Gorky etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gorky etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2010 Çarşamba

BİRİ BANA ANLATSIN vol.6: HINCAL ULUÇ VE SIMON KUPER







Simon Kuper ve Stefan Szymanski’nin birlikte yazdığı Futbolun Şifreleri isimli bir kitabı okuyorum bu ara. (İthaki yayınları) Kitabın başında Türkçe baskıya ek olarak Kerem Akbaş’ın Simon Kuper’le yaptığı güzel bir söyleşi eklenmiş. Rijkaard ile ilgili bir soruya Kuper’in verdiği cevaptan bir alıntı ;

Barcelona’dayken bazı önemli kupaları kazandı ama Barcelona o zaman iyi ve zengin bir takımdı. Yani belki ben gitsem ya da başka bir teknik direktör de gitse o takımla o kupaları kazanırdı.”

Neredeyse birebir bu satırları söyleyen Hıncal Uluç’u bunak yaptık da, bu Simon Kuper’i ne yapacağız şimdi?

by Gorky

8 Mart 2010 Pazartesi

KRAL



31 Aralık 2009 Perşembe

TOP 10 İĞRENÇ YILBAŞI KLİŞESİ

















Geçtiğimiz yılbaşı öncesi ufak bir fetva yayınlamıştık aslında, yapılması ve yapılmaması gerekenlerle ilgili. Gördük ki, kimse kulak asmamış. Herkes aynı tas aynı hamam. Türk insanının yıllardır yılbaşında oynadığı bir senaryo var. Değişmiyor. Bizim yılbaşı ritüelimiz yanı, bu sene de ilerleyen senelerde de aynı olacak. Son 10 yılda batı kültürünün de etkisiyle iyice raya oturan tipik davranışlar ve şahit olduğumuz olaylar var. Göreceklerinize ve gördüklerinize şimdiden hazır olmanıza yardımcı olacak bir liste. Kategoriye Türk olmasına, hayatında kiliseye gitmemiş olmasına, bir tek Şükran Günü Duası okumamasına, Yehova'yı Yalova'nın ilçesi sanmasına rağmen Noel'i kutlayan anlayamadığım kesimi almadım. Türk insanının Top 10 Yılbaşı Klişesi.

1-Hristiyanlık karşıtları, yerli malı adamları: Yılbaşı yaklaşır, bu grubun mensuplarına gidip "yılbaşında ne yapıyorsun?" diye sorarsın. Aldığın cevap Ulubatlı Hasan kıvamındadır. "Hz. İsa'nın doğum gününde neden eğlenecekmişim ki, bizim bayramlar başka zaman". Öyle bir konuşur ki sanki Hammurabi Kanunları'yla yaşıyor, Tonyukuk takvimini kullanıyor. Yahu bütün ömrünü o takvime göre organize ediyorsun, doğum gününü o takvime göre kutluyorsun da, iş yılbaşına geldiğinde mi Hz. İsa'ya teslim olmuyorsun. O zaman 5 Ocak'ta git patrona söyle "bugün bizim takvime göre yılbaşı, ben tatile çıkıyorum". Alırsın...tatilini....

2-Evde Sabahlama İnsanı: Bu tipler yılbaşındaki ortamı daha 22 Kasım'dan planlayan adamlardır. Her muhabbette "eeee yılbaşında ne yapıyoruz" muhabbetini açarlar. Açtıkları gibi de hemen yılbaşı felsefelerini ortaya koyarlar. "Beyler alırız içkimizi dışarıda yürürüz, pahalı mekanlara ne para bayılıcam, evde sabahlarız, ortam olur". Ortam dediği de 4 tane sap erkeğin oturup televizyona bakıp 3. biradan sonra "kimseye hakettiğinden fazla değer vermeyeceksin arkadaş" veya "bu kızları anlayamazsın abi" şeklindeki müthiş Freudyen aşk hayatı saptamalarıdır. Ertesi gün, tanıdığa haber salınır. "Off yılbaşı gecesi ne ortam vardı ha, sabaha kadar içtik, eğlendik, Hasan niye gelmedin yaaaa".......Seneye inşallah canım, seneye..

3-İğrenç espri adamları: Bu dünyanın 2 büyük kitle imha silahı vardır. Birisi atom bombası, diğeri de yılbaşı esprileri. Ofisten çıkmak üzeresindir, herkesi kutlamışsındır, tam çıkarken arkadan bir ses gelir "haydi seneye görüşürüz". O an "neden ölüm cezası var?" diye düşündüğüm çok olmuştur .Zira bu adamın 2 Ocak sabahı ofise girildiğinde yapacağı espri de bellidir. "Eee n'aber, geçen seneden beri görüşmüyoruz he he he he". ......Bazen insanlardan sabun yapmak çok kötü fikir değil diye düşünüyorum.

4-Yurt dışı sevdalıları: Yılbaşına saatler, hatta dakikalar kalmıştır. Mekan farketmez, grubun içinden bir ses yükselir "aaah ah şimdi New York'ta Sydney'de olmak vardı"....Hemen cevap gelir. "Sorma kanka, kuzenim geçen yıl Prag'a gitti, nasıl eğlenmişler var ya"...Bu muhabbeti dışarıdan birisi görse, her birinin 18 yıl yurtdışında ateşelik yaptığını sanar. Hayır, bu yurt dışındaki yılbaşına özlem adamlarının bazısı hayatında Kapıkule'den (bazıları Avcılar diyelim) dışarı çıkmamıştır, bazısı da taş çatlasa 1 kere gitmiştir. Ama her yılbaşında, 30 sene boyunca anlatırlar, özlemle anarlar. Tamam yurt dışında kutlamak güzel bir anıdır ve farklı tatlar içerir de bunu sürekli dile getirmenin anlamı nedir çözmüş değilim. Ama şimdi Tokyo'da olmak vardı o ayrı....Geçen sene bizim patron gitmiş...of of of...

5-İkramiye adamları: 1 Ocak bu insanlar için bir tek açıdan önemlidir. 7 rakamla başlayıp amortiye kadar giden "kazanan numaralar" ekini ele almak ve kendi numarasını aramak. O adam 2 Ocak'tan 31 Aralık'a kadar geçene 364 gün yılbaşı ikramiyesi biletlerini almak için para biriktirir. "Talih dağıtan Sümeyye Abla" veya "Abdürrezzak abi" bayisinden de gidip deste deste seri halinde bilet alır. Ekranın karşısına geçer. Evdeki misafirlerle mutlaka "bu sene kesin doğu illerine çıkar", "bu sene çeyrek bilet hocam kesin, dağıtırlar ikramiyeyi", "mafya yedirmez o parayı" muhabbetlerini yapar. Çekiliş yapılır. Bizimkine en fazla son iki rakamına göre bir ikramiye vurur. Teselli bellidir. "İyi be bilet paramız çıktı ehe ehe"......

6-Sofrasıyla rezil olanlar: Yılbaşını "mide festivali" olarak gören kesimi atlamamak lazım. Bu kesim hindili iç pilav olmadan sofraya oturmaz misal. Mc Dougall hanedanından geliyordur ya. Oturur yer hindisini. Sonra geçer ekran başına. 2 kase fındık, 2 kase tuzlu leblebi, 2 kase kuru üzüm, votka. Eve çam ağacı alınır, halbuki çam ağacı bir yılbaşı değil Noel geleneğidir, bize 6 gün sonra idrak eder. Çam ağacının ışıklarını yakmaya çalışırken, voltaj düşer, elektrik kaçağı olur ev yanar......Sonuç: 1 Ocak, ishal, yanmış mobilyalar, akşam yemeğinde kuru fasulye-pilav......Senin neyine yahu hindili, iç pilav.

7-Taksim'den yılbaşı manzaraları: Bu numarayı her sene nasıl yutturuyorlar, ya da yutturmasalar bile nasıl hala değiştirmediler bilmiyorum. "Taksim'den Yılbaşı manzaraları" haberi girer. Tramvay zilini çalarak raylardan geçer, kamera onu izleyerek muhabire doğru kayar. Muhabir "işte yılbaşı akşamı falan filan" gibi bir şeyler anlatır, derken köşedeki kedi gösterilir, elele yürüyen çiftlerle "yeni yıldan beklentiniz nedir?" röportajı yapılıp "herkes için mutlu bir yol olsaaan" cevabı alınır, sonra da yılbaşı gecesi gül veya mendil satmakta olan küçük çocuğa arabesk türkü söyletilip "arkadaşların eğleniyor, sen çalışıyorsun di mi?" şeklinde duygu sömürüsü yapılır. Yılbaşında çalışan bekçi, doktor, İETT şöförüne geçilir...Her sene yutar mıyız? Agop'un kazı gibi yutarız hem de...

8-Yeni yılın ilk çocuğu haberi: İşte yıl 3158'e gelip Türkler uzayda Chellenger Uzay Üssü kursalar da değişmeyecek bir klişe. Yeni yılın ilk çocuğu haberi. Kadıncağız ter içinde doğum yapmıştır., afedersiniz (blog yazarı mafaldanın notudur) malum bölgesi 1 metre çapına gelmiştir, o zor durumda gidip "Allah analı babalı büyütsün, adı ne?" diye sorarlar. Ne bekliyorsun adını? "Eugene New Year Kahvecioğlu" mu? Sana ne hem? Hem bunu kim belirliyor? Bu iş için atanmış bir nöbetçi doktor mu var telefon başında? Her hastaneden yılbaşını geçince ilk doğum haberini ulaştırana ikramiye mi veriyorlar? Bu heyecan nedir çözemedim.

9-Yılbaşı çekilişi: İşte Türk gençliğinin önlenemeyen kabusu. Yılbaşı çekilişi. Yılllar önce ilkokulda karşıma çıktı. Bir çocukluk hevesidir dedim geçtim...O geçmedi ama. Ortaokul boyunca sürdü. Lisede gurur meselesi oldu. Üniversitede rekabet meselesi oldu. Ofiste arkadaşlık belirleyici oldu. Sen ne menem bir şeysin yılbaşı çekilişi? Kuralar hazırlanır, kağıtlara yazılır, isimler belli olmasın diye kağıtlar aynı boyda kesilir, kim kime çıkmış merak edilir, dedikodu yapılır, sanki UEFA Şampiyonlar Ligi kurasıymış gibi kura çekimine fesat karıştığı iddia edilir, hediyeler verildiğinde herkes kendi hediyesine değil, başkasının hediyesine bakar, kitap hediye edilen yüzünü buruşturur hediye edenle arkadaşlığı keser, agudik elmayı ikiye kesip ketçapla "canım arkadaşım" yazan herif büyük sükse yapar ama. Bir tane kıçı kırık elma için Dostoyevski harcanır.

10-Kırmızı nokta adamları: Yıl 1990. Saat 02:00 olur. Yatmaya hazırlanan aile eşrafının delikanlısı televizyona doğru yönelir. "Geç oldu yatmak lazım" şeklinde esner. Amaç bellidir. Show Tv'nin yılbaşı gecesi yayınladığı makaslana makaslana 45 dakikaya inmiş erotik filmi uygun zemin koşullarında izlemek. Bir nevi yeni yılın ilk hediyesidir o. Yıla nasıl girersen öyle gider felsefesinin dayanağı. 2000'li yıllarda bu akım yerini Cİne 5 bedava kuşağın bırakmıştır. Sene boyu gözlerin kısarak izlendiği şifreli filmlerin bir ödülüdür bu. 2000'li yılların sonunda ise artık moda dünyasına da el atılır. Bu zevk de endüstriyelleşmiştir lanet olsun. Victoria's Secret defileleleri izlenir. Gabardin kumaş, penye, saten rüyalar eşliğinde uykuya dalınır.


by forzabrian, Gorky, mafalda, Flying Dutchman


Klişe serileri

10 İğrenç Otobüs Klişesi
10 İğrenç Öğrenci Klişesi
10 İğrenç Felaket Filmi Klişesi
10 İğrenç Korku Filmi Klişesi
10 İğrenç Romantik Komedi Klişesi
10 İğrenç Hollywood Polisiye Klişesi

1 Eylül 2009 Salı

HAFTANIN MENÜSÜ-28






1-Orhan Hakalmaz - İki keklik

2-Therapy - Jude the obscene

3-Starsailor - Alcoholic

4-Cemali - Yalan dünya

5-Alpay & Işın Karaca - Sessiz kalma

by Gorky

21 Ağustos 2009 Cuma

HUZUR



















İlk iftarın şerefine.....Herkesin Ramazan ayının bolluk ve mutluluk içinde geçmesini dileyelim ve iyi tatiller diyelim.

Blogun en çiko üyesi olarak, şu damak tadı etiketli postlarda iki satır yazmamış olmanın verdiği hırsla bu yılki tatilimi eşim ve şürekasının uzun zamandır anlata anlata bitiremediği Huzur'a gitmek üzere planladım. Öncelikle bu yanda görmüş olduğunuz ikiliyi memleketin her köşesinde bulabilirsiniz ancak bünyede üst üste 3 hatta 4 porsiyon yemek isteğini doğuracak olanı yemek için maalesef Rize'ye kadar gitmeniz gerekecek.

Huzur, Rize'nin merkezinde çarşı içinde yer alan bir pide-kebap salonu. Ama gelin bana güvenin, gün olur yolunuz düşerse pideyle, sulu yemekle falan hiç vakit kaybetmeden 1 porsiyon pilav üstü döner söyleyin, bitirince 1 porsiyon daha söyleyin. Arada çok fazla içecekle mideyi doldurmayın da üçüncü porsiyona yer kalsın.

Yemeği bitirip şöyle güzel bir tatlı yiyeyim demek isteyen arkadaşlar için garsonu çağırıp üzeri hafif yanık bir sütlaç istemek kafi. 30 yaşındayım. Huzur'da yediğim sütlaç, hiç tartışmasız ve abartısız hayatımda yediğim en güzel sütlaçtı. Sırf sütlaç için bu işletmeye Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmesi ve restoranın UNESCO Kültür Mirası listesine alınması gerekiyor.



















by Gorky

20 Ağustos 2009 Perşembe

TÜRKİYE KAZAN BİZ STICKER-4



















Flying Dutchman, Rize'nin ve Rizeli'nin dostu blog....

27 Temmuz 2009 Pazartesi

MANGALDA HALKA






Dün Hürriyet Pazar ekinde jimnastikçi Ümit Şamiloğlu’nun bu topraklara hiç de yabancı olmayan hikayesini okudum. Dünya şampiyonluğu kazanmış bir sporcunun memlekete özgün yaşamış olduğu sorunlar vesaire üzerine. Akşamında evdeki eski dergileri karıştırırken de 2002 tarihli bir dergide Namlı’nın reklamını gördüm. Ümit Şamiloğlu’nun sponsor arayışına yardımcı olacağını umarak yorumsuz olarak yayımlıyorum.

by Gorky

15 Temmuz 2009 Çarşamba

AHİ STADI



















Ülkedeki stad isimleri ile ilgili ortak bir görüşümüz hemen hemen mevcut. Büyük çoğunluğu Atatürk stadı, Şehir stadı ve İlçe stadı olarak tanımlı. Ve genel olarak bundan pek memnun değiliz. Takımların kendi tarihlerinde önemli yeri olan futbolcu, başkan ya da diğer isimleri stadlarına yakıştırmaları ise bundan önceki sohbetlerimize konu olan ortak düşüncemiz. Şahsi kanaatim, Ankara 19 Mayıs stadının yerine Türkiye'nin en güzel stadını inşa edip Atatürk adı verilmesi ve bu örnek stadının taşıdığı ada yakışan bir şekilde olması yönünde. Diğer stadyumların isimleri değiştirilebilir.

Ancak tüm bu sıradanlığın dışında bir stad ismi dikkat çekici. Kırşehir Merkez Ahi Stadyumu. Ahilik, çok çok genel anlamda kökeni 13. yüzyıla uzanan, Anadolu Türk esnaf ve sanatkarlarının birliğini kurmak ve onların güzel ahlak temelinde eğitilmesini amaç güden bir oluşum. Her ne kadar Ahilik din temelli bir tarikat ya da örgütlenme olmasa da ahlaki gelişim yönünden belirli inanç temellerine ve bazı sıkı prensiplere dayanan, tasavvuf yönü kuvvetli bir anlayış. İsminin futbol stadyumuna verilmesi ise ilginç olmasından ziyade bir ilk. Kısa bir araştırma sonrası yurt dışından da bir örneğini ben bulamadım. Herhangi bir bilgisi olan varsa ve yoruma eklerse memnun oluruz.

by Gorky

7 Temmuz 2009 Salı

FLYING DUTCHMAN KIRKPINAR'DA-3



















Oğlum Kırkpınar’a gidelim mi lan Pazar günü?” ….

Salı günü sarf edilen bu cümle Pazar günü yaşayacağımız keyifli günün startını vermişti bir bakıma. Mail trafiği döndü hafta boyu. Gidilecek kadro belirleniyordu. Derken Gorky ile beraber üçüncü bir arkadaşımız (Ercan) eşliğinde gitmeye kesin olarak karar verildi. Dutchman bu planı duyar duymaz görevi kitledi tabi : “Hafta başı masamda yazıyı istiyorum”…
Pazar sabahı 06.00 sularında Gorky’den telefon: “Kapıdayım”… Hemen jet hızıyla üstümü giyinip çıkıyordum ki valide “hayırdır oğlum” sesiyle karşılıyor çıkışta. “Edirne’ye valide…Kırkpınar’a…Tarih…” cevabını veriyorum. Valide’nin bu cevabım karşısındaki yüz mimiğini nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum açıkçası…Neyse…Arabayla Ercan kardeşimizi almaya gidiyoruz. Onu da aldıktan sonra önce benzin alıyoruz. Ardından Ercan’ın “abi kahvaltı için oraya kadar dayanamayabilirim” şeklindeki hafif serzenişi üzerine biraz atıştırmalık alıyoruz. Bu arada Gorky ödeme planını ortaya koyuyor : “Ercan, sen öde abi, sonra 3’e böler, mahsuplaşırız”… Bu mahsuplaşma ve Ercan’ın “ödeme” olayı günün büyük bölümünde karşımıza çıkacak yazının ilerleyen bölümlerinde…



















Yola çıkıyoruz. Çorlu’yu geçtikten sonra yollar daha önce bir arkadaşımızın söylediği gibi bomboş. Gorky direksiyonu bana veriyor. Ehliyetimin olmadığını ve ilk kez direksiyona oturduğumu belirteyim. Boş yolda can sıkıntısından “Azrail nerde, hani nerde otobanda yoookkkk” tezahüratı söyler gibiyiz resmen. 15 km.sonra direksiyon Ercan’da…Ve nihayet Edirne il sınırındayız. Hemen Barış Manço hesabı tabelanın olduğu yerde araçtan iniyoruz. Nüfusu 3 kişi daha arttırmayı düşünüyoruz ama materyal bulamıyoruz.



















İlk istikamet Meriç Nehri…Açız…Hemen nehirin yanında bir mekana oturuyoruz. Servisin yavaşlığı bizi deli ediyor. Zira melemene odaklanmış bünye, kahvaltı tabağı ile yetinmek zorunda kaldığı için gergin biraz. Gorky foto olayına yükleniyor. Hemen plan program yapıyoruz. Ve soluğu Selimiye Camii’nde alıyoruz....

Barad’dan aldığımız pasla sol kanadından mütemadiyen aktığımız cami avlusunda çevik ordusunu görünce kendimize geliyoruz. Reis-i cumhur gelecekmiş, o yüzden her yer mavilerle dolu. Buraya ayakkabı bırakmayın yazısının üzerine ayakkabılarımızı bırakıp Selimiye’ye giriyoruz. Camiyi anlatmak için bilgimiz de görgümüz de yetmez. Sinan’ın ustalık eseri ,tam bir başyapıt. Sekiz köşeli yıldızın bulunduğu kısım ilgimizi çekiyor. Sonradan Süleyman peygamberin mührü olduğunu öğrendiğimiz iki bölümden bir tanesi, cami görevlisinin deyimiyle bir fanatik, bizim deyimimizle öküz bir yurttaşımız tarafından, içinde Yahudi yıldızı barındırdığı gerekçesiyle kırılmış.

Avlu etrafında biraz dolandıktan sonra bitişikteki Arasta çarşısına girdik. Burayı da gezdikten sonra istikamet güreşlerin yapıldığı Sarayiçi. Burası güreşlerin yapıldığı çayırın da içinde bulunduğu bir alan. Yemek yiyip, alışveriş yapabileceğiniz bir panayır alanı gibi. Yalnız onlarca dükkan arasında Kırkpınar ile ilgili hatıra eşyalar satan tek bir yer bile bulamadık. Seneye FD olarak Kırkpınar Store açmaya ve özellikle efsane güreşçilerin figürlerini satmaya karar verdik. Çayırın etrafını dolaştıktan sonra biletlerimizi almak üzere gişeye yönleniyoruz. 40 TL tutarındaki biletlerimizi alıp İbrahim Karabacak tribünündeki yerimizi alıyoruz. İçeri girdiğimizde bir yandan devam eden güreşler, bir yandan başpehlivanlık kura çekimleri, tribünler derken epey bir suskunluk oluyor ve etrafı izlemeye koyuluyoruz. Hava felaket sıcak. Çeyrek finaller bittikten sonra, boşalan tribünlerle beraber biz de meşhur tava ciğerinden tatmak için dışarı çıkıyoruz. Ercan ödüyor tabi ki..

























Yemekten sonra yine biraz dolaştıktan sonra tribündeki yerimizi alıyoruz. Türlü kategorilerde güreşler devam ediyor. Yapılan tanıtım anonslarında dikkatimizi çeken Antalya’lı güreşçilerin çokluğu. Barad’ın yorumu : “Olm, Antalya yağlı güreşlerin Brezilya’sı olmuş.” Devam eden güreşlerin hangi birisini izleyeceğimizi şaşırıyoruz. Nereden bir el ense sesi gelirse dikkatler direkt o tarafa yönleniyor. El enseyi Tosun paşa tokadıyla karıştıranlara hemen ihtar geliyor. Dikkatimizi çeken bir başka noktada küçükler kategorisinde yarışan Edirne’li genç. Sapsarı saçları ile dikkat çeken ufak güreşçi rakiplerini bir bir alt ederken, tribünden de yoğun sevgi var. Sıcak gitgide artıyor.

Gorky’nin ortasını göğsümde yumuşatıyorum ve Edirne’li Sarı’yı sevgiyle kucaklıyorum. Kazandığı müsabakalardan sonra attığı taklalar bizim de sempatimizi kazanmasını sağlıyor. Ufaktan erime sinyalleri veriyoruz. Bu sırada güreşler devam ederken Kırkpınar ağası seçimi yapılıyor. Geçen senenin ağası iş adamı Seyfettin Selim yine ve tek aday. Cazgır, Seyfettin Selim’in yaptırdıklarından bahsediyor. 4 okul, 6 sağlık ocağı, 2 cami vs. Tabi bunu 20’şer saniye aralıklarla 5 defa söyleyince üçümüz arasında geyikler anında dönmeye başlıyor : “4 okul, 8 sağlık ocağı yaptırdı, Fenerbahçeli Cemil’i transfer etti”. Trabzonlu iş adamı Seyfettin Selim tekrar Kırkpınar ağası seçiliyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Deniz Baykal da tribünlerde. Abdullah Gül’e Seyfettin Selim tarafından Kırkpınar ağası kıyafeti giydiriliyor. Abdullah Gül de bunu sevmiş olacak ki uzun bir süre şapkasını dahi çıkarmıyor.



















Yarı Final müsabakaları başlıyor. Ercan’ın favorisi Recep Kara oldukça basit güreşiyor. Tamam pek anlamayız güreşten ama doğru düşünüyoruz ki tribünlerden ıslıklama oluyor sürekli. Hatta arkamızda oturan bir güreşsever “ulan hep sayıyla, ihtarla…bi kere de rakibinin sırtını yere getir, mert ol mert” diye bağırıyor. Ama Recep finale yükseliyor. Gorky’le benim favorim Mehmet Yeşilyeşil de gerekeni yapıyor ve son iki yılın Başpehlivanı Recep Kara’nın finaldeki rakibi oluyor.

Ve final…Yaklaşık 1 saat 15 dakika süren mücadele baya sıkıcıydı. Ama kötünün iyisi Mehmet’yi .30 dakikalık normal sürede Mehmet Yeşilyeşil daha atak gözüken taraftı. Puanlama güreşinin son dakikasında da Recep Kara’dan puan alır gibi olsa da mücadele ucu açık uzatma bölümüne kaldı ve bizim Huracan – Velez maçına yetişme hayallerimiz suya düştü. Her iki güreşçi zaman zaman pasif güreşmelerinden dolayı 2’şer ihtar aldılar. Ucu açık uzatmada 10 dakika geçmişti ki Mehmetimiz Kara’nın arkasına dolanmayı başardı ve mücadeleyi kazandı. Sonuçta Başpehlivanlık da hak edene gitti. Gorky ile omuz omuza Ercan’a yaptığımız el kol hareketinin haddi hesabı yok tabi.




































Edirne merkeze doğru yol alıyoruz. Yine yeniden açız. Ya tavuk döner ya da meşhur köfteci Osman…Tercihimizi köfteden yana kullanıyoruz. Ama sonrasında tavuk döner de yapmak kaydıyla. Gözümüz dönmüş vaziyette köftenin başına oturuyoruz. Köfte manyağı bir insan olarak, hayatımda Top 5 köfte listesi yapsam ilk ikiye rahatlıkla oturturum bu köfteyi. Muazzam bir lezzet. Hemen masa başında Hıncal Uluç’un mekan hakkında yazdığı bir yazı var.

Köfte ardından aynı mekanda Kemalpaşa…Ercan’la bir lokmada hüpletiyoruz. Gorky ise minik minik lokmalarla yiyor. Beğenmediğini düşünüyor ve “Napıyosun oğlum” diye soruyoruz. “Bu eşsiz lezzetin tadını yavaş yavaş çıkarmak istiyorum” cevabını alıyoruz. Açıkçası yüz ifadesinden biz an orgazm olduğunu falan sanıyoruz.

Beni ofsaytta bırakan Kemalpaşa’nın etkisi henüz geçmemişken Barad ve Ercan’la yola düşüp, kulaklarını sonradan sıklıkla çınlattığımız bir arkadaşımızın önerisiyle, tavuk döner yapan Aydın’ı aramaya başlıyoruz. Kafayı taktık, döneri de yiyeceğiz. Lakin kimse bilmiyor dükkanın yerini. Bu kadar meşhur bir yerin bilinmemesi garip. Sonra esnaftan bir arkadaş orası dönerci değil ciğerci diyor; “Ama kapandı.” Biz de Bedesten çarşısı etrafında bir dönerci bulup tadına bakıyoruz. Beklenti çok yüksek olduğundan köfte kadar etkilemiyor bizi. Yine aynı arkadaşın önerdiği balık pazarındaki badem ezmesi satan dükkanın da kapalı olmasıyla yorgun vücuttaki adrenalin ağızlardan küfür olarak çıkmaya başlıyor.

























Nihayet otoparka doğru yürürken gördüğümüz Ezmecioğlu’ndan, 1905 yılında kurulmasının da etkisiyle, badem ezmelerini kapıyoruz. Bu arada Barad kendisine tadımlık olarak ikram edilen Deva-i Misk helvasını daha sağlıklı olmak için!! bitirmeye çalışıyor. Bu arada mağaza görevlisine nazik ve güler yüzlü tavrından ötürü teşekkürü bir borç biliriz. Nihayet dönüş yolundayız, bir yandan ezmeleri götürürken, bir yandan Ercan’ın burada anlatsak infial yaratacak geçmiş maceralarını dinliyoruz. Silivri sonrası trafik, 1. köprü intihar girişimi derken saat 01:30 sularında kendimizi yatağa atmayı başarıyoruz.

by Barad-dur & Gorky

FD'nin notu: Arkadaşlar Barad-dur ve Gorky resim konusunda bir sergi açtılar mailimde. Ancak bu kadarını taşıyabildim. "Ben bütün resimleri görmek istiyorum" diyen arkadaşlar buraya tıklayabilir

30 Haziran 2009 Salı

AYI ÇIKABİLİR



















İsveçli tenis efsanesi Björn Borg’u tenis tutkunları çok yakından tanır. Bilmeyenler için kısa bir özet geçelim. 1956 doğumlu. 1976-80 yılları arasında üst üste olmak üzere 5 kez Wimbledon’ı , 6 kez de Fransa Açık’ı kazanıp, 109 hafta dünya sıralamasında 1 numarada kalmış. Borg’un 5 kez üst üste Wimbledon’ı kazanma rekorunu 2007 yılında Federer egale etti. Aynı yıl hem Wimbledon hem Fransa Açık’ı kazanma rekoruna ise 2008 yılında Nadal ortak oldu. Yine de Fransa Açık’ı 6 kez kazanma ve Wimbledon-Fransa Açık ikilisini üst üste 3 yıl kazanma rekoru hala kendisine ait. (Bunun en zor duble olduğunu tartışamayız herhalde)

Kendisi ile ilgili yeni öğrendiğim şey ise isminin (Björn) İsveç dilinde Ayı anlamına geldiği.

Üzüldüğüm ise yaratıcı matbuatımızın, 1980 yılında McEnroe’ya karşı oynadığı 5 setlik destansı Wimbledon finali ya da ertesi yıl kendisi için büyük uğursuzluk olduğuna inandığı Amerika Açık finalinde kaybettikten sonra ödül törenini bile beklemeden korttan ayrılması sonrasında “Vay Ayı Vay” şeklinde başlık atma fırsatını kaçırmış olması. Tabii bir de herhangi bir turnuva öncesi ayı vücuduna kafasını montajlayıp “Dikkat! Ayı çıkabilir” başlığı da kaçan fırsatlar arasında.

by Gorky

29 Mayıs 2009 Cuma

KOŞMAYI BİLMEYEN ADAM’A MEKTUP

Sevgili kardeşim,

Yıllardır görmüyordum seni, bu sabah rastladım. Otobüse yetişmeye çalışıyordun. Kollarını yere doğru salmış, dirseklerden en ufak bir kırılma olmaksızın kısa aralıklarla sallaya sallaya “koşmaya” çalışıyordun. Ceketinin önü ilikli, uzun gelen manşetlerinden sadece parmak uçları gözüküyordu ellerinin.

Koştum arkandan, yıllardır cevabını aradığım soruları sormak için. Yetişemedim. Sonunda sana bu mektubu yazmaya karar verdim kardeşim. Olur da okursan cevabını hasretle beklerim.

Canım kardeşim, anlat bana neden hiç alakan olmadığı halde mahalledeki tek meşin top sende olurdu. Bir de babana sor lütfen, top ile alakası olmayan oğluna Suudi Arabistan ya da Libya’dan meşin top dışında getirecek bir şey bulamamış mıydı?

Eksik kaldığımız mahalle maçlarında kah Cosby Show’u kah Yalan Rüzgarı’nı izleme bahanesi üretip bizi yalnız bıraktın da ne oldu. Theo’yla kanka mı oldun.

Beden dersinde biz topun her türlüsünü oynarken kenarda oturup çekirdek yedin de eline ne geçti. Biz karşıdan karşıya en Cüneyt en Müjdat halimizle koşarken, sen Louis de Funes filmlerindeki hızlı çekim adamlar gibi koşmaya çalıştın.

Hayır, Badem rock star oldu da, sen ne oldun, neredesin canım kardeşim?

Sevgilerimle,

Gorky.

30 Nisan 2009 Perşembe

TOP 10 TÜRK DÜĞÜNÜ KLİŞESİ

























Hubble Bubble'ın karı-koca yaratıcısının düğün fotoğrafını görünce uzun süredir blog kadrosuyla ara ara konuştuğumuz şu Türk düğünü klişelerini bir sıralayayım dedim. Yanlış anlaşılmasın onların düğününde aşağıdakiler olmamıştır sanırım. Ya da umarım ne diyeyim. Zaten kendileri gelip raporu verirler. İtiraf edeyim düğünlerden nefret ederim. Kendi düğünüm de dahil olmak üzere. Bu nefretimin sebebi evlilik müessesesine duyduğum nefretten değil, o müesseseye ayak basış esnasındaki hengamede olanlardır. Bu yüzden elimde olsa kendi düğünüme bile gitmezdim o derece. Eşim de çok şükür aynı fikirde olunca olabildiğince klasik anlayıştan kaçmaya çalıştık. Davetli sayısını minimumda tutuk, aşağıdaki 8 numaralı maddeyi yapmadık(gitme hemen aşağı bekle), çocuk sayısı 3'ü geçmiyordu ve birkaç farklı fikiri daha uyguladık da ben cinnet geçirmedim. Ha tabi bu klişelere mahkum olan zavallı çiftlerde değildir suç, etrafındaki güruhun onları sürüklediği girdaba düşerler. Dutchman iyiydi de çevresi kötüydü hesabı. Zaten bunlar bir nevi düğün klişesi değil "düğün salonu" klişesi. Düğün salonu denen mekan bu dünyaya ait değildir bana sorarsanız. Piramitler yapılırken Mısırlılara yardım eden uzaylılar Türkiye'ye de Oya Dün Salonu'nu yapıp kaçmışlardır. Öyle bir mekandır düğün salonu. ABD nükleer başlıklı füze atsa fethedemez, Marilyn Manson gelse arınmak için Umre'ye gider o derece. Senede ortalama 2 düğüne gidiyorum, gülmek için. Neyse ki bir çok arkadaşımdan önce kendiminkini yaptım, onlarınkine gidip dalga geçeceğim günleri sabırsızlıkla bekliyorum. Okumayı kabul ediyor musunuz? İveeet hihihih....Bas bas bas bas bas bas.....

1-Nikah Şekeri Kontrgerillaları: 28 yaşındayım, Türk düğünlerinde dağıtılan şu nikah şekerlerinden düğün başına 1 taneden fazla yemiş değilim. Onu da sırf alışıldığı üzere bayat mı değil mi diye anlamak için yiyorum. Bu şekerlerden kendine, karısına, bacanaaaana, babasına, düğüne evlenenlerin ailesiyle kavgalı olduğu için gelemeyen komşusuna alma konusundaki ısrarcı adamla bir gün oturup konuşacağım. Zaten eskiden şimdiki gibi tasarımlar yoktu. Afedersiniz külotlu çorap gibi bir kumaşa sarılmış 4-5 tane beyaz fıstık. Bir de bunların müptelası çocukar var ki onlar hepten manyak. Bu nikah şekerlerinin tasarımı yüzünden düğünü iptal edip yüzüğü atanları biliyorum. Şeker ulan bu, plütonyum değil. Nikah şekerinin tasarımına bakıp insanların düğünü konusunda derecelendirme yapacak dangoz gelmesin zaten düğüne. "Ay Sevil'lerin düğünü de iyiydi ama neydi o şekerler öyle?" Neydi? Sen koltuk örtüsü gibi kıyafetle geliyorsun biz bir şey diyor muyuz? Aileler de bu eleştirilerden kaçmak için yazık, 2 günlerini verirler tasarıma. Yok açılan kutular, yok küçük çiçekler...Bir daha evlenirsem Sulugöz vereceğim kararımdır.

2-Limitsiz alkolün efendileri: Türk insanını gaza getirecek 2 cümle vardır 21. yüzyılda. "Mediamarkt açılıyormuş" ve "İçki limitsizmiş". Her ikisi de hastayı yatağından kaldırır, intiharın eşiğindeki adamı hayata döndürür, ağlayanı susturur. Bu iş düğünlerde daha da üst düzeydedir. Sırf limitsiz içki olduğu için düğüne giden bir dolu adam biliyorum. Zaten bu tipleri düğünün 5. dakikasından itibaren garsonun etrafında pervane olup "koç bizi ihmal etme ha" tavrından tanırsınız. Şu ana kadar içki servisinin yapıldığı 1 düğüne gitmek nasip oldu bana. Genelde Türk düğünlerinin resmi içkisi Yedigün'dür. Hatta Yedigün firmasının lisanslı çöpçatan servisleri olduğu ve bu yolla çiftleri evlendirdiği söylenilir. Bu gıda tüketicilerinin son taarruz alanı da düğün pastasıdır. Düğünlerde böyle bir güruh vardır. "Düğün pastasını yiyelim de öyle kalkarız."....."Aaaa düğün pastasını yemeden mi gidicez?"...Paris Ambassador Otel'de Balda kızartılmış Keçi Peynirli Milföy mü yiyorsun tırto? Bayat düğün pastası yahu. Yesen ne olur yemesen ne olur? Nasıl olsa haftaya başka düğüne gideceksin...

3-Sim Kadınları: İşte sevdiğim bir topluluk. Hiç unutmam liseden bir arkadaşımın düğününe gitmiştim. Düğünde aynı masada oturduğumuz kızı birine benzetiyorum ama çıkartamıyorum. 10 dakika sonra konuşunca bir baktım, kızla zamanında aynı sınıftaymışız. Daha doğrusu o kızın simsiz versiyonuyla. Düğünlerde özellikle evlenen kızın yamağı diyebileceğim, Hristiyanların nedime dediği, böyle düğün günü ayak işlerini yapan, Most Productions gibi sanki tüm salon ondan sorulurmuş gibi dolaşan, mavi penguen gibi giyinmiş, yüzünde 2 kilo rimel, fondöten, ruj ve göz kalemi yetmezmiş gibi bir de sim adı verilen tanecikler olan kızlar ortalarda dolaşırlar. Neden böyle giyinirler, o simler nedir anlamam. İnsanların zaten düğünlerde özellikle güzel görünme çabasını anlamıyorum. İnsanlığın başlangıcından beri düğünlerdeki "Saplar Masası"ndan kısmet çıkmamıştır anlayın artık. Ha zaten güzel görünmeye çalışırken Serena Williams'la Paris Hilton'un kırmasına dönerler o ayrı mesele. Bir de bunların kız arkadaşları evet deyince "bas bas ayağına bas bas hehehe ay bizimkisaaa önce bastııııaaaaa" çıkışları vardır ki...titreme geldi geçiyorum...

4- Çakma Ara Güler: Şipşak...Şipşak...Şipşak...3 poz 4 poz var mısın? Varım...Varım da sen niye varsın? Düğünlerde genellikle erkek tarafının ayarladığı ve düğündeki konukların fotoğraf makinelerine el koyan faşizan fotoğrafçılardan bahsediyorum. Sağolsun bizim fotoğrafçı kafa bir yaşıtımızdı ama adam çok enerjikti. Benim misal 100 kişilik davetli listesindeki insanların elini sıktığım 15o tane fotoğrafım var. 100 kere sıktığım elden 150 fotoğraf nasıl çıkarmış bilemiyorum. Zaten bu düğünlerdeki fotoğraf çekme merasimi de çok ünlüdür. İlk önce aile erkanı geçer, sonra 2. derece akrabalar, sonra komşular, sonra arkadaşının arkadaşı, en son da limitsiz içki için gelenler. Ben daha o düğün fotoğraflarında güzel çıkan bir damat ve gelin görmedim. Hepsinde stres had safhada, gürültüden kafa bir milyon, e genellikle kızda bir de bir kaç saat sonraki tabu yıkılışının stresi var zavallı zaten uçmuş. Hadi biz 100 kişiydik 1000 davetli düğünlerde ne yapsın zavallılar?....Dur bi de ben Hasan emmiyle tek çekineyim....Niye, akşam gerdeğe senle Hasan emmi mi girecek?...töbe...

5-Çocuk: Başka söze gerek var mı? Çocuk işte...Hem de düğün çocuğu...Nil timsahı ve engerek yılanından sonra dünyanın en tehlikeli üçüncü yaratığı. Bir gün pistte deli dana gibi koşarken yere düşüp ağlayan çocuğun hiç görülmediği bir düğün bulursam 1000 euro takacağım çifte andımdır. Ama biliyorum ömrüm yetmeyecek. Aslında suç bu çocukların anne babasındadır. Erkek çocuklara takım elbise, kız çocuklara gelinlik giydirirler ya, o anne babayı bulup kusana kadar gazı kaçmış RC Cola içirmek gelir içimden. Ulan çocuk daha 5 yaşında, sokakta şortla kontratağa çıkarken kolundan tutup düğüne getirmişsin, bir de takım elbisenin içine sokmak ne oluyor? Sonra da çocuklar sıkıntıdan kendilerini piste verip ya düşüyorlar ya da kaybolup ağlamaya başlıyorlar. Toplayan da ekseriyetle beyaz çorap ve siyah makosen ayakkabılı düğün türkücüsü oluyor. "Adın ne senin canıııım" "Merveeeeee üüüüüüü"...."Merve'nin annesi babası ayıp oluyor yov alsanıza çocuğunuzu gardaş"...şimdi bir türküyle devam edelim....Yakalarsam tık tık...

6-Saplar Masası: Rivayete göre Şövalye Lancelot yuvarlak masa şövalyelerine katılmadan önce Saplar Masası'nın bir üyesidir. Ancak üstüste 538 düğünde de gece boyunca mekandaki 20-25 yaş arası kızı kesip bir sonuç alamayınca soluğu Kamelot'da alır. Düğünlerde sevgilisi olmayan erkeklerin oturduğu saplar masasının bazı kriterleri vardır. Gri takım elbise, jöleli saç, beyaz gömleğin içine beyaz atlet, tuvalet boşluğunda sigara içmek, tuvalet çıkışlarında kızlar tuvaletini kesmek, ilk 3 saat boyunca ağır abi modunda takılıp hiçbir sonuç alamayınca son yarım saat oyun havasında göbek atmak...Bu masanın bir numaralı muhabbeti "şşşşş bak hele şu kim la?", "şşşş oğlum şu Halime yengenin kızı mı la", "şşşş Neslihan'ın kardeşi nasıl büyümüş laaa" türündedir ki sonuncunun tercümesi aslında tükürük bezlerinin çalışıp salya üretimine geçildiğidir. Yukarıdaki simli kadınlar ile saplar masasının elemanları gece boyunca bakışırlar. Sonuç...Sıfır da sıfır da sıfır da hep sıfııııır....Rüya Ersavcı'ya selam olsun...

7-Wedding Singer: Şimdi düğün şarkıcısı her zaman aynı isimli filmdeki Adam Sandler gibi olmuyor. Eğer "You Spin Me Round" bekliyorsanız avucunuzu yalayın, zira ortalama bir düğün şarkıcısının söyleyeceği en yaratıcı şarkı Ankara misketten ibarettir. Seni yerler yerler yerler, seni ham yapar bu deliler beni bastı cinler periler aboooo napçaz şimdi...Hiçbir şey olmaz döşeyelim abi....." Nasıl şarkı. Düğünlerde özellikle içkinin etkisiyle sahneye çıkıp düğün şarkıcısıyla muhattap olan, şarkı isteyen hatta hızını alamayıp söyleyen insanlar vardır.
Genelde bu adamlar ya gelinin dayısıdır ya damadın amcasıdır. Bunlar zaten geceye sarhoş gelirler, sarhoş devam edip, sarhoş bitirirler. Benim bu düğün şarkıcıları ile aram pek iyi değildir zaten. En son düğünde birisi gelip bana "nerelisin?" diye sordu Ben de ona "sence nereliyim?" dedim. "Tekirdağ" dedi. Önceki düğündeki şarkıcı da "Siirt" demişti. 2 sene önce de birisi "Rize" demişti...İşte vatanı kucaklama böyle olur

8-Takı merasimi: Gelinin amcasındaaaan 4 adet Trabzon burgu bilezik....Damadın eniştesindeeeen 200 euro ve 2 altın künye...Gelinin kızkardeşinden 100 euro ve altın vibratör...Yaaa burası Hollanda aslanım....Takı merasimi...Niye bağırıyorlar öyle takıyı takanları? Şahsi şovdan başka bir şey değil elbet. Damatla gelin için daha da işkence. Kusura bakmayın ama adam kilisede evleniyor, smokin bozulmuyor, gelinin elbisesi her daim yerinde, bizim çocuklar bir evleniyor, yakanın iki yanında merkez bankasının 15 rakamlı seri numaraları. Şimdi bir de o paraların takılması için bir şerit takıyorlar, aman ne büyük icat! Takı takma kuyruğunda durmak önemli bir iştir. Zamanlama çok önemli, çiftin yanına geldiğinde damadı ve gelini tebrik edip öpme, takıyı hangisine takacağını iyi seçme, takma, poz verme ve gitme...Bütün bunlar maksimum 4.83 saniyede yapılmalıdır. Zaten bu o derece zorlu bir iştir ki bu süreci bitirip şekerini alan adam ilk 2-3 saniye gideceği yönü seçemeden ortalarda anlamsızca dolaşır, sonra kendine gelir.

9-Düğün öncesi ritüel: Türk düğünlerinde uygulanan gelenekler var. Kızı alma, alırken kapı boşluğundan para atma, götürme, yolu kesene ve çocuklara zarf içinde para verme. Hayatımda bir kez buna alet oldum. Yaş 11-12 falandı. Ama doğruya doğru ben düğün arabasının yolunu kesmedim o benimkini kesti. Asfaltta 2 kişiyi ekarte etmişim, "atan galip" maçında gole gidiyorum, tak....Mutluyuz...Sen mutlusun da ben şu golü çaksam daha mutlu olucam be güzelim...Tabi çocuklar kaportaya hücum edince bir zarf da benim elime düştü. Hiç unutmam 1000 liraydı...Gidip Cino almıştım. Geri kalanını da ilk önünü kestiğim düğün arabasından aldım diye çerçeveletip astım eve, altına da vergilendirilmiş kazanç kutsaldır yazdım. Bir de arabaların önünde yazan 2 klişe laf var: "Mutluyuz" ya da "Evleniyoruz"...Oraya yazmasan anlamayacak mıyız evlendiğini?..."Aaaaa ben de Elmadağ'a trekkinge gidiyorsunuz sanmıştım o kıyafetlerle". Gülse Birsel'in "Hala Ciddiyim" kitabında bununla ilgili enfes bir önerisi var. Ön tarafa orijinal şeyler yazılabilir, misal: "Evleniyoruz, gelin doğal sarışın"...gibi...

10-Dans: İşte geldik zurnanın halay çektiği yere. Onca göbekli adamın oyun havasına girişmesini anlatmayacağım sadece 2 örnek vereceğim. Birisi..Halay...Stephen Hawking kara deliklerin sırrını çözmüş...Eee ne yapayım, Hawking'i herhangi bir Türk düğününde halayın ortasına koy, 10 dakika sonra halay başı kavgasına girişir. Halay Katrina veya Krill Kasırgasından daha güçlü bir doğa olayıdır. Ne zaman sizi arasına alır anlamazsınız, kâh halay başı olursunuz kâh halaydan koparsınız, hele bir de iki halayın birleşmesi vardır ki....işte o zaman Academy Award Winner George Clooney... Perfect Halay...İkincisi daha beter...İki kadının dansetmesi...Neden Allahım? Bu arada belirteyim küçük kızlardan bahsetmiyorum. Direk genç irisi olanlar. Hayır biliyorum Türk düğünü lezbiyen de değiller. Bir gün süreci baştan aşağı izleyeceğim. Nasıl kaldırıyorlar birbirlerini mesela. Dans ederken ne konuşuyorlar. Cidden muamma yardımcı olun...

by Barad-dur, forzabrian, Gorky, tunchay and FD

Klişe yayınlarından çıkan diğer eserler

Top 10 İğrenç Hollywood Polisiye Klişesi
Top 10 İğrenç Romantik Komedi Klişesi
Top 10 İğrenç Korku Filmi Klişesi
Top 10 İğrenç Felaket Filmi Klişesi
Top 10 İğrenç Dövüş Filmi Klişesi
Top 10 İğrenç Otobüs Klişesi
Top 10 İğrenç Türk Clubber Klişesi
Top 10 İğrenç Yılbaşı Klişesi
Top 10 İğrenç GS-FB Derbisi Klişesi
Top 10 İğrenç Öğrenci Modeli
Top 10 İğrenç Ofis Karakteri

10 Nisan 2009 Cuma

ŞAMPİYON vol.1



















Geçen haftaki maçtan önce forza’ya, “kardeşim bak biletleri alalım, ilk maçı alırız falan, sonra uğraş dur” dedim. Baktım niyeti yok. Hafta başı tekrar yokluyorum, yine tık yok. Vardır bir bildiği deyip üstelemiyorum. Eşraftan diğer iki arkadaşa bilet alıp kapatıyorum konuyu.

Maç günü Ömer ile Levent Çarşı’da buluşuyoruz, Maslak yönüne giderken Sheraton’ın önünde görüyoruz sarı-kırmızı midibüsü, kızlar biniyor. O ana kadar normal seyrederken, heyecan katsayımız artıyor. Arabayı park edip girişe doğru yönlenirken, kafamızı kaldırmamızla aynı midibüsün görüyoruz, sırasıyla kızlar inip aramızdan geçerek girişe yöneliyorlar. Suratlarından bir şeyler çıkartmaya çalışsam da hepsi donuk, yine de çok stresli gözükmüyorlar. Işıl müzik dinleyerek, Seimone ile Sophia kol kola geçiyorlar yanımızdan.



















Ayhan Şahenk’in önünde görmeye pek alışmadığımız bir kalabalık var haliyle. Tayfa bekleniyor belli. Biz son dakikacı Cengizhan’ı beklerken, yüklenme başlıyor gişeye. Ne olduğunu anlamadan çifter çifter giriyoruz içeri.

Dolar dolmaz muhabbetleri arasında maçın başlangıcını bekliyoruz. Nedense düşük seyreden derbi tansiyonumuz da yükselmeye başlıyor. Emre’ye yapılan besteler eşliğinde bekleyiş sürüyor. Bu arada Bülent Korkmaz’ı görüyoruz sarı-kırmızılar içinde, hoşumuza gidiyor doğrusu. Derken kadrolar okunmaya başlıyor ve o anda hemen tüm tribün klasik Türk müziği korosu moduna geçip, maç kitapçığından isimleri okumaya başlıyor. Gecenin ironisi. Takımına bu kadar bağlı taraftar, oyuncu isimlerini kitapçıktan okuyor.




















İlk yarı boyunca farkın 10-12 seviyelerinde olması çok rahatsız ediyor beni, zira sürekli tedirginim. Bu arada ikinci bomba da, maç öncesi ve esnasında devamlı olarak “f.ck you Toronto” nidaları ile Kanada’ya mesajlar yollamamız. Cengiz’in böylesi daha iyi tesellileri arasında devreyi buluyoruz.




















Devre arası gayet dumanlı. Çok kötü bir üçüncü çeyrek sonrası Cengiz’in tesellileri yerini bu iş olmayacak galibalara bırakıyor. Son çeyrekte başkan Polat dahil herkes ayakta. Hatta Işıl’ın bir serbest atışı öncesi tek eliyle susun işareti yapıyor. Maçın sonlarına doğru salonun sıcaklığı en az 34-35 derece. Son hücumda Seimone’un şutuyla yıkılmaya hazırız ama olmuyor, Sophia’nın tipi bizi bir kez saha zıplatıyor ama nafile. Uzuyor maç.

Sonrası bilinen uzatma ve keyiflerin tavan yaptığı son 2-3 dakika. Maçın bitişi ile sarmaş dolaşız. We are the champions’a karşı Pınarbaşında ısrarcı oluyoruz. Polat’ın rakibi alkışlatma seansı, kupa töreni ve son yılların en keyifli spor akşamı. Dönüşte arabamızdan salladığımız atkımıza tek dıt var ama daha ne diyelim seni seviyoruz Cimbom.

by Gorky.

3 Nisan 2009 Cuma

TOP 10 İĞRENÇ TÜRK CLUBBER KLİŞESİ


















90'lı yılların ikinci yarısı ile birlikte Türkiye'de böyle bir profil türedi. "Clubber". Tam bir tanımı yok aslında ama maşallahı var ülke topraklarında amip gibi bölünerek çoğaldılar. Bir kere yapım gereği ben karşımdakini duyamadığım mekanlardan hoşlanmam ki bunun tek istisnası konserlerdir. E zaten oraya gidiş amacı da bellidir, konserde icra edilen müziği dinlemek. Hoş onun da yan amaçları vardır ya konumuz değil. Dolayısıyla bu bas tonunun beynimi titrettiği dj'lerin cirit attığı "club"lardan hoşlanmam. E türkü bar, Anadolu rock bar gibi yan sermaye ürünlerinden de hiç hazzetmiyorum. Burada dışarı çıktığım zaman genelde pub, Irish pub, bar-restaurant tarzı yerlere gidiyorum ki orada da genelde kaliteli bir müzik varsa. Türkiye'de en istikrarlı şekilde gittiğim bar Taksim'deki Araf'tı ama oraya da 3-4 kezden fazla gitmedim, zaten belli bir süre sonra el ilanı mı dağıttılar nedir, içeride hareket etmek bile imkansız hale geldi. Bu saydığım mekanların tümünün klasik kişilikleri var. İşte "clubber" denen tanımını yapamadığımız insanların belki de resmini çizecek maddeler. Bir diğer deyişle buyurun efendim Top 10 Türk Clubber Klişesi.

1-Dam: İşte her bekar Türk gencinin korkulu rüyası olan bir kelime "dam". Damı olmayan bir erkek toplamadaki etkisiz eleman "0" gibidir. Yani yanındaki kız kadar değeri vardır, o olmadan değeri koskoca bir sıfırdır. Türkiye'de barların damsız almama standartlarını hala kavrayamamış durumdayım. Mesela 2 erkek tek başına içeri alınmaz ama 2 erkek 1 kız içeri alınır. Nedir bu şimdi? Dam denen şeyin mantığı ne? Çift olmak değil mi? Eeee 2 erkek 1 kız (ki bu satırları yazan bendeniz, SSK iş hanındaki Gölge Bar'a 4 erkek 1 kız grubu şeklinde damsız alınmayan bir bara girmiştir) ne oluyor. "Tamam siz grup seks yapabilirsiniz ama tek başınıza olmaaaa"...demek değil mi bu? Belli ki o çiftin dışında kalan arkadaş içeride 9 kollu ahtapota dönecek. E nedir o zaman bu maskeli balo? Hem neden tek başına kızlar alınıyor da tek başına erkekler alınmıyor. Bununla ilgili bir optimum sayı mı var? Bar ortamında 10 erkek başına en az 4 kız düşmelidir şeklinde. Dediğim gibi çözemedim bu işi...

2-Yiyişme İnsanları: Şimdi bana heyecansız diyebilirsiniz ama barın insan kıçının dörtte üçünü alacak şekilde düzenlenmiş taburelerinde veya pencere kenarlarında 88 olarak sevgilimle yakınlaşacağıma ne yapacaksam rahatoğlurahat yatağımda yaparım. Tamam sevdiğini öpersin, sarılırsın da, kucağına alıp bluzundan içeri kafanı sokmak ne oluyor yahu? Bir de bu tiplerin heavy-metal barlarında takılan tipleri var daha komedi. Arkada Dimmu Borgır'dan Shagrath brutal vokal yapıyor veyahut Marilyn Manson "I'm not a slave to a God, that don't exist" diyor, bunlar önde misyoner pozisyonu yapmaya çalışıyorlar. Manyak mısınız lan? Death metal, shock-rock'la seks yapılır mı? Bu arkadaşları yerinde görmek için tek adres Kadıköy Kadife Sokak'taki Zincir Bar'dır...Gidiniz, barın ücra bir köşesine kurulunuz, gülünüz. Kolay gelsin...Pardon bbrrrrhhhhhhhhkolay gelsbbbrbrbrbrsin....Yazıyla da brutal vokal yapmak ne zormuş lan...

3-Bunalım adam: En sevdiğim adamlardan birisi bu. Hani barlarda (ki genelde alternatif rock çalan barlarda) kalabalıktan uzak, elinde şişeyle (asla bardakla değil) sütunlardan birine dayanmış, sigarasından periyodik nefesler çekerek, gözlerini kısıp sahneye bakan, sırt çantalı, "hayat çok acımasız değil mi, hepimiz birer ölüyüz aslında değil mi, donnie darko güzel filmdi... evet...bakıyo musunuz lan" adamları var ya işte onlar. Bu adamlar genelde barlara zirzop karakterindeki arkadaşlarıyla giderler ki farklılıkları göze çarpsın. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde o güruhtan sıyrılıp Johnny Depp moduna geçerler. Genelde ilk 1 saat boyunca bu pozu yaptıktan sonra bir sonuç alamazlarsa 2 yola başvururlar, ya "önümüzdeki maçlara bakıcaz" diye evin yolunu tutarlar ya da "artık buraya gelmem nasıl olsa, battı balık yan gider" diyerek onlar da zirzop moduna geçip hoplamaya zıplamaya başlarlar. Bir anda Donnie Darko olur sana Kaptan Jack Sparrow. Ben her şeyi anlarım da o çantalarda ne taşırlar anlamam.

4-Mesaj insanları: Forzabrian'ın enfes saptamasıdır. Mekanda erkek ve kız grubu karşılıklı kesişmektedir. Her iki tarafın da beğendiği bakışlardan anlaşılan bir şarkı çıkar. Erkekler bir anda şarkı sözlerini göz temasını kesmeden gülümseyerek söylemeye başlarlar, kızlar da birbirlerinin kulağına bir şeyler söyleyip hemen akabinde bar tavanına bakar halde kahkaha atarak sonra sol ve sağa kaykılıp dansa devam ederler. İşte böyle, Türk insanı birbirine dokunmadan ön sevişmeyi keşfetmiştir dostlar. Ancak mekanda bir de yalnız kızlar vardır ki en az yalnız erkekler kadar fenadırlar. Hani şu sevdikleri şarkı çıkınca sahneye dönüp "oooooooooo" diyerek bira bardağını kaldırıp kendinden geçen hatunlar. Neye "ooooooooo"...Sanırsın Thom Yorke söylüyor şarkıyı. Kıytırık cover lan işte. Git evde dinle...Bunlar için bir de Barney Stinson'ın "Wooo Girls" teorisi vardır ki o da enfes bir saptamadır.

5-Yürüyen tekel: "Kanka sorma dün 8 tane bira içtim, üstüne 2 vodka-red-bull attım çok fenayım" , "oğlum dün kafa bir milyon oldu ya, akşamdan kalmayım zaten, şöyle (parmakla göstererek) 4 duble rakı içtim, bi de üstüne arkadaşın abisi Çek Cumhuriyeti'nden absinthe getirmiş onu attım, var yaaaaa"...Var evet...Maalesef varsın. Bu ertesi gün içki istatistiğini veren güruha ayar oluyorum. Ne oluyor yani, onu abartarak (ve büyük ihtimal sayıyı da abartarak) rapor verince?"Hasktir lan Hasan 8 bira mı, lan ben 7'de kaldım büyük adamsın" dememizi mi bekliyolar? Zaten genelde bu gibi durumlarda lafı dinleyen hiç "vay be büyüksün" çekmez. Cevabı şu şekilde olur...."Ay biz de geçen gün arkadaşın evindeydik, babasının barı vardı, 2 şişe Absolute bitirdik, kafa nasıl dönüyo biliyo musun...."....Absolutely Stupid....



















6-Öncesi ve sonrası adamları: Bu tür adamlar için gecenin kendisi değil, öncesi ve sonrası çok önemlidir. Aslında kendi aralarında ikiye ayrılırlar. Gecenin öncesi adamları gidilecek mekan pahalıysa, dışarıda mekanın uzağında 4 Efes'le, eğer sapına kadar apaçiyse Skol birayla kafayı bulup mekana giden adamlardır ki içeri girdiklerinde zaten kafaları bir milyondur. Gecenin kalan kısmını bir votka-limonla bitirirler. Bu arkadaşların sefil hesapları yanında benim sevdiğim ama sevdikçe de dövesimin geldiği adamlar eğlence sırasında gece sonunda yiyeceği yemeği düşünen adamlardır. Onlar daha mekana girildiği andan itibaren başlarlar "çıkışta Kızılkayalar'da hamburgerleri hüpletiriz haaaa"..."Bambi'ye oturalım çıkışta...e Allahım emri...Allahın emri.....", "ben var yaaa çıkışta 20 tane midye dolma götürürüm ha..offff"...Be dangoz adam karnın açsa git yemek ye, gece hayatını niye alet ediyorsun buna?

7-Yolu tuvaletten geçen herkes: 10 yıldır farklı arkadaş gruplarıyla bara, puba şuraya buraya giderim, daha mekandan içeri girer girmez tuvalete giden adamın esrarını çözemedim. Aslında çözdüm de arkasındaki güdüye anlam veremedim. Bu arkadaşlar içeriye girer girmez çantalarını sağa sola bırakıp tuvalete koşarlar, hatta bazıları işi azıtıp doğrudan tuvalete yönelirler. Aynada üst baş düzeltirler, sonra mülakata girer bir edayla mekana süzülürler. Bu arkadaşlar "ilk intibanın ikinci şansı olmaz" ilkesini kendini karşı cinse beğendirme konusunda da edinmiş adamlardır. Ama sorun şu ki, barda tanışıp işi ilerleten çiftler barda geçirdikleri ilk saniyelerde değil, gecenin sonlarında seviyeyi kırmızı noktaya doğru çekerler. Yani sen istersen ESPRIT marka gömlek pantolonla, tuvaletten içeriye süzül, o gol maçın son 15 dakikasında gelecektir.

8-Tanıdık adam: İşte yine Türkiye'deki her canlı müzik yapılan barda nesli tükenmemiş, babadan oğula geçen bir pozisyon. Sahnede çalan grubun tanıdığı, ama enstrüman çalamayan şakşakçı adam. Bu adam grubun her haftaki programında saatler önceden mekana gelir. Program başlayana kadar 3 bira içer. Genelde şişmandır, sakallıdır ve yaz aylarında mutlaka şortludur. Program başlamaya yakın en öne gelir, etrafına "bunlar daha gitarları satın aldıklarında ben yanlarındaydım, siz ne anlatıyosunuz" diye bakar. Konser başlayınca da kendinden geçer. Anlamsız hoplayıp zıplamalar yaparlar, "Sus Söyleme" coverında head-bang yaparlar, Tonic'ten "If You Could Only See" şarkısının "when she says she loves meeeeeeeeeeeee" kısmını bağırarak gereksiz duygu patlamaları yaşayıp söylerler. İşin kötüsü sahnedeki grup bu adamdan bıkmıştır ama yancıdır bir kere. Atsan atılmaz, satsan satılmaz, mecburen katlanırlar. Konser bittiğinde bu adam sahnenin önüne oturur, birasını içer ve gelecek haftaya kadar yokolur. Yazık sevgilisi de yoktur...."He's a creep....He's a weirdoooooo"

9-Billy Elliott Sürüsü: Buradan belirteyim arkadaşlar, dans etmeyi sevmemek, olağanüstü, insanlık dışı, kıyamet alameti olarak nitelendirilecek bir olay değildir. Adam vardır şube yemeğinde şube müdürünün gözünün önünde alnına para yapıştırır, adam vardır underground barda kenara gidip oturur. Bu insanların hepsine lütfen saygı gösteriniz. Bir gün bir mekanda, "allah aşkına kalk", "abi ayıp oluyor herkes kalktı sen de kalk, senin doğum günün", "yaaa çok sıkıcısın ya eğlenmeye geldik buraya, iki dans et" diyen birisini çok fena döveceğim. Kadın-erkek, genç-yaşlı, sarhoş-ayık demeden fütursuzca girişeceğim. Yanındaki ekibin her bir üyesini zorla pistte tepinmeye yönelten insanlardan nefret etmekteyim ki her gece kulübünde bunlardan sürüyle vardır. Ulan ben oynayarak, dans ederek mi doğum günü kutlayacağım kutlayacaksam. İçimden gelirse katılırım, gelmezse katılmam nedir bu bitmek tükenmek bilmeyen adrenalin anlayışın? "Ya dutchman çok sıkıcısın yaaaa...."

10-Türkü Bar'ın Robinson Crusoe'leri: Türkü bar. İşte ne zaman görsem içeri koşmamak için kendimi zor tuttuğum mekan. Yanlış anlamayın, müzik değil benim arayışım, aynen heavy-metal barlarda yaptığım gibi bir köşeye oturup etrafı gözlemek. Bir kere türkü barın sanatçılarında bir halk dostu havası vardır. Kadınlar ortalama güzelliğin altında, genelde çirkin, erkekler her daim sakallı ve hırpani kılıklıdır. Yelek bu arkadaşların olmazsa olmaz giysisidir. Seyircilerin arasında da her devrimci şarkıda Deniz Gezmiş havasına giren Karl Marx klonu 3-4 adam ve "ben kabullenmiş toplumun bir parçası değilim, başkaldıran, sorgulayan, bir devrimciyim" bakışlarıyla bir dolu bıyıklı kız bulunur. Yıllar önce Ankara SSK İş Hanı'nda adını unuttuğum bir türkü bar gecesini hiç unutmuyorum. Zira mekanın küçüklüğünden halay oturarak yapılmıştı ve ben de dayanamayıp kapıya en yakın adam olduğumdan oturan halay başı olmuştum. Acaiptir türkü barlar. Da ben türkü barla-birayı hiç özdeşleştiremedim, halbuki bir numaralı içkidir, bu mekanlarda. Bana türkü barda Elvan Gazoz veya boza satılsa daha mantıklı olur gibi geliyor.....

by Barad-dur, forzabrian, Gorky and FD

31 Mart 2009 Salı

9-4 ÇALIŞANLARIN SPORU


















Ne zamandır söylemek istiyorum, bugüne kısmetmiş. Yıllardır amatör şubelerle ilgili taraftarın ilgisizliğinden yakınmaktan bıkıp usanmayan anlayış yine iş başında. Bugün voleybol erkekler play-off 1. tur ikinci karşılaşması oynanacak, detayları aşağıdaki gibi ;

Maç: İstanbul Büyükşehir Belediye - Galatasaray
Tarih: 31 Mart 2009 / 18:00
Salon: Haldun Alagaş

Ben Galatasaray taraftarıyım ve maça gitmek istiyorum. Peki ne yapmam gerekecek? 18:00’de başlayacak maça İstanbul’un bir ucunda olan ofisimden diğer ucundaki salona yetişebilmek için en iyi ihtimal ile 16:00’da çıkacağım. Takım kazandı ve seri bir sonraki maça sarktı, ne olacak? Çarşamba günü yine 18:00’de başlayacak maç için 16:00’da ofisten çıkacağım. Perşembe günü de kız takımın maçı var, onu da izlemek istiyorum. Maç yine 18:00’de, ben yine 16:00’da yollara düşeceğim. Peki Cuma ne olacak? Muhtemelen saat 15:00 sularında muhasebeden alacağım telefon sonrası yine tam saat 16:00’dan ofisten bir daha dönmemek üzere çıkacağım.

Voleybol federasyonu sitesinden play-off takvimine baktım, maçların başlama saatleri ; 15:00, 16:00, 17:30, 18:00. Peki arkadaş, bu maç saatlerini ayarlayan insanların Türkiye’deki mesai saatlerinden ve trafik koşullarından haberi yok mudur? Ya da bu “siz gelmeyin birader, biz kendi aramızda takılıyoruz” anlayışı mıdır?

Eğer bu saatler televizyon yayını nedeniyle ayarlanıyorsa, ülkenin yüzde bilmemkaçının evinde olan dijital platformlar yüzünden geri kalan büyük çoğunluğu neden cezalandırıyorsunuz? Tüm bunları geçtim, bütün bu olanlardan sonra ilgi yok, seyirci yok diye niye şikayet ediyorsunuz.

Bu kadar mantıksızlık bünyeye fazla geliyor..

by Gorky

27 Mart 2009 Cuma

HEYKEL


















Resimdeki futbol topu heykelini fark etmişsinizdir, geçen Ağustos ayından beri Üsküdar’daki Turyol motor iskelesinin hemen yanında duruyor. İlk gördüğümde Mayıs’taki final için konulduğunu falan düşünmüştüm. Ancak şu anda ismini tam hatırlamadığım bir kişinin katkılarıyla Hasan Doğan anısına yapılmış. Hoşuma gitti çok. Yani sanatın içine tüküren bir "adam”ın başkentini emanet ettiği ülkede, böyle şeyler insana az da olsa umut veriyor.

İstanbul’da bildiğim kadarı ile Fenerbahçe’deki futbolcu heykeli ve Bahçelievler’deki UEFA anıtı var. Cahilliğimi maruz görüp kendi şehrinizde ya da diğer şehirlerde futbol ile ilgili bildiğiniz başka heykel ya da anıtlar var ise söyleyin, bizi de aydınlatın.

by Gorky

19 Mart 2009 Perşembe

KEŞANLI ALİ VS. EDEBİYATÇILAR

























Yıl, 1964. Yer, Altunizade, İstanbul

Solda Edebiyatçılar’ın kaptanı Orhan Kemal, ortada hakem Halit Kıvanç ve sağda Keşanlı Ali takımının kaptanı Haldun Taner, Türk Edebiyatçılar Birliği ve Keşanlı Ali Destanı oyuncuları arasında düzenlenen dostluk maçı öncesi seromonide görülüyorlar.

Büyük ustalardan Orhan Kemal makosen ayakkabıları ile Haldun Taner ise Galatasaray’dan ödünç aldıkları forma ve pantolon şortuyla dikkat çekiyor.

Aşağıda ise iki takımın oyuncuları. Maç ile ilgili Hayrettin Filiz’in yazdığı yazıya buradan ulaşabilirsiniz.










































by Gorky.

10 Mart 2009 Salı

AMADEUS

























1993 yılının yağmurlu bir haziran gününde, otobanda seyreden bir tır yanındaki arabaya çarpmamak için hamle yapar ve aracının kontrolünü kaybederek bariyerlere çarparak durur. Üç şeritlik yolun tamamını kapatan tırın hemen arkasından gelen kırmızı Golf ise tıra feci şekilde çarpar. Aracın ön koltuğunda uyumakta olan 1,97’lik dev emniyet kemeri olmadığı için aracın ön camından fırlar ve hayatını kaybeder.

Eğer bu feci kaza olmamış olsa bugün Michael Jordan, gelmiş geçmiş en iyi basketbolcu sıfatını büyük ihtimalle bu kazada ölen efsane basketbolcu ile paylaşmak zorunda olacaktı. Drazen Petrovic ile.. Yine bu feci kaza olmamış olsa bu satırların seyri de çok değişik olacaktı.

Geçtiğimiz haftadan bana kalan Split’te bol gollü bir kupa maçı ve Zagreb’te hüzünlü bir müze ziyareti idi. Drazen Petrovic Spor Salonunun hemen önündeki bu müze ile geçmişe uzanıp onun ne kadar büyük bir sporcu olduğunu ve ölümünün basketbol için ne denli büyük bir kayıp olduğunu bir kez daha hatırladım.
























Drazen, (Hırvatlar Drajan diye telaffuz ediyorlar.) 22 Ekim 1964 yılında o zamanlar Yugoslavya mahiyetinde olan Sibenik’te doğar. Hırvat anne ve Karadağlı babanın ikinci çocuğu olan Drazen, ilk ve ortaokulu çok başarılı bir öğrenci olarak yüksek bir derece ile bitirir. Ailesi, ağabeyi Aleksandar gibi onun da müzik eğitimi almasını ister, ancak onun aklında sadece basketbol vardır. İkinci gitar dersinden sonra ailesine müzik eğitimine devam etmek istemediğini, sadece ve sadece basketbol oynamak istediğini açıklar. Bu, bir yıldan fazla bir süre müzik eğitimine gitmek için evden çıkan ve gizli gizli basketbol oynayan ağabeyi Aleksandar’ınkinden daha cesur bir davranıştır ve belki de onun karakteri hakkında esaslı bir ipucudur.















Aleksandar’ın idman yapmış olduğu salona giderek takımdan ayrı olarak tek başına çalışmaya başlar, durmaksızın şut atar. Ağabeyi Aleksandar ve koçu ondaki hızlı gelişimi çok kolay fark ederler. İlk zamanlar topu potaya bile yetiştiremiyorken zamanla kendi stilini oluşturur. Her sabah altıda salona gidip okulun başlangıç saati olan sekize kadar şut atar, sandalyeleri dizip dribling çalışması yapar. 15 yaşında ilk takımı olan Sibenka’da oynamaya başlar. Kısa sürede takımın yıldızı olan Drazen, takımı ile birlikte 1983 ve 1984 yılında iki kez Koraç Kupasında final oynar ve iki finali de Limoges’a kaybederler. 1983 yılında ise Sibenka, Yugoslavya şampiyonluğunu Drazen’in maç süresi bitmişken attığı iki serbest atış sonrası kazanır. Bu şampiyonluk Drazen için bir yol ayrımı anlamına gelir. Partizan, Cibona ve daha bir çok takım peşindedir.



















Aynı zamanda çok iyi bir öğrenci olan Drazen, hukuk fakültesinde okuma şansı da bulabileceği için Cibona’yı tercih eder. Ağabeyinin de takımda olması onun uyum sürecini kısaltır ve ilk yılın sonunda Yugoslavya lig ve kupa şampiyonu olurlar. Aynı yıl daha sonra transfer olacağı Real Madrid’e karşı Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde 36 sayılık bir performansla ilk Avrupa şampiyonluğunu kazanır.



















Tavizsiz bir profesyonel ve tam bir winner olan Petrovic, doğup büyüdüğü ve basketbola başladığı kentin takımı Sibenka’ya karşı ilk maçında, Sibenkalı taraftarların, onlara fazla sayı atmaması isteğine 56 sayıyla karşılık verir.

Ertesi yıl elde Yugoslavya kupası ve Sabonis’in Zalgiris’ine karşı kazanılan üst üste ikinci Avrupa şampiyonluğu vardır. İkinci yılından itibaren Drazen zaten yıldızlarla dolu olan kadronun lideri olur. Real Madrid onu bu yıl transfer etmek ister. Ancak Yugoslavya kanunlarına göre bir oyuncu 28 yaşına kadar sadece Yugoslav takımlarında oynamak zorunda olduğu için bu transfer gerçekleşmez. Real Madrid’in Petrovic ile anlaştığı ve onu transfer etmek için gerekli izinleri alana kadar bekleyeceği anlatılır.

Üçüncü yılında üçüncü Avrupa şampiyonluğunu Kupa Galipleri Kupası finalinde Scavolini Pesaro’yu geçerek kazanır. Geçen yıl olduğu gibi lig şampiyonluğunu da finalde kaybederler. Oynadığı dört yıl boyunca Cibona’nın istisnasız tüm maçları kapalı gişedir. Bilet bulamayıp maça giremeyenler skoru ve Petrovic’in neler yaptığını öğrenmek için maç bitene kadar salonun önünde beklerler. Artık o, basketbolun Amadeus’u (Mozart’a ithafen) olarak anılmaktadır. Takımdaki dördüncü ve son yılını kupa şampiyonu ve Koraç kupası finalisti olarak tamamlar ve Real Madrid’in yolunu tutar.



















Real, ona o güne kadar Avrupalı bir oyuncuya ödenen en yüksek rakam olan altı sıfırlı bir kontrat sunar. (Yugoslav kayıtlarına göre 1.300.000 USD) Ve ona istediği herhangi bir arabayı almayı teklif eder. Drazen kırmızı bir Porsche ister. Ancak kırmızısı ile olan aşkı kısa sürer, arabası Zagrep’teki evinin önünden çalınır. İspanya’da krallar gibi karşılanan Drajan herkesin sevgilisi olmuştur. Gittiği kulüplerde onun girişiyle müzik kesilir ve hoş geldin seramonisinden sonra onun sevdiği şarkılar çalınmaya başlar. Masal gibi geçen bir yılın sonunda lig finalinde Barcelona’ya kaybedilen şampiyonluğun rövanşını yine Barcelona’ya karşı kazanılan İspanya Kupası ile alırlar. Aynı yıl Kupa Galipleri Kupası finalinde İtalyan Caserta’ya 62 sayı atan Drazen, Madrid’e bu şampiyonlukla veda eder.






































89 yılında Portland Trail Blazers’ın yolunu tutar. Kariyerinde her zaman bir adım ileri gitmeyi hedef koyan Drazen için Portland macerası yine kendi ifadesi ile tatsız bir geri adım gibidir. Koç Rick Adelman ona istediği süreleri vermez ve Drazen kendini gösterme şansını bulamaz. Başta eski kulüpleri olmak üzere birçok Avrupa takımı onu geri almak için uğraşır. Ancak o kendini ispatlayabilmek için daha fazla süre alacağı bir takımda oynamak ister. Denver’ın da dahil olduğu üçlü bir takas sonrası 1991 yılında New Jersey Nets’e transfer olur. Burada çok sevdiği 4 numaralı formasından vazgeçip, “onlara nasıl 3 sayı atıldığını ezberleteceğim” diyerek 3 numaralı formayı alır.

























Burada geçirdiği ilk yılda eski kimliğine bürünür ve 86 yılından beri playoff yüzü göremeyen Nets ile playoff’lara kalırlar. Aynı yıl Nets’in MVP’si ve yılın Avrupalı oyuncusu ödülünü alır. 92-93 yılında yine Nets’in en iyi oyuncu ödülü ve yılın Avrupalısı seçilir. NBA’deki bu son sezonunda NBA gelmiş geçmiş en iyi 3. takımına seçilir. Ancak All-Star takımına çağırılmamak onun için büyük bir hayal kırıklığı olur. Zira en iyi skorerler içinde çağırılmayan sadece o’dur. Artık NBA’den iyice soğumuştur, kontratını bir türlü uzatmayan NETS ile de yollarını ayırmaya karar vermiştir. Yakın arkadaşı Vrankovic’in oynadığı Panathinaikos ile anlaşmak üzeredir. Vrankovic, o dönemki başkan Giannakapoulos’un kendisine onu almak için istediği her şeyi vermeye razı olduğunu ve onu ikna etmesini istediğini anlatır.

92-93 sezonu bitiminde Avrupa Şampiyonası elemeleri için Polonya’ya gider. Yaşadığı diz sakatlığına ve tüm ısrarlara rağmen şampiyonaya katılmayı büyük ölçüde garantilemiş takımını yalnız bırakmayı kabul etmez ve son maçını Slovenya’ya karşı oynar. Dönüş yolunda Frankfurt havaalanında Drazen ağabeyi Aleksandar’a takımdan ayrılacağını ve bir kız arkadaşı ile birlikte araba ile Zagreb’e geleceğini söyler. Bu ağabeyinin onu son görüşü olur. Sonrası bilinen kaza ve Drazen’in hazin ölümü.





































Kariyerindeki bir çok başarının yanı sıra, NBA de bile oynarken yazları, doğmuş olduğu kentte her gün sokakta 3’e 3 maç yapabilecek kadar amatör ruhlu, eski takımlarına karşı acımasız olabilecek kadar sıkı bir profesyoneldi. Ona ait hatırladığım son şey 92 olimpiyatları finalinde Dream Team’e karşı Kukoc ile birlikte sergilediği muazzam direnişti.

Amerikalılar’ın Petro’su, Hırvatların Amadeus’u, ağabeyi Aleksandar’ın Stony’si tüm Hırvat halkı için bir sembol ve gurur kaynağıdır. Hırvat tenisçi Goran Ivanisevic kariyerindeki kötü gidişe 2001 yılında kazanarak dur dediği ve ona ithaf ettiği Wimbledon’a, duvarına astığı arkadaşının posteri ile her gün konuşarak hazırlandığını anlatır. Bu efsane şampiyonluktan sonra ülkesine döndüğünde üzerinde Drazen’in 3 numaralı Nets forması vardır.













Ölümünden sonra Petrovic adına Lozan’daki olimpik müzenin bahçesine kariyerindeki 16 yılı simgeleyen 16 parçalı bir anıt yapılır. Zagrep’teki spor salonunun adı Drazen Petrovic Basketball Hall olur ve ölüm yıldönümü olan 7 Haziran 2006 yılında ziyaret etmiş olduğum Drazen Petrovic Memorial Center açılır. Sahibi olduğu cafe Amadeus ise halen faaliyettedir.


























by gorky.