25 Ağustos 2010 Çarşamba

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER – 7: “ÖZGÜRLÜK”



Nostaljik bir yazıya, yazının geçtiği yıllar kadar eski olmayan bir nostalji albümü eşlik ediyor: Knight Errant… albümün adı neydi ya J neyse, zaten tek albümü var, bulmanız zor olmaz. On the green için tıklayınız. Türkiye’de eşi benzeri yapılamamış albümlerden biri. Herhalde Kelt halk müziği melodileri gamları ile yine Kuzey Avrupa metalinin birleşimi bir müzik olarak tanımlanabilir. Hatalıysam 0 532 125 32 41. Yalnız şöyle bir durum var, grup Türk. Zaten Almora’nın ası Soner Canözer de üyeler arasında. Kemancı Ilgın, bu ülkede metal dünyasının gördüğü en iyi yorumları ortaya koyuyor. Tenor vokalin sesi çok güçlü ve scream vokal bile yapıyor. Albümün neredeyse tüm şarkıları güzel. Keman seviyorsanız mutlaka dinleyin. “Knight errant is just a symbol, be yourself and stay yourself”!

Ve pek tabi Bandista...

Bazen çocukluğumu çok özlüyorum. 80'ler... henüz insanların "gözü açılmamış". Kimse daha lüks bir araba, daha lüks bir ev derdinde değil. Çocuklarını yarış atı yerine konmaya başlamamış.

Herkes yaşadığı yerde daracık çevresinde geleneklerin izin verdiği ölçüde küçük sevinçler yaşıyor. Aileler evde misafircilik, biz çocuklar sokakta çamurculuk oynuyoruz. Hangi kanalda hangi dizi izlenecek, yok hayır maç izlenecek çatışması evlere girmemiş. Çocuklar odalarına çekilip internet başında yalnızlaşmamış.... Sobalı bir evde el mahkum herkes bir odada, tek kanalda trt ne arzu ederse o izleniyor. Anne baba birlikte yalan rüzgarı hastası olurken çocuklar da bu karmaşık ilişki yumaklarını çözmeye çalışıyor.

Oyuncak çeşitliliğinden hangisiyle oynayacağını şaşıp en sonunda hepsinden sıkılıp bir dahaki gelecek akrabanın ne hediye satın alıp geleceğinin hesabını yapmıyor çocuklar. Zaten her çocuğa ayrı oyuncak, ayrı kıyafet diye bir şey henüz evlere girmemiş. Abladan abiden kalan neyse o. Koca çocukluğumda ailenin en küçüğü olmama rağmen sadece bir tane bebek alınmıştı. Böyle sarı mı sarı saçlı, mavi mavi gözlü kutusunda İrem yazan bir bebek. O bebeğin benim için değerini, anlamını hala hatırlıyorum. Oysa şimdi yeğenlerimin oyuncaklarına bakıyorum da… offf… Biz koca bebeklerin bayıla bayıla aldığımız, her yeri ayrı oynayan, hem uçak hem de robot olan transformers oyuncağının bacağının çıkması 1 hafta, kafasının kopması ise sadece 35 gün 4 saat 25 dakika sürdü. Parçalarına ara ara evin çeşitli yerlerinde halen rastlamaktayız.

-         - Ablaaaa, tuzluğu getirsene.
-          -Tamaaaam.
-          -Salatayı da ben getiriyorum. Yandım allah!
-          -Noolduuu?!
-          -Offf ayağıma bir şey battı.
-          -Haa o mu, transformersın eli. Dur atayım ben onu.
-          -Sağol!!!!

Kadınlar hangi ayakkabıyı giysem derdinde değil, zira zaten 4 renkte 4 çift ayakkabıdan başka seçenek yok. O yıllarda kıyafetler daha mı sağlam yapılırdı test etmiş değilim ama hatırladığım ve benden daha yaşlılarla konuştuğumda teyit ettikleri üzere kıyafetler ya da ayakkabılar rahat 5 sene giyilebiliyordu. Şimdiki gibi ucuz da değil hiçbirisi. Ama bir tek benim mi dikkatimi çekiyor bilemiyorum, artık pahalı markaların ürettikleri bile 2 sezondan fazla yaşamıyor. İster kuru temizlemeye verin, ister az yıkayın 2. sezonunda tüylenmeye başlıyor tüm kıyafetler. Neyse zaten ne önemi var, 2 sezon giyilir mi bir kıyafet canııım? Moda denen bir şey var! (Tüketim artmalı ki ekonomi canlansın. Canlansın ki habire büyüsün. Büyüsün ki aç kalmayalım. Basit bir ekonomi dersi. Evren genişliyor ya, dünya da genişliyor, doğal kaynaklar otomatikman sürekli artıyor. Doğa tükenmez kalem gibi bir şey. Tükenmez işte… Ye babam ye! Aman ha ekonomi daralmasın, aç kalırız sonra!)

10 senelik otomobil yeni sayılıyor. Habire arıza yapan Tofaş marka arabaları yolda itmek aile bireylerinin asli görevleri arasında. Karda kışta ailecek araba itmek çok da eğlenceli bir faaliyet:

-Anneee, elim çok üşüdü.
- İt kızım daha güçlü it, ısınırsın.
- Anneee, galiba ayaklarım donuyor.
- Yeter bee! Biz eve gidiyoruz, napıyosan yap arabanı!
- Durun, ben napıcam burada, bi yere gidemem. Şu tepenin başına kadar itin bari, boşa alır indirir ordan sanayiye götürürüm.

İlçecek dizi izlemek denen şey ilk o zamanlar icat edildi. İzlediğimiz şeyler toplumu ahlaki anlamda nasıl etkiledi çok tartışılası bir konu. Ama Sam ile Kyle’ın aşkının, efendime söyleyeyim Jacksonların entrikalarının bizim sınıfta olduğu kadar öğretmenler odasında da konuşulduğunu hatırlamak tuhaf bir nostalji hali yaratıyor bende. Düşünsenize! Hayatımızdaki en büyük karmaşa Hayat Ağacı’ndaki ilişkiler. O zamanlar İstanbul’da şimdikine yakın komplike bir dünya vardı belki. Bir sosyete, sosyetenin tuhaf ilişkileri, gittikleri belli mekanlar, o zamanlar ne kadar lüks olabilirse o kadar lüks bir yaşam… Ama Anadolu’nun bundan haberi yoktu.

Tarımın bittiğini söylediğini hatırlıyorum bizim köydeki çiftçilerin. Pek de ilgimi çekmemişti, çünkü ben bildim bileli şikayet etmek su içmek kadar gündelik bir davranış biçimiydi. Ama zamanla köyde tanıdığım herkesin ilçeye göç etmeye başladığını, evlenen gençlerin hepsinin ilçede vasıfsız işçi olarak buldukları her işte çalışmaya başladığını gözlemledim. Köye en son gittiğimde ise eskiden neredeyse 200 hane olan nüfusun 30 haneye düştüğünü öğrendim. Zaten yolda kimseciklerin olmaması, yaz aylarında sararmış buğdayla, yemyeşil yoncayla dolu olması gereken tarlaların boşluğu, artık insan ayağı değmeyen yolların çimlenmesinden o kadar belli ki terk edilmişlik. Kalan 30 hane de ilçeye göç etmek istemeyen ya da bir şekilde göç edemeyen yaşlılar…
Bu arada vakti zamanında kız çocuğu olarak şortla gezebildiğimiz ilçede sokakta neredeyse tek bir kadın bile göremememiz, bunun yerini şalvarlı, sarıklı insanların almış olması başkaca bir gözlem. Çarpık kentleşme, bir diğer değişle kentleşememe de cabası.

Üniversitede ilk yılımız. Pek muhterem hocamız Atilla Yayla “Benim neden mavi saçlı öğrencim yok!” diye yaygarayı koparmıştı. Karpuz kollu ceketten ve faşizan disiplinden yeni sıyrılmış zavallı bir liseli olarak bayılmıştım bu cümleye. Zaten şehirden bağımsız, yaş ortalamasının 20, saç boyu ortalamasının 30 cm ve saç rengi ortalamasının mor olduğu bir kampüse düşmüş olmak beni büyülemişti ve tadını çıkarıyordum. Ama bölümümüzde liboşların yoğunluğu sebebiyle 4 yıl her tür kaypakça fikre feci şekilde maruz kaldıktan sonra özgürlüğün saçını maviye boyamakla pek de ilişkili olmadığını kavramak zor olmadı. Türkiye’ye ilk defa büyük gruplar gelmeye başlamıştı ve birileri İstanbul’a konsere arabasıyla giderken başkaları konser için anketörlük yapmak zorunda kalıyordu.

Yıllar geçti, iş güç sahibi olduk. Hani zorlasan sevdiğin grubu ülkesinde izleyebilecek paraya sahip olmuşsun. Gel gör ki, artık konser hayal edecek hal kalmamış. Müdürünle tartışıyorsun:

-         - Eleman lazım bana, yetişmiyor iş!
-          -Ben seni çok gergin görüyorum bu aralar, özel hayatında sorunlar var senin.
-          -Özel hayat mı? Özel hayat mı kaldı, burada yatıp kalkıcam yakında!
-          -Yok yok, ben seni iyi görmüyorum. Özel hayatında sorunlar varsa kafa izni vereyim 2-3 gün. Git dinlen. Ben sorun etmem böyle izinleri biliyorsun.
-          -Eleman diyorum, mesai diyoruuum, kime diyoruuummmm!!!

Dolaptaki 35 çift ayakkabının bedeli de bu olacak elbet. Her sezon 5 çift ayakkabı alabilmek tadına doyulmaz bir özgürlük! Kim takar konseri, sinemayı, tiyatroyu. İphone’umdan izlerim hepsini.

Klişe sonuç: Başımı alıp gidicem buralardan, çiftliğe yerleşip organik tarımla uğraşıcam…

By Gand

7 yorum:

outlaw dedi ki...

bence çiftliğe yerleşip tarım yapacağına eski bir volkswagen minibüs alıp güney ispanya'ya göç... öylesi daha eğlenceli...

not: bu mesaj ayık kafayla yazılmadı, o yüzden anlamsız da olabilir...

Gand dedi ki...

aha, yeni bir klişe buldun!
2. el vw aramaya başlıyorum yarın.

outlaw dedi ki...

param olsa ben de aynısını yapacağım zaten... güney ispanya'da neo-hippie'lik yaparsın minibüsünle... (bunu bir önceki mesajda yazmak istemiştim, ama kafam bunu beceremeyecek kadar iyiymiş demek ki.)

diren ayhan dedi ki...

İki albümü var Knight Errand ın 2005 de Divan adlı başka bir albümleri çıktı :)

Gand dedi ki...

güney ispanyada ne olduğunu anlattığın gün ben de bu olasılığı düşünmeye başlarım.

Adsız dedi ki...

Başını alıp gideceğin günü iple çekiyoruz...izlandaya falan git gitmişken.

@outlaw malesef yetmişli yıllarda yaşamıyoruz artık. Hippie dönemi geçti.

Ruhi Düzen

Playful Penguin dedi ki...

ben Seferihisar'a taşınmayı ve çiftçilik yapmayı hayal ediyorum. beklerim her daim çaya çorbaya, yatıya da kalabilirsiniz : )