Gülse Birsel'in Gayet Ciddiyim kitabında "Faşist Doğal Hayatçılara Karşıyım" diye başlayan bir bölüm vardır. Şöyle der: Doğa, sadece ihtiyacımız olan su, hava ve ışığı sağladığı için seviyor gibi görünmeye çalıştığımız, romantikleştirmeye çalıştığımız sıkıcı bir şey mi? Bunların üçünü ve belki başka hayati kaynakları suni olarak imal edebiliyor olsaydık, doğaya bu kadar yalakalık yapar mıydık? Akbabalara, yılanlara, akreplere, dikenli otlara, dondurucu soğuklara, kasırgaya, yakıcı güneşe, kum fırtınalarına, depreme, toprak denen, savrulunca ortalığı mahveden, kahverengi toz yığınına niye ihtiyacımız olsun ki o zaman? Şelale manzarısını evimizdeki, üç boyutlu televizyonlardan görebiliyorsak, sorarım size, o manzaranın gerçeği mi daha makbul, televizyondaki daha renkli ve istediğiniz zaman hazır görüntüsü mü?........Yağmur ormanlarının her saniye azalmasına niye üzülüyoruz? Ucu bize dokunacak da ondan. O ormanlar bitince biz de biteceğiz. Yoksa kime ne o ağaçlardan, ismini bile bilmediğimiz hayvanlardan........Uzun yıllar gorillerle, yunuslarla yaşayıup, onarla iletişim kurmaya çalışan insanlara çok gülerim. Ne yazık ki, hayvanların davranış biçimleri insanlardan daha baskın çıkar. Ve sonuç olarak da, bilim adamı, ormandan dört dörtlük bir goril olarak dönse de, gorilde hiçbir değişiklik olmaz. Dolayısıyla daha az gelişmiş türde hiçbir değişiklik olmadığı gibi, medeni bir insanoğlu da, o zor yıllardan sonra şehre mağara adamı kılığında döner. Bu açıdan böyle araştırmaları beyhude bulurum.
Into The Wild medeniyetin beraberinde getirdiği tüm yapılardan kaçan ve gece gündüz yol teperek, Alaska'da, tamamen doğal şartlarla yaşamaya çalışan Christopher McCandless'ın hikayesini anlatıyor. Sean Penn'in yönettiği film gerçek bir hikayenin uyarlaması. Dolayısıyla, Jon Krakauer'in aynı isimli romanından uyarlanmış film ile yazacaklarımızın hepsi McCandless'la ilgili saptamalar. Şimdi bu filmi iki açıdan incelemek mümkün. Birincisi bir adamın yukarıda belirttiğimiz gibi, 20. yüzyılın beraberinde getirdiği tüm sistematik, zorlayıcı yapılarından kaçarak doğaya (ona göre insanın kendisine) dönmesi, diğeri de bir Amerikan ailesinin parçalanmış hali. Film bence birinci açıdan yer yer çuvallıyor, ikinci açıda ise daha sağlam bir hikaye işlendiğini görüyoruz. Önce çuvallamış tarafından başlayalım. McCandless'ın insanın medeniyetten uzaklaşıp, doğayla başbaşa kalması üzerine kendine çizdiği ve filmde gözümüze sokulan (ki bu bir başka olumsuz yanı) yol fena halde romantik, idealist bir ütopya. Dahası gerçekleşmesi imkansız, en önemlisi de gerçekleşmemesi gereken bir ütopya. Zaten filmin sorunu da bu. Günümüz dünyasında bu tür hedefler, bir süre sonra kendisiyle çelişen, ucuz bir idealizme boğulmuş hülyalara dönüşüyor. Medeniyete baş kaldırmış, sözüm ona "100 gün boyunca en ilkel koşullarla yaşayan" McCandless, eleştirdiği, sırtını döndüğü medeniyetin en büyük icatlarından olan tüfek sayesinde besleniyor. "Şehre indiğinde" o medeniyetin işlettiği bir büroya başvurup kalacak yer arıyor. O medeniyetin endüstri devriminin meyvesi olan otomobillerle yolculuk ediyor. Dolayısıyla McCandless'ın bu denemesini "Fransız mallarını boykot edelim forward mailleri" ile aynı içi boş temelsiz idealizme yerleştiriyorum ister istemez.
İkinci tarafta ise daha iyi bir hikaye var. Tipik bir Amerikan ailesinin, aslında içten çoktan parçalanmış olduğu ve bunun aileden uzaklaştırdığı bireyler. Christopher'ın kızkardeşi Carine de (ki filmin bu tarafının başarısında Jena Malone'un dış sesinin başarısının büyük payı var) en az onun kadar kendi ailesine uzak ve yabancı. Chris kilometrelerce ötede iken, bir kaç adım yakın olduğu ailesine Chris'le aynı uzaklıkta. Jena Malone'un dış sesinin filme dahil olduğu her anın kaliteyi artırdığını düşünüyorum dolayısıyla.
Sonuç olarak karşımızda, eli yüzü düzgün çekilmiş, oyunculardan iyi performanslar alınmış ama olacağı kadar olamamış bir film var. İnsanoğlunun yarattığı medeniyetin doğaya sırt çevirdiği ve aslında, kökümüzün orada yattığı üzerine yapılmış çok daha sağlam filmler var ortalıkta. Dolayısıyla bu açıdan filmi zayıf bulduğumu belirteyim. Bir de tabi yukarıda alıntıladığımız metin var. Acaba filmde bahsedilen, o ilkel olduğu iddia edilen koşullar her zaman arzu verici midir?
Konuyu Christopher'ın yolculuğu sırasında iki kez rast geldiği hippie grubuna Eric Cartman'dan bir sallama ile bitireyim. Ne yapayım bu tipleri görünce aklıma direk o geliyor.
Hippies.They're everywhere. They wanna save the earth, but all they do is smoke pot and smell bad
11 Eylül 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
17 yorum:
film bitti ve iyi olmuş ibneye dedim.
Aslında filmin sonunda günlüğüne düştüğü son notlara bakarsak Christopher da anlıyor 'gerçekleşmemesi gereken bir ütopyanın' peşinden koştuğunu.
Filmi bu şekilde incelemek doğru mu şüpheliyim. McCandless'ın vahşi doğada yaşamak gibi bir tutkusu buna ilaveten de ailesinden ve toplumdan kaçışı söz konusu. İkisini birbirinden ayırıp bakmak ne derece doğru olur burada soru işareti var bence. Mesela sadece 2. durum olsa idi pek ala hippilerle beraber güzel güzel yaşardı. Sonuçta ortada gerçek bir hikaye var ve bir insanın duygularından bahsediyoruz. Böyle kolayca ikiye ayırıp bu budur diye temellendirilemez. Bir insanın doğada tek başına yaşamak istemesi ilkel olması gibi bir zorunluluk da getirmez. Hayatta kalmak daha öne çıkıyor bir yerden sonra nitekim başaramıyor da.. Niye bir insanın doğada yaşama isteği daha doğrusu bunu gerçekleştirirken izlediği yol, yola çıktığı felsefeyle birebir örtüşmek zorunda?
society. society. society...
kendisi sistemin içinde kıvranıyor diye sistemin azıcık dışına çıkan insanları bile acımasızca eleştiren zihniyetlerin karşısına böyle bir model çıkınca yapabilecekleri eleştiri bu kadar sığ olabilirdi ancak.
kusura bakmayın ama sizden okuduğum en saçma yazı bu oldu. bu yazının önüne bir madalya koyun ve daha iyiye gitmek için arada açın okuyun.
yazacak şeyler var fakat yazının bir ciddiyeti yok o yüzden gerek de yok. sadece şunu söylemek isterim. mccandless yola jack london'dan etkilenerek çıkıyor siz ise ona gülse birsel ile karşılık veriyorsunuz. tek kelime ile harika :)
Filmin çuvalladığını söylediğin kısımda filmi mi yoksa McCandless'ın düşüncelerini/düşlerini mi eleştiriyorsun anlaşılmıyor, birbirine girmiş sanki algılar. Film ya da romanın ne anlatmaya çalıştığını bir kenara koymak istiyorum; zira asıl önemli konu McCandless'ın kendini gerçekleştirme çabası ve bizim bundan ne öğrendiğimizdir.
Bundan sonra yazacaklarım, eleştirilerinin McCandless'a gittiğini sandığım kısmı ile ilgili olacak.
Sahip olduklarını (fikirler, entelektüel birikimler gibi) öyle ya da böyle paylaşan herkesin (yani Daçmen sen de dahil) McCandless ile ortak bir noktası olduğunu düşünüyorum. O nedenle, O’nun hikayesinden alacağımız çok önemli dersler var. Şu çağda, yapmak istediği dünyanın en saçma şeyi de olsa, kendi hayallerinin peşinden koşan kaç kişi kaldı ki McCandless’ı harcıyorsun böyle, şaşırdım doğrusu.
McCandless ortaya bir ideoloji atmış ve herkesi buna inanmaya davet etmiş gibi "Dahası gerçekleşmesi imkansız, en önemlisi de gerçekleşmemesi gereken bir ütopya." demişsin sevgili Daçmen. Thomas More gibi kitabını yazıp insanlara "okuyun" demiş olsa McCandless, bu iddalı cümlenin bir karşılığı olabilirdi. Oysa bir bireyin kendi yolunu bulma, varlığını anlamlandırma amacıyla, içsel olarak çoğumuzun yaptığı türde bir yolculuğu, uygulamaya dökmesi, biz sürülerin cesaret edemediği bir şekilde denemesi, liberal jargonda neredeyse küfür olan “ütopya” kelimesi ile indirgemek işin kolayına kaçmak gibi geldi bana. Kaldı ki doğada yaşamak, filmde yansıtıldığı gibi çok zor bir şey değil. Anadolu’nun yaylalarında çadırda yaşan, göçebe yörükler halen bulunmakta. Yanlarındaki eşyalara baktığında, modern araçlara dair pek de bir şey göremezsin. Dünyanın dört bir yanında halen ilkel toplumlar var. Ama yaşıyorlar işte. McCandless’ın bir kulübe inşaa etmek yerine bozuk bir otobüste kalması, dediğin gibi tüfekle avlanması vb. bir dolu detay çok büyük çelişkidir. Ama zaten hikayenin bütününde açık net görülen bir şey var ki o da McCandless’ın fikirsel anlamda yeterince olgunlaşmadığı ve hatta çocukça sayılabilecek düşünceleri olduğudur. Sonuçta ortada gerçek bir hikaye var. Yaşamış ve sonra da göçüp gitmiş bir kişiye “sen neden böylesin” demek…
Kitabı okumadım; okusam da McCandless’ın gerçek hikayesine ulaşabilir miydim? Sanmıyorum… Filmde en çok rahatsız eden nokta, esasoğlanın doğaya kaçmasının daha çok ebeveynlerine tepki gibi gösterilmesi. Salt ebeveynlerine tepki duyan bir çocuğun, McCandless’ın olduğu kadar güçlü, dayanıklı ve inatçı olması bana pek de gerçekçi gelmedi. Kolejden mezun olmuş, o yaşlara gelmiş, onca şey yaşamış bir kişinin bilinçaltında ebeveynleriyle ilgili halen halledemediği onca nokta varsa, vahşi doğa koşullarına o kadar uzun süre dayanamaz, tekrar tekrar zorluklara girişemezdi. Bu da benim varsayımım tabi.
Filmde, “haydi doğaya dönelim” gazı verecek bir hava yoktu; öyle bir şey de amaçlanmamış bence. Sadece herkesin fena halde aynılaştığı bir dünyada birey olmaya çalışan, farklılıklarına sahip çıkan bir gencin hikayesi vardı. İmkansızı denemiş insanların illa ki idolleştirilmesi gerekmiyor yahu. Sıtkımız sıyrılmadı mı zaten büyük işler başarmış kişilerin tanrılaştırılması, mükemmelmiş gibi yansıtılmasından? Kaldı ki bu dünyada hayalperesetler çoğunlukla başarısız olurken, habire başarmış hayalperestlerin hikayelerini anlatmak kendini kandırmak olmaz mı?
Gülse Birsel’in fikrine de ne desem… dibim düştü :))) Ama hala o cümlelerden önceki ve sonraki kısımları da okumak gerektiğini düşünüyorum. Zira doğa sporu yapan insan sayısı dünyada bu kadar çokken, ülkemizde de sürekli artıyorken, bu kadar yüzeysel ve hatta saçma bir değerlendirme yapmayacak kadar akıllı bir kadın olduğunu sanıyorum.
Bir çok insanın görgüsüzce doğa romantizmi yapmaya başladığı doğru. İstanbul çevresindeki trekking parkurlarına bahar aylarında gittiğinizde, “Kuş sesleri, sular, çiçekler, böcekler” diye ortalarda dolanıp içtiği suyun plastik şişesini atmakta tereddüt etmeyen bir dolu insana rastlayabilirsiniz. Piknikçileri saymıyorum bile.
Ama her şeyi kendimiz yaratıyor olsak doğayı hiç sallamazdık gibi bir düşünce de bunu söyleyen kişinin kendi doğasından ne kadar bihaber olduğundan başka bir şey göstermez. Hücrelerimiz hala o kadar evrimleşmedi; öyle bir evrimin gerçekleşmesi de mümkün görünmüyor bana. “Haydi toparlanın, tüm betonları yıkıp ağaçların tepesinde yaşamaya başlayalım!” diyemem; ama doğadan uzaklaşan insanın modernleşeyim derken ne kadar ilkelleştiği, dünyanın içinde bulunduğu halden belli.
Şahsen şahit olduğum örneklerden yola çıkarsam: Gündelik yaşamında sürekli tırnakları dışarda, tüm uğraşı yaşamak olduğu halde birbirini ezen, döven, söven metropol insanlarının doğaya çıkıp da yine tek uğraşları hayatta kalmak iken nasıl da huzurlu, yardımsever, paylaşımcı yaratıklara evrilmeleri ve bu evrimin İstanbul ile parkur arasındaki 2 saatlik araba yolculuğu sonrası hemencecik gerçekleşmesi bir mucize değil sadece ve sadece doğanın insan üzerindeki etkisidir. Yine aynı insanların çoğunluğunun saatlerce süren doğa yürüyüşleri sonrası günlerce ciddi kas ağrısı çekmeleri, yürüyüş sırasında binbir çeşitlik sakatlık geçirmelerine rağmen bu yürüyüşlerin bağımlılık yaratması, epi topu 2 hafta olan yıllık izinlerinin 1 haftasını böyle bir aktiviteye hiç düşünmeden ayırabilmeleri, dağda geçirdikleri 1 haftanın hayatlarındaki en güzel tatil olduğunu, hiçbir yerde bu huzuru bulamadıklarını söylemeleri sonradan görme bir doğa romantizminden kaynaklanıyor olamaz.
Saydıklarım, benim sınırlı deneyimlerimden ibaret. Doğa sporlarının ne kadar yaygın olduğunu düşünürsek, örnekler çoğaltılabilir. Özetle, ne kadar evrilirsek evrilelim biz de en nihayetinde tür olarak hayvanız ve kaslarımızı yormak, enerjimizi atmak zorundayız. Yani bizim öz doğamız, dış doğadan kopmamızın asıl engeli.
Açılışı Gülse Birsel le yapayım.Doğaya olan sevgimiz,tutkumuz sadece ona olan yaşamsal bağlılığımızdan mıkaynaklanmaktadır? Bence Birsel in yanılgısı bu varsayımda gizli.Yaşamsal maddeleri karşılayan bir kilerden daha öte birşeydir sanki doğa.3 boyutlu projektörlerce dijital bir şekildede olsa, o şelalenin varlığına neden ihtiyaç duyarız? Teknoloji yi okadar ilerlettiğimizde ( ki uzak bir gelecek değil bu ) görünüşte hiç bir fiziksel ve yaşamsal bir ihtiyacımız kalmamasına rağmen, yinede o şelalenin varlığına ihtiyaç duyacak olmamızı ve bu ihtiyacı gidermek için türlü icatlar geliştirip, türlü türlü taklalar atacağımızı ön görmesi bile savunduğu düşüncenin ne kadar geçersiz ve tutarsız olduğunun bir kanıtı değil mi? Mesele ne kadar "uygar" olursak olalım ait olduğumuz yerin, habitat ımızın doğanın ta kendisi olmasıdır.
Doğada koşuşturan hayvanları izlerken mutlu olmamızın, o anı okadar güzel kılan şeyin o hayvanların varlığına olan yaşamsal ihtiyaç mı yoksa kapitalist toplumda gittikçe yitikleşen, uygarlık adıyla sürekli içimizde ki kafesine kapatmaya çalıştığımız orijinimiz mi?
Kabul edelim.Ne inşa edersek edelim, ne kadar uzak yıldızlara seyahat edersek edelim, hala alet kullanmayı bilen hayvanlardan ibaretiz ve öylede kalacağız.Doğanın her parçasına duyduğumuz hayranlık ise, genlerimizin en ücra köşelerine kazınmış memleket hasretimizden başka birşey değil.Bu yüzden doğa ya "ana" dünya ya yuva demeye devam edeceğiz.Çünkü onunla bütünüz.İnkar etsek de,efendisi olduğumuzu zannetsek de bu gezegen bizim evimiz, memleketimiz, kucağından çıktığımız "ana"mız.Çayırlarda koşturan hayranların her biri akrabamız, ailemiz.
Sanal da olsa, işte bu yüzden hep o şelalenin varlığına ihtiyaç duyacağız.Her nekadar hükmettiğimiz zannetsek de,aslolanın insanoğlu olduğunu düşünsek de. aslında evinden uzak kalmış, yabancılaşmış, ürkek ve korkak çocuklarıyız onun.Ve fena halde evimizi. anamızı özlüyoruz.Sadece bu yuz daha fazlası yada kutsalı değil.Olamayız ve olamayacağızda. Malesef Gülse, tüm bilmişliğine rağmen,çırpınmana,zeka dolu laf sokuşturmalarına rağmen, sende tüyleri zaman içerisinde dökülmüş bir gorilden başka birşey değilsin.Malesef ne sen nede çocukların bundan kurtulabilecek. Sanal da olsa, gerçek de,o şelaleyi duymaya, izlemeye, sıçrayan suları yüzünde hissetmeye hep ihtiyacın olacak.
Gelelim Filme.Filmi izleyen hemen herkesin ön yargıyla düşebileceği bir yanılgının içerisine düşülmüş sanki.Film doğayla bütünleşmeyle uzaktan yakından alakalı değil.Doğa sadece bir araç.Film birey olma yolculuğuna çıkıp, yolunu kaybeden ve bireyci olan,egomanyak babasından kurtulmaya çalışıp, bambaşka bir egomanyağa dönüşen birisini anlatıyor.McCandless kendisini bulmak için çıktığı yolda, toplum u sadece tek bir biçimde var olabilen,sevgisiz, yargılayan,yabancılaşmanın tavan yaptığı bir olgu olarak kabul ediyor.İçinde yaşadığı toplum un en temel ve küçük kurumun a baş kaldırarak başlıyor.Ailesini terk ediyor.Amerikan kapitalizminin en büyük ürünü amerikan toplumunun töleranssız,kendini beğenmiş, kokuşmuş toplumunu ailesiyle özdeşleştiriyor, özelliklede babasında karakterize ediyor ve kaçıyor.İşte bu andan itibaren evrenin merkezine sadece kendini koyuyor.Başlangıç ta her türden yargılamayı reddedip özgürleşiyormuş gibi görünsede git gide kendisini başka bir tutsaklığa sürükleyen egosunun esiri oluyor.Kızkardeşi ve kendisinin "piç" konumuna düştüklerini düşünüyor, ancak aynı olaydan etkilenen ,üstelik de öz babaları tarafından reddedilen diğer çocukları aklının ucundan bile geirmiyor.Kendi maduriyetine olan inancı giderek,egosunu dahada besliyor ve kendisini herşeyin merkezine yerleştirmeye başlıyor.Evden ayrılmaya ve tüm bağlarını,mülkiyetlerini yok etmeye cesaret etmesi nedeniyle kendisini üstün görmeye başlıyor.Üstün gördükçe bireycileşmeye, bireycileştikçe,ukalalaşmaya,kendisinden başkasını sevememeye ve doğal olarak da yanlızlaşmaya doğru gidiyor.Yol u boyunca bütün duraklarda o kaçtığı, saydığı sövdüğü toplum un bireyleri, yada daha farklı toplum lara ait bireyler sevgilerini sunuyorlar.Her biri yeni bir aile sunuyorlar ona, sevgiye dayanan.Ama egosu okadar körleştiriyor ki onu, kendisini bir nimet bir lütuf gibi görüyor.Sevemez olmaya başlıyor.Karın la bi denize gireyim hayatınız düzelsin diyor, başarınca daha da kendini beğenmişleşiyor ve çekip gidiyor yüzlerine bile bakmadan.Bar da yaptığı konuşmayla "ben hayatın anlamını çözdüm, sizide aydınlatacağım hazır yolum düşmüşken." diyor.Amerikan toplumunun en gerici kısmından, evangelist bir adamla tanışıyor.Onun içindeki sevgiye ve samimiyete tanık oluyor, ama o sadece verdiği nimetleri görüyor, o adamda alabileceği herhangi bir şey olduğuna inanmıyor.Evlat edinmeyi teklif edip hayatındaki en önemli şey olmayı önerdiğinde yüzündeki kibir ve kendini beğenmişlik her şeyi açıklıyor " ben kendimin tanrısıyım,sadece ve sadece kendime ihtiyaç duyarım".Hippilerle yaşarken tanıştığı kız ı reddediş nedeni, aslında terkettiği yoplumla nekadar aynılaşmaya başladığının da bir göstergesi.Yaşın kaç diyor.Kimin değer ve etik yargısı bunlar?? Sorgulamıyor.Sadece genç bir kızı pişman olacağı birşey yapmaktan kurtardığını düşünüyor.Ancak film git gide, tatlı bir rüya gibi başlayan yolculuğun yenilgiyle sonuçlanacağını müjdeliyor bize.
Önce toplumdan uzaklaşan adamımız, hayali de olsa kendi tolumunu yaratmaya başlıyor.Onlarla tartışıyor,saçmalıklarına kızıyor.Ama bencilliği ve kendini beğenmişliği git gide her yanını sarıyor.Geyiği vuruyor, ama tütsüleyemeden kurtlanınca, ne onu yiyen kurtların, nede larvaların vede kurtcukların doğanın bir parçası olduğunu düşünüyor.Sadece ve sadece yenilgisine ve zedelenen gururuna odaklanıyor.Sürekli günlük tutmasıda varlığını kanıtlama,iletişim kurma çabasından başka birşey değil aslında.Ama bir türlü farkedemiyor.Paylaşmadan mutluluğunda, özgürlüğünde bi halta yaramadığını anladığında ise çok geç oluyor.Çünkü o ego ve kendini beğenmişlik iliklerine işlemiş artık.Doğayı küçümsemeye başlıyor.Azgın nehri yürüyerek geçebileceğini düşünecek kadar kendine güveniyor.Olmuyor.Bomboş arazide, hayvanlara bağırıyor.Sanki tek varlık amaçları onun besin elde etmesiymiş gibi.En çaresiz anında bile ego su bitkilerden kolayca yiyecek çıkarabileceğini söylüyor ve buda son hatası oluyor zaten.Zira o egosu ve çaresizliği yüzünden iyice dikkatsizleşiyor ve doğa da böyle bir zaafiyeti affetmiyor tabiki.Film toplumdan kaçarak birey değil ancak yanlız olunabileceğini başarıyla vurguluyor.İnatla bağırıyor hatta, farklı karakterlerde vücut bularak.İster hippi,ister evangelist,isterse redneck olsun, hep bir ağızdan koro olarak " ALL YOU NEED IS LOVE" diye :). Sevgiyi göremeyecek kadar kendini yüceltip, körleştirdiğinde ise, kaybediyorsun.Birey olamıyor, yanlız başına ölüyorsun.
"İnsanoğlunun yarattığı medeniyetin doğaya sırt çevirdiği ve aslında, kökümüzün orada yattığı üzerine yapılmış çok daha sağlam filmler var ortalıkta."
Böyle bir niyeti yok zaten filmin. Bu bir biyografi... Christopher'ın yolculuğu...
Bu arada;
@bb
"mccandless yola jack london'dan etkilenerek çıkıyor siz ise ona gülse birsel ile karşılık veriyorsunuz. tek kelime ile harika :)"
tam ben de aynısını yazacaktım ki benden önce davranmışsın, selamlar...
fataliyev bayaa bi yanlış anlamışsın sen beni :) kökümüzün doğa da yatması nı ben Gülse Birsel in teorisini , yada saçma saptamasını eleştirmek için yazdım.
Film için yaptığım değerlendirme ise apayrı :) daha ilk ümleden aslında aynı noktaya parmak bastığımızı anlayabilirsin :) Film bir biyografi evet.Ama aynı zamanda o biyografinin bir eleştirisi de aynı zamanda.Bakın böyle de bir adam yaşamış aynı zaman da dan, çok daha öte mesejları, dertleri var.
bir kere bu film gercek bir hikayeyi anlatmaktadir ve bundan hemen hemen 10 sene önce cikmis kitaba da oldukca sadik kalinmistir. Ayrica Mccandless'in sectigi hayat yolu (ki burada onu ölüme kadar götürüyor)bu filmde gösterilmektedir, saniyorum Rejisör Sean Penn'de burada diger tabiat macera filmleriyle sidik yaristirmak istemedi. Filmde bahsedilen, o ilkel olduğu iddia edilen koşullar'in da tercih hakki her insana göre degisir. Eger sen istemiyorsan tabiata gitme, burada her insan kendi yolunu kendi belirler. Yalniz filmi seyrederken kitaptaki gibi bircok ön bilgiler olmazsa, saniyorum bu film hakkinda yanlis anlasilmalar söz konusu olabilir. Onun icin kitaplardan uyarlanmis filmler de filmi kitapla karsilastirmak ve ön bilgiler olmaksizin film kritigi yazmak cok zordur.
gülse birsel bakkala gitmiyor yahu ne ormanı... ha bir de böyle yazınca daha çok kişi okuyor, sonuçta parayı da ormanı keserek yapıyorlar... filmi izleyip yine geleceğim, umarım herkesin dediği gibi yanlış yazmışsındır daçmen işte o zaman yandın:)
Yorumlarınızda dar görüşlülük olduğunu sezinliyorum ,postun sonundaki Cartmandan alıntıda , bu postu sinirli ve asabi bir döneminizde yazıldığını gösteriyor.
yanlış seziyorsunuz, ben sinirli iken yazı yazamam pek, çünkü yazmamanın en iyisi olduğunu düşünürüm
filmi beğenmediğim görüşüne saygı duymak bu kadar zor olmamalı
cartman'ın alıntısını sinirli olduğum için değil komik olduğu ve gayet doğru bulduğum için yaptım
Ne olursa olsun fazla uzatmaya gerek yok siz güzel yazılarınızı yazmaya devam edin bizlerde yorumlarımızı yapalım ,ama ben hala Cartmanın yorumunu ayrımcı vce ırkçı buluyorum bunu da belirteyim .
Yorum Gönder