6 Ağustos 2009 Perşembe

LOST IN TRANSLATION

Aslında daha önce bu filme kıyısından köşesinden bazı yazılarda değinmiştik ama dün akşam Belçika televizyonu tekrar verince ve ben de oturup ikinci kez tümünü izleyince bir kez daha ele almak gerektiğini düşünüyorum. Bir kere insanoğlunun beğendiği bir filmi her izleyişinde daha da beğenme, kötü bulduğu filmi daha da kötü bulma gibi bir alışkanlığı vardır ki bu biraz da kendisini haklı çıkarma psikolojisindendir. Zıt yönlerde izleyenine ender rastlanır. Örneğin ben ilk izlediğimde gayet kötü bulduğum Jean Pierre Jeunet'nin Kayıp Çocuklar Şehri filminin, şimdi, aslında o kadar kötü bir film olmadığını düşünüyorum. Diğer yönde verebileceğim örnek belki Schindler's List olabilir. İlk izlediğimde gayet çarpıcı bulmuştum ama yıllar ilerledikçe, büyük ihtimal Spielberg'in gerek filmlerinde gerekse medyada takındığı tavır yüzünden o filme karşı beğenim giderek azalmış durumda. Kötü bir film demiyorum ama artık ilk izlediğimdeki beğenimi bırakmadı sağolsun Indiana Jones tecavüzcüsü. Neyse biz konuya geçelim. Bir kere bu çifti etraflarındaki dünyadan soyutlayarak ele alan filmlerin bir avantajı vardır. Filmde hengame yoktur, seyirciyi aptal yerine koyan bir tavır yoktur, ucuz numaralar görülmez. Before Sunset/Sunrise ikilemesi bu anlayışın baş yapıtıdır. Julie Delpy'nin o filmlerde oynarken öğrendikleriyle yönetmenlik koltuğuna oturduğu 2 Days In Paris de aynı ekolden gayet hoş bir filmdir. Lost In Translation da böyle bir film işte. Japonya'da, zaman ve mekandan soyutlanmış, etrafındakilere ve kendi hayatına tamamen yabancı bir çiftin hikayesi.

Bir kere ben bir filmin adının, filme bu kadar uyduğu az örnek gördüm. Filmdeki çiftin arasındaki her şey, kendileri dışında kayboluyor ve etraftakiler için bir anlam ifade etmiyor. Sadece ve sadece kendi aralarında hissedilen bir diyalog var film boyunca. Bu ve Sofia Coppola'nın şaşırtıcı biçimde üst düzey yönetmenliği ile filmin tümüne naif bir hava yayılıyor. Klasik romantik komediler veya romantizm ağırlıklı filmlerdeki klişelerin hiç birisine rastlamıyorsunuz. Zaten karakterler alışılmadık. En azından erkek tarafı. Bill Murray’in şaşkın, 25 yıllık evliliğinin tekdüzeliğinden bıkmış, mesleğinden sıkılmış, aslında hayatındaki her şeyden sıkılmış, ben niye buradayım diye bakan ve sakin ifadeli oyunculuğu harika. Scarlett Johansson'un da bugüne kadarki kariyerindeki en iyi performansı olduğunu düşünürüm hep. Coppola'nın film gösterime girdiğinde Japon halkı tarafından aldığı "aşağılanıyoruz" eleştirisine katılmadığımı söyleyelim. Coppola aslında böyle bir filmde hiç görülmeyecek belgeselvari görüntüler veriyor Japonya'dan. Eğer Japonlar boylarının kısalığının ve İngilizce konuşabilmelerindeki düşük oranın sergilenmesine içerledilerse yapacak bir şey yok, olmayan bir şey gösterilmiyor çünkü. Filmin sanat yönetiminin de gayet üst düzey olduğunu belirtmek lazım. Özellikle karaoke partisi sonrası ikilinin merdiven trabzanında oturduğu sahnenin dekoru, Johansson'un peruğu bunun çok net bir örneğidir. Son olarak da filmin kapanışı. Sırf bu kapanış için bile filmi bir daha izleyebilirim. Murray'in filmin sonunda Johansson'un kulağına ne söylediği Empire dergisinin araştırmasında tüm zamanların sır dolu film sahneleri sıralamasında ilk beş içerisindeydi. Geçen yıl bir grup sinefil son sahnede Murray'in “I have to be leaving…but I wont let that come between us, okay? (gitmek zorundayım ama bunun aramıza girmesine izin vermeyeceğim)” dediğini iddia ettiler, uzun analizler, dudak okumalar sonucunda. Sonrasında Jesus and Mary Chain’in Just Like Honey şarkısı eşliğindeki tüm sahneler enfes. Son bir not, film o kadar başarılıydı ki, yönetmen ve senaryo yazarı (bu dalda Oscar'ı kucakladı) Sofia Coppola’nın aslında filmi babası Francis Ford Coppola’ya yazdırdığı gibi garip dedikodular çıkmıştı.

Son tahlilde, enfes bir sinema ürünü....

7 yorum:

tosun dedi ki...

Kayip Cocuklar Sehri'ne laf eden carpilir sayin Flayink Dacmen...

pulp dedi ki...

aslında filmin ana teması; yer, zaman ve mekan uygunsa her kadın verir. tabii filmde bu kadar bayağılaştırılmıyor ve filmi başarılı kılanda bu bence.

Sacit Tekin dedi ki...

İlk izlediğimde de gayet beğenmiştim ve özellikle japonya da bulunduktan sonra tekrar izledim, çok daha yakından anlıyorsunuz o psikolojiyi.

Film gayet başarılı, dediğin gibi 2. bir postu hakedecek cinste.

Durağan ama sıkmayan, bir aşk hikayesini değil yalnızlıkların ortak eksende buluşmasını anlatan ve Coppola'nın usta yönetmenliği ile birleşen kesinlikle izlenesi bir film "Lost In Translation".

lionel dedi ki...

ben de empire dergisinin sıralamasında birinci olanı merak ettim, belle de jour muydu acaba ?

Flying Dutchman dedi ki...

@lionel

1 numara yanlış hatırlamıyorsam Mullholand Drive-Kutuda ne var? sorusuydu

Pulp Fiction-Kutuda ne var da listedeydi bu arada

Frapppedaki dedi ki...

Japonya`da cekilmis olmasinin disinda bir albenisi yoktu izlerken. Bill Murray sikilgan rolunde iyiydi hatta aldatan es olarak baya sevimli gostermeyi basarmisti Coppola. Scarlett Johansson'un oyunculugunu genel olarak begenmedigimden herhalde filmde de cok kotu bulmustum. Zaten pek de oynuyomus gozukmedi, donuk, ruhsuz bir oyuncu bir de ustune repliksiz bir rol.

Flying Dutchman dedi ki...

dönünce ABD'ye boşanmışlar, aldatma sayılmaz :))

ayrıca Scarlett'le hiç bir hadisesi olmadı dikkat edilirse...şarkıcı hatun maydonoz oldu zorla...