19 Kasım 2009 Perşembe

ORADAYDIM - ROMA FINALE 2009



“Zubizaretta” dedi Hasan.

Gece yarısı başlayan yolculukta aydınlığı Roma’da görmeye hazırlanıyorduk. Hiç bitmeyeceğini sandığımız, havaalanı yürüyen merdivenlerinden inerken, şehirde kimi görmek istediğini sormuştum ona. Cevabı kısa ve netti işte.

“Kötü kaleci”, dedim cevap olarak, “Biz Buyocuyuz.”

Önceleri, karmaşık duygular içerisindeydim aslına bakarsanız. Elbette bir Katalan’dan nefret eden Madridista değiliz, daha hayatımızda Barnebau görmemişiz. Ya da ne bileyim “Stand up if you hate ManU” bestesinde ayağa kalkmamışız o güne değin. Yine de sebebi bilinmez bir şekilde sevilmeyen takımlar arasında yerlerini almış, Barcelona ve Manchester United. Belki de bu yüzden finale doğru giden yolda yaşadığım duygusal karmaşa daha anlamlı hale gelmiş. Aklım 2008-2009 sezonunda açık ara dünyanın en iyi iki takımı olarak gösterilebilecek, Barcelona ve Manchester United’ın Roma’da olmasının hayalini kuruyorken, kalbim maç sırasında destekleyebileceğim bir takımın orada olmasını istiyor.

Hikayeye en başından başlamalı. Liverpoolluların unutamadığı 2005 finali benim hayatımda da çok önemli bir yer tutuyor. Maça 3-4 saat kala mafya kılıklı bir İtalyan’dan alınan karaborsa biletle girilen maçı, Milan taraftarlarıyla omuzomuza izleyip, o geri dönüşü ters taraftan görmek ayrı bir heyecandı, kabul. Ama esas önemli tarafı, dünyada milyonlarca kişi tarafından izlenen böylesine önemli bir maçta, topun üzerinde dolandığı çimlerin kokusunu alabilmekmiş. Maç bittiğinde Milan taraftarları stadı terkederken, birkaç heyecanlıyla birlikte tribünde kalıp, kupa törenini izlerken bunları düşünüyordum. Mükemmel bir maçı izlemiş, harika bir deneyim elde etmiştim, ama her güzel şey gibi bu da bitmişti işte.

Bu bir hastalıkmış, nerden bilebilirdim. Önce 2006’da Almanya yollarına düştük, dünya kupası kovalamaya. Sonra 2008’de İsviçre’de Türkiye’nin peşindeydik. Ve işte damarlarıma akan bu zehir, vücudumu esir almaya başlamıştı çoktan. Gerçek bir futbolsever edalarında, çeşitli mecralarda bilet kovalamaya başlar buldum kendimi. O güne kadar pek yüzüme gülmeyen talih, 2009’un Mart’ında en güzel haberiyle sürprizini yapıyordu bana. Başvurum kabul olmuştu ve Roma’da iki kişilik biletim vardı artık!

Velhasıl, kalan turları daha bir heyecanla ve sabırsızlıkla takip etmeye başladım. Üstelik sezonu iki Avrupa kupası finaliyle tamamlamak gibi bir fırsat da vardı önümüzde. Kadıköy’deki finalin biletini aylar önce edinmiştik zaten. Orada karşımızda olabilecek en kötü taraftarları bulmuşken, Roma’da tam tersi olmuştu. Kupayı aldıktan sonra sevinmeyen Shakhtar Donetsk taraftarlarını, kupayı kaybettikten sonra üzülmeyen Werder Bremen taraftarlarını yakından gözledikten sonra, neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş final heyecanımızı geri verecekti bize İngilizler ve İspanyollar. Roma’daydık.


Cappucino ve Barcelona

Evet çok iyi bir seçim değil, maç günü sabahı Roma’ya inmek. Uçak da saçma bir saatte olunca, uykusuz geçmiş gece. Zaten heyecandan göze uyku da girmemiş, kafanın yastıkla buluştuğu saatlerde. Öyle ya da böyle, bugün uyku yok. İndiğimizde haberleri alıyoruz, bir önceki gece İngilizler holigan günlerini hatırlamış, dağıtmış Roma barlarını. Ortalık biraz sakin. Önce kiraladığımız arabayı alıp, otele atıyoruz eşyaları. Otelde kritik kararı vermek zamanı. Üzerimize ne giyeceğiz? Başta da söyledim ya, iki takımı da pek sevdiğim söylenemez. Böyle olunca, ikisinin de forması yok arşivde. Ama taraf olmayan bertaraf olur, biz de mazlumu severiz. Herkes Barcelona kazanır diyor ya, illa ki muhalefet olacağız, Manchesterlıyız. Hele bir de Gittigidiyor’dan Manchester United forması denk getirmişim maça 2 gün kala, değmeyin keyfime. Öte yandan, Hasan da Barcelonalı. Yine de son karar, fazla protest! Fenerbahçe formasıyla temsil edeceğiz ülkeyi, biri turkuaz, diğeri sarı beyaz.

Sokağa atıyoruz kendimizi. Kahvaltıda Türkiye’de içtiğiniz tüm kahveleri yalanlayacak bir cappucino bulunduğumuz şehri daha bir anlamlandırıyor. Ve gün boyu bizi dehşete düşürecek Barcelona hegemonyası sokaklarda hissettiriyor kendini. Her yer kırmızı lacivert, nerde bu İngilizler dedirtircesine! Bir yandan da sıcak bastırıyor Roma sokaklarında. Yakıcı güneş tepeye yükseliyor da, neyse ki köşebaşlarında çeşmeler var, sokuyoruz kafayı altına, iyi geliyor. Yürümeye doyuyoruz, yürüdükçe keşfediyoruz.


Zubizaretta Meydanı

Eh rota belli aslında. Roma’ya daha önce hiç gitmemişiz ama Roma’nın turistik yerlerini öğrenmek için çok da araştırmaya gerek yok. Her yer meydan, her meydanda taraftarlar. İlk durak Piazza Navona. (Bu arada yeni öğrendim, piyasa kelimesi Piazza'dan geliyormuş. Roma'da ticaretin döndüğü yerlermiş bu piazzalar, o bakımdan.) Ortada bir çeşme, etrafında geniş bir dikdörtgen meydan. Heykeller, cafeler. Aslında bu anlattığım Roma’nın küçük bir özeti. Tabii, gönlümüzde bu meydanı farklılaştıran abimize dönelim. Melek gibi adam şu Hasan. Bir bakıyoruz köşede birilerinin fotoğraf çektirdiği beyaz saçlı bir abi. “Zubizaretta bu” diyorum Hasan’a. Hemen yanına yaklaşıp fotoğraf çektiriyoruz. “Zubizaretta Meydanı” kalıyor Navona’nın adı, geri kalan zamanda.


Devam ediyoruz yola, yorulmak bilmez ayaklar yürüyor boyuna. Halbuki maç biletine otobüs metro bedava ama! Bir şehri tanımanın en kolay yoludur yürümek. Uykusuzluğu, yorgunluğu düşünmeden yürüyoruz. Şimdiki hedef Colloseum. Öğrenmişiz ki, etrafında taraftar alanı yapmışlar, esas curcuna oralardaymış. Yalnız haritaların yanlış bilgilendirmesi bizi biraz daha fazla yürütüyor. Ama iyi oluyor galiba. Colosseum’un alt tarafından görünen heybetine doğru yürürken, 27 F 5388 plakalı, önünde Uluyol Turizm – Mustafa Kemal Üniversitesi yazan otobüs görüyoruz. Şokun devamı, içerde bağlama çalan amcaları gördüğümüzde geliyor. Tıklatıyoruz cama, iniyorlar aşağı. Roma’nın ortasında selaminaleykümle başlayan muhabbette, olanca şaşkınlığımızla “ne işiniz var abi sizin burada, otobüsle?” diye soruyoruz. Cevap gayet rahat; “Öğrencileri folklor için getirdik, Hatay’dan geliyoruz” diyorlar. Evet, Hatay’dan Roma’ya otobüsle gelmişler. Şaşkınlığımız artıyor, “İyi de kaç gündür yoldasınız abi” diye soruyoruz. “Valla, iki üç gün oldu herhalde” cevabı bizi kendimizden geçiriyor. Onlar zaten dünyadan soyutlanmışlar, verdikleri cevaptan belli durum. “Daha Napoli’ye gideceğiz, çocuklar geziyor, onları bekliyoruz” diyorlar. Günün ikinci sürprizinin şaşkınlığıyla vedalaşıp ayrılıyoruz yanlarından.


Colosseum’un etrafı sponsorların hizmetinde. “Champions Festival” adı altında eğlenceli yerler oluşturulmuş. Çadırın bir tanesinde, kupa tarihinden eserler var. Fotoğraflar, formalar, toplar, vs. Dev bir İstanbul 2005 bileti! Yan tarafta da televizyon sponsorunun standı. Kamera karşısına geçen taraftarların bağırıp çağırmasını kaydedip, büyük televizyonlardan tüm alana veriyorlar. Geçiyoruz kameranın karşısına, yapıyoruz kasap havasını. Ortalık karışıyor, bakışların anlamsızlığı “kim yahu bunlar” tadında. Zaten gün boyu yaşadığımız ve yaşattığımız sürprizlerle forma seçimlerinin doğruluğunu görüyoruz. İlk gören kolayca anlayamıyor hangi takım taraftarı olduğumuzu. Bir Katalan ve bir İngiliz takımı İtalya’da maç oynuyor, ortalıkta formayla gezen iki Türk. Pekiyi yalnız mıyız? Tabii ki hayır. Ezeli rekabet her yerde. Festival alanında karşımıza iki Galatasaraylı çıkıyor. “Burada da mı siz?” diyoruz. Adana’dan gelmişler. Bir kare de onlarla çektiriyoruz.

Acıktık, yemek zamanı. İtalya’da makarna ve pizzadan başka şey yenir mi? Yemiyoruz tabi. Yemekler harika da, şarap isteğimiz reddediliyor. Haydi buna da günün en büyük sürprizi diyelim. Bir gün önce ortalığı karıştıran İngilizler, şehrin en büyük gelirini bitirmişler o gün. Tüm Roma bakkallarında, marketlerinde, restoranlarında alkol satışı yasak! Restoranda şarap bile içemiyoruz, düşünün. Limonatayla idare ediyoruz da, giderken kurduğumuz İngiliz holiganlarla bira içme hayali yalan oluyor. Alkolsüz bira deniyorum bir ara, ne siz sorun nasıl diye ne ben anlatayım.

Efsaneler Maçı

Sonra hedef Champions Festival’in en güzel yeri. Colosseum’un biraz yukarısındaki parka büyük alanlar kurulmuş. En ortada da halı saha benzeri bir alan. Biz gittiğimizde maç başlamış. Gitmeden haber almıştık, İtalya’nın efsaneleri, dünya efsaneleriyle karşı karşıya. Sahada harbi efsaneler. Ian Rush, Bryan Robson, Greame Le Saux, Sonny Anderson, Bruno Conti, Alessandro Costacurta, Angelo Peruzzi, Manuel Rui Costa, Serginho, Vitor Baia, Frank Rijkaard, Luigi Di Biagio, Madjer, Luca Marchegiani, Michael Laudrup. Ağzımız açık seyrediyoruz maçlarını. Rüyadayız.


Yollarda yürürken, formayı tanıyanlar çıkıyor demiştik ya. Burada Hasan’ın sırtında yazan ismin de katkısı yadsınamaz. Daniel Güiza. Katalanlar çevirip “oo Güiza” falan çekiyorlar. Manchesterlılar yine de daha iyi taraftar havalarında. Yapmışlar yine bayraklarını pankartlarını. Buldukları köşede onları açıyorlar. Alkolsüzlük canlarını sıkmış belli, belki de o yüzden sokaklarda değiller, evden getirdikleri zulaları tüketiyorlar!


Sonra Colosseum kenarlarındaki demir parmaklıklara asılmış Manchester United formalarını görüyoruz, başında da Dracula! Karşımızda manyak bir Manchester United taraftarı var. Takımın peşinde dünyayı gezmiş bir Romanyalı. Bizim formaları görünce tanıyor. Fenerbahçe, Türkiye, Lucescu, Hagi sohbetleri. Bu arada bulunduğu yerin hemen arkasında da kupa sergileniyor, önünde uzun kuyruk, herkes kupayla fotoğraf çekinme derdinde.
Biraz daha ilerleyip, yine bir sponsor alanında, bir sürü top görüyoruz. Her gruptaki takımların futbolcuları tarafından imzalanmış takım topları. Fenerbahçe’yi bulup çekiyoruz bir fotoğraf, her ne kadar logo yine yanlış olsa da!


Kluivert Caddesi

Yavaştan şehir içine doğru geçiyoruz. Hala öyle topluluk halinde taraftar görememişiz, herkes münferit. Ama meydanlara doğru inerken, ufak kümeleri görüyoruz artık. Saat öğleden sonrayı geçmiş, sokaklar şenlenmiş. Roma’daki Nişantaşı’na doğru gelmişiz, via del Corso’dan geçiyoruz. Yine caddede insanların birlikte fotoğraf çektirdiği bir adam. Gidip bakıyoruz, Patrick Kluivert. Hemen yanına geçip çektiriyoruz fotoğrafımızı, bu caddenin adı da “Kluivert Caddesi” kalıyor.
Aşk Çeşmesi’nin başına iniyoruz. Evet buradalar. Etraf Barcelonalı kaynıyor. Çeşme başı tezahüratlar başlamış da, derinlikten yoksunlar. Kendini tekrar var çokça. Biraz da Manchesterlı var, ama gün boyu sokaklardaki oran bire on desek yalan söylemiş olmayız. Sonra çeşmenin tepesine Chelsea formasıyla bir fırlama çıkıyor. Chelsea formasını koyuyor yukarıya falan, şovlarda. Tabi polis geliyor hemen, paketleyip götürüyor çocuğu. Klişe son, “Polis göz açtırmıyor!”.


Yeni rota İspanyol Merdivenleri. Roma’nın en turistik yerlerini böyle görmek şahane. Orayı da Barcelonalılar kapmış. Yine bağırış çağırış, cümbüş kıyamet. Biraz orayı da gözleyip, maç öncesi son dinlenmeyi yapmak üzere bir cafe arıyoruz. Girmeye niyetlendiğimiz bir cafeye Özgürcan giriyor önce, arkasında da Hakan Şükür, Gökhan Şükür, İbrahim Kutluay, Acun Ilıcalı. Fazla muattap olmayıp başka cafeye yönleniyoruz, bunları nasılsa her yerde görürüz ukalalığıyla.
Stada gidiş vakti geliyor artık. Normalde tramvay var Olimpico’ya giden, ama o izdihama nasıl dayanır üç beş tane vagon? Ama Roma Belediyesi tedbirli. Tramvay durağından otobüsler kalkıyor. Kalkıyor kalkmasına da hepsinin içi balık istifi şeklinde. Her ne kadar alkolsüz olsa da millet, topluluk psikolojisi işte. Otobüste başlıyor şarkılar. Manchesterlısı da var Barcelonalısı da. İniyoruz güç bela otobüsten, İngiliz taraftarların nerede olduğunu o an anlıyoruz. Stada giden köprünün üzeri kalabalık ve bol bol karaborsacı. “500 avroya biletinizi alırım” diye sesleniyor birisi, duymazdan geliyoruz. Aklımızı çelebilecek bir teklif gelme ihtimaline karşı hazırlıksızız. Biz paşa paşa maç günü atkımızı ve dergimizi alıp içeriye doğru yollanıyoruz. Farkediyoruz ki, bizim biletlerin bulunduğu Curva Nord İngilizler’e ayrılmış, bende gülümseme, Hasan’da hüzün. Maç günü dergisi satan yerde izdiham var. İngilizler beşer onar tane alıyorlar dergiden. Dergi 10 avro!


Giriş sırasına geçiyoruz, kalabalık. Yanımızdaki olay bizi çok şaşırtıyor. Bir orta yaşlı Manchester United taraftarı, yanındaki adama söyleniyor. Anladığımız kadarıyla sohbet “Siz bilet alıyorsunuz, benim arkadaşlarım gelemiyor maça. Ne hakla geliyorsunuz maça, sizin yeriniz burası değil” şeklinde. Karşıdaki zavallım “Ama futbolu seviyoruz biz, maç izlemek istiyoruz” savunmasında. Biz kafamızı öne çevirip ilgilenmiyor gibi yapıyoruz, bizi de farketmese bari. Öbür adamcağız ise küfürün şiddetine dayanamıyor ve çıkıyor kuyruktan.

Çıkış kapısından sahaya girdiğimizde dünyam bir kez daha değişiyor. Stadın tamamına yakını dolu, ortalık mükemmel, renkler harika. Büyülenip kalıyorsunuz öylece. Yerimizi alıp seyre dalıyoruz ortalığı. İngilizler biraz daha fazla gibi. Curva Sud tamamen kırmızı lacivert, Curva Nord kırmızı beyaz. Maç öncesi gösteriler çok güzel. Ama artık biz sabırsızlıkla ilk düdüğü bekliyoruz. Takımlar sahaya çıkınca bir gök gürültüsü. Maç başlarken iki tarafta da koreografi var. Barcelonalılar FCB yazıyor tribüne, Manchesterlılar ise “For Sir Matt”. Sir Matt Busby anısına malzemeler hazırlanmış, biz de kaldırıyoruz.


Maçın ilk düdüğüyle birlikte biz bulunduğumuz tribüne hayran olmaya başlıyoruz. Daha önce İngiltere’de de maç seyrettim, ancak ben maça bu kadar hakim bir seyirci topluluğunu hiç görmedim. Sürekli oyuncuların vites arttırmalarını sağlayan, hata yaptıklarında hemen onları tekrar maça bağlayacak şarkıları söyleyen, atak yaparken top taca çıktığında bile gök gürültüsü etkisi yaratan bir taraftardan bahsediyoruz. Üstelik bunu küçük bir grup yapmıyor, en az 10.000 kişi aynı anda hareket ediyor. Biz ise yıllardır kendimizi kandırdığımız büyük Türk taraftarı balonunu patlatıyoruz beynimizde. Manchester iyi başlıyor ama golü Barcelona atıyor. Sonrası malum. Manchester toparlanmaya çalışıyor, Barcelona izin vermiyor. Nakavt yumruğu da Messi’den gelince, Katalanlar kupayı alıyor.


Kupa töreninden önce bizim tribünden gidenler var, ama bir kısmı da kalıyor. Sessizlik anlarında Manchester tezahüratı yapıyorlar. Bu arada maç boyunca arkamızda kendi kendilerine sevinmeye çalışan yolunu şaşırmış birkaç Barcelona taraftarı da kendilerinden geçmiş. Hakeden kupayı kaldırıyor, biz ise bir türlü stattan çıkamıyoruz.

Dışarı çıktığımızda da hemen gidesimiz gelmiyor, dolanıyoruz ortalıkta. O arada Hasan bir anda heyecanlanıyor, bağırmaya başlıyor arkadan “Rıdvan abi, Rıdvan abi” diye. Şeytan’ı Olimpico’da yakalamışız, bırakılır mı? Buranın adı da “Şeytan Bulvarı” oluyor artık.


Maç öncesi 10 avroya aldığımız atkıları 5 avroya satıyorlar, gıcık oluyoruz. Satılamayan biralar sokaklara çıkmış, oh çekiyoruz. Sonra yine sıkış tepiş bir tramvay bulup atlıyoruz, içi Manchesterlı dolu. Yanlış maç mı izledik, yoksa kupayı onlar mı kazanmış? Yol boyu bağırıp çağırıyorlar. Anti tezahüratlar Barcelona’ya karşı değil, City’ye karşı. Herkesin aklı kendi köyünde. “Biz zaten geçen yıl kazanmıştık” şarkılarını söylüyorlar. Bir tane de İstanbul şarkısı, City’lilerin UEFA finali oynama hayalinin yıkılmasına atfen:

İstanbul İstanbul you’re not coming (İstanbul İstanbul gelmiyorsunuz)
İstanbul İstanbul you’re lying (İstanbul İstanbul yalan söylüyorsunuz)
İstanbul İstanbul you’re not coming (İstanbul İstanbul gelmiyorsunuz)
You’re not coming, cause you’re fucking shites! (Gelmiyorsunuz çünkü boktan şeylersiniz)

İngiliz şarkılarıyla dönüyoruz şehre. Hemen otele gitmemek lazım tabii ki. Şehrin içini de kolaçan etmek gerek. İspanyol merdivenleri, aşk çeşmesi, meydanlar yine Barcelonalılar tarafından kuşatılmış. Gün boyu söyledikleri tek şarkı olan “Barsa, Barsa, Baaarsaaaa”yı söylüyorlar yine. Sıkıldık artık. Üç beş apaçi Romalı da gelmiş, “burası Roma buradan çıkış yok” tadında kendi şarkılarını söylüyorlar. Polis havuzların etrafını çevirmiş, atlamaya çalışanları direkt götürecek.
Aşk Çeşmesi’nin başında bitiriyoruz geceyi. Rivayet odur ki, buradaki suya bozuk para atan kişi, tekrar gelirmiş Roma’ya. Roma’dan geçtim, ben tekrar şampiyonlar ligi finali yaşama derdindeyim, dualarım bu yönde. Son sürprizi de çeşme başında yaşayıp dönüyoruz otele. İki Katalan görüyor formaları, “Ooo Fener” diyorlar. Sonra bir arkadaşlarını daha alıp Fener’e Opera’ya başlıyorlar. Zar zor susturuyoruz, kaçıyoruz.


HAFTASONU BONUSU

Burada bitirmemek lazımdı Roma turunu. Hafta sonu İtalya’da ligler bitecekti. İlk hedef Serie B’nin son haftasında Pisa-Brescia maçını izlemekti. Denk getiremedik. Zaten son dakika golüyle küme düşmüş Pisa, yazık olmuş. Bari Roma’da Roma-Torino maçına gidelim dedik. Roma’nın bir iddiası kalmamış, Torino ise kümede kalmak için rakiplerinin kaybetmesini bekliyor, kendi kazanması bile yetmiyor. Maça 10 dakika kala stat etrafındayız ama bilet gişesi 2-3 kilometre ileride. Önce oraya gidip bilet almamız gerekiyor. Alalım almasına da her bilet için herkesin pasaport numarası ve doğum tarihini alıyorlar. E böyle olunca da 10 kişilik kuyruğun erimesi 30 dakika sürüyor. Stada döndüğümüzde ilk yarı bitmiş, devre arası içeri girebiliyoruz. Maç başlıyor ama skoru öğrenemiyoruz bir türlü. Skorborda reklam doldurmuşlar, arada da diğer maçlardan skorlar geçiyor. Lazio gol yeyince sevinç, Torino’nun rakipleri gol atınca sevinç. Torinolular’a “Serebi, serebi” (Serie B) diye bağırıyorlar. Ortalık geriliyor ara ara, bizim tribünlerde görmeye alışık olduğumuz manzaralar. Sonradan öğreniyoruz ki maç 1-1 miş. Vucinic bir tane atıyor, sonra Totti penaltıdan. Torino’nun 3-2 yapan golü yetmiyor, maç böyle bitiyor, Torino küme düşüyor. Kaptan Rosina ağlıyor tribünlere doğru gelirken. Romalılar ise sezonun son maçında takımlarını alkışlıyor. Bu arada oyuncular çocuklarıyla sahaya dönüp onlarla top oynamaya başlıyorlar. Olimpico’da sezon bitiyor, biz de bu anılarla dönüyoruz memlekete.

by tunchay

8 yorum:

varol döken dedi ki...

"Gece yarısı başlayan yolculukta aydınlığı Roma’da görmeye hazırlanıyorduk."

başlamadan soğutmasan be abi, zaten akşam saatine denk gelmiş uzun metin...

:)

varol döken dedi ki...

hakan şükür, gökhan şükür, ibrahim kutluay, acun ılıcalı...

ölür müsün öldürür müsün!

varol döken dedi ki...

bir karede de bir dişi olsun dişimi kıracam!

Major dedi ki...

süper yazı olmuş eline sağlık çok keyifliydi okuması..

Cosa Nostra dedi ki...

Müthiş bir deneyim olmuş. Okurken gezmiş kadar olduk. Elinize Sağlık.
Forza Fener ! :)

salva dedi ki...

abi bu "fenere opera" hiç iyi yerlere doğru gitmiyor yalnız ...

minæ dedi ki...

akıcı bir dille, çok güzel anlatmışsınız gezinizi tuncay abi. elinize sağlık.

eskişehir'den sevgilerle,
canberk

Muratonovic dedi ki...

yaw cok canim cekti.. cok guzel..