10 Aralık 2007 Pazartesi

I LOST IN TRANSLATION FOR 2 DAYS IN PARIS



Temelinde aşk üzerine olsa da baş karakterlerinin yabancılaşmasına sırtını dayayan iki film. “Lost In Translation” ve “2 Days In Paris”. Birincisinde kariyeri düşüşe geçen bir aktörün, reklam çekimleri için gittiği Japonya’da yine orada isteği dışında bulunan bir genç kızla yaşadığı kısa süreli garip ilişkiyi izliyoruz. İsminin filmin kendisine cuk oturduğu filmlerden bir tanesidir Lost In Translation. Bill Murray ve Scarlett Johansson’un üstün performanslarıyla (özellikle
Murray’ın şaşkın, ben niye buradayım diye bakan ve sakin ifadeli oyunculuğu harika) son bir kaç yılın en iyi romantizm hikayelerinden birisi ortaya çıktı. Filmin sonunda yer alan ve Jesus and Mary Chain’in Just Like Honey şarkısı eşliğindeki tüm sahneler enfes. Film o kadar başarılıydı ki, yönetmen ve senaryo yazarı Sofia Coppola’nın aslında filmi babası Francis Ford Coppola’ya yazdırdığı gibi garip dedikodular çıkmıştı.



“2 Days In Paris”de de sevgilisiyle beraber ziyaret ettiği Paris’te yabancılaşma ve bu nedenle de kültür ikilemi yaşayan bir adam var karşımızda. Ancak burada daha kötü olan taraflardan birisinin Fransız olması ve ilişkinin sadece bir tarafının bu problemi yaşaması. Adam Goldberg bu yabancılaşmayı yaşayan Amerikalı fotoğrafçı rolünde harika. Yönetmen, yazar ve diğer başrol oyuncusu faal Fransız Julie Delpy de Before Sunrise ve Sunset tecrüblerini çok net bu filme aktarıyor. Fransızlara eğer sinir oluyorsanız bu filmden sonra daha da olabilirsiniz. Paris’e güler yüzle gelen Adam Goldberg 2 günde çileden çıkıyor. İşin kötüsü filmde Fransızca konuşulan her şeyi onun dışında biz seyircler dahil anlıyoruz. Altyazıların yardımıyla. Kötü bir durum.

Her iki filmi de izlemek lazım ama özellikle birincisi kaçmaz. Lost In Translation görece biraz daha eski bir film olduğundan DVD formatında edinilebilir.

Hiç yorum yok: