4 Kasım 2008 Salı

HER DAİM KIRMIZI ŞİMŞEK



















Trenle gitmek lazımdı şehre. Fakat işi son güne bırakınca ne mümkün! Otobüsle yollara düşmüşüz maç günü sabahı, kulaktaki ses Yaşar. “Dem”lenmiş şarkıları toparlamış. Divane diyor, cezayir menekşesi diyor, o’nun vedası, birtanesinin. Bu sesler arka fonda doğal olarak kafada sene 90’ların ikinci yarısı olmuş, lise yılları. Fen Lisesi sınavı yollarındaki yılı hatırlıyorum. İzmir Büyük Dershane’nin beşinci katındaki küçük pencereden Eskişehir Atatürk Stadı’nın yarısı gözükür. Eses birinci ligde 7 sene sonra, Fenerbahçe ise şampiyonluk peşinde yine 7 yıl sonra. 89-96 arasındaki benzerlik bu, Eses düşerken Fener şampiyon oluyor. Pek cesaretli yetişmeyen Tuncay da zincirleri kırmak yolunda çaba sarfetmediğinden sevdiği renklerle ilk kavuşması 1995’te. Fenerbahçe Eskişehir’de işte. Hayaller gerçek olmuş. 500.000 lira verilip girilen tribün, önce Bolic’in penaltısı, 85’te de Högh’ün kafası. Seviniyor muyum? Bilmem. Hayat boyu sürecek, çözülemeyecek karmaşa orada başlıyor galiba. Tercih yapmak zorunda mıyım gerçekten?

İkinci maç televizyondan kaybediliyor. Nezihi’nin yediği 6 gol var Kadıköy’de. Sonra Eses ikinci ligde, B kategorisinde, saçma sapan statlarda maçlarda, taraftar yollarda. Ucu bilinmez yolun dibine doğru giderken işler, birden her şey tersine dönüyor. “Süper Lig hasreti” diye klişe vardır ya, herhalde bunun için en doğru şehirdir Eskişehir. Babaannem 78 yaşında, o kutluyor şampiyonluğu daha ne olsun.

Sert mi oldu giriş, devam edelim. Hesaplıyorum kaç yıl olmuş diye. 13 seneyi de geçmiş. Ağustos sıcağında Eses’in açık tribününde 15:30’da başlayan maça 11’de giriş. Nasıl bir heyecan vardı o zamanlar bunu düşünüyorum. Yalnız başına 4 buçuk saat güneş altında, kafada kırmızı siyah kartondan bir şapka.

Duygulanma yok, devam et. Yine geldik işte şehre. Hafta boyu kafayı kurcalayan soru belli, hangi tribün? 9 yıldır İstanbul’dasın Tuncay. Trabzon’a, Ankara’ya, Denizli’ye, Manchester’a, Eindhoven’a, daha bir sürü yere gittin. Hep yerin belliydi, sarı-lacivert. Evsahibi takıma “hepiniz o.. çocuğunuz” diye bağırırken tribünler pek hicap duymuyordun nasılsa. “Burası Kadıköy buradan çıkış yok” derken de vicdanın sızlamıyordu tabi. Şimdi öyle olması mümkün mü peki? Çocukluğunda bisikletle gezdiğin sokaklarda polis kordonunda gezmeyi sindirebilecek misin? Eskişehir’e girmeden 15 km önce polis tarafından durdurulunca ne diyeceksin?

“Kimin ihtiyacı olursa onu tutarım” da biraz sahtekarlık kokuyor. İlahi adalet, ikisinin de ihtiyacı var! Biri şampiyon olmak istiyorsa, diğeri kümede kalmayı garantilemek istiyorsa koparmalı bu maçtan 3 puanı. Çok düşünmeye gerek yok. 18 seneni verdiğin toprağın tribünündesin, içerdeki çarpıntıyı bastırmak için de tak boynuna atkıyı.

Başım her sıkıştığında, sahada olanı her sindiremeyişimde sığındığım bahane belli, “futbolu seviyorum!”. Yine ana fikir bu. Maç izlemek için oradayız, içerdeki duyguları çarpıştırmak için de iyi fırsat. Kazanan bir adım öne çıksın.

Yine iki buçuk saat önce girmişiz içeri. Bu sefer yalnız değilim, yanımda aynı benim ilk kez Fenerbahçe’yi izlediğim yaşta olan ve aynı heyecanla yüreği çarpan yeğenim. Konuşurken dikkatli olmak gerekli, ağızdan kaçırmayı affetmez Eses seyircisi.

Hadi maç da başladı. Alex’in alkışlayamadığım ilk golü sanırım. Sonra ilk kez kızamadığım bir Fenerbahçe savunması hatası. Penaltı, kırmızı kart, gerilen tribünler, rahatlayan ben! Çünkü işin rengi belli olmuş gibi, stres azalmış. Aksine kırmızı şimşekler durmuyor, mücadele ediyor, bir gol daha atıyor.

İtiraf zamanı. Youla, karşı karşıya koşarken o 30 metreyi içimin bir yanı gol olsa diyor, da diğer yanı daha baskın, Volkan’ın kurtarışı oh çektiriyor. Ya o son dakikada Semih’in içeri atamadığı top, gol olsa belki teslim olacağız Eses tribünlerine. Neyse kardeş payı, aslında istediğimiz gibi.

Sonra aile faslı. Fenerbahçeliliğimiz bilindiğinden dalga geçilen taraf da biziz. Sanki bütün Eskişehir’in rakipliği görevini tek başıma üstlenmişim. Elinden kaçıran Eses ne de olsa. Televizyonda maç sonrası programlarını izlerken dedem de sinirlenmiş. “Hep fener diyor deyyuslar” diyor. “Bizden bahseden yok!”













Eses 10 kişi oynamış 60 dakika. Karşısında geçen yıl şampiyonlar liginde çeyrek final oynamış Fenerbahçe. Rakibin forveti tüm takımdan pahalı belki. Ama Eskişehir taraftarı ikinci yarı boyunca galibiyet golünü bekliyor. Son dakikalarda hala “Eses gol gol gol” sesleri. Beraberlik kimseyi tatmin etmiyor tam da bu yüzden. Çünkü o şehrin gözünde Eses her daim kırmızı şimşek. Büyükleri yenmek kanıksanmış, zaten olması gereken bir sonuç. Bunun için sevinemiyorlar bir puana, ahlar vahlar kaçan iki puana. Türkiye’nin gerçekten böyle takımlara, böyle futbola aç şehirlere, seyircilere ihtiyacı yok mu sizce de?

Esas şehir-esas takım, lokal duygular-yaşanmış heyecanlar. Seçmeli miyim hala birini? Ya boşver bir ara bakarız böyle iyi şimdilik. Karışmayın kardeşim, size ne!


by tunchay

3 yorum:

Adsız dedi ki...

karismayalım da; gel seni eskisehirsporlu yapalım be hemsehrim...yine futbol islemeye gidersin kadıkoye eger ilerde fenerbahce futbol oynamya baslarsa yeniden:D

GoKaN

Adsız dedi ki...

Öncelikle hoşgeldin hocam bloga,yazını cok büyük bir zevkle okudum,eline yüreğine sağlık...

Ferman

ziggytheking dedi ki...

Ben de zevkle okudum yazını. Blog camiasında daha çok Eskişehirsporluya ihtiyacımız var. Üç olur, 5 olur diyen yeni yetmelere Kırmızı Şimşekler'i, Amigo Orhan'ı ve Fethi-Nihat-Ender üçlüsünü anlatmak için. Bizim ihtilalimiz içi boş ihtilallere benzemez.