2 Temmuz 2010 Cuma
LATİNLERİN YÜKSELİŞİ
1 Temmuz 2010 tarihinde BirGün gazetesindeki Uçan Hollandalı köşesinde yayınlanmıştır.
Diego Armando Maradona, geçtiğimiz günlerde kupada Güney Amerika takımlarının başarıları üzerine “Amerika asla Avrupa futbolunun seviyesine ulaşamayacak” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı gerçeğin bir yansıması mı yoksa Maradona’nın çok fazla rastlamadığımız alçakgönüllüğünün bir sonucu olarak mı görmemiz lazım?
Kupaya katılan 8 Amerika takımından 7’si 2. tura çıkmayı başardı. Bu, Dünya Kupası’na ilk kez 32 takımın katıldığı 1998 yılından beri bir rekor. O turnuvadan itibaren geçen 3 turnuvada bu sayılar sırasıyla 5, 4 ve 4’tü. Güney Amerika takımları ilk kez 5’te 5 yapmayı başardılar. Üstelik çeyrek finalde 4 Güney Amerika takımı var ki bunların tümünün yarı finale kalarak bugüne kadar bir başka ilki gerçekleştirme imkanları da bulunuyor. Atlas Okyanusu’nun diğer tarafındaki bu büyük çıkışı konuşmak lazım.
Futbol, daha önce bu köşede birçok kez dile getirdiğimiz gibi son 10 yılda çok hızlı evrimleşti. Bu periyodun ortalarında Yunanistan’ın kazandığı Avrupa şampiyonluğu bu süreçte darbe etkisi yarattı. Avrupa’nın birçok 2. ve 3. sınıf takımı komşunun şampiyonluğunu, kendilerine yol gösteren bir reçete olarak alarak futbolu yetenek ve yaratıcılık ekseninden disiplin, skoru koruma ve rakibin hatasını kollama eksenine kaydırdılar. Elbette kıtanın üst düzey takımlarının da buna bir tepki vermesi gerekiyordu. Onlar da alttaki takımların ördüğü bu duvar karşısında kendilerini sağlama almak için benzer bir yola girdiler. Böylece, Avrupa’da son 5 yılda, çeşitlilikten uzak, tekdüze felsefe ve dizilişler ortaya çıktı. Ancak takımlar birbirine benzeyen bu takım profillerini farklılaştırmak için hep 2 yere baktılar. Güney Amerika ve Afrika’ya. Zira bu 2 kıtanın insanının özünde barındırdığı karakter ve aldıkları futbol eğitimi onları diğer takımlardan üstün kılacak nüanslar yaratabilirdi. Adeta Avrupa’nın gotik, tekdüze ve orta çağdan kalma mimarisini, Latin Amerika plajları şenlendirecekti. Tabii madalyonun diğer yüzü de vardı. Güney Amerikalı futbolcuların Avrupa’ya transfer olma yaşı 18-19 ve hatta 16-17 seviyesine düştü. Böylece birçok futbolcu, doğuştan getirdiği yeteneklerinin yanına, çok genç yaşta Avrupa akademileri ve takımlarında aldıkları taktik disiplini, konsantrasyonu ve soğukkanlılığı eklediler. Böylece Avrupa liglerindeki takımlar bu oyuncuları kadrolarına katarken, o oyuncular bir araya geldiklerinde gücünü bir hayli artırmış milli takımları oluşturdu. Üstelik her milli takım bu avantajı değişik felsefe ve dizilişlerle başarıya dönüştürmeyi bildi. Örneğin Şili’nin teknik direktörü Bielsa 3-3-3-1 gibi bir sistemle sahada yer alırken bu Dunga’da 4-2-3-1, Uruguay’da 4-3-3’e dönüştü.
Uruguay’ın bugün turnuvanın şampiyonluk adayları arasına girmesi sürpriz olarak görülmemeli İlk 11’de Arevale Rios dışında kalan 10 oyuncunun tümü Avrupa’da forma giyiyor. Bu, basitçe oyuncularını yurt dışına pazarlayan takımın başarısı olarak görülmemeli. Önemli olanın bu pazarlamada, futbolcuların milli takıma geldiklerinde, gittikleri ülkede kendilerine kattıklarını nasıl ülke futbolunun gelişimine çevirdikleri. Kadrosunun 18 oyuncusu Avrupa’da forma giyen Avustralya’nın başarısızlığının arkasında biraz da bu yatıyor. Uruguay ve Paraguay bu özellikleri ile hücum hattı yetenekli oyunculardan oluşan ve geri kalan 7-8 oyuncusu orta karar olmasına rağmen dünyanın en iyi 8 takımı arasına kalan bir performans sergilediler. Üstelik bu akımdan sadece onlar değil Uzakdoğu’daki 2 takım da yararlandı. Güney Kore ve Japonya. Park Ji-Sung ve Honda gibi 22 yaşında Avrupa’ya gitmiş 2 oyuncu etrafında oluşan bu 2 takımın, kendisini çeşitlendiremeyen ve ayırdedici özellikleri giderek azalan bir dolu Avrupa ülkesinden daha etkili bir performans göstermesi tesadüf olmamalı. Kuzey Kore’nin ülkenin siyasi yapısının sonucu mahkum olduğu dışa kapalı kabuğunun kırılması halinde nerelere geleceğini bilemiyoruz. Eksikliklerinin, kendilerine özgü çabukluk, pes etmemek gibi karakter özelliklerinin yanına koymaları gereken Avrupa futbolunun temellerinde yatan antrenman programları ve saha içi disiplini olduğu çok net biçimde görüldü. Sonuçta Maradona’nın demecini Avrupa ligleri baz alındığında bir yere kadar kabul etmek mümkün ama bu kupaya bakıldığında “El Pibe” alçakgönüllük yapmış görünüyor.
Yazının sonunda kupanın her anlamda en çok tartışılan aktörleri hakemlere de değinmek lazım. Evet bir önceki neslin en büyük hakemi Pierluigi Collina, her büyük maçta bir büyük hata yapıyordu ama 2010 Dünya Kupası adeta bir çöküş oldu. Özellikle kart uygulamalarındaki dengesizlik ve çok net kuralların bizzat hakemler tarafından çiğnenmesi bizi bir dönüm noktasına getirmiş durumda. Video teknolojisi tartışmaları hiç olmadığı kadar alevlendi. Arjantin-Meksika maçında Tevez’in attığı goldeki yanlış kararı stadyumdaki dev ekrandan herkes gördü. Hakem Rosetti ve yardımcıları dahil. Ama onların elini kolunu bağlayan FIFA kurallarıydı. Video görüntülerine bakarak kararı değiştiremezlerdi, aksi halde bir kaos oluşabilirdi. Kendilerini feda ederek geleceği, daha doğrusu Blatter’i kurtardılar. Zaten tartışılması gereken de hakemlerden çok, futbolun tepesinde oturan bu İsviçreli spor adamı olmalıdır. Futbol onun sayesinde, hasılatı artırmak için oyunculuktan çok özel efektlere yüklenmiş Hollywood filmlerine benzemiş durumda. Blatter, seyirciyi stadyumlara çekip kasa doldurmanın tek yolunun gol sayısını artırmak olduğunu düşünüyor. Bu yüzden öyle işlere bulaştı ki sonunda yüzüne gözüne bulaştırmış ve futbolun doğasını bozmuş durumda. İngiliz laboratuvarlarında 4 yıl boyunca tasarlanan ve sonunda plastik bir topu andıran Jabulani’nin kalecilerin ve takımların şikâyet odağı olması bunun bir başka sonucudur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Türkiyeden getirdiğin Diego Forlan posteri için çok sagol :-)
Yorum Gönder