Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2014 Pazartesi

TENİNDE PORTAKAL KOKUSU























Blog okuyucularından Korhan Tunarlı, kişisel blogunda Hollanda için yazdığı bir şiiri yayınlamış. Bize de pasladı. Türünün belki de ilk örneklerinden olan bu çalışmayı sizlere sunuyoruz. Aslı için de buradan...

Teninde Portakal Kokusu

Eskiler bana derdi ki Cruyff çok hızlı koşardı
Efendiler derdim Overmars realitesiyle yüzleşelim
Realiteyi yeni öğrenmiştim cümle içinde kullanırdım
Mercan kurşun kalem kullanırdım, gönye-iletki kullanırdım
Daha sekiz yaşındaydım ekranda Gülriz Sururi vardı
Ve gözleri vardı, korkmuştum, ve Kluivert vardı
Michael Owen yeni çıkmış Eto'o henüz bitmemişti
Kuala Lumpur Havaalanı açıldı açın arşivlere bakın
Tamam nihayetinde de Zidane kupayı getirdi diyelim
Bak meleğim, duy sevgilim 98' öyle bir yazdı

Zaman geçti mezun oldum, aşık oldum, yeni hayatlar kurdum
Arada Amsterdam'a gittim kanallarında zap yaptım
Biletsizdim inmedim, bir izmarit gibi trenden atıldım
Bir Hollandalı gibi uçtum ve Şirin Babanın ellerinden öptüm
Şirin Babanın elini öptüm ve alnıma koydum
Zenden dar alanda etkisiz dediler ona bile katıldım
Senden de vazgeçerdim de sen buna çok kırılırdın
İleri-geri savunma-hücum en sonunda yoruldum
Bilmem ben total futbol dedikçe sen neden durulurdun

Düşünürüm o açı ölçen gönye miydi iletki mi
Sn. Ejder abim doksanlara vururken içimde müstezhi bir geometri
İsterim rabbim onu bağışlasın uzun ömürler versin
Boş alan versin kademe hatası versin dönen toplar versin
Arada bizi de görsün sıcak mola yeri falan versin
Ülkemiz çöl olmasın ama kutuplar da erimesin
Sonra organize bi atak olsun, e bi ofsayt da görülmesin
Muhtar gelsin ve tebrik etsin ve kupa alnında yükselsin
Unutma sen doğduğum köylerin daimi prensesisin
Kutuplar da erimesin, sen penguen seversin

Olur ya uzatmalara gider, maazallah penaltılara kalır
Şimdiden gelin anlaşalım herkes kulağını kessin
Sol kulağını kessin sonra götürüp kaleciye versin
Çünkü kaçan her penaltı en çok iki adım ıskalanmıştır
Belki lodos ters esmiş, rahmet yağmış, zemin kayganlaşmıştır
Ama neden diye ağlama aşkım bunun sefası da cefası da kutsal
Çünkü sancak tarafında diğerleri, iskelede portakal

Robben atar, maç döner, sen yeter ki yanımda kal

8 Şubat 2013 Cuma

ALİ ECE İLE MÜZİK TARİHİNİN TAVAN ARASI-1: THE FALL, GEORGE BEST VE ALBERT CAMUS

























Albert Camus ciğerlerinden hastalanmasa pekâlâ edebiyatçı-filozof olmak yerine Cezayir ya da Fransa Milli Takımı’nın kalecisi olabilirdi. Bizzat en yakın arkadaşlarından birisinin “Tiyatro mu futbol mu?” sorusuna “Tabii ki futbol” cevabını veren büyük düşünür, 1930’larda Kuzey Afrika Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan Racing Universitaire d’Alger takımının kaleciliğini yapmıştır.“İnsan ahlakı ve ahlaksızlığı”na dair birçok şeyi kaleciyken öğrendiğini ileri süren Albert Camus, ahlak ve ahlaksızlık üzerine en büyük kitabını da kaleciliği bırakmak zorunda kaldıktan 26 yıl sonra yazacaktır.



Camus’nün en son salt edebiyat eseri olarak nitelenen 1956 tarihli “Düşüş” Fransızca orijinal adı “La Chute” olarak yayınlandıktan hemen bir yıl sonra “The Fall” adıyla İngiltere’de yayınlanır ve büyük ilgi görür. 
Aynı yıl ise 16 sene sonra İngiltere’nin ilk post-punk grubunu kurup “The Fall” adını verecek olan Mark E. Smith, Manchester’da doğar. 29 stüdyo albümü yayınlayacak olan Mark E. Smith’in The Fall’u grubun adına ilham kaynağı olan Albert Camus gibi felsefe ve edebiyata olduğu kadar futbola da takıktır. 29 stüdyo albümünün çoğunda Camus’nün “The Fall”undaki “insaniliğini yitirmiş olan insanlar arası ambiyans”ı varoluşsal ve absürd sözlerle müziğe döken Mark E. Smith ve arkadaşları, 1983 yılında futboldaki insaniliğin azalmasının miladını şarkıya dökerler.

1983 tarihli “Kicker Conspiracy” 45’liğinde aslen Manchester City taraftarı olan Mark E. Smith, ezeli rakip United’ın efsanesi George Best’in maç sonrası halkla pub’larda bira içtiği günlerin özlemini dile getirirken, 80’lerin illeti hooliganizme de güzel tekmeler atar! 45’liğin sözlerindeki "J Hill's satanic reign" kısmı gittikçe yozlaşan medyanın hooliganizmden nasıl beslendiğini özetler. 

İşim garibi Mark E. Smith, The Fall’u kurmadan kısa süre önce uzun yıllar Manchester United başkanı olan Martin Edwards’ın et fabrikasında çalışmıştır. Maaşı sadece 36 pound olan o fabrikadaki et işçiliği mesaisi ise sadece 1 saat sürer. Hatta işe başlamadan önce bizzat Martin Edwards ile iş görüşmesi yapması City – United ezeli rekabetinin saha dışına taşan en garip anlarından birisidir. 

İş görüşmesindeki diyalog daha doğrusu Mark E. Smith monoloğu ise bu blog yazısındaki karmaşık mesajın anahtarıdır: “Ben Manchester City’i 1965’ten beri tutuyorum, o zaman 2. kümede sonuncuyduk. Şimdi ben de hayatın 2. kümesindeyim. City’liyim ama ilham kaynaklarım George Best ile Albert Camus. Ve ‘The Fall’ romanının ana karakteri Clamence’inkiler gibi acı ama gerçek bir itirafta bulunacağım: Bir Manchester City’li olarak George Best’i Manchester United’lılardan daha çok seviyorum” 

















Mark E. Smith’in cebinde Albert Camus kitabı varken söylediği o sözlerden kısa bir süre sonra Martin Edwards’ın Manchester United’ı 2. kümeye düşer. Üstelik de United’ı küme düşüren golü Manchester City formasıyla eski Manchester United’lı Denis Law atmıştır. Hani şu Old Trafford’un hemen önünde Bobby Charlton ve George Best’le beraber “Kutsal Üçlü” adıyla heykeli sergilenen Denis Law. Smith’in yorumu basittir: “Camus gibi kalecileri olsa yine düşerler miydi?

by Ali Ece

30 Mayıs 2012 Çarşamba

HOLLANDA KADROSU TELAFFUZLARI


















2010 Dünya Kupası öncesi yapmıştık.. Bu sene de spiker, muhabir ve gazeteci arkadaşlara amme hizmeti yapıyoruz. Buraya yazmadığımız bazı isimler olursa da yardımcı olmak amacıyla şu ufak bilgileri veriyorum.

Bir kere 100. defa söyleyeyim, Hollanda'da konuşulan dil Flemenkçe değil Hollandaca'dır. Flemenkçe bir dil grubudur. Hollandaca'da, Türkçe'deki "v" sesi, "w"dir. Hollanda alfabesindeki "v" ise Türkçe'deki "f" harfi gibi telaffuz edilir. Ayrıca "e" harfi hiç bir zaman "ö"ye dönmez. Zaman zaman "e" şeklinde kalır zaman zaman "ı" şeklinde okunur. Dolayısıyla da Robin van Persie'nin telaffuzu bir çok Türk spikerin yaptığı gibi "Van Pörsie" ya da "Fan Pörsi" değil "Fan Persi"dir. -ij, hecesi "i" şeklinde okunmaz. Yani "Nijmegen" kelimesi "niimegen" şeklinde değil "neymeyhkkhın" şeklinde  telaffuz edilir.O sondaki hırlamanın sebebi "g" harfinin Hollanda'daki telaffuzunun istisnalar olması kaydıyla "hğğkkhhk" türü bir gırtlak sesiyle olmasıdır.Son olarak da "u" harfi "ü" şeklinde okunur. Bu kısa bilgilerden sonra numara sırasına göre telaffuzlara geçelim.

1-Maarten Stekelenburg: Maartın Steykılınbürgh
2-Gregory van der Wiel: Gregory fan dır Vil
3-John Heitinga: Con Haetingha
4-Joris Mathijsen: Yooris Mathaeysın
5-Wilfred Bouma: Wilfred Baovma
6-Mark van Bommel: Mark fan Bommıl
7-Dirk Kuijt: Dirk Küaeyt (neeey)
8-Nigel de Jong: Naycıl dı Yong
9-Klaas-Jan Huntelaar: Klaas Yan Hüntılaar
10-Wesley Sneijder: Wesliy Sneaydır
11-Arjen Robben: Aryın Robbın
12-Michel Vorm: Mişel Form
13-Ron Vlaar: Ron Flaar
14-Stijn Schaars: Staeyn Sıkhaars
15-Jetro Willems: Yetro Willıms
16-Robin van Persie: Robin fan Persi
17-Kevin Strootman: Kefin Strootman
18-Luuk de Jong: Lüük dı Yong
19-Luciano Narsingh: Lusiano Narsing
20-Ibrahim Afellay: Ibrahim Afılay
21-Khalid Boulahrouz: Kalid Bularuz
22-Tim Krul: Tim Krül
23-Rafael van der Vaart: Rafael fan dır Faart

Teknik direktor: Bert van Marwijk: Bert fan Marwaeyk

28 Nisan 2012 Cumartesi

MARKED FOR DEATH

























Hollanda tarihinin en sansasyonel siyasetçilerinden Geert Wilders'ın kitabı Marked for Death 1 Mayısta ABD'de piyasaya sürülüyor. Şahsi kanaatim 2012 yılının onun hayatındaki en kritik yıl olduğu yönünde. Geçtiğimiz hafta içinde hükümete desteğini çekince Mark Rutte hükümeti dağıldı ve yeni seçim söylentileri dolaşmaya başladı. 2 ay önce Müslümanlarla uğraşmaya ara verip Doğu Avrupalı göçmenlere takmış ve hatta bu insanlardan şikayet eden ya da bu insanlar sebebiyle işini kaybeden Hollandalıların şikayetlerini yazabileceği bir website açmıştı. Onu Belçika da takip etti. Şimdi de 1 mayıs'ta piyasada olacak. Kitap muhtemelen satış siteleri yoluyla Hollanda'ya da gelecek. Zaten Avrupa'da piyasaya sürülmesi de çok geç olmayacak. Türkiye'de piyasaya sürüleceği konusunda şüphelerim var.

Kitapla ilgili bugün bir makale yayınladı politikacı. Öncelikle kapaktaki "İslam'ın Batıyla ve Benimle Savaşı" girişi biraz da şahsi bir kitap olduğunu haber veriyor. Kitaptan bir kaç sayfa okudum, yine Avrupa insanını olabildiğince korkutma çabası mevcut. Genelde şiddet eylemlerinden bahsediliyor ve Avrupa insanına bu konuda artık bir şeyler yapması gerektiği öneriliyor. Bugünkü makalesinin ana fikri ise Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından indirilen bir kitap olduğu değil Hz. Muhammed tarafından yazıldığı ve bu yapılırken Muhammed'in ticari ve cinsel yaşamını tatmin etmek için kitabı manipüle ettiği. Kitapta bu konu üzerinde de duracağını yazıyor. 

2012 Wilders için tüm Avrupa'yı etkilediği ve zirveye kurulduğu bir yıl olabilir. Ama aynen fikirlerinden etkilenen Breivink'in Norveç'te yaptığını, bir Faslı ona yapabilir, aynen Theo van Gogh'un başına geldiği gibi. Genelde Müslüman kesimle bir araya gelmemeye çalışan ve münazaralara katılmayan Wilders tüm dünyayı yeni bir tartışmaya sürükleyecek kitabıyla. 

5 Kasım 2011 Cumartesi

MANAGING HIS LIFE










Bu adamın hakında o kadar çok şey, o kadar çok hikaye anlattık ki, yarın Manchester United'ın başında dolacak 25 yılının hikayesini buraya yazmaya kalksak, pazartesi işbaşı yapmamızı bile engelleyebilir. Yapılması gereken, internetteki herhangi bir kitap satış sitesine girmek ve bu abidenin otobiyografisini sipariş vermektir. Bunu yıllar önce ilk yazdığımda da söylemiştim, bugün Türk televizyonlarında yorumculuk yapan teknik adamlar, oradan oraya zıplayan hocalar şu kitaptan biraz bir şeyler kapsalar, kariyerlerinde farklı bir yola girebilirler.

8 Ocak 2011 Cumartesi

KRAL OLACAK ADAM





Those who have the ability to imagine beyond the rules have a right, maybe a duty, to break them and damn the consequences
.

Kuralların ötesini görebilme ve hayal etme yetisine sahip herkesin, o kuralları yıkma ve sonuçlarını göze alma hakkı, belki de görevi vardır.

Şu aralar hatim indirdiğim, futbolla olduğu kadar sanat, özgür düşünce, insanoğlunun sınırlarını zorlaması üzerine, hayat felsefesi yukarıdaki cümle ile özetlenebilecek, ömrümde izlediğim en büyük futbolcunun üzerine, France Football yazarı Philippe Auclair tarafından kaleme alınmış Eric Cantona biyografisinden. Yüksek ihtimalle kitaptan yaptığımız ilk alıntı olmayacak blogdaki. Türkçeye yakın zamanda çevrileceğini umut ediyorum.

23 Eylül 2010 Perşembe

TOP 10 COCUK ROMANI

























Sahsim adina konusayim, bugunku hayal gucumun, olaylara bakisimin, sadece edebiyat, muzik sinema veya herhangi bir sanat dalini yorumlayisimda degil sportif hadiselere olan bakisimin da gelismesinde Jules Verne'in payini vermem gerekir. 1905 yilinda hayata veda etmis ve romanlarini 19. yuzyilin ikinci yarisinda bize ulastirmis bu Fransiz yazar bugun sadece kitaplarini sinemaya uyarlayan yapimcilari degil bilim adamlarini dahi etkilemistir zira ortada yazdigi konularla ilgili cok az teknolojik imkan varken fantastik roman dalinda nice saheserler ortaya koymustur. Sonucta debut romani "Balonda 5 Hafta" olan bir adamdan bahsediyoruz. En unlu romanlari 1960-80 arasindaki 20 yilda gelen bu ustaya selam gondererek cocuklugu sekillendiren ve alip uzak yerlere goturen 10 tane romani suraya atayim dedim.

1-Denizler Altinda 20.000 Fersah: Roman bir yana "Fersah" kelimesini ilk duydugum kitap budur. Orijinali "Vingt Mille Lieues Sous Les Mers"dir. Kaptan Nemo ve Nautilus oyle eskimeyen 2 metafordur ki 21. yuzyilda cekilen filmlerde dahi bir populer kultur ikonu olarak kullanilmistir. Ned Land da cocuklugun ilk kahramanlarindandir.

2-Pal Sokagi Cocuklari: Budapeste sokaklarinda birbiriyle mucadele eden 2 cocuk cetesi. Bugun, Budapeste'de bir de heykeli bulunan roman Emo Nemecsek'in uzerine kurulu Ferenc Molnar'in yazdigi roman cocuk edebiyatinda bir klasiktir. Roman okurken insan yikima ugrar mi? Canim Kardesim filminin sonu nasil etki birakirsa Pal Sokagi Cocuklari da oyle etki birakir iste.

3-Define Adasi: Benim icin cocuk romaninda klasik edebiyata kopru kuran roman budur. Robert Louis Stevenson'in kurdugu muthis dunya Kaptan Flint, Billy Bones, Blind Pew ve tabii ki Long John Silver, Defalarca filme cevrilen bu romandan uyarlanmis enfes de bir Running Wild sarkisi vardir.

4-Esrarli Ada: Jules Verne boyle bir adamdir iste. Bir kitabinin ucunu oburune baglar. 1 numaradaki kitapta anlatilan Kaptan Nemo'nun gizeminin cozulmesi icin bu kitabi okumak gerekir. 5 kisi ve 1 kopegin kazara dustukleri adada gecirdikleri zamani anlatan roman da defalarca TVýe uyarlanmistir.

5-Seker Portakali: City of God'dan yillar once baska bir Brezilya hikayesi bizi can evimizden vurmustur aslinda. Kucuk Zeze benzer isimli futbolcu adayi yasitlarina benzemez, hikayesi aciklidir, hayati zordur, okumasi zordur. Yazar Jose Mauro de Vasconcelos.



















6-Cocuk Kalbi: Biz cok fakirdik Gulcan'in cocuk romani versiyonu. Edmondo de Amicis kendi oglunun hikayesini anlattigi romanda bas kahraman Enrico'yu fakirlikten getirip karsimiza diker. Efsaneye gore 2, 5 ve 6 numarayi beraber okuyan genclerin toplu intiharlara suruklendigi, gunumuzde ise emoya donustugune rastlanmistir.

7-Pinokyo: Aslinda bu da tahta oyuncaklar aleminin Kucuk Emrah'idir. Gelen kaziklar giden kaziklar kitapta. Aslinda esaslisindan bir yol hikayesidir zira Pinokyonun yolculugunda karsisina cikmayan kalmaz. Bir ara insan olayim derken esek de olur sanirim yanlis hatirlamiyorsam. Romani yazan Carlo Collodi'nin geceleri 2 tek atip kalemi eline aldigi konusunda suphelerim vardir.

8-Fareli Koyun Kavalcisi: Sonu Kore filmlerine benzeyen bir hikayedir Pied Piper of Hamelin. Bir kere yazari yoktur nesilden nesile anlatilan br efsanedir. Farelerden yaka silken bir koye gelip kavaliyla (aslinda flut de denilebilir) butun fareleri denize doken gizemli kavalci parasini alamayinca kizip koyun cocuklarini alarak daga kacirir. Romanla ilgili bircok degisik son aktarilmistir. Bir versiyonda geride bacagi sakat bir cocuk kalirken bir baska versiyonda geride 1 kor ve 1 sagir cocuk da kalir. Bir baska versiyonda ise Kavalci butun cocuklari irmakta bogar (bu kesin Kore versiyonudur). Kavalcinin aslinda seri katil olduguna dair iddialar da yok degildir. Dolayisiyla geride kalan sakat cocuk gelen haberler uzerine gotu kurtardigina sevinmistir.

9-Arzin Merkezine Seyahat: Jules Verne'in listedeki hat-tricki. Kariyerinin ikinci romani. Alman profesor Otto Lidenbrock kafayi siyirip yegeni Azel ve hizmetcisi Marta'yi alarak Izlanda'daki Snæfellsjökull dagindan iceri dalar. Dunyanin merkezine gidecektir. Profesor yolculuk boyunca bilim adina mucadele ederken yegeni Axel donuste evlenecegi nisanlisi Grauben'i dusunerek bizi sinirlendirir. Gerisi spoiler.

10-Diyet: Requiem For a Dream tadinda romandir Omer Seyfettin'in "Diyet"i. Koca Ali delikanli adamdir, iftiraya kurban gider, ceza olarak kolu kesilecekken Haci Mehmet adindaki bir dangoz onu kurtarir ama kolunun diyetini odedigini her firsatta belirterek Koca Ali'yi canindan bezdirir. Koca Ali de sonunda bir gun dayanamaz, "al ulan diyetini"diyerek kendi kolunu keser, olay yerinden kan kaybederek uzaklasir. Haci Mehmet ardindan ateist olur.....Yani ne bileyim olmustur herhalde....O ayri da cocuga boyle kitap okutulur mu yahu...

4 Eylül 2010 Cumartesi

UMUMİ HELA EL REHBERİ


























Kitap fuarındaydık bugün. Bir dolu kitabı 2-10 euro civarı arasında değişen fiyatlara indirmek ayrı, dünyada "bu adam bu kitabı neden ve hangi motivasyonla yazmış?" dedirten kitaplar da mevcut tabii. Örneğin, dünya üzerinde, sokak duvarlarına çizilmiş UFO resimlerini çekip bunları 200 sayfalık kitap haline getiren elemana "yahu UFO resmi olsa anlayacağım da duvardaki UFO resminin neyine vereyim 5.95 euro" diyesim geldi ama benim için festivalin yıldızı bu kitaptır. Kamu Tuvaletlerinin Tasarımlarını anlatan bu güzide kitap 7.95'e satılıyor efendim. Gördüğüm anda aklıma tek bir şey gelmiştir..O da Bombacı Mülayim...Ben böyle kitabın ancak.....

5 Temmuz 2010 Pazartesi

YABANCI LİTERATÜRDE DÜNYA KUPASI



















Dünya Kupası başlamadan önce BirGün Pazar ekine yazdığımız kitap tavsiyelerini, hazır Hornby vasıtasıyla edebiyat tarafına girmişken buraya taşıyalım.

----------------------------------------------

Bizde “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” adıyla yayınlanan Simon Kuper’in “Football Against The Enemy” kitabı, aslında Türkçe çevrisine bakıldığında çok çrpıcı bir gerçeği ifade eder. Futbolu daha çekici kılan şeyin onun özellikle sosyal bilimler ve sanat dallarıyla kesiştiği noktalar olduğu gerçeği. Futbol üzerine çekilmiş iyi bir futbol filmini veya uluslararası bir turnuva için yapılmış esaslı bir şarkıyı tecrübe ettiğimizde aldığımız zevk daha da artmaz mı? Edebiyat da bu kesişmelerin başında geliyor. Dünya Kupası’nın yaklaşmasıyla, kitabevlerinin spor reyonlarında bir kalabalıklaşma görüldü. BirGün Kitap size Türkiye’de, büyük turnuva yaklaşırken sayıları giderek artan kitapları tanıtırken biz de dünya piyasasında kupa ile ilgili yazılmış ve edinebileceğiniz eserlere göz atalım.

İlk önce kupanın tarihini anlatan toplama kitaplara göz atalım. Bununla ilgili en hesaplı ve hoş örneklerden birisi BBC’nin 288 sayfalık kupa tarihinin anlatan eseri “World Cup Stories” (Dünya Kupası Hikayeleri). Chris Hunt’ın derlediği kitap kupa tarihinin tüm verilerini içerdiği gibi bu futbol şöleninin içinden çıkmış ve ayrıntılarda gizli olan hikayelere yer veriyor. 2. Dünya Savaşı Sonraıs toparlanan Almanya’nın ekonomik gelişme için Dünya Kupası zaferine ne kadar önem verdiğinden tutun da 1934 Dünya Kupası ve Mussolini etkisine kadar. Ayrıca Platini’den, Lineker’e, Charlton’dan Kempes’e, Ardiles’ten Zoff’a birçok yıldız ile yapılmış röportajlar da mevcut. Bu tarzda bir başka eser, Steven ve Harrison Stark’ın kaleme aldığı “World Cup 2010: The Indispensable Guide to Soccer and Geopolitics” (Dünya Kupası 2010: Futbol ve Jeopolitika Rehberi) Dünya Kupası tarihinde, takımların performansı ile ekonomi, tarih, coğrafya, siyaset gibi unsurları birleştiriyor ve ortaya oldukça çarpıcı gerçekler çıkartıyor. Neden İspanya’nın hiç turnuvayı kazanamadığı ya da neden Brezilya’nın her zaman turnuvanın favorileri arasında olduğu gibi. Bu ekolün bir başka kitabı yine Simon Kuper’in yanına Stefan Szymanski’yi alarak yazdığı “Soccernomics” (Futbol Ekonomisi) kitabı. Eserin açıklama cümlesi “Neden İngiltere kaybeder, Brezilya ve Almanya hep kazanır ve neden ABD, Japonya, Avustralya, Türkiye ve hatta Irak’ın kaderinde bu sporun en büyüğü olmak vardır?” Her ikisi de ekonomi eğitimi almış ve bu yönde kariyer yapan 2 ismin futbolla ekonomiyi, milli takımlar bazında eşleştirdiği eser özellikle ekonomi sektöründe görev yapan futbolseverler için biçilmiş kaftan (bu kitabın Türkçe çevirisi de piyasada).


























Aynı şekilde kupa tarihini eksiksiz ele alan, Amerika kıtasında oynanan ilk futbol maçının bir Şükran Günü’nde yapıldığı ve top olarak bir balkabağının kullanıldığını bize öğreten “A Glorious World Cup: A Fanatic’s Guide” (Şanlı Dünya Kupası: Bir Fanatiğin Rehberi), İtalyan Clemente Angelo Lisi’nin yazdığı Dünya Kupası tarihini tüm ayrıntısıyla ele alan 440 sayfalık dev eser “A History of The World Cup” (Dünya Kupası Tarihi) ile Robert Davies’in yazdığı ve Dünya Kupası’nın unutulmaz anlarını anlatan 100’ün üstünde orijinal fotoğrafla desteklenmiş “90 Minutes” (90 Dakika) önerebileceğimiz kitaplar.

























Kupa yaklaşırken ve takımlar ülke tarihine bile oldukça yeni olabilecek diziliş arayışlarına girmişken (Fabio Capello’nun 3-5-2 dizilişini ihtimaller arasında düşünmesi gibi), The Guardian’ın Doğu Avrupa futbolundan sorumlu yazarı Jonathan Wilson’ın kaleminden çıkma “Inverting the Pyramid” (Ters Çevrilmiş Piramit), futbol taktikleri ve saha içi dizilişlerinin tarihine bir göz attıktan sonra, bu yoldaki dönüm noktası olaylara yer verip, evrimleşen futbol stratejilerini, somut örnekler ve o taktiklerin en iyi örneklerini veren takımları ayrıntılandırarak anlatıyor. Futbol taktikleri üzerine yazılmış en iyi kitaplardan birisi olduğunu düşünüyorum.

Tabii bunun dışında belirli ülkelere sempati duyan Dünya Kupası takipçileri için de özgün eserler mevcut. Yine The Guardian yazarlarından Alex Bellos’un, Brezilya futbol tarihini enfes biçimde ele aldığı “Futebol: The Brazilian Way” Sambacılara özel ilgi duyan futbolseverlerin kaçırmaması gereken bir kitap. Tüm Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de oldukça sempatizanı bulunan ve son dönemde ülkemize gelen teknik direktörlerle oldukça popüler olan Hollanda Futbolu ve Total Futbolun gelişimini anlatan “Brilliant Orange: The Neurotic Genius of Dutch Football” (Muhteşem Portakal: Hollanda Futbolunun Nevrotik Dehası), 288 sayfalık bir Total Futbol hazinesi. Kitap 60’lı yıllarda Hollanda’da futbolun giderek popülerleşmesinin ardından 70’lerde tüm dünyayı kasıp kavuran yepyeni bir sistemle ortaya çıkışı ve bugüne kadar gelen Total Futbol etkisini anlatıyor. Ulrich Hesse-Lichtenberger’in kaleme aldığı “Tor: The Story of German Football” (Gol: Alman Futbolu Tarihi) ise sonunda hep kazanan adamların hikayesini anlatıyor. Alman futbolu meraklılarına önerebileceğimiz bir kitap daha var. Bu, aynı zamanda 2 ülke arasında yarım asırdan eskiye dayanan bir futbol rekabetini anlatıyor. İngiliz yazar David Downing’in, İngiltere ve Almanya rekabetinin tarihini anlattığı ve 251 sayfa boyunca unutulmaz maçlara yer verdiği “The Best Of Enemies” (Düşmanların En İyileri). Gianluca Vialli ve Gabriele Marcotti’nin ortak piyasaya sürdüğü “The Italian Job” (İtalyan İşi), kupa tarihinin en parıltılı ülkelerinen Azzurrilerin futbol dünyasına bir bakış fırlatıyor. Son olarak bu gruba alabileceğimiz “Africa United” (Afrika Birliği), tarihinde ilk kez bir Dünya Kupası’na ev sahipliğini yapacak ülkenin futbol tarihine, futboldan, ekonoiye, siyasetten medyaya kadar birçok isimle yapılmış röportajlarla desteklenmiş şekilde bakıyor. Bu 320 sayfalık Kara Kıta ve futbol özetinin yazarı Güney Afrikalı Steve Bloomfield.





















Yazının sonunda Dünya Kupası yıldızlarını merceğe alan daha bireysel kitaplara bakalım. 1962 Dünya Kupası’nın yıldızı, futbol tarihinin en trajik hayat hikayelerinden birisine sahip Garrincha’nın hikayesini anlatan ve Ruy Castro’nun elinden çıkma, “Garrincha: The Triumph & Tragedy of Brazil’s Forgotten Footballing Hero (Brezilya’nın Unutulmuş Futbol Kahramanının Zafer ve Trajedisi), 48 yıl önce Pele’nin yokluğunda ülkeyi sevince boğan, 50 yaşında sefalet içinde yaşama veda etmiş efsanenin hikayesini anlatıyor. Kitap, İngilizler tarafından Paul Gascoigne’e okuması için tavsiye edilmiş bir kitap. Futbolculuğunda dünyanın zirvesine çıkan, bugün o zirveye oturduğu takımın başında olan Diego Armando Maradona’nın bizzat kendisinin yazdığı El Diego, Arjantin hayranları için biçilmiş kaftan. Ancak futbol kariyeri 10 yıladahi ulaşmamış Wayne Rooney’in dahi 320 sayfalık bir otobiyografisinin piyasaya sürüldüğü bir ortamda Maradoa’nın kitabının da aynı kalınlıkta olması belki de tek eksisi.




















Kapatırken bir de hoş alternatif verelim. Büyük ihtimalle yine birçok trajedi, istenmeyen adam ve kahraman yaratacak, temdit penaltılarının, kupa boyunca yarattığı etkiyi ve yazdığı tarihi inceleyen Andrew Anthony’nin yazdığı “On Penalties” (Penaltılarda).

JULIET, NAKED




















"Nobody should have children just because it made the photo library on the computer more interesting".

(Kimse, bilgisayardaki foto albümü daha ilginç olacak diye çocuk sahibi olmamalı).

Her kitabında insanın buzdolabının üstüne yapıştırıp evden çıkmadan önce birkaç kez okuması gereken cümlelere imza atan adam Nick Hornby'nin son kitabını bitirmenin üzerine yazılmış bir yazı bu. 53 yaşına geldi İngiliz yazar. Fever Pitch'i çıkardığında 35 yaşındaydı. Ardından gelen High Fidelity ve About A Boy hem roman hem de film versiyonları mükemmel işlerdir. Ardından bana göre ufak bir duraklama dönemine girdi ama tabii Hornby duraklama döneminde bile birçok ortalama yazardan daha tepede yer alan bir adam. Konuşurken ağzına baktıran adamın kitap versiyonu adeta. A Long Way Down onun okuduğum son kitabıydı. Slam'ı es geçtim ona da bir ara el atacağım. Juliet,Naked Hornby romanlarının vazgeçilmezlerinden olan müzik temeline oturtulmuş bir film. High Fidelity'i birçok yönden ayrılıyor. Hayatını müzik eksenine oturtmuş bir çiftin birbirleriyle ve tek başlarına olan çizgilerini konu alıyor ama bu sefer bu ikilinin arasına bizzat hayatlarına yön veren müzisyeni de sokmuş Hornby. Yine her sayfayı su gibi okuyup içerek arka sayfaya koşuyorsunuz. Zeki diyaloglar, gülümseten kadın-erkek ilişkileri ve müthiş bir anlatım. A Long Way Down'dan daha eğlenceli ve gaza basmış halde bulduğumu söylemeliyim kitabı. Zaten 247 sayfa olduğu için 2 uçak seyahatinde bitirme noktasına geliyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Amsterdam-İstanbul hattında en güzel yolculuk arkadaşımdı.

29 Eylül 2009'da piyasaya sürüldü ama halen Türkiye'de çevirisi çıkmış değil. Biraz aratırdım, sanırım 1 aya raflardaki yerini alacak. Hornby hayranları balıklama atlasınlar. Her Hornby romanında olduğu gibi bunda da çeviri çok şey kaybettiriyor romanlarına. O yüzden orijinal versiyonu edinmenizi tavsiye ederim. Girişte yaptığımız şekilde kapatalım.

Hornby Annie karakterinin, eski sevgilisini savunması üzerine döktürüyor.

She had to defend him in order to defend herself. That was why people were so prickly about their partners, even their ex-partners. To admit that Duncan (eski sevgilisi) wasn't up to much to own up publicly to the terrible waste of time, and terrible lapses in judgement and taste
.
Kendisini savunmak için onu savunmak zorundaydı. İnsanların sevgilileri hatta eski sevgilileri hakkında bu derece huysuz olmasının sebebi budur. Duncan'ın kendisi için bir zaman kaybı olduğunu insanlara itiraf etmek aynı zamanda seçimlerinin yanlış olduğu ve beğenisinin ne kadar kötü olduğu anlamına geliyordu.

19 Haziran 2010 Cumartesi

OLGUNLUK ÇAĞI



Her ölüm bir doğum

Yaratmak için katlediyor hayat.

Yollar aşındırmak için sandın

Oysa…

Dönüp geldin yine kendine.

Hepimiz yalnızız

…yalnızlığımızda birlikteyiz.

Masumduk

Korku ektiler

Sudaki aksinle vurdular seni.

Özgürlüktü korktukları

Kırdılar kanatlarını.

Güç, yenmek demekti,

Kirlenmekti;

“Büyük” değildim o kadar

Ezildim.

***

Sevdiğim kadınlara: Özgül'üme, Selda'ma...

6.6.2010


By Gand

9 Mart 2010 Salı

FUTBOL EFSANELERİ ÜZERİNE






Zaman zaman gazetelerimizde görürüz bu tip haberleri. Herhangi bir takımın attığı golden sonra golü atan futbolcunun tek başına ya da bir kaç arkadaşıyla sevinmesini o takımda var olan grupçuluk hadisesine bir kanıt olarak görürüz. Bunun bir başka çıkarımı sadece golü atan futbolcunun takımda istenmediğidir. Gol atıldığında futbolcu hocayı geçip yedek kulübesine koştuysa bu onun hocayı sevmediğinin kanıtıdır aslında. Saha içinde meydana gelen olaylardan daha çok saha dışındaki bazı gerçeklere çıkarımlar yapmayı çok severiz. Geçtiğimiz yıl İngiltere'de piyasaya çıkan bir kitap futboldaki tüm "anlamlandırma" çabalarına bir ışık tutuyor ve bu konuda önemli bir eser.







Kitabın adı "Myths and Facts About Football" yani "Futboldaki efsaneler ve gerçekler". Genellikle futbol gazeteciliğinin yarattığı efsanelerin doğruluk payı olup olmadığına akademik bir araştırma ile ışık tutuyor. Gol sevinçleri, forvetlerin form durumu, penaltı atışlarında kendi seyircisi önünde atışları kullanan takımın gerçekten avantajının olup olmadığı, gol atan bir takımın hemen ardından yapılan atakta gol yeme riskinin normalden daha yüksek olup olmadığı gibi. Tabi bu konuda en önemli yardımcı bu olayların varlığı ile elde edilen sonuçlar yani istatistikler. Yani zaman zaman futbola bazen yakıştıramadığımız rakamların bilimine giriyor kitap. Kitabın yazarlarından Londra Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Peter Ayton "televizyon yayınlarından futbolla ilgili bu tür anlamlandırmaları sürekli duyuyoruz. Bizim yaptığımız buna sayıları ve futbolcu psikolojisini katarak bilimsel bir yaklaşım getirmek" diyor. Kitabın ortaya koyduğu gerçekler tabi ki bu efsanelerin ve inanışların hepsini yalanlamıyor. Örneğin iki ayaklı elemelerde ilk maçı deplasmanda oynayan takımın gerçekten turu geçmek için daha avantajlı olduğu bir gerçek. Aynı şekilde gol sevinçlerini toplu halde, aşağı yukarı tüm takımın katılmasıyla kutlayan takımların bunu yapmayan takımlardan daha başarılı oldukları da bir gerçek. Penaltı atışlarını kalenin ortasında doğu kullanan futbolcuların da başarılı olma şansı köşelere vuranlara oranla daha yüksek.

Kitabın ortaya koyduğu bir başka gerçek meşhur "gol orucu" ve "çok formda" yorumları. Örneğin 1994-95 ve 1995-96 Premier Lig gol krallığı listesinde ilk 12 sırayı alan oyuncular baz alınmış ve golcülerin herhangi bir maçta attıkları golün bir diğerini getirmediği yani bir gol serisine yol aşmadığı açıklanmış. Örneğin Alan Shearer'in 1994-95 sezonunda kendi evinde oynadığı maçların % 79'unda gol atması ancak bu yüzdenin bir önceki maçta gol atmadığı maçlarda daha da yükselmesi ve % 85'e yükselmesi aslında boş geçen bir haftanın bir sonraki hafta atılacak gollerin ihtimalini daha da artırdığına bir örnek. Aynı araştırma deplasman maçlarında ve Beardsley, Cantona, Fowler, Le Tissier ve Sheringham üzerinde yapıldığında da aynı sonuçlara ulaşılıyor. Yani "istim üzerinde" kavramı biraz bizim tarafımızdan yaratılmış bir kavram. Tabi bu Hakan Şükür'de aşırı derecede baskındı. Şükür'ün 6-7 maç gol atamadığı maçlardan sonra 3-4 gol birden atması onun futbolunda rakamların değil psikolojinin ne kadar ağır bastığının bir göstergesi.

Gelelim ilk maçı deplasmanda oynama ritüeline. Üniversitenin Fransız araştırması Lional Page 1995-2006 arasında oynanan 6,182 Avrupa Kupası eşleşmesi yani 12,364 maçı ele aldığında % 53,77 oranında ilk maçı deplsmanda oynayan takımın daha avantajlı olduğu sonucuna ulaşmış. % 6 'lık bir üstünlük ama yine de inancın doğru olduğunu gösteriyor. Bu rakamda özellikle iki türlü eşleşmelerde uzatmaya giden maçların da doğal olarak ikinci mçı evinde oynayan takımın evinde oynanmasının da payı var tabi.

Penaltı kullanımı konusuna gelince. 1974 Dünya Kupası finalinde Hollanda Almanya maçının ilk dakikasında penaltı ile takımını öne geçiren Johan Neeskens üst düzey uluslararası bir maçta penaltıyı kalenin ortasına vuran ilk futbolcuydu ve başarı sağladı. 2 sene sonra bunu meşhur Antonin Panenka uyguladı ve başarı sağlamakla kalmadı bugün Thierry Henry'nin sıkça uyguladığı bir penaltı tekniği yarattı. Alman ekonomistler Wolfgang Leininger ve Axel Ockenfels 1997-2000 yılları arasında Fransa ve İtalya Liglerinde kullanılan penaltıları incelediklerinde ortaya kullanılan penaltıların % 81'inin gol olduğu gerçeği ile % 70,1 oranında sağ köşe ve % 76,7 oranındaki sol köşeden önde olduğu. 268 penaltı incelerek ulaşılan istatistikler ilginç bir sonucu çıkarıyor. Kaleciler penaltı anında hiç kıpırdamadan köşelere planjon yapmasalar penaltıyı savuşturma şansları daha yüksek. Aynı şekilde 1986-2006 yılları arasında Alman Kupası'ndaki mücadeleler göz önüne alınarak ulaşılan sonuç da seri penaltı atışlarında ilk penaltıyı kullanan takımın genelde daha avantajlı olduğu ancak penaltıları kendi seyircisi önünde kullanan takımların daha başarılı olduğu inanışının gerçeği yansıtmadığı.

Kitabın buna ilaveten öne sürdüğü ilk yarının bitişinden hemen önce atılan gollerin maçı kazanma ihtimalini artırdığı, Bundesliga'da 1995-2004 yılları arasında yapılan araştırma sonucu bir oyuncunun ücretinde yapılan değişikliğin (inidirim ya da zam) performansını mutlaka değiştirdiği, Israil Premier Ligi'nde yapılan bir araştırma ile gol sevinçlerini toplu kutlayan takımların daha fazla başarılı olma şansları olduğu gibi gerçekler var.

Kitap piyasada şu anda. "Paperback" denilen cep versiyonu 12.99 pound, büyük boyu ise 39.99 pound. Tam adını da verip kenara biraz parayı ayırın derim kapatırken. "Myths and Facts about Football: The Economics and Psychology of the World's Greatest Sport"

20 Ocak 2010 Çarşamba

THE JANISSARY TREE

Hollanda'da kitap fuarları senede 6-7 defa olur ve ülkenin geneline yayılır. 2010'da 8 Hollanda 6 tane de Belçika organizasyonu belirlemişler, hatta Rotterdam'daki yarın başlıyor. Daha önce bahsettim blogda. % 90'lara varan indirimler var. Buradaki kitap fuarları Türkiye'dekinden biraz farklı. Yazarlarla biraraya gelme veya onlara kitap imzalatma işi fuarlarda yapılmıyori Her yazarın ayrı imza günleri var, anlaştıkları kitapevleriyle. Kitap fuarını tamamen kitap satın alma işine ayırmış durumdalar. Önemli bir bölümü de kırtasiye malzemelerinden, masa üstü oyunlarına ve okul malzemelerine ayırmış durumdalar. Bir de tabii bizdeki kitap fuarlarındaki gibi göstermelik indirimler yok. Türkiye'de 2 kez tecrübe ettim bunu. Bizdeki, kitap fuarı mantığını pek çözmüş değilim. Tek avantajını gördüm, örneğin bir yazarın, bir yayınevinden çıkmış tüm kitaplarını piyasada bulamıyorsanız ve tamamlamanız gereken eserleri varsa fuarlardan ulaşabiliyorsunuz ama orada da setleri bütün halde satıyorlar ve tek tek almaya kalktığınızda pek fazla fiyat avantajınız olmuyor. Taksit yapabilme olanağı halen geçerli ise o da bir avantaj sayılabilir. Burada festivalin kozu "indirim". Çok yalın ama güçlü bir koz. Piyasada fiyatları 15-20 euro arasında değişen kitapları 4-5 euro civarına, 10-15 euro arasında değişen kitapları 2-3 euro civarına bulabiliyorsunuz. Hatta 1 euronun altına gayet okunabilir kitapları var, hatta bedava kitap dahi var. Nasıl var? Festivale gittiğinizde bir form dulduruyorsunuz, bunun üzerine kurum size her festivalden önce bir broşür gönderiyor, bu broşürdeki kuponu kesip gidiyorsunuz ve bedava kitap bölümüne ayrılmış 6-7 kitaptan birisini seçiyorsunuz. Ben genelde fason kitapların bulunacağını düşündüm bu bölümde ama şu ana kadar 3 kez kullandım hakkı. Birisi futbol seyircisinin davranışları hakkında örneğin. Bugün bahsedeceğim ise son gidişimde indirdiğim Janissary Tree.

İngiliz yazar Jason Goodwin'in, 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nda geçen bir dedektiflik hikayesini anlattığı romanı Janissary Tree. Janissary, yeniçeri kelimesinin İngilizce karşılığı. Goodwin, Bizans, Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul üzerine uzmanlaşmış bir isim. Tam bir İstanbul aşığı. 90'ların başında Polonya'dan İstanbul'a kadar yürüyerek yaptığı yolculuğunu anlattığı On Foot to the Golden Horn kendisine ödül kazandırdı. Ardından Osmanlı İmparatorluğu tarihi üzerine bir kitap daha yazdı. Lords of the Horizons: A History of the Ottoman Empire. Bunu 19. yüzyılda, imparatorluğun içinde geçen entrikaların anlatıldığı ve dedektiflik sosuna bulanmış 2 kitap izledi. The Janissary Tree ve The Snake Stone. Her iki kitap da, harem ağası olan Yashim'in 1826'da imparatorlukta meydana gelen gizemli hadiseleri çözmesi sırasındaki maceraları anlatıyor. The Janissary Tree, Vaka-ı Hayriye olarak bilinen, Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasından kısa bir süre sonra, İstanbul sokaklarında meydana gelen, gizemli cinayetleri üzerine kurgulanmış. Kitabın nefis bir atmosferi olduğunu söylemeliyim. Goodwin'in nasıl bir İstanbul aşığı olduğunu görüyorsunuz, zira kitabı okurken İstanbul'un karanlık tarihi sokaklarında siz de onunla beraber dolaşıyorsunuz. Goodwin, Osmanlı mutfağına olan hayranlığını dahi bize gösteriyor kitapta, örneğin bir bölümde arka planda Acem Yahnisi'nin tarifi veriliyor. Tarihimizin en önemli hadiselerinden birisi olan Osmanlı ordusundaki reform döneminde geçen kitapta II. Mahmut ve Alemdar Mustafa Paşa da önemli karakterler.








Goodwin The Janissary Tree ile 2007'de, Edgar Allan Poe'dan ismini almış Edgar Ödüllerinde yılın romanı ödülünü aldı. 2004'te ödülü kazanmış Ian Rakin'in Resurrection Man romanını blogda tanıtmıştık. Goodwin'in bir sonraki kitabı The Snake Stone da 1838 Osmanlısında geçiyor. Her iki kitap da 38 dile çevrilmiş. Türkiye'de Yeniçeri Ağacı adıyla Merkez Kitaplar'dan yayınlanmış.

27 Ekim 2009 Salı

BEN HİÇ KİTAP OKUMUYORUM



















Bu cümleyi söyleyerek koltuk kabartan insanların gitgide çoğalması kıyamet alameti mi acaba?

Ramazan ayında, bir iftar sofrasındayız. Yandakiler hararetli şekilde bir şeyler tartışıyor, ben de sofrayı dikizliyorum; zira ezan okundu, okunacak.

"Üniversite, tahsil hayatı" gibi şeylerin konuşulduğunu kestiriyorum ama karnım aç, o yüzden boş bakıyorum. Herhalde sandığım kadar boş ifadeli değilmişim ki "Sence?" diye bir soru geldi konuşanlardan.

"Ne, bence?" dedim.

"X diyor ki, üniversiteler gereksizmiş" diye tartışılan konuyu söyledi, vatandaşlardan biri.

Beyne düşen jeton, ben hurmalara bakarken yolda oyalandığı için "Genel olarak eğitim sisteminde, özelde ise üniversitelerin işleyişinde aksaklıklar olduğuna" dair bir girizgah yapacaktım ama metalik tıngırtı gelince uyandım.

"Nasıl yani lan gereksizmiş?" diye, devamında agresifleşeceğimi belirten bir soruyla yaklaşınca muhatabı hemen atladı ve "Bir şey öğrenilmiyor ki abi üniversitede. Hem zaten çok okumak da iyi değil. Ben hiç kitap okumuyorum mesela" deyiverdi... Bunu söyleyen neredeyse 30 yaşına gelmiş, görenin "Bu adam olsa gerek" diyeceği bir adem evladı.

Ne diyeceğimi bilemedim... "Ben bir elimi yüzümü yıkayayım, öyle geleyim" diye kalktım, oruçlu olduğum için "İftardan sonra söverim" diye kendime söz verdikten sonra, sessiz sedasız iftarı yaptım; o gün bugündür de bu vatandaşı görünce yolumu değiştirmeye başladım.

"Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır" cümlesinin revaçta olduğu zamanlardan, buraya ne zaman geldik; okumamak ile övünmek ne zaman moda oldu, farkına varamadım ama çok kötü bir şey bu. Zaman zaman yakınlarımdan da duyuyorum ve içim acıyor. Aranan bilginin doğrudan browserın araç çubuğuna yazılarak, google'dan öğrenildiği bir çağda yaşıyor olmak, yeni nesli kitaplara çok uzak yetiştiriyor. Bıkmadan, usanmadan, gerekirse zorla kitap okumak, okutmak gerek. "Süt için, süt içirin" şeklinde dile gelen fiziksel gelişim sloganından bile önemli bir konu bu.

Yeni vizyona giren "Nefes" filminde, vizyondan önce meşhur olan bir sahne var. Bölük komutanı, nöbette uyunmamasını gerektiğini anlatırken çok can alıcı bir cümle söylüyor:
"Uyursan, ölürsün"

O şartlar altında, o vb. coğrafyalarda kılavuz istemeyen, düz bir gerçek bu. Nöbet tutarken uyuyan her asker ölmez. Fakat bazen kaide gelir, istisnayı bozar ve uyursan ölürsün... Bunun kitap okumakla bir alakası yok gibi gözüküyor ama var. Benzer netlikte, benzer sağlamlıkta bir kaide var.

Okumazsan, bilemezsin. Daha da önemlisi; okumazsan, sevemezsin.

En basitinden; bir dakika sonra ne getireceğini bilmediğimiz şu karman çorman hayatı yaşarken, sevdiğin insanın başına bir şey geldiğinde ona yardım edebiliyor olmanın yolunu açabilir okumak. Bundan bile imtina etmek, bilmemektir ve sevmemektir örneğin.

Mark Twain'in bir sözünü hatırlayalım. Ne kadar doğru demiş:

"Kitap okumayan insan, okumayı bilmeyenden daha üstün değildir"

by Canarino

FD'nin notu: 28. İstanbul Kitap Fuarı 31.10.2009 - 08.11.2009 arasında, yazının üstüne hatırlatalım dedik.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

JOHN REBUS VE RESURRECTION MAN

Uzun süredir bir kitap tanıtımı yapmamıştık, zamanı geldi sanırım. İskoç yazar Ian Rankin'in 1987'de yarattığı ve bugüne kadar tam 17 kitabının merkezine otuttuğu karakter roman karakteri John Rebus ve bu romanlardan birisi olan Resurrection Man'den bahsetmek lazım. Bu tür karakter romanlarının sayısı giderek artıyor biliyorsunuz. J.K. Rowling'in Harry Potter'ı, Dan Brown'ın Robert Langdon'ı, Clive Cussler'ın Dirk Pitt'i, Tom Clancy'nin Jack Ryan'ı gibi...John Rebus da böyle bir karakter. Edinburgh polis teşkilatında görevli olan, 1947 doğumlu, bir iki kez terfi alabilmiş bir karakter. Ian Rankin, 1987'de "Knots And Crosses" romanı ile onu ilk kez okuyucu karşısına çıkarmıştı. Arada başka kitaplar da yazdı ama kendi kariyerinin % 75'i John Rebus romanlarından oluşuyor. 2007 yılında yazdığı John Rebus romanı olan "Exit Music", dedektifin emekliye ayrıldığı kitap oldu ama Rnkin bu romanın son John Rebus romanı olmadığın üstüne basa basa söylüyor. Dolayısıyla yeni kitaplar gelecektir. Öncelikle söyleyelim, bu romanların tümü, çok dikkatli bir okumayı ve sadık okuyucuyu gerektiriyor. Yani kitabı okumaya 10-15 gün gibi bir ara verirseniz, sadece havayı değil içerikle ilgili tüm ayrıntıları da kaçırabilirsiniz zira dedektiflik romanlarından bahsediyoruz. Dolayısıyla gün aşırı bir kaç bölüm de olsa okumak gerekiyor, en azından kendi tecrübemden yola çıkarak konuşuyorum.

Resurrection Man bu serinin 2002 yılında piyasaya sürülen 13. kitabı. Bir sanat galerisi sahibinin öldürülmesinin arkasındaki esrar perdesinin aralanma sürecini anlatan romana ilerledikçe geçmişten gelen çözülememiş cinayetler ve hesaplaşmalar da karışıyor. Romanın son derece sürükleyici olduğunu söyleyebilirim. İskoçya'da geçmesi ve ülkenin polis teşkilatı hakkında önemli bilgiler vermesi de önemli tabi ki. İngiliz televizyonları John Rebus karakterini beyaz ekrana taşımakta gecikmediler. İlk önce 2000-2004 arasında İngiliz aktör John Hannah'ın Rebus'u canlandırdığı 4 bölüm çekildi. Daha sonra da 2006-07 arası rolüKen Stott'un canlandırdığı ve performansının çok beğenildiği 10 bölümlük bir seri daha. Serinin her bölümü Rankin'in bir kitabından uyarlanmıştı. Seriler DVD formatında da daha sonra piyasaya sürüldü. Kitabın Türkiye'deki basımına gelince. Rankin'in bazı kitaplarının Türkçe basımının olduğunu biliyorum Siyah ve Mavi (Black and Blue), Düğmeler ve Haçlar (Knots and Crosses) gibi...Bu kitaplar 2006 yılında basıldılar örneğin. Ama henüz Resurrection Man'in Türkçe basımına hiç rastlamadım. Rastlarsanız okumanızı tavsiye ederim. Tabi işi sonuna kadar götürecekseniz Knots and Crosses'dan başlamak en iyisi.

26 Nisan 2009 Pazar

SEAN PENN'E SAYGIYLA...














There is a pleasure in the pathless woods,
There is a rapture on the lonely shore,
There is society, where none intrudes,
By the deep sea, and music in its roar:
I love not man the less, but Nature more,

From these our interviews, in which I steal
From all I may be, or have been before,
To mingle with the Universe, and feel
What I can ne'er express, yet cannot all conceal.

Lord Byron

9 Nisan 2009 Perşembe

CARLO BONINI - A.C.A.B.

Football Bla-Bla'da dolaşırken dün gözüme çarptı. Manifesto ve Corriere Della Sera gazetelerinde çalışmış İtalyan bir gazeteci Carlo Bonini. Bu hafta içinde çıktı kitabı. ACAB: All Cops Are Bastards. Kitap polis hadiselerinde çok fazla vukuatı bulunan bir ülke olan İtalya'yı baz alarak tüm dünya üzerindeki emniyet güçlerinin tutumuyla ilgili saptamaların yapıldığı bir eser. Yazarın daha önce de Il fiore del male (Seşytanın Çiçeği) ve Guantanamo. Viaggio nella prigione del terrore (Guantanamo: Terörün Hapishanesine Yolculuk) isimli kitapları bulunuyor. Kitabın internet üzerindeki yorumlarından bir tanesine dikkat çekmek lazım. "Bu kitap için İtalyanca öğrenmeye değer"...Kitap özellikle 2000 sonrasında İtalya ve tüm dünyada meydana gelen polis olaylarını baz alarak, sayısal bilgilere ve araştırma sonuçlarına yer verip bunlardan bir çözümleme yapmaya çalışıyor. Örneğin kitabın ikinci bölümünde G8 zirvesine katılan göstericilere karşı kullanılacak copun hangi fonksiyonlarının olduğu ve nasıl kullanılacağı ile ilgili polislere dağıtılan el kitabından oldukça etkili bölümler var. Tabi Bonini kitapta tek taraflı bir bakış açısıyla ele almıyor olayları. Kitabın sonunda "hepimizin suçlu olduğu"nu yüzümüze çarpacak bir anlatım oluşturuyor yaşanan olaylarla. İtalyan ultra gruplarının arasında meydana gelen olayların bir çoğuyla ilgili örnekler de mevcut. Kitabın henüz İtalyanca dışında bir dile çevrilip çevrilmeyeceği belli değil. Türkçe'ye çevrilirse böyle bir isimle mi çıkar şüpheliyim. Kitabın fiyatı 16,5 euro ve 191 sayfa. İtalyanca bilenler şuradan sipariş verebilirler.

5 Nisan 2009 Pazar

DİSTOPYALAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?





















Televizyonda reklamlar: TV uydusu olmaksızın hayatının kararacağını söyleyen aileler, 5 yaş altı çocuklar için her şeyi ama her şeyi yapabilecekleri basit program ve klavyeler…

Şehrin daracık sokaklarına sıkıştırılmış ilköğretim okulları (çoğunun ne bahçesi ne de spor salonu var), gürültülü caddelerin ufacık köşelerinde uyduruk çocuk parkları, “lan lun” enflasyonist çocuk dizileri…

Aile kurumunun gerekliliği göreceli bir konu olsa da yaşadığımız dünyanın özünün aslında doğa olduğunu unutmamız an meselesi. İnsan nesli çoğaldıkça toprakla tanışıklığımız azalıyor. Gerçekliğimiz, insan yaratısı sanallıklar haline geliyor. Muhafazakar yaklaşımla bu durumun kendi sonumuzu hazırlamaktan başka bir şey olmadığını söylemek çok kolay. Belki de kabullenmek ve narsist insan nesli makinesinin yedek parçası olmak da güzel bir seçenektir. Yakında “çocuk yetiştirme çiftlikleri”ni görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak. İlk denemeler, çocuk yuvaları ile yapılmıyor mu zaten… Çocuk çiftlikleri programlanmış insanlar yetiştirebileceği gibi ebeveyn mülkiyetçiliğinin sonunu getirerek kan bağı olmaksızın topluluk halinde yaşamayı da öğretebilir. Hangisinin gerçekleşeceği tamamen içeriğe ve tesadüflere kalmış.















Kısa bir giriş yapıp hevesi kursakta bıraktığım bu konunun açılımlarını aşağıdaki şaheserlerde/eserlerde bulabilirsiniz:
- 1984
- Mülksüzler
- Cesur Yeni Dünya
- Fahrenheit 451
- V for vendetta
- Watchmen

By Gand

30 Mart 2009 Pazartesi

MEET THE GÖKÇEKS






















-Doğrusu Cemal Amca, dedim, hani Yunanistan'da askerler başa geçti, yönetimi el aldı da ondan Yunan lafını açtıydım...Evet, biz gelelim bize...bizde durum nasıl sence? Ne olacağız yani? Ne dersin bizdeki bu işleri?

Bıyıklarını çekiştirmeye başladı. Belli ki, ne cevap vereceğini düşünmek için yine zaman kazanmaya çalışıyordu. Bir süre suskunluktan sonra.

-Durumlara filan boşver de sen, dedi ben sana bizim evin önüne dikilen kavak ağaçlarını anlatayım.

Sorumu, her zamanki gibi yine dolaylı olarak cevaplandıracağını bildiğimden dikkat kesilip,

-Buyur Cemal Amca, dinliyorum...dedim.

O da anlattı:

-Bizim evin önünde dört kavak var...Bu kavaklardan en baştakini, canına rahmet olsun, dedemin babası dikmiş. Büyük dedem, İstibdat döneminde dikmiş o kavağı. Neden mi dikmiş? Çünkü, Sultan Abdülhamit Millet Meclisi'ni açınca, büyük dedem öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki, işte o sevinçle, Meclis'in açılması şerefine, bizim evin önüne, o baştaki kavağı dikmiş. Büyük dedemin diktiği o kavak uzadı, uzadı, iyice büyüdü, tepesi evimizin damına vardı.

Sonra, gel zaman git zaman...Abdülhamit devrilmiş, yani istibdat sona ermiş, Meşrutiyet olmuş, Enver Paşa da başa geçmiş...O zaman, büyük dedem sağ değil, dedem var. Dedem istibdat kapandı, hürriyet geldi diye öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki, hürriyetten bir hatıra kalsın diye, büyük dedemin diktiği kavağın yanına, bir kavak da kendisi dikmiş. Dedemin diktiği kavak da büyüdü, büyüdü, tepesi bizim evin damını aştı, bacayı bile geçti.

Gel zaman git zaman...Dedem de öldü. Cumuriyet güneşi doğdu. Dedem rahmetli cumhuriyeti göremedi. Cumhuriyet ilan edilince, babam öyle sevindi, öyle sevindi ki, Cumhuriyetimizin ilanından bir hatıra kalsın diyerek, dedemin diktiği kavağın yanına bir kavak da o dikti. Babamın diktiği kavak çok büyüdü. Dedemin diktiği kavak, nasıl büyük dedemin diktiği kavağın boyunu geçtiyse, babamın diktiği kavağın boyu da dedemin kavağının boyunu geçti uzadıkça uzadı...

Gel zaman git zaman...Demokrasi geldi, çok partili olduk Allaha çok şükür...Babam rahmetli demokrasiyi göremedi. Memleketimize demokrası gelince, ben öyle bir sevindim, öyle bir sevindim, atadan gelme töremize uyup, demokrasiden bir hatıra kalsın diye, ben de evimizin önüne bir kavak diktim. Benim diktiğim kavak da uzadı, uzadı, bir boy attı, bir boy attı...

Cemal Çavuş, kendi diktiği kavağın boy atışını anlatırken, sesiniz iyice kısıp boğuklaştırmıştı.

-Büyüdü, büyüdü, büyüdü...

Sağ elini, gırtlağının üstüne kadar getirip boynunu tutarak,

-Büyüdü, büyüdü, nah buramıza kadar geldi! dedi.

Sustu. Her zamanki gibi, bıyıklarını sıvazlaya sıvazlaya, ne demeğe getirdiğini anlayıp anlamadığımı görmek için bakışlarını gözlerime dikti.

Ocakçıya,

-Öğretmenin çayını tazele oğlum...diye seslendi.


Aziz Nesin, 1955...İt Kuyruğu

26 Mart 2009 Perşembe

FUTBOLUMUZUN OTOBİYOGRAFİLERİ


İngiliz futbolcuların otobiyografileri gün geçtikçe çoğalıyor biliyorsunuz. Hatta Wayne Rooney dahi 25'ine gelmeden otobiyografi çıkardı. 70'ine merdiven dayamış Alex Ferguson'un otobiyografisiyle hemen hemen aynı kalınlıktaydı. "Ne hayatmış be seninki" diyesi geliyor insanın. Tabi İngiliz futbolcuların maç sonrası demeçlerini izlerseniz cümle yapılarıyla ve yorumlarıyla düşüncelerini kağıda dökme konusunda dünya geneline oranla daha donanımlı olduğunu görürsünüz. Tabi bir de spor programlarının ülkedeki her takıma eşit derecede eğilmesiyle ilgili bir durum bu. Anadolu'da top koşturan bir futbolcu ancak 3 büyüklere gol attığı zaman mikrofonları görüyor burnunun dibinde. Onun dışında televizyon kameraları önüne pek geçmiyorlar. Tabi bu ve bir çok faktör bir araya gelince de kullandıkları cümlelerin tümü birbirine benziyor. Basın Toplantısı Haritası yazısında belirtmiştik bunu. "Zor maç tabi, Gaziantepspor güçlü bir takım, biz de bunun bilincindeyiz", "Galatasaray'ın gücü belli, ama biz de iyi takımız, buraya puan veya puanlar almaya geldik", "kendimi hazır hissediyorum, oynamak istiyorum, ama tabi bu hocamızın kararı, onun kararına saygılıyım". Maç bittikten sonra söylediği laflar.... "Zorlu bir maçtı ama kazanmasını bildik, önümüzdeki maçlara bakıcaz", "yakaladığımız pozisyonlar var, onları atsak farklı olabilirdi ama mağlup olduk, yapacak bir şey yok önümüzdeki maçlara bakıcaz", "hakem hakkında konuşmak istemiyorum ama takdir haklarını hep rakipten yana kullandı"....Türkiye'de maç sonraları mikrofona farklı şeyler söyleyen adam sayısı çok az. Tümer Metin, Arda Turan, Hakan Şükür, Aykut Kocaman, Sergen Yalçın, Tolunay Kafkas, Ümit Özat....? Mustafa Sarp'ı hiç dinlemedim onun da doğru dürüst cümleler kurduğu söyleniyor. Tabi şu da var, İngiliz oyuncular bu otobiyografileri yazarken 5-6 kişilik bir kadrodan yardım alıyorlar ve kitap piyasaya çıkmadan önce 3-4 kezelden geçiriliyor. Bunu Roy Keane, "Keano" kitabının önsözünde belirtmiştir hatta.

Biz de Türkiye'deki isimler otobiyografilerini yazsalar nasıl eserler otaya çıkar br beyin fırtınası yapalım dedik. Liste aşağıda, katkı bekliyoruz.

Hakan Şükür: Kırgın
Aykut Kocaman: Nasıl Koydum
Sergen Yalçın: Ayrıldım Geliyorum-Padok Hikayeleri
Oktay Derelioğlu: Arkadaşımın Aşkısın
Kemalettin Şentürk: Ve Çeliğe Su Verildi
Müjdat Yetkiner: Ben Bu Oyunu Bozarım
Vedat İnceefe: Beyaz Diş
Yılmaz Vural: Adım Adım Anadolu (3 cilt)
Arif Erdem: Boşluğa Düştüm
Semih Şentürk: Anti-aging İsyanımdı
Ünal Karaman: Ötüken'den Çıktım Yola
Tümer Metin: Soldier Of Fortune
Hayrettin Demirbaş: Kova Burcu Erkeği
Rıdvan Dilmen: Gol Olur
Sabri Sarıoğlu: Take Me To Sky High
Servet Çetin: Mukoza
Emre Belözoğlu: Racon Kesmiyorum, Kafa Kesiyorum
Deniz Barış: Dönersem Islıkla
Tanju Çolak : Mercedes'ini Satan Bilge
Bülent Uygun: Tüm Şiirleri
Daniel Guiza: Archery For Dummies
İbrahim Üzülmez: Orta Yapabilsem Real'deydim
Hasan Vezir: Saraydan Kız Kaçırma
Alpay Özalan: Tutunamadım
Pascal Nouma: Tombala Çekme Sanatı
Hüseyin Kalpar: Orada Olmayan Adam
Mehmet Güven: Köstebek
Diego Lugano: Chucky'nin Volesi
Claudio Maldonado-Josico: Hasip ile Nasip (ortak eser)
Volkan Demirel: Jölem Olmadan Asla