mevkide Mesut'a da yer verilebilirdi belki ama ben Mesut'un Sırbistan maçı, yarı final ve 3. lük maçındaki performanslarını bir hayli kötü buldum. Boateng, performansını istikrara çevirebilen bir isim olduğundan onu seçtim.

10-Keisuke Honda (AML):Üzerine en çok tartışmanın yapılacağı mevki tabii ki. Zira çıkış yapan oyuncu listesi dahi kabarık. Turnuvada aslında forvet bölgesinde oynadı Honda ama asıl mevkisi forvetin arkası olduğundan oraya ve sola kaydırdım. Grup maçlarında Danimarka'ya attığı golün tek kelime ile tarifi "olağanüstü" olur. Japonya onun sayesinde 4-1-4-1 oynayabiliyordu zira o piramidin ucundaki "1" Keisuke Honda gibi yetenekli bir adamdı. CSKA Moskova, bonservisi için VVV Venlo'ya 10 milyon ödediğinden pişman değildir artık. Zira Real Madrid dedikoduları ortada dolaşıyor. Mourinho'nun yeni Sneijder'ı olabilir mi?

11-Robert Vittek (S): Tüm Türkiye Holosko ve Stoch için Slovakya'yı izliyordu. İkisi de doğru dürüst oynama şansı bulamadılar. Stoch, son 2 maçta ilk onbirde sahaya çıkabildi, Holosko ise yedek kulübesinin tozunu aldı. Ankaragücü'nün, sezon içinde"bu Vittek topçu değil?" şekline yorumlarına maruz kalan Vittek'i ise 4 gol gönderdi rakip kalelere. İtalya'nın biletini kesti. Slovakya'nın ülke tarihindeki ilk Dünya Kupası golünü rakip ağlara gönderdi. Üstelik bunu elemelerde tek bir gol dahi atamamış bir adam olarak yaptı. Ankaragücü turnuva devam ederken onun bonservisini alarak büyük bir iş yaptı. Bu sezon uluslararası vitrine çıkamayacak olması tek dezavantajı.

















Teknik direktör: Milovan Rajevac: Aslında benim için Bert van Marwijk'ın yaptığı da büyük bir teknik direktörlük patlamasıdır ama Rajovac'ın yaptığı bambaşka bir iş. Bu maddeye Oscar Tabarez'i almama sebebim Tabarez'in kariyerinde Libertadores şampiyonluğu gibi başarıların zaten varolması. Uruguay ve Gana'nın çeyrek finalde karşılaşmaları büyük şanssızlık ki o maç tamamen şanssız bir eşleşmeydi. Sırp teknik adam Rajevac turnuvaya, ülkesini mağlup ederek başladı. Kariyerindeki en üst düzey iş, Kızılyıldız'ı stepne hoca olarak çalıştırmak olan ve ilginç şekilde kariyerinde forma giydiği takımların 4'ünü aynı zamanda çalıştıran ama Sırbistan Ligi ve Al-Sadd'dan başka CV'sinde bir şey bulunmayan teknik adam, Afrikalı hocaların kellelerinin alındığı kupada ayakta kalan isim oldu. Kariyerinin en iyi işi.

ÇİFT PASAPORTUN DÜNYA KUPASI















8 Temmuz 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır
.

-------------------------

1990 yılında (Federal) Almanya’nın Dünya Kupası şampiyonu olduğu kadroda ülke dışında doğmuş ve farklı kökenli tek bir oyuncu dahi bulunmuyordu. 1996’da Avrupa Şampiyonu olduklarında ise Mehmet Scholl ve Fredi Bobic, Türk ve Sloven köklerini temsil ediyorlardı. 2002 Dünya Kupası finalini oynadıklarında da sayı değişmemişti. Klose ve Asamoah. Euro 2008’de ise bu sayı 7’ye yükseldi. Bugün 2010 Dünya Kupası yarı finaline yükselmiş Almanya’nın kadrosunda farklı kökenlere sahip 11 oyuncu bulunuyor. Futbol dünyasının süper güçlerinden olan Almanya’nın, kadro yapısındaki bu köklü değişikliğe rağmen futbol seviyesini hep belli bir seviyede tutması ve Avrupa futbolunun İspanya ile birlikte en başarılı formüllerinden birisine imza atmasının ardında da bu çokuluslu kadro yapısının önemi var.

Derine inmeden önce bu 11 oyuncuyu sayalım. Serdar Taşçı ve Mesut Özil Türkiye, Miroslav Klose, Lukas Podolski ve Piotr Trochowski Polonya, Marko Marin Sırbistan-Bosna, Mario Gomez İspanya, Dennis Aogo Nijerya, Jerome Boateng Gana, Sami Khedira Tunus ve Cacau Brezilya kökenli. Ancak bu oyuncuların ortak bir özelliği var ki zaten konuyu da oradan bağlayacağız. Tümü futbol kariyerlerine Almanya’da başladılar ve Almanya’da yetiştiler. Almanlar 2006 Dünya Kupası’nın ülkeye her anlamda getirdiği avantajları sadece stadyum modernizasyonu ve kulüp gelirlerinin artışında göstermediler. Özellikle 1998 Dünya Kupası’nda Hırvatistan’a erken elenmelerinin ardından dinamik bir yapı oluşturmak gerektiğinin bilincindeydiler. Alman Futbol Federasyonu, ülkede farklı kökenlerden gelmiş yetenekleri her yıl, daha küçük yaşlarda iken izlemeye alıyor. Kulüplerin hemen hemen hepsi, 500 civarı futbolcu adayının katıldığı yetenek haftasonları düzenliyor ve federasyon yetkilileri bu organizasyonlarında bizzat bulunuyorlar. Ardından seçilen gençler daha 10’lu yaşların başında iken mercek altına alınıyor ve gelecekleri ile ilgili bir projeksiyon çıkartılıyor. Üstelik bu sadece oyuncuyu değil, göçmen ailelerinin sosyal hayatı da göz önüne alınarak yapılıyor. Örneğin, Alman Futbol Federasyonu Genel Sekreteri Wolfgang Niersbach, Mesut’la ilgili geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, “Mesut Özil’in ailesi 3 kuşaktır Ruhr bölgesindeki Gelsenkirchen’de yaşıyor. Burada yaşayan Türk oyuncuların birçoğunun babalarının ülkesine bağlılık hissettiğini biliyoruz. Dolayısıyla Mesut’un milli takım seçme zamanı geldiğinde, ona en ufak bir baskı bile uygulamadık. Federasyon, sporla siyasetin birleştiği bu nazik noktada yıllardır, oyuncuların çocuk yaşlarından başlayarak çok titiz bir çalışma yürütüyor ve önemli çabalarda bulunuyor. Genç oyuncular da bu çabayı ödüllendiriyorlar. Mesut, Khedira Boateng ve diğerleri gibi” şeklinde, Almanların yaptığı titiz çalışmayı gözler önüne serdi. Üstelik, bu, Japonların Brezilyalılarla bizimse Marco Aurelio ile yaptığımız çarpık devşirme metotlarından daha savunulabilir ve işletilebilir bir sistem. Zira tamamen başka bir kültürden çıkmış bir futbolcuyu, 25 yaşından sonra alıp eline ikinci pasaportu tutuşturmuyorsunuz, onu küçüklüğünden itibaren kendi ülkenizin bir parçası yapıyorsunuz. Doğduğu anne ve babadan gelen genetik özelliklerinin yanına Alman futbol yapısının doğrularını ekleyerek. Örneğin Mesut özelinde doğuştan getirdiği teknik özelliklerinin yanına, disiplin, yaratıcılık ve kişiselden çok takımın başarısını gözetme gibi özellikleri ekleyerek.

Bunun tabii pratikte de olumlu sonuçları var. 1998 yılında Almanların yaşadığı, tekdüzelik ve yaşlılıktan kaynaklanan problemleri İngilizler, İtalyanlar, Yunanistan ve Fransızlar fazlasıyla yaşadılar bu kupada. Onlar sorunlarla boğuşurken kendini değiştirebilmiş Almanlar turnuvanın en parlak performanslarından birine imza attılar. Bu takımların tümü değişen şartlara ayak uyduramadıkları ve futbolu bırakmış veya yaşlanmış oyuncularının yerine yenilerini koyamadıkları için performansını artıramayan takımlar oldular. Oysa ki Almanlar, çokkültürlü takımlarını o kadar iyi organize ettiler ki, takım kaptanı ve ülkenin en çok güvendiği isim Ballack’ın sakatlığı onları etkilemeyi bırakın bir bakıma olumlu sonuçlar doğurdu. İngilizler bugün, “neden biz de bu tür bir yol izlemiyoruz?” diye kendilerine soruyorlar. Bütün bunların yanına Bundesliga’nın her geçen gün artan kalitesini ve İngiltere Ligi’nden çok daha fazla yerli oyunculara verilen önemi de eklemek lazım. İngilizler özellikle kaleci pozisyonunda bunun zararını fazlasıyla gördüler. İngilizlerin kalesini ligi son sırada bitirmiş Portsmouth’un kalecisi James korurken, Almanların kalesinde şampiyonluk yarışını sonuna kadar götüren Schalke’nin kalecisi Neuer bulunuyor.

Peki biz buradan neler çıkaratabiliriz? Dünya Kupası’nda forma giyen çift pasaportlu oyunculardan bir tanesini, Almanlar kadar erken olmasa da genç yaşta Türkiye’ye getirmiştik: Richard Kingson. 18 yaşında Gana’dan kalkıp Türkiye’ye gelmiş ve Galatasaray’da yıllarca yedek beklemişti. 32 yaşında bizim olmadığımız bir kupada çeyrek final oynadı ve kariyerinin son 2 sezonunu Premier Lig’de geçirdi. Artık dünya futbolunda ulusal takım, milliyetçilikle eşanlamlı olarak anılmıyor. Kupadaki 13 Avrupa ülkesinin 7 tanesi kadrosunda farklı kökenlerden gelmiş oyuncular bulunduruyor. Biz de işi Almanya-Türkiye hattından farklı yerlere taşımalıyız. Afrika, Türki cumhuriyetler, Brezilya ve diğer Güney Amerika ülkelerinden genç yaşta getirilecek isimler burada ulusal takım için iyi bir temel oluşturabilirler. Tabii ki aileleri de gözetilerek. Yoksa bu işi bizden çok daha iyi yapan Almanların nice Mesutları sergilemesine sadece seyirci kalabiliriz.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

İSTATİSTİK KRALI XAVİ














Kısa istatistiklerle devam edelim. Müller attığı 5 golün yanına 3 de asist ekleyince Gol Krallığı ödülüne ulaştı ve aynı gol sayısına sahip Villa, Sneijder ve Altın Top'u sonuna kadar hakederek kzanan Diego Forlan'ı geride bıraktı. Bu golleri atmak için en çok süreye ihtiyaç duyan da o. 654 dakika sahada kaldı. Onu Sneijder izliyor 652 dakika ile. Villa ise 635 dakika oynadı. Thomas Müller'e ise bu 5 golü atmak için 473 dakika yetti. Yani 94, 6 dakikada bir rakip ağları sarstı Müller. Asistleri de katarsak ne kadar üretken oynadığını anlayabiliriz.

Çeyrek finalde kaçırdığı penaltı ile, kabağı kendisinden çok Luis Suarez'in başına patlatan Asamoah Gyan 33 gol denemesi ile bu dalın zirvesinde. Onu 32 kezle Messi ve Forlan izliyor. Villa bunların 17'sinde kaleyi tutturarak en yüksek yüzdeye sahip oyuncu.

1. Asamoah Gyan (Gan): 33;
2. Diego Forlán (Uru), David Villa (İsp): 32;
3. Lionel Messi (Arj): 30;
8. Wesley Sneijder: 21.

Iniesta kupa boyunca en çok faul yapılan oyuncu. 26 kezle. Genelde şen kasap olarak bilinen Van Bommel'ın aslında çokça faule de maruz kaldığını görüyoruz. Kendini yere atan oyuncuların da benzer olması ilginç tabii ki. Iniesta dışında

1. Andrés Iniesta (İsp): 26;
2. Keisuke Honda (Jap): 23;
3. Sergio Busquets (İsp), Luis Suarez (Uru), Mark van Bommel (Hol): 22.

1.Keisuke Honda (Jap): 19;
2. Sergio Ramos (İso), Mark van Bommel (Hol): 17;
3. Diego Perez (Uru): 16.

Geldik paslara. Xavi sahneye çıkıyor. 669 pas ve 544'ü adrese.

1. Xavi (İso): 669, 544'ü isabetli(81%);
2. Bastian Schweinsteiger (Alm): 565, 428'i isabetli (76%);
3. Sergio Busquets (İsp): 555, 490'u isabetli (88%);
9. Mark van Bommel (Hol): 385, 291'i isabetli (76%).

Xavi katedilen mesafede de lider.Tablo aşağıda. Maç başına 11,46 kilometre.

İYİ ÇOCUKLAR KAZANDI

















Ortaokulda, lisede, üniversitede, adını siz koyun okul yıllarında işte, okulun popüler çocukları vardır hep. Gezi düzenleyen, kızların peşinde pervane olduğu, 8 sınıflık kattaki herkesin tanıdığı bildiğimiz okulun wonder-kid'i işte. Bir de yüzü bile bilinmeyen adamlar vardır. Kimsenin varlığından bile haberi olmadığı. Teneffüslerde sınıfta oturup bırakın bahçeyi koridora bile çıkmayan, çıktığı zaman da ayağıyla tepebileceği bir şey gördü mü tepmek isteyen tipler. Halısaha maçından halı saha maçına gördüğünüz adamlar hani. Kendilerini kanıtlayacakları tek alanın o olduğu ve oraya çıktıklarında o okulun popüler çocuğu dahil kimseyi tanımayan, orada devleşen, övgü alabilecekleri tek alan o olan adamlar. Genelde de "iyi çocuk" diye bilinen adamlar. Kadıköy Moda'da oturan popüler çocuktan farklı olarak Çengelköy veya Ümraniye'de oturan adamlar. Xavi ve Iniesta'yı o adamlara benzetiyorum biraz. O yüzden seviyorum.

Yazıya bu 2 adamla başladım. "Biraz da Xavi ve Iniesta'ya değinelim" diye yazının ortası veya sonunda yer almayı haketmiyorlar çünkü. Ben olağanüstü bir insan değilim. Hayatta hedeflerim var, iş hayatı, özel hayatı içeren, başarısızlıklarım ve başarılarım var. Beni kızdıran ve deli gibi mutlu eden şeyler. Sabrım bir yere kadar. Bu duyguları uğraştığım ve kendime hedef koyduğum her şeyde hissediyorum. Bu 2 adama büyük bir hayranlıkla bakma sebebim sırf attıkları goller ve boyunlarında asılı madalyalar değil. İnsan olarak örnek alınmaları gerekliliği. Meslekleri futbolcu her ikisinin de. Para kazanmak için bir iş icra ediyorlar. Bankacı gibi, şöför gibi, devlet memuru gibi. Elbette hem anlık, hem de genel olarak sinirlendikleri anlar oluyordur. Sabırlarının taştığı, isyan etme noktasına geldikleri. Ama biz göremiyoruz bunları. Askere giderken, büyükler ve daha önce gitmiş olanlar "şalteri indirip gir içeri" derler. Yeşil sahada bunu yapabilmiş ender adamlar arasındalar ve bunu bu kadar göz önünde olarak ve başarı kazanarak yapan tek örneği oluşturuyorlar. Her iş mülakatında sorulan, klişeleşmiş, "en beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?" sorusuna "bazen gereğinden fazla çalışırım, kendimi yıpratırım" klişe cevabını dürüstçe verebilecek tek adamlar belki de. Mental ve fizik açıdan hep alarmdalar, hep dikkatliler, pes etmiyorlar, hep çıkar yol arıyorlar, deniyorlar, bıkmıyorlar, deniyorlar, bıkmıyorlar deniyorlar, bir daha deniyorlar, sonuç alana dek. Hiçbir şey onları isyan ettirmiyor, mesela Arjen Robben'in yüzündeki "ben artık bittim" ifadesi görülmüyor yüzlerinde. Yedikleri tekmeler sonrası hakemin başına üşüşmüyorlar, bazen aşırı görülebilecek kadar ciddiler, oyundan kopmuyorlar, mücadele ediyorlar, tuttuğunu koparmak için yapışıyorlar işlerine ve bütün bunların yanında yetenekliler, soğukkanlılar. Bu ikilinin yönettiği takımın arasında yaptığı paslaşmayı "sıkıcı" olarak görenlere çok sinirleniyorum. Zira bu adamlar dünya üzerinde hiç kimsenin yapamayacağı bir işi yapıyorlar.

Döneriz onlara yine. Şimdi gelelim şu meşhur Total Futbol meselesine. Bakın dostlar, yine söyleyelim. Artık Total Futbol diye bir şey yok. Olmayacak da. Unutalım bunu, dün sahada olan 2 takım da bu futbolu oynamıyorlardı, oynamak zorunda değillerdi ve daha da önemlisi oynamamaları gerekiyordu. Hemen hemen her yerde "Cruijff'un evlatları mirasa ihanet etti", "bu mu Total Futbol", "Gerçek Total Futbol kazandı" türünde saçmalıklar okuyoruz. Ahali, ortada miras falan yok. Üstelik de, o mirası üzerine yıktığınız takımın hocası "artık Total Futbol'u unutun, dünya değişti, ben kazanmaya oynuyorum" demişken. Takımın yöneticisinin reddettiği bir mirası hala niye illa vasiyete sokmaya çalışıyoruz anlamış değilim. Futbolun evrimleşmesini, değişmesini, hem bireysel bazda hem takım bazında, "iyi olmanın" kriterlerinin bundan 30 sene öncesiyle karşılaştırılamayacak kadar farklı olmasını hesaba katıp, hala 1974'te sahaya sürülmüş ve Yanni'nin piyano tınıları eşliğinde izlediğimiz oyuna atıf yapmak pek dürüst olmuyor. O zaman "Messi futbolcu değil" dediği için güldüğümüz Hıncal Uluç'tan farkımız kalmıyor. Çünkü o 1982'nin Socrates'li Zico'lu Brezilyasında kalmış, o takımı ve o adamları arıyor, biz de 1974'ün Hollandasını. Yok artık o adamlar da o takım da. Ve paragrafın başında söylediğimiz "olmamalı da". O defansın orta saha çizgisine kadar geldiği, pres çizgisini rakip sahanın ortasına kadar çeken Hollanda dün akşam sahada olsaydı, İspanyollardan ilk yarım saatte yiyeceği golleri çıkarmak 3 günü alabilirdi. Futbol sahasındaki romantizm, 21. yüzyılda en fazla Xavi ve Iniesta'nınki kadar oluyor. Xavi'nin çeyrek final zaferi sonrası "biz romantik bir futbol oynuyoruz" lafı tesadüf değildir belki de?

Finali büyük ihtimalle evinden izleyen Jose Mourinho, Inter ile nisan ve mayıs ayında oynadığı 2 maçın (Nou Camp'taki Barcelona ve Madrid'deki Bayern Münih maçları) kısa vadede bu kadar büyük etki yapacağını tahmin ediyor muydu bilmiyorum? Hollanda, Inter'in Sneijder'ını eksene oturttuğu taktiğiyle aynen Mourinho'nun yaptığı gibi La Masia'yı durdurmaya çalıştı. Bunu yaparken son maçını oynayan Van Bronckhorst'un sürekli savunmanın ortasına kat ederek De Jong ve Van Bommel'e yardımcı olmasını da hesaplamıştı. Aslında, Ramos'un bazı pozisyonlarda boşluk bulmasına ve Mathijsen'ın orayı zorunlu olarak kapatması dışında işledi bu plan. Diğer tarafta Van der Wiel Capdevilla karşısında hiç zorlanmadı neredeyse ki bu maçı uzun süre dengede gitmesini sağladı. Tabii Van Marwijk bu taktiğin yanına sert tarafa daha yakın bir tatlı-sert futbolu da eklemişti ki Hollanda'nın maç sonundaki kart raporu bunun sonucu. Böyle bir taktiği tercih ettiğiniz ve rakibi yıldırmayı seçtiğiniz zaman, doğasında bulunan sertliği dizginleyen bazı oyuncuların dizginlerini bırakmış olursunuz. Birçok kişi Van Bommel ve De Jong'un maçı bitirmesini yanlış kararlar olarak görüyorlar. De Jong'un Xabi Alonso'ya karşı hamle yaparken, sonucun böyle olmasını istemediğinden eminiz. Ama ortaya çıkan şey bambaşkaydı ve futbol sahasında amaca değil ortaya çıkan sonuca bakılıyor. Dolayısıyla kartın rengi kırmızı olmalıydı.

İkinci yarı Robben'ın kaçırdığı gollerden sonra hem fiziksel hem de mental açıdan, kaçırdıklarında kalması sebebiyle bitmesi Van Marwijk'ı bir kumar noktasına getirdi. Ya Robben'ı kenara çekip orayı güçlendirerek Van der Wiel'i rahatlatacak ya da her ihtimale karşı Robben bir tavşan daha çıkarır diye bekleyecekti. İkincisini seçti, ben ilkini seçerdim söyleyeyim, zira De Jong-Van Bommel ikilisinin bozmak başka bir kumarı beraberinde getiriyordu. Jesus Navas'ın koridora çevirmeyi amaçladığı kanatta önce onun çıkışlarını sınırlandırmak için Elia oyuna girdi ama onun amacı, genç yaşında kendini kanıtlama tarafına kayınca Van Bronckhorst'un 35'lik adalesi dayanmadı ve kupadaki ilk dakikalarnı alan Braafheid çıktı sahneye. Heitinga ve Mathijsen'ın ben de dahil, turnuvanın başından beri herkesin beklediği, arkalarına sarkan topların yaratacağı tehlike bitime 13 dakika kala geldi. Sonunda kırmızı kart getirerek. Her şeye rağmen bu 2 oyuncunun kendilerinden beklenilenin çok üstüne çıktığını belirtmek gerek. O andan sonra iş Stekelenburg'un mucizelerine kalmıştı. Dayandı dayanabildiği kadar Ajax'lı ama Iniesta'nın vuruşunda teslim oldu. Gol atıldığında Hollanda sahada Robben'ın çayır gezisi sebebiyle 9 kişi penaltıları bekliyordu.

Hollanda'da şaşkınlıkla beraber hakeme isyan var tabii. Dünyanın en soğukkanlı, hatta soğuk olarak bilinen Batı Avrupalı bile söz konusu Dünya Kupası finali olunca, golden önce verilmeyen kornere sığınabiliyor. Bu tramvayı atlatmaları zaman alacak. En çabuk atlatan yine Bert van Marwijk görünüyor. Turnuvanın başından beri üstlendiği misyonun, artık 2 sene sonraki turnuvaya göre güncellediğinin bilincinde.

Kapatırken maç içindeki centilmenlik gösterilerinden ikisine değinelim. İlkinde Heitinga'nın, Casillas'a servis ettiği top nerede ise bir rezalete sebep oluyordu. Ama benim dikkat çekmek isteidiğim ikincisi. Xabi Alonso top orta sahada ayağındayken, sakatlık sebebiyle yerde yatan oyuncusun (sanırım Villa'ydı) hesaba katarak topu dışarı attı. Holanda taçla oyuna başladı, topu geri vermeleri gerekiyordu, Van Bommel topa ayağının burnuyla vurdu, top İspanya kalesi tarafındaki korner bayrağı dibinden taça çıktı. Sahadaki herkesin nasıl tepki gösterdiğini gördük. O rakiple pek uğraşmayan Del Bosque'nin dahi alkışladığı sahneleri de. Türkiye'de neredeyse her maç yapılan bu göstermelik, bayağı centilmenlik şovunun dünya arenasında nasıl karşılandığı açısından iyi bir ders olmalı.

La Masia, De Toekomst'a galip geldi....Bu eşleşmenin ayrıntısını da perşembe günü BirGün'e saklayalım.

HOLLANDA ÇİLİNGİRİ INIESTA





2 sezon önce kenarda bir Hollandalı vardı. Chelsea Barcelona'ya karşı kaleyi savunuyordu. 90'da kilidi açan Iniesta oldu. 2 yıl sonra Iniesta yine maçın sonunda kilit açtığında bu sefer tek bir Hollandalı'nın değil tüm ulusun hayallerini yıkmıştı. O, kader arkadaşı Xavi ve finalle ilgili her şey ile ilgili öğleden sonra bir şeyler karalayacağız.

11 Temmuz 2010 Pazar

FİNAL GÜNÜ
























Müstakbel Hollanda Prensesi Amalia Vuvuzela'yı öttürüyor. İspanya farklı kazanır diyenlere, 3.lük maçı benim için daha önemli diye ortaya dökülenlere, Ahtapot Paul'a karşı sahada Portakallar. Tarihi değiştirmek ve bir devri kapatmak için. Şu anda Hollanda'da insanı isyan ettiren sıcak günlerin ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ülkeye. Neyin habercisi olduğunu çok yakında anlayacağız. Sözlerin bittiği, duyguların konuştuğu gün....Yarın bu ülke sonuç ne olursa olsun "yıkılmış" olarak uyanacak, orası kesin...Göreceğiz...

Birkaç not:

-Sekizinci kez Dünya Kupası finalinde 2 Avrupa takımı karşı karşıya. Daha önce de 1934, 1938, 1954, 1966, 1974, 1982 ve 200'da aynı durum tekrarlanmıştı.

-Kupayı bugüne kadar 9'ar kez Avrupa ve Güney Amerika takımları kazandılar. 1962-2006 arasında da kupayı nöbetleşe devraldılar. Her kupada değişmek üzere.

-Kupa tarihinde finalin golsüz bittiği tek örnek var. 1994 Dünya Kupası finali. Brezilya penaltılarda gülmüştü.

-Bugüne kadarki 18 Dünya Kupası finalinde toplam 69 gol atıldı. Bu neredeyse 4 gollük bir ortalama demek (3,88). En gollü final 1958'deki Brezilya-İsveç finali. Sambacılar 5-2 kazanmıştı.

-Şu ana dek sadece 2 Dünya Kupası galibi penaltılarla belirlendi. 1994 (Brezilya) ve 2006 (İtalya).

-Finallerdeki en hızlı gol, Johan Neeskens'in 1974'te Batı Almanya kalesine gönderdiği penaltı. 2. dakikada gelmişti gol.

-18 finalin 8'inde maçın ilk çeyreğinde gol kaydedildi. Sadece 2 finalde seyirciler gol görmek için son 15 dakikayı beklediler. 1934 ve 1990 finalleri.

-Bugünkü final, Brezilya, (Batı) Almanya, İtalya, Arjantin'den herhangi birisinin olmadığı ilk final olacak ve sekizinci farklı şampiyonu karşımıza çıkaracak.

Son olarak 2 takımın bugüne kadar aralarında oynadıkları maçların raporu.

OS: Olimpiyatlar, Oefen: Hazırlık maçı, EK-Kw: Avrupa Şampiyonası Elemeleri,

10 Temmuz 2010 Cumartesi

HOLLANDA OTELDEN KOVULARAK (!) UĞURLANDI

















Sabah kalktım, mailleri kontrol için bilgisayarın başına oturdum, önce yorumlar sonra facebookta online olan arkadaşlardan mesaj bombardımanı. "Hocam sizinkiler otelden kovulmuş bu ne rezalet"...Dün akşam ortalıkta olmadığım için ne oldu ne bitti bilmiyorum, "ne otelden kovulması?" dedim. Anında bizim basını kaynak verdiler. En saygın olanından, en sallamasyon olanına kadar hepsinde aynı haber var. Otel menajerinin de açıklamasıyla birlikte. Hollanda Futbol Federasyonu finale kalacaklarına kendi de inanmadığından 5 Temmuz gününe kadar rezervasyon yaptırmış, otelden atılacakmış, otel menajeri nezaketen 2 gün daha izin vermiş. Hollandalılar da çarşamba akşamı otelden gönderilmiş. Habere gösterilen kaynak "De Telegraaf"......Hollanda'nın en çok satan gazetesi.

Peki Türk basını mal bulmuş mağribi gibi olayın üstüne atlmış mı? Malesef, zira haber külliyen çarpıtma. Aşağıda Hollanda milli takımının otelden ayrılma görüntüleri var, hiç otelden kovulmuş bir halleri var mı, hem otelden çıkanın hem de personelin haline bakarak? Ama bana açıklama lazım diyecekler için aşağıya ininiz.


















Daha 2 gün önce bir video koyduk bloga. Jack van Gelder'ın, Uruguay maçı sonrası Hollandalı oyuncularla yaptığı program. Orada videonun sonlarında van Gelder Van der Vaart'a "yarın ayrılıyorsunuz otelden başka otele geçeceksiniz" diyor. Van der Vaart da cevap veriyor. Yani Hollanda'nın otelden ayrılacağı daha birkaç gün önceden belli. Bizim basının belirttiği gibi "yeni konuklar gelince otelden dışarı atıldılar" gibi bir durum yok ortada. Futbolcular, basın her şeyin farkında, zaten bu otel hadisesinin haberi Salı sabahı Hollanda basınına yansıdı. Bize gelişi Cumayı buldu. Gelene kadar da çarpıtıldı. Duyan da çarşamba sabahı, otel görevlilerinin Hollanda futbolcularının odasını basıp don gömlek bavullarıyla kapının önüne koyduklarını sanar.


















Yetmiyor, bir de Hollanda Futbol Federasyonu Basın Sözcüsü Martiene Bruggink'in açıklamaları var. Bizim basının olaya açıklık getirdiği ve haberin sansasyonel, asparagas tarafını yok ettiği için almadığı. Diyor ki Bruggink, "bizim zaten otelden ayrılacağımız önceden belliydi, FIFA finalistler için ayrı bir otelde rezervasyon yapıyor, biz de oraya gidiyoruz, aynısı 3.lük maçını oynayan takımlar için de geçerli, yani bu "atılma" haberi tamamen yalan". Hem de De Telegraaf bunu "Hollanda otelsiz kalabilirdi" şeklindeki haberinin içinde vermiş. Yani kendi iddiasının açıklamasına yer vermiş Hollanda basını ama bizde Bruggink'in değil otel menajerinin olayı daha sansasyonel hale getiren açıklaması mevcut. Seçicilik diyelim.

Hollanda takımı Hyatt Regency'e yerleşti ve finali bekliyor. Hadise yok, sansasyon yok, buradaki basında bir fiyasko haberi yok....Bizde....

9 Temmuz 2010 Cuma

FİNAL HEYECANI FLYING DUTCHMAN'DA YAŞANIR

























Sizlere finalin heyecanını aktarmak isteyen FD ekibi, pazar günkü final öncesinde karşı karşıya gelecek ülkelerde konuşlanarak canlı bağlantılarla final heyecanını sizlere aktaracak. Yazı işlerinde yaptığımız çöp çekme işlemi sonucunda Tuncay beyi Barcelona'ya gönderme kararı aldık. Ayrıca bonus olarak da finalin İslam dünyasındaki yankılarını ölçmek için Gorky'i Tahran'a gönderiyoruz.

Not: Barad-dur da Bostancı-Altıntepe'den tüm heyecanı sizlere yansıtacaktır.























Herkese iyi tatiller, iyi bir final olsun......

FİNAL ÖNCESİ SON ANALİZ


















Maç öncesi, maçın içeriğiyle ilgili yazacağımız tek yazı olsun bu. Çarşamba akşamı NOS-Studio Voetbal'da Jack van Gelder masadaki 4 kuşak Hollanda milli oyuncuya İspanya ile daha önce karşılaşıp karşılaşmadıklarını sordu (Rensenbrink, Van Breukelen, Mulder, Ronald de Boer), hepsi hayır cevabını verdiler. Tarihe bakıldığında bu 2 takım daha önce Dünya Kupası'nda hiç karşı karşıya gelmemişler. Zaten topu topu 3 maç var kayıtlarda. 1920 Antwerp Olimpiyatlarında İspanya'nın 3-1 kazandığı bir mücadele var. Sonraki maç için 63 yıl beklenmiş. Euro 1984 elemelerinde 7. grupta mücadele eden 2 takım liderlik mücadelesinde 2 kez karşı karşıya gelmişler. 16 Şubat 1983'te Sevilla'daki ilk maçı İspanyollar, Real Zaragoza'lı orta saha oyuncusu Juan Antonio Señor'un milli forma altındaki ilk golü ile 1-0 kazanmışlar. Rövanşta, 16 Kasım 1983'te Hollanda İspanya'yı 2-1 mağlup etmiş. Rotterdam'da oynanan maçın gollerini Hollanda adına Feyenoord'lu ikili Peter Houtman ve Ruud Gullit atarken, İspanyolların tek golünü Real Madrid'li Carlos Alonso Gonzalez, nam-ı diğer Santillana kaydetmiş. Grup maçları sonunda İspanyollar atılan gol fazlasıyla lider olmuşlar. 2 takımın da puanları 13 ve averajları +16 imiş ama İspanya 24, Hollanda 22 gol atmış. Bu 24 golde, İspanyolların grubun son maçında Malta'yı 12-1 mağlup etmesinin etkisi büyük. İlk yarısı 3-1 biten maçta onları kupaya götüren 12. gol, maçın 88. dakikasında Señor'den gelmiş yine. Yani aslında 2 takım arasında 1984'ten gelen ve içinden kötü kokuların geldiği bir hesaplaşma var. Bu maçın ardından UEFA, grupların son maçlarının aynı gün ve saatte oynanmasına karar vermiş.

İspanyollar şu meşhur kağıdın üstünde favori gibi duruyorlar. Aslında önce bu "kağıt üzerinde" lafının geçerliliğinin kalmadığını belirtelim. Bu lafın kaynağı nedir onu da tartışmak lazım. Kağıt üzerinde lafından ben fanatizm içeren sözlerden uzak, fikirlerin yazıya dökülerek analiz edilmesi anlamını çıkartıyorum. İçi boşaltılmış cümlelerden birisi de Lineker'in meşhur "....Almanlar kazanır" diye nihayete eren sözü. Her Almanya galibiyetinden sonra bunu tekrarlıyoruz da mağlubiyetler hiç konuşulmuyor. Sadece İngiltere-Almanya maçları için kullanılsa (sözü söyleyenin Lineker olmasından hareketle) anlayacağım ama misal Euro 2008'de 3-2 mağlup olduğumuz maçtan sonra da aynı şey kullanıldı. Almanlar böyle bir takım değiller ki? Sonunda hep kazanırlar dediğimiz takım 3 Dünya Kupası kazanabilmiş. İtalyanlar ve Brezilyalılardan daha az. Alın buyurun İspanya sonunda Almanyayı kazandırmadı. Bu lafı da toprağa gömmek lazım artık. Bir işlerliği kalmadı, zaten uzun süredir de yoktu. İngilizlerin kazanacağı ilk Almanya maçından sonra da artık hiç kullanmamak lazım.

İspanya'nın Barcelona eksenli takımı ülke tarihinin en iyi milli takımı olarak yorumlanıyor birçoklarına göre. 1990'dan beri dikkatli takip ettiğim İspanya için bu söylenenin, en azından son 20 yıl için geçerli olduğu üzerine tartışma bile yürütülmez. İspanyolların en önemli şansı onların bu taktiği sahaya koyabilecekleri oyunculara sahip olmaları. Bu oyunu 20 sene önce Luis Enrique'li, Caminero'lu, Guardiola'lı orta saha ile oynamaları imkansızdı. Topu çok çabuk birbirine aktarabilecek, birbirini hem top ayaklarındayken hem de değilken anlayan, hareket kabiliyeti olan ve refleksleri süratli oyunculara ihtiyaçları vardı. Aynı zamanda oyun içinde psikolojilerinde çok fazla sapma yaşanmayan, sertliklerle yılmayan, yanlış hakem kararlarında kontrolü kaybetmeyen adamlara. Xavi ve Iniesta onlar için büyük bir hazine. Tabii bu şunu da düşündürüyor bana. Xavi 30 Iniesta 26 yaşında. Bu turnuva Xavi'nin son Dünya Kupası yüksek ihtimalle. Iniesta ise o olmadan bir sonraki turnuvada ne yapar bilinmez. İspanyoların bu 2 oyuncunun yerine koyacağı oyuncuları yetiştirme konusunda ne yapacaklarını göreceğiz. La Masia'ya bakacaklar tabii ki ilk planda. Pedro ilk adaylardan olsa da, Almanya maçının sonunda 2'ye 1 geliştirilen atakta, henüz mental olgunluğuna erişmediğini gösterdi. Dolayısıyla bu turnuva, onların 40 yılı aşkındır süregelen makus talihlerini döndürmelerini, sadece 3-4 yılla sınırlayabilir. Tabii bu sonra tartışılacak bir konu. Onların bu konuda önlem aradıklarından eminiz.

İspanyolların, Almanya maçında, özellikle bu 2 oyuncuyla rakip defansın arasına attıkları en az 5-6 topu, Mertesacker ve Friedrich büyük bir konsantrasyonla kestiler. Yedikleri gol, geriden gelen demarke bir defans oyuncusunun attığı kafayla geldi. İspanyoların o maçta defansın arkasına Villa'ya geçiremedikleri toplar Hollanda maçında geçecektir elbet. Maç içi konsantrasyonu Fatih Akyel'den daha fazla olmayan Heitinga Hollanda'nın turnuva başından beri yumuşak karnı. Üstelik Hollanda defansının maç içinde uyuyan bir karaktere sahip olduğunu Brezilya maçında yediği golle gösterdi. Üstelik Portakalların, Almanların bu turnuvada oldukça öne çeken Schweinsteiger ve Khedira kadar form düzeyi yüksel bir ikilisi yok. De Jong ve Van Bommel henüz çok ağırlıklarını koyamadılar. Van Bommel'in Brezilya maçında 2. yarıda oynadığı futbolu bir kenara ayırmak lazım, emektar kaptan Xavi-Iniesta ikilisiyle baş edemeyebilir ama en azından onların ceza sahası önüne biraz hırpalanarak gelmesini sağlayabilir.

Boateng'in erken kenara alınmasına sebep olan Ramos bu sefer Van Bronckhorst karşısında olacak. Futbolda maçlar öncesinde her mevkideki oyuncuları tek tek karşılaştıran değerlendirmeleri yanlış bulurum. Zira Van Persie vs Villa derken bu 2 adamı tek başlarına değerlendirmek imkansız. Arkalarındaki 3'lünün onlara verdiği destek, bu adamları maç içinde etkili kılacak elbet. Ancak Almanya maçındaki Ramos-Boateng eşleşmesinden sonra Gio'nun Ramos koridoruna nasıl çare bulacağını göreceğiz. Tabi diğer tarafta, kadroya dönecek olan, bu turnuvanın en büyk sürprizlerinden Van der Wiel'in Capdevilla karşısındaki performansı da önemli. Hollanda orada, Robben'in de varlığıyla bir adım öne geçebilir.

Almanlar, arkadaki 6 oyuncudan destek gelmeyince, statikleşen 4 hücum oyuncusu, özellikle bu statik grubun ortasındaki ismin, yani Mesut'un vasat performansından çok etkilendiler. Hollanda'da, yukarıda bahsettiğimiz İspanya presi ve sıkıştırmasından topun ileri taşınmaması halinde isyan edebilecek bir adam var. Sezonu üçlemeyle kapatmış Wesley Sneijder. Oyun karakterini Mourinho yönetiminde oldukça geliştirdi ve iş zora girdiğinde Mesut'tan daha isyankar olacaktır. Hollandalılar ona ve Robben'a bu konuda güveniyorlar. Van Marwijk da elbet, İspanya'ya karşı Almanya'nın oyun planıyla çıkmasının kendisi için intihar anlamına geleceğini biliyor. Silahlarını saklamayacaktır. Kısacası pazar akşamı "yemezsem bir tane atarım" değil "ben daha fazla atmalıyım" felsefesi olacak turunculara.

Tabii tüm bunların yanınd,a Van Persie'nin turnuva boyunca gördüğümüz performansını da göz önüne alarak ve Huntelaar'ın da benzer özellikleri hesaba katıldığında Afellay'dan sürpriz bir ikinci yarı sonu performansı görür müyüz diye sormak lazım. Hollanda kadrosunda, İspanya'nın bücürlerine en çok benzeyen oyuncu o ne de olsa.....ve son tahlilde, acaba Van Nistelrooy bu maça etki edebilir miydi? Onu hiçbir zaman bilemeyeceğiz....