28 Aralık 2010 Salı

İÇERİDE 2010





















23 Aralık 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. Bu hafta perşembe günü, dünyada yılın en önemli futbol olayları öncesinde içeriye bakalım.

-------------------------------------------

İçinden birçok ders çıkarılabilecek bir yılı geride bıraktık. Bursaspor şampiyonluğu ve ardından gelen Trabzonspor yükselişi ile ülke futbolunun son 30 yılına ağırlığını koymuş İstanbul büyüklerinin hem saha içi organizasyonlarında hem de kurumsal açıdan önemli gerileme göstermeleri önemli bir gelişmeydi. Bursaspor 2010 yılında oynadığı lig maçlarında toplam 74 puan toplarken bu rakam Trabzonspor açısından 72’ydi. Bu 2 takım seneyi 1 şampiyonluk ve 1 Türkiye Kupası ile kapattılar. Ligin ilk yarısı bittiğinde bu 2 takım yine ilk sıraları paylaştılar. Onlara en çok yaklaşan takım topladığı 70 puanla Fenerbahçe oldu. Beşiktaş ve Galatasaray ise oldukça gerilerde kaldı. Beşiktaş aynı sürede 60, Galatasaray ise sadece ve sadece 48 puan toplayabildi.

Beşiktaş ve Galatasaray’ı başka bir özelde incelemek lazım. Her 2 kulüp de kısa süre önce La Liga’nın en büyük 2 takımının başında olan teknik adamlarla çalıştılar. Özellikle bunlardan bir tanesi kökü 1970’lere kadar giden bir futbol öğretisi olan Total Futbol’u, Florya’da yaratacağı umuduyla göreve getirildi. Üstelik aynen Ümraniye’deki meslektaşı gibi elinde önemli bir malzeme vardı. Ancak ülkeden giderken devraldığı takımdan daha da kötü bir eser vardı ortada. Aslında bu noktaya gelineceğinin sinyalleri daha geçtiğimiz sezonun sonunda verilmişti. Frank Rijkaard ve Johann Neeskens’in kurduğu kadro ne Rinus Michels ve sonrasında Istvan Kovacs’ın Ajax’ında olduğu gibi defansif bir güvenlik içeriyordu (önce Ajax sonra da Hollanda ulusal takımı 3 savunmacının arkasında emniyeti sağlayan bir liberonun olduğu 1-3-3-3 dizilişi ile oynuyordu) ne de bu sistemin dinamizmini Sovyet felsefesine oturtan Lobanovskyi’nin Dinamo Kiev’inki gibi hücum hattındaki yaratıcılığı pompalıyordu. Bu kısır sistemin tüm olumsuz özellikleri Schuster’in Beşiktaşında da görünüyor. İşin kötüsü yukarıda da bahsettiğimiz, kulüp yöneticilerinin, oturmamış felsefeleri transfer yaparak işletme politikası da başarısızlığını çoktan kanıtlamış gibi. Ceketi sürekli yamamak yerine yeni bir ceket almanın yararlı olacağını düşünen Trabzonspor ise Kore’de geçirdiği dönemde Kore futboluna 3 önemli yıldızı kazandıran ve onların Avrupa’ya tranferinde önemli rol oynayan Şenol Güneş’te karar kıldı. 1984’teki şampiyonluktan sonra takımı ilk kez 1996’da hedefe en çok yaklaştıran hoca bunu bir kez daha deniyor ve ortadaki tablo işlerin hiç de fena gitmediğini gösteriyor. Yılmaz Vural’ın meşhur “bizim insanımızı tanıyan yerli hocalarla çalışmalıyız” felsefesini tamamen destekliyor değiliz ama özellikle Rijkaard’ın Akdeniz insanına, Kuzeybatı Avrupa’nın futbolunu aynen tesis edeceği, ortaya atıldığı anda yarım ütopyaydı.

2010 yılında ortaya çıkan bir başka gerçek, ligdeki bu tablonun ulusal takıma da olumsuz yansımasıydı. Aynen Rijkaard gibi, yeniden yapılanma hayalleri ile göreve getirilen Guus Hiddink, özellikle yılın sonunda alınan 2 yenilgi ile eleştiri oklarının hedefi oldu. Ancak unutulmaması gereken şey Hiddink’in son yıllarda, ulusal takımlar bazında uzun yapılanmaların değil, çabuk çözümlerin adamı olduğuydu (hatta bun son Chelsea macerasını da katabiliriz). Üstelik yanına yerleştirilen Oğuz Çetin’in Hiddink sonrası görevi devralacağı dahi belli değildi. Bu ortamda Derwall-Denizli, Piontek-Terim modellerinin uygulanması zor görünürken üzerine bir de içeride futbolun yaşadığı duraklama dönemi denk geldi. Hollandalı bunu yurt dışında eğitimini almış futbolcuları takıma monte ederek çözmeye çalıştı ama Nuri Şahin başta olmak üzere bütün bu oyuncular kulüplerde üstlendikleri sorumluluğun çok uzağında kaldılar.

Futbolumuzun artık kendini iyice belli eden sorununa da değinmek gerekiyor: Ekolsüzlük. Fatih Terim’in 2000 yılında kurduğu Galatasaray iskeleti, 2002 yılında Şenol Güneş’in Dünya Kupası üçüncülüğünde son eserini verdi ve defteri kapattı. 8 yıldır bu anlamda sayıları yerlerine yerleştirmiş değiliz. Kulüp takımları çok sık hoca ve futbolcu değişimleri sebebiyle ne bir felsefe ne de bu felsefeyi uygulatacak bir formasyon üretebildiler. Dünya Kupası’nda, futbolun geçirdiği evrimde, birbirine benzeyen felsefelerde fark yaratabilmek adına denenen dizilişlerin mantığını içeride konuşamadık bile. Örneğin tüm dünyada 15 sene önce mezara gömülen 3’lü savunmayı tekrar deneyip başarılı sonuçlar da alan takımlar tartışılırken biz daha kafasındaki dizilişlerden hangisini uygulayacağına karar dahi verememiş teknik adamları öğüttük. Lucescu’nun 2003 yılında Beşiktaş ile UEFA Kupası’nda oynadığı çeyrek finalden sonraki 7 senede sadece Fenerbahçe, Avrupa kupalarında hatırlanacak bir hamle yaptı ama bunu istikrara dönüştüremedi.

Böyle bir ortamda bireysel anlamda da, yeni bir yüzün sahalarımıza adım atma olasılığı çok azdı, olmadı da zaten. Arda Turan halen ülke futbolunun içinden çıkmış en son “yıldız” görevini sürdürmek zorunda. Örneğin gol bölgelerinde, ülkenin en çok konuşulan atlamasını, henüz birkaç ay önce 2.ligde top koşturan bir Nijeryalı, Emmanuel Emmenike yaptı. 3 büyüklerde forma giymeye bu yıl içinde başlayan ve en fazla umut bağlanan adam Beşiktaşlı Necip Uysal’ı, son 15 yıl içinde aynı yaşta sahalara adım atmış Okan Buruk, Nihat Kahveci, Emre Belözoğlu, Tuncay Şanlı, Arda Turan gibi isimlerle karşılaştırınca ortaya çıkan tablo yıldız yetiştirme konusunda da işlerin iyi gitmediğini gösteriyor. Tüm bunların sonucu olarak, Avrupa’da yola devam eden sadece 1 takımımız var ve kupalara katılacak takım sayısını belirleyen UEFA ülke sıralamasında 1 sıra gerileyerek 10. sıraya düştük. İtiraf edelim 2010 klasik doğruları yanlışlayan bir yıl oldu.

Hiç yorum yok: