Bizim televizyonda Discovery Channel, National Geographic ve Animal Planet arka arkaya geliyorlar, 17, 18 ve 19. kanal olarak. Eskiden kablolu TV denilen icat da yoktu. TRT'nin belgeselleriyle idare ettik. İpek Yolu'nu elbette bir kenara koymak lazım adam gibi bir belgeseldi. Ben bir de Jack Palance'ın sunduğu İster İnan İster İnanma'yı hatırlarım, gerçi o belgesel değildi. Sonra özel televizyonlar da gece 01:30'dan sonra belgesel yayınlamaya başladılar. Türkçe dublajlı tabii. Yıllar yılı Türkçe dublajlı belgeselleri izleyip, acaba bu belgesel adamlarını biz mi dublajda böyle gıcık karakterlere dönüştürüyoruz diye düşündüm. Maşallah orijinal dilinde izleyincede gördüm.
Bu belgesel adamcıklarını biraz Amerikan Güreşçilerine benzetiyorum. Bir çoğu senaryo olduğu belli çekimler içerisinde bir grup adam strese girmiş numarası yapıyor. Bu aralar National Geographic'te kasırga ve hortumlar üzerine bir belgesel var. Elemanlar atlıyorlar jipe, minibüse, ordan oraya gidiyorlar, 1500 kilometre ötede bir hortum görünce arabadan inip "
Aman tanrım,....çocuklar şunu görüyor musunuz?", "
Tim, ben hayatım boyunca uçlarda yaşadım" gibi acaip cümleler kuruyorlar. Sanırsın, son dualarını ediyorlar, halbuki hortum yanlarına gelene kadar Bilica kademeye girer o derece. 1 saat böyle geçiyor.
O bitiyor, sahra çöllerindeki cengaverler başlıyor. Kahverengi şort giymiş 2 hatun 2 de adam, elde fotoğraf makinaları ve kameralarla, bir aslan ailesinin yanında duruyorlar, "
Ailenin reisi bize bakıyor, şu an büyük bir tehlike altındayız, gerçekten dehşet verici bir yaratık, çocuklar şu anda tüylerim ürpermedi değil" falan diye konuşuyorlar. Aslana bakıyorsun, hayvan kaykılmış, bu salaklara bakarak, "
ulan sizi yesem adamdan sayıp beni vahşi belleyecekler, gidin gölge etmeyin" havasında, kuyruğuyla kendine rüzgar yapıyor. Ama bunlara sorsan of büyük adrenalin. O bitiyor, dağa taşa tırmanan, mağarada uyuyan adam çıkıyor ekrana. Öyle bir anlatıyor ki, sanki dünyanın en uçsuz bucaksız bölgesinde, haber alamasak cesedine ulaşana kadar ay olur. Halbuki, dağa tırmanırken onu çeken helikopterin sesi geliyor ekrana. Artık bizi bu kadar saf mı sanıyor bilmiyorum. Bir de bu deniz altındaki hayvanlara musallat olanlara çok sinir oluyorum. Hani bu deniz canlıları tam ortamı kurmuş, bir dişiyle çiftleşirken gidip yuvasının içine kamerayı sokuyorlar ya..."
Hey Sean, şunu görüyor musun?" Görüyoz da özel hayatın gizliliği diye bir şey var di mi ayı!!!...Ondan sonra vatoz beni kalbimden niye soktu. E senin yatak odana tam sevgilinle aksiyon halindeyken kamerayla 2 tane adam girip, "
Hey Hakkı, şunu görüyor musun?" dese rahat durur musun? O da durmuyor işte.
Bir de Kanal D'nin Avcı belgeseli vardı, hiç unutmam, dublajı yapan kimse, seri katil olabilirdi diye şüpheleniyorum. Adam leoparın, ceylanı yakalamasını zevk duyarak anlatıyor, ceylan bir punduna getirip kaçarsa üzülüyordu. Hatta bir keresinde "
bugünlük hayatını kurtarmıştı, ama er geç, vahşi avcısının sofrasını süsleyecekti" şeklinde bir cümle kurmuştu.
Bu belgesel adamlarının, gereksiz heyecan ve abartma haline fena halde takmış durumdayım, söyleyeyim. Discovery'nin belgeselleri genelde daha çok pozitif bilimler üzerine. Elektrik, ışık, ses, zaman gibi kavramlar üzerinde duruyorlar, daha bir elle tutulur gibi...
9 yorum:
Ya Ayı Grylls(dağa taşa tırmanan, böcek falan yiyen adam) zaten onları göstermek için yaptığını her programdan önce yazıyor. Yaklaşık bi 10-12 kişilik çekim ekibi var arkasında. O'nun da öyle bi hayatta kalıyorum, of siz olsanız b.ku yemiştiniz de, Allah'tan ben kralını tanımıyorum demek gibi bi derdi yok. Ki zaten asıl mesele kameramanlarda orda bence. Adamlar herifin her yaptığını bi de sırtında bilmem kaç kiloluk kamerayla yapıyolar. Ayrıca da iddaa ediyorum, Peru'da böcek yemekle olmuyo o iş, yiyosa Sultanbeyli'den Gebze Dilovası'na kadar akşam saat 11'de tek başına geçsin.
Son cümleye de ithafen, belgesel dediğin ortamda BBC'den öteye yol yok. Hele ki David Attenborough diyorum, başka da bişi demiyorum..
BBC belgesellerini tek geçerim.
Ayi Grylls sahtekardir (yani sahtekar degil adam soyluyor ekiple yaptigini) ama survivorman (yanlis hatirlamiyorsam programin adini) gercekten saygi duyulmasi gereken Kanadali bir abimizdir.
ben sadece belgesel izlerim diyen adamların belgeselini yapacağım bir gün gizli gizli dudullu köşelerinde...
Ayı ekiple yapsada bazen kovana filan dadanıp ağzını yüzünü şişiren arılar yüzünden baya sorunlar yaşıyor. Yinede ekipli yada ekipsiz uzaktan izlemesi daha iyi.
Yazıda ölümüne gönderme yapılan Steve Irwin (soyadı farklı olabilir) south park'a girecek kadar meşhur olmuş bir adamdı sanırım.
Son olarak aklıma Ata Demirer'ın gösterisi geldi. Kısa kuyruk bize çok alıştı. Sen aç o camı bak bakalım kim kime alışıyor :)
bu belgesel konusunda national geographic in pitonla ilgili bir belgeseli vardı ki bana tappo rappo yu dinlediğimde duyduğum hissi verdi.
pitonun teki bir eve gizlice giriyor gece yarısı.
bunlar da arkasından giriyorlar,ev sahibleri fosur fosur uyurken; piton ilk önce
ev kedisinin havlusunu, sonra ev kedisini yiyordu.sonra evin hanımı uyanıp, minnoş nerdesin falan diyordu.sabahın ilk ışıklarında piton ve çekim ekibi evden hızla uzaklaşıyorlardı.
nasıl evin kedisini yedi lan? o nasıl belgesel, bu nasıl sakin yorum? blog ödülleri yaklaştıkça blog belgesele dönüyor...
"hortum yanlarına gelene kadar Bilica kademeye girer o derece"
hahahaha inanılmaz güldüm şu kısma
Discovery'nin belgesellerini magazinel bulduğumdan uzun süredir izlemiyorum bile. Bir araba sevdasıdır, dövme sevdasıdır gidiyor. National'ın tarzı, ciddiyeti daha çok çekiyor kendisine beni.
Yorum Gönder