Antimatter'in A Portrait of a Young Man as an Artist eşliğinde yazılmıştır.
Ahh gece yaşamak… kronik hastalık… hele bir de sabırsızlıkla beklenen bir yolculuğa çıkılacaksa doğuştan insomniaymış gibi davranır beden. Gitmeden bir veda etmek gelenek olmuş gibi blogda. Ben de uğraştım yazı dizilerinden bir şey yetiştirmek için ama ne haddime… 2 saat sonra evden çıkacağım daha çanta hazır değil. Yumurta kapı ilişkisi hayatımın her yanında. Bazı insanlar da bu model oluyor işte ne yapalım… tipik gece insanı: erken gidilecek yere ancak uyumadan gidebilen model… gündelik hayatı sürekli programlamak zorunda olmanın tiksintisinden kurtulabilmek için tatildeyken hayatın tüm akışının aksine kulaç atmanın keyfini hiçbir şeye değişmeme hali… Evet!
Ne konser ne de başka bir ülke var güzergahta:
Yükseklere çıkıp dünyaya tepeden bakmadan, gözün alabildiği uzaklıkta senden daha yükseği olmadığını görmeden anlayamıyorsun yalın gerçekliğini hayatın.
we're just a moment in time
a blink of an eye
a dream for the blind
Dağlara dönmek… Her şeyin sadece yaşam için varolduğu, renklerin şehirde olamayacağı kadar net, canlı olduğu yere… hava berrak, sesler Vivaldi’nin dört mevsimi bestelediği dönemdeki kadar büyüleyici.
1400 rakımlı bir yerde doğdum, çocukluğum orda geçti. O zamanlar küresel ısınmadan en az bizim kadar bihaberdi iklimler. Evimizin bahçesindeki tek katlı depodan 2 metrelik kar kütlelerin içine atlayıp gömüldüğümüzü, her yer bir anda beyaza döndüğünde panikle kaza kaza tekrar içinden çıktığımız o keyifli çocuk oyunlarını; bir de babamın bizi okula ulaştırabilmek için 1 metrelik minik bedenlerimizle tipide uçmayalım diye önümüzden yürüdüğünü ve o anlarda nefes almakta nasıl da zorlandığımı hatırlıyorum. Yazın daha da yükseklere, yaylara çıkardık kimi zaman piknik yapmaya ya da babaannemlerin yayladaki evinde kalmaya. Nasıl da korkardım köylünün köpeklerinden. Babam köy çocuğu olduğu halde biz şehirli küçük burrjuvalara kimse öğretmemişti sen köpeklerden korkmazsan onların da sana saldırmayacağını. Bu duruma bunca üzülmemin tek sebebi, onca yıl dağları gezmek için sınırsız şansım olmasına rağmen bu korkaklığım yüzünden dağlarla tanışma şansını ancak 14 yaşıma gelip de tipik bir şehirli gibi izci olduğumda bulmamdı. Her neyse, hiçbir zaman geç değildir. 30’a yaklaşırken Kaçkar’a çıkıyorum. Hiç keşfetmemiş de olabilirdim.
Sahi, trekking kulübünü kurduğumuzdan bu yana ne çok insan doğayı, doğada yürümeyi, doğayla ama en çok da kendi doğasıyla mücadele (challenge en doğrusu) etmeyi sevdiğini keşfetti… ne kadar şanslıyım ki bu kulübü kurarken düşünebildiğimden daha çok şey kattık insanlara. Şimdi onların bir kısmıyla bir takımız ve 3.937 metreye tırmanacağız, siste kaybolmaz ya da başka bir tür aksilikle karşılaşmazsak. Çığ gibi :) Tamam abartıyorum, ama şu an Kaçkar’da ara ara kar yağdığı haberleri geliyor.
1.5 yıldır düzenli olarak dağa gidiyorum. Her seferinde müthiş bir esin bekliyorum oradayken hissettiklerimi kelimelere dökebilmek için. Yaratıcılık adına hayatta en iyi yapabildiğim şey kelimelerle oynaşmakken dağları anlatamıyorum asla. Ancak yaşayabiliyorum. Derin nefesler alıp uzun, yorucu yürüyüşler yapabiliyorum. Aslına bakarsanız o yürüyüşler benim için hiçbir zaman yorucu olmuyor. İnsan yaşadığını hatırlamaktan yorulur mu? Tırmanmanın yarattığı kas ağrısı olsa olsa kaslarımız olduğunu ve bir işe yaradıklarını hatırlamaktır. Yürüyüş ertesindeki 1-2 günlük ağrıların işte böyle mazoşistçe bir tadı var benim için.
Temiz havanın verdiği sarhoşluk, uzun yürüyüş sonrası kurt gibi acıkmak ve mangalda babanı görsen yiyecek gibi olmak… dağda yediğim o pişmemiş, daha çok ısınmış sucuklar kadar lezzetli bir şey yedim mi diye düşünür ve hep de hayır derim kendi kendime…
Doğayla başbaşayken aldıklarımı anlatabilmek ancak kelime-boya-müzik-dans karışımı bir sanat icat edildiğinde mümkün olacak sanırım.
Yıllar oldu çadırlı, uzun bir kamp yapmayalı… zamandan bağımsız, yalnız güneşe göre günümü ayarlamak zorunda olduğum o anları tatmayalı… tuhaf, bir dönüm noktasındaymışım gibi, ha bir de Yolgezer gibi hissetmem :)
Dönüşte bir şeyler getirmeyi umuyorum sırt çantamın ufak gözünde. Birkaç parça kelime…
Ama pek umutlu değilim. Kelimelerle işi yok doğanın. Beş duyunun her biriyle ayrı ayrı ilgilenir, üstüne ruhunuzu okşar, dinlendirir, dinler, besler, büyütür, şefkat gösterir. Hepsi o. Doğanın fısıltısını anlatamazsınız başkalarına. Şifresini çözemezsiniz. Yalnız yüreğinizde hissedebilirsiniz.
Şifre deyince bir liste yapmak geçti içimden. Eserlerinde doğanın önemini çevreci bir bilinçle vurgulayan sanatçılar*:
J. R. R. Tolkien – Yüzüklerin Efendisi: Yolgezer’in hikayesi, Frodo’nun uzun yolcuğu, Gandalf’ın hızlı atıyla aldığı millerce yol… Ah elbette, Entler! Yüce varlıklar! Tolkien bir dil üstadı olduğu kadar doğadan da çok iyi anlıyormuş. Filmi hiç çekilmemiş olsa da Yüzükler’in benim zihnimde bıraktığı imaj aynı derecede (ve belki daha fazla) büyüleyici olacaktı.
Ursula K. Le Guin – Karanlığın Sol Eli: Buzullarla kaplı o dağlar… Uzun yürüyüş… Nasıl da ince ince işlemiş Ursula ki filmini izlemiş kadar aklımda kalmış o dağlar… En nihayetinde DÜNYAYA ORMAN DENİR!
Hayao Miyazaki – Ruhların Kaçışı, Prenses Monoke, Rüzgarlı Vadi ve aslına bakarsanız tüm filmleri… Miyazaki filmlerini anlatmaya hiç girişmeyeyim bu saatte. Siz en iyisi izleyin… (Son filmi Ponyo her zamanki gibi çok şirin olmuş. Benzetmek gerekirse Komşum Totoro tadında.)
Blind Guardian – Forgotten Tales: Ne alakası var demeyin, Tolkien kitaplarını müzikle onlar kadar güzel anlatanına rastlamadım. Tabi Yüzükler’i bu albüm eşliğinde okumuş olmamın konuyla hiç alakası yok, nereden çıkarıyorsunuz???
Vivaldi – Dört Mevsim: Tüm eser doğa sesleridir. Dikkatle dinleyin, kuşları, arıları, fırtınayı, gök gürültüsünü, baharı… her ama her şeyi duyacaksınız…
Yeryüzündeki her bir insanın doğayla tanışmasını, şehre dair her şeyden bağımsız, doğa anamızla başbaşa zaman geçirmesini çok isterdim. Hayatla, dünyayla, insanlıkla ilgili canımı yakan her şey o zaman daha az olurdu gibi geliyor bana. İnsanlık haddini bilir, kendine çeki düzen vermek için çaba sarfederdi… kimbilir… belki… Ama bunca kalabalık bir nüfusun dağlara çekirge sürüsü gibi çıktığını da tahayyül edemiyorum. Yine de yukarıda bunca burnum havada yazdığım kişisel bir keyfi en azından bir kez denemenizi dilerim. (Nasıl yapacağınızla ilgili danışmanlık verebilirim.)
Doğada(/yla) olmakla ilgili bir cümle buldum sanırım: Kendini dünyayla bütünleşmiş hissetmek… Vücutta bir hücre değil, vücudun kendisi olmak…
*Yazının orijinalinde "Doğaya dair bir şeyler anlatabilmeyi başarmış ender kişilerin listesi" diye belirtilmiş, ancak yazının ana fikrini çarpıttığı için sonradan değiştirilmiştir. İlk 6 yorum da bu cümle nedeniyle yazılmıştır.By Gand
7 yorum:
Doğaya dair bir şeyler anlatabilmeyi başarmış ender kişilerin listesi'ne ek olarak: herhangi bir yaşar kemal kitabı.
kendi edebiyatınıza bu kadar yabancılaşmayını lütfen...
Nedense ben de aynı şeye takıldım, Kaçkar'a giderken bu ülkenin yetiştirdiği Tanpınar gibi, Reşat Nuri Güntekin gibi, Yaşar Kemal gibi, ustaların, o enfes betimlemeleriyle bezedikleri eserleri hatırlanmıyor da elin Japonunun çigi filmi, elin hobitinin hikayesi hatırlanıyor...
Kaçkar bile ağlar kendisine bu yapılanı görse...
sait faik, cevat şakir, memduh şevket...
Faruk Nafiz Çamlıbel ek olarak...
Arkadaşlar biraz fazla yüklenmişsiniz gibi :))
Tamam elbette Türk edebiyatında da doğa tasviri ve doğayı harflerle resmetme konusunda çok önemli işlere imza atmış yazarlarımız vardır ama kişinin bu işte kendisine tercüman olarak gördüğü isimler farklı olabilir. Ben de listede neden bir Rus romancısı yok diye bakıyorum mesela. Kimseyi yabancı edebiyat eserlerine girişmeden önce Türk edebiyatını yalayıp yutmalı gibi bir zorunluluğa bağlamamak lazım.
Doga ile alakalı izlenimlerini merak ediyorum. Buraya yazarsan sevinirim ama direk nasil buldugunu yaz biseye benzetmeden.
yani ben bu yazara inanamıyorum. ne kadar densiz. tüm yazarlar bir yana Victor Hugo gibi bir dehanın nasıl adını anmaz....
mevzu şudur arkadaşlar, "Doğaya dair bir şeyler anlatabilmeyi başarmış ender kişiler" tanımı yanlış olmuş. kastım çevreci yaklaşımı olup da bunu kimi zaman çeşitli sembollerle, kimi zaman doğrudan anlatmış sanatçılar olacaktı.
aksi takdirde "güzel doğa tasviri yapan yazarlar" gibi bir liste olurdu bu, ki böyle bir listeye de Türk yazarlar dahil BİNLERCE kişi koyulabilirdi.
aslına bakarsanız kısacık ve bence pek de önemli olmayan listedeki yazarların ortak noktasının ne olduğu sorusunu sorduğunuzda kastettiğim ve yukarıda da açıkladığım ana fikir çok net görülüyor. zaten yazının amacı bu liste bile değildi. bu yazıyı okuyup da tek vardığınız sonuç buysa zamanınıza yazık etmişsiniz.
geç de olsa ben de o cümleyi düzelteyim de bari ana fikre daha fazla yazık olmasın.
konuyla alakası yok, hiç de olmadı ama Türk edebiyatçı derseniz, benim listemin başında Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Vedat Türkali gibi isimler olur.
asıl konuya dönecek olursak Kaçkar'ın ağladığı tek bir şey varsa o da Türklerden çok İsrail'li ve Fransız ziyaretçisi olmasıdır. ayağımızın dibindeki cennetin değerini bilmememizdir.
neyse ben liste yapmaya geri döneyim. bundan daha değerli bir şey yok zira...
Yorum Gönder