İşten çıkıp takım elbiselerimle İspanyolca kursuna
gidiyorum. Bir arkadaşımla birlikte başladık ve o arkadaşım da bir şirkette
ihracat müdürü. Grand tuvalet gidiyoruz mecburen.
Bir dili yeni öğrenmeye başladığınızda “neden bu dil” ya da “ne
tarz müzik seviyorsun” gibi sorulara maruz kalmak o dili öğrenmek için
kaçınılmaz oluyor pek tabi. Bir bankacı olarak “Latin Amerika politikası ile
ilgileniyorum” ya da “Metal dinliyorum” gibi cevaplar verince kurstaki insanlar
“vooouvvv” “aaauuvv” “hahahah” gibi tepkiler verirken belki de akıllarından
dikkat çekmeye çalışan histerik bir kadın olduğunuzu geçiriyordur. Ben dışarıdan
baksam öyle düşünür müydüm? İş dünyasında pek çok “bohem burjuva”
diyebileceğimiz kaçıkla tanıştığım için düşünmeyebilirdim, ama birilerinin
aklından geçiyorsa da yadırgamam. En nihayetinde burası Türkiye. “Gak” deseniz “Sesin
ne kadar tuhaf” oluyor. Halbuki ben her sabah bizim sokakta bir karga
ile karşılaşıyorum ve ona sorarsak bu ses ona yüz yıldır tanıdığı sıradan bir
şey gibi geliyordur. Bakış açısı işte.
Onaltı yaşımdan beri kendi evim olsun isterim. Sonunda başardım.
Başaralı epey zaman oluyor. Yalnızlığa da alıştım ve epey iyi geçiniyoruz
kendisiyle.
Bu akşam, uzun zamandır elime almadığım gitarın tozunu
sildim, birkaç zor şarkı ile sesimi açtım. Çok özlemişim şarkı söylemeyi. Her şey
iyi güzel de… ben hiçbir zaman gitar çalmayı sevmedim, pek çalabildiğim de
söylenmez zaten. Sadece şarkıyı böyle sepet gibi tek başınıza, ses/ritm almadan
söylemek olmuyor. O yüzden böyle sadece akorlara ritm vurarak liseden beri
çalıyorum. Sonra aklıma bu durumdan yıllardır ne kadar sıkıldığım geldi. Etrafımda
bir sürü müzikle uğraşan, yine bohem burjuva diyebileceğim arkadaşım var. Ama
müzik zevklerimiz uymadığı için birkaç çalışma dışında bir araya gelmedik.
*
Şimdi kameramızı bir başka açıya çeviriyoruz.
Yıllardır bir şeyler okur, ederim. Gevezelikten başka bir
işe yaramadı. İşin kötü tarafı benim gibi düşünen insanlar benim gibi
yaşamıyor. Dolayısıyla gevezelikle başlarının etini yediklerim hiç de öyle
alternatif bir yaşama merakı olan insanlar değil. Yazık yahu onlara…
değişmeyecekleri ortada. Ben ne böyle mastürbatif hareketler, böyle içki
masasında dünyayı kurtarmalar falan… Allahtan yaşlandım da eskisi kadar yormuyorum
insanları. “Ya eyleme geç ya da kapa çeneni” diyebiliyorum kendime.
*
Ve kamera bir başka açıya geçer.
Lisedeyken ablamın arkadaşları (benden 5-7 yaş büyük
insanlar) bana “çok akıllısın, büyük adam olacaksın” derlerdi. Ben de o gazla
spordu müzikti kitaptı haldır haldır parçaladım kendimi yıllarca. Sonra bir ara
durdum ve baktım, afedersiniz yemediğim bok kalmamış ama hiçbirinde
uzmanlaşamamışım. Gözden çıkarılacak ilk kale sporu azalttım, teke indirdim. İsabet
oldu. Bir sürü dağ gezdim. Zirve denen tutkunun bana göre olmadığını anladım. Müziği
çok sevsem de ciddiyetle çalışacağınız zamanlar gerektirdiğini ve mevcut
konjonktürü (9-6 çalışan olmak) dikkate aldığımda namüsait bir mahiyette
olduğumu fark edip kendi kendime takılacağım bir uğraş seviyesine indirdim. İyi
mi oldu? Cık! Ama ne yapalım… kader…
Geriye ne kaldı? Okumak, yazmak. Kalemlerle aram iyi olmadı
hiçbir zaman. Hocalarımın yerin dibine soktuğu iğrenç yazımı tam
güzelleştirmiştim ki bilgisayar icat oldu, mertlik bozuldu. Orta parmağımdaki
kalem nasırı tarihe karıştı ve ben klavye delisi, dakikade beş yüz elli beş bin
kelime yazabilen bir canavara dönüştüm. Mekanik alt yapı tamam da ortaya,
üzerine kafa yormaya değen bir şey mi çıktı? Gittiğim yazı atölyesindeki
arkadaşlardan birkaç takdir, hocadan (bir romancı) “büyük adam olacaksın” gibi
övgüler falan filan.
Aferin bana. Bi bok olmadım sonunda, aha da buradan ilan
ediyorum.
Otuz yaşında, tam techizatlı Cevat kelle olma
mertebesindeyken bir de baktım ki biri çıkmış diyor ki “Mutluluk, ancak
paylaştığında gerçek olabilir.”*
Hadi ordan haspam!
Yani tüm bu uğraşlar boşa mıydı? Kendi başına her şeyi yapabilen (musluk tamir etmek dışında, pek bi üşeniyorum, çağırıyorum muslukçuyu, basıyorum parayı oluyor bitiyor), böyle on kaplan gücünde, "örnek" teşkil eden bir kadınım. Ha bir de yalnızım. Bunu
mu demek istiyorsun?
Bunca kişisel anlattıktan sonra “hayır ulan mutsuz değilim”
diye açıklamak gerekiyor. Ama evet, sahip olduklarını paylaşabileceğin birileri
varsa mutlu olabiliyorsun. Diğer türlüsü sadece huzur oluyor. Böyle saat tiktaklarıyla falan takılıyorsunuz, uykum gelse de yatsam diyorsunuz. Ama hiç heyecan yok. Duygu dalgalanmaları yok. Hayattaki her şey yönetilebilir oluyor ve bu "yönetme" hali bir meslek özrü olduğu için arada bir mideniz kalkabiliyor.
“Neden İspanyolca” ya da “Neden müzik” ya da “Neden yazmak”???:
Küçükken gerçekten, ben ne kadar donanımlı olursam, yeryüzündeki cennete o kadar yakın olacağıma inanmıştım. Oysa şimdi bir şarkı çalıyor ve sahip olduğum bu yalnız krallığı kimseyle paylaşasım gelmiyor:
Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin…
Aferin bize. Moderin toplum olarak muhteşem bireyler yarattık. Yakında "Türkiye bir prozac toplumu mu olmaya başlıyor" diye başlıklar filan görürüz artık.
“Neden İspanyolca” ya da “Neden müzik” ya da “Neden yazmak”???:
Küçükken gerçekten, ben ne kadar donanımlı olursam, yeryüzündeki cennete o kadar yakın olacağıma inanmıştım. Oysa şimdi bir şarkı çalıyor ve sahip olduğum bu yalnız krallığı kimseyle paylaşasım gelmiyor:
Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin…
Aferin bize. Moderin toplum olarak muhteşem bireyler yarattık. Yakında "Türkiye bir prozac toplumu mu olmaya başlıyor" diye başlıklar filan görürüz artık.
* "Happiness only real when shared." Into the Wild
filminde geçen bir sözdür.
by Gand
3 yorum:
Yazının şu son sözüne şu şarkı güzel gitmez mi?
http://www.youtube.com/watch?v=OTvhWVTwRnM
kesinlike :)
spor neden ilk gözden çıkarılan oluyor?
Yorum Gönder