Sporx'de de yazılarını okumanızı önderdiğimiz, bloga desteklerini esirgemeyen Osman Bulugil futbol sahası ve araç olduğu milliyetçilik üzerine bir yazı kaleme aldı. Teşekür ederek yayınlıyoruz.
--------------------------------------------------------
Bu yazıda ilk olarak futbolun içine sızan milliyetçiliğe değineceğiz. Burada sorunsalı, futbolun milliyetçiliğin bir av sahası olduğu üzerine kuracağız. Yazının devamında, Türkiye’de milliyetçilik, doğum lekesiyle ortaya çıkan futbolu ve Diyarbakırspor üzerine uygulanan politikaya değineceğiz.
Futbolun içine sızan milliyetçilik görüngüleri dünyada benzer özellik gösteriyor. Futbol, milliyetçiliğin av sahalarından birisi hatta en önemlileri arasında yer alıyor. Kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan beslenen, düşmanlık esasına dayayan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik için en uygun zeminlerden birisi futbol.
Milliyetçilik görüngüleri stadyumlarda ritüellerde sıkça karşımıza çıkıyor. Bu zaman zaman enerji boşaltmanın bir parçası olurken, zaman zaman da boşaltılan enerjinin yeniden üretilmesinin bir parçası oluyor. Futbolun -daha dar anlamıyla- futbolun etkilediği kitlelerin milliyetçilik söylemleriyle stadyumlara (TV seyircileri de dahil) hapsedildiğini düşünebiliriz. Fakat böyle bir analiz bizi sadece iktidarın söylemleri, akıl yürütmesi ve değerleriyle hapsolmuş bir kitle tanımına götürür. Futbolun etkilediği kitleler (aynı zamanda etkilendiği) ve bunun görünümü halindeki stadyumlar, iktidarı üreten şoven milliyetçiliği yeniden ürettiği aşikar. Fakat bu bir hapis olma halinden öte, aynı zamanda direnişi de beraberinde getiriyor. Yani milliyetçilik söylemi stadyumlardaki ritüellerde var olduğu kadar bunun karşısında direnişi de üretiyor.
Futbolun içine sızan milliyetçiliği açabilmemiz adına tribünde yer alan bireyleri ortak payda da tutan kavramlara bakmamız gerekiyor. Burada aklımıza ilk olarak taraftarlık ve kimlik kavramları gelebilir. İlk olarak taraftarın ne olduğuyla ilgili Ulus Baker’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek:
“Taraftar... kimdir nedir? bunun bir "kimlik" olduğunu kabul etmemizi isteyenler var... oysa kimlik kapalı bir şeydir, tanımlanır ve tanımlandığı yerde durur-kalır... oysa varoluş sürekli hareket halindedir ve "kimlik" kavramıyla kavranamayan bir açıklığı, belirsizliği vardır... taraftar hem bireydir hem de değildir... çoğu zaman gevşektir ve tırsar... kalabalık olgusundan destek bulduğu anda ise canavarlaşabilir... ya da tam aksine kalabalığa karşı çıkar... çoğullukların davranışlarını hesaba katmadan hiçbir toplumsal tipi ayırdetme şansınız olamaz...”
Bu noktada hareketi özdeşlik kavramıyla açıklamaya çalışacağız. Toplumsal grupları oluşturan ve bunu oluştururken yıkan, yıkarken de yenileri üreten ve sürekli devinimi içeren bireyleri, özdeşlik kavramı çerçevesinde ele aldığımızda, özdeşlik öncelikle benzer belirlenimlerle (bunlarında sürekli değiştiğini unutmayalım) üretilen bir mensup olmayı ve devinimle beraber bunun yeniden üretilmesine karşılık geliyor. Tabi burada ‘benzerlik’ kavramını ele aldığımızda, benzerliğin olması aslında baştan farklılığın olduğu anlamına geliyor. Farklılıkların içinde benzerleşebilecek özelliklerin bir çimentolanmayla kalabalık olgusunun ürettiği enerji stadyumlarda karşımıza çıkıyor.
Burada tabii hareketle yani marş söylemek vb. hareketlerle kendi topluluğunu var ettikleri düşman topluluktan daha fazlasını pratikte yapabilmek artık bir davranış biçimi olarak ortaya çıkıyor. Rakip topluluktan daha yüksek sesle takım marşı söylemekle, daha yükse sesle milli marş söylemek arasında da bir özdeşlik oluşuyor. Artı bu milliyetçiliğin bir göstergesi olduğu kadar, topluluğun kendilerini yüceltici pratiklerinin bir parçası haline geliyor. Bu da artık stadyumlarda şoven milliyetçiliğin çok daha kolay sızmasına neden oluyor.
Türkiye’de Futbolun Milliyetçilikle Doğumu
1890’larda, Osmanlının batıya açılan Selanik, İzmir ve İstanbul gibi kentlerinde yeşil alanlar meşin yuvarlakla tanışıyordu. Aynı yıllarda İngiltere’de futbola işçi sınıfı damga vuruyorken, Osmanlı da seçkinler futbolda öne çıkıyordu. Cumhuriyete geçişle beraber, futbolun, bu gelişiminden bağımsız olmayan bir milliyetçi doğum lekesiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken ulusal sembollerden birini de milli lig oluşturuyordu. Milli lig bütünleştirici adımlardan biriydi.
Futbol, cumhuriyet döneminde, (Kemalist kadrolarda futbola –kulüpçülüğe dayalı olmasından dolayı yayılan tepkiler) geri planda kalsa da (daha çok beden terbiyesine yönelik pratikler öne çıkarken), futbol sonraki dönemde futbol ulusal sembollerden biri olarak var olmaya devam etti, ediyor da.
Bugün bir milli maç veya bir takımın Avrupa kulüpleriyle oynadığı maçlardan sonra –özellikle de galibiyet- medyanın nasıl şoven milliyetçi bir dil kullandığını görüyoruz (Denize döktük’ten başlayan ve Yunanistan’ın fethine kadar uzanan bir dil…). Benzer bir dili yurtdışında yetişen Anadolu menşeli oyuncular içinde kullandığını söyleyebiliriz (Madrid'de Türk aslanı gibi).
Bunun yanı sıra yabancı oyuncu sayısı Türkiye’de her zaman milliyetçilik sorunsalı içinde tartışılan konulardan biri. Serbest bırakılsın ya da kısıtlansın ikiliği, bir ulusal sembol olan ulusal takıma etkileri açısından ele alınıyor ve bu da şoven milliyetçiliği üretiyor.
Türkiye’de spor medyasında hemen her gün karşımıza çıkanları şoven milliyetçiliğin bir parçası olarak ele aldığımızda durumun aslında bir İngiliz, bir Alman ya da bir İtalyan basınına benzerlik taşıdığını görebiliyoruz. Basının milliyetçiliği yeniden üretiyor olmasına öncelikle bir sorunsal meselesi olarak bakmamız gerekiyor. Söylemlerinin karşıtını koymak bile milliyetçilik sorunsalına dahil olmayı getiriyor. Örneğin Galatasaray’a “Avrupa Fatihi” nitelemesini (veya Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu Türklerin ayak sesleri! Tezahüratı gibi) artık gündelik hayatta insanların dilinde yeniden üretilen bu sorunsalın bir parçası olarak ele almamız gerekiyor. Mesele fatihi olup/olmadığı değil, bu nitelendirmenin milliyetçilik sorunsalına dahil olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu ve bunun gibi birçok nitelemeyi ya da söylemi her gün spor medyasının TV, gazete vs.lerinde görüyoruz.
Stadyum dışına atılmaya çalışılan sadece Kırmızı-Yeşil Atkılar mı?
Diyarbakırspor, 1968’ten bu yana tarihinde, resmi ideolojinin entegrasyon projesi olarak öne çıkartılmaya çalışıldı ve bu süreç, tam da Diyarbakırspor’un içini boşaltmak için, sahiplenme ve koruma (!) maskesiyle (2009’da Diyarbakırspor için yapılan yardım gecesini hatırlayalım) kulübü, endüstriyel futbolun ilişkilerine dahil etmeye çalışılmasıyla okuyabiliriz.
Buradaki mesele, politik süreçle yakından ilişkili. Bu noktada iki politikadan bahsedebiliriz: İçselleştirerek kimliksizleştirme ve. kimliğini tanıyarak dışlama. Diyarbakırspor’un yönetimine, söylemlere vb. kadar uygulanan tüm politikaları bu düzlemde değerlendirmek gerekiyor.
İçselleştirerek kimliksizleştirme, iktidarın kulübü sahipleniyor (!) gibi görünmesi ve bu yönde yaptığı fiili hamleler olarak niteleyebiliriz. Bunu yardım gecesinden, Diyarbakırspor da “bu ülkenin takımı” söylemine kadar, ya da bürokrasiyi (valilik, emniyet kanalıyla) kulüp yönetimine kanalize etmesinden bahsedebiliriz. Diğer bir politika olan kimliğini tanıyarak dışlamayı da, (tabi burada tanıyarak kavramının, varlığını reddeden bir zeminde olduğunu unutmayalım) Diyarbakır ve bölgenin koşullarında var olan direnişteki konumunu, iktidarın yok saymaya, kulübü şike veya kriminolojik kavramlarla ötekileştirerek kulüple beraber direnişi de yok saymaya çalışması.
by Osman Bulugil
osmanbulugil@gmail.com
http://twitter.com/osmanbulugil
3 yorum:
eyvallah da, başlarken apartopar bitirilmiş bir analiz gibi olmuş.
Yazı çok güzel.
Bu arada bir şeyi düzeltmek istiyorum. Yazının girişindeki link geçersiz. Galiba yönlendirmek istediğiniz yer burasıydı: http://www.sporx.com/yazarlar/osman_bulugil/ .
Saygılar.
bu yazı benim Cogito'ya yazdığım yazının özeti gibi (Cogito, sayı 63, yaz 2010, "Milliyetçiliği bir av sahası: Futbol"). hadi özeti çıkardın, başlığı bile değiştirmedin, "yazında" adımı da hiç anmadın eyvallah da birebir cümle kopyalamak nedir?
benim cümlemi ("Kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan beslenen, düşmanlık esasına dayayan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik için en uygun zeminlerden birini, üzerinden metafor kurmaya çok elverişli futbol dünyasında bulur") yazarınkiyle karşılaştırınca bakalım ne göreceksiniz. ben aynısını görüyorum misal!
çok çirkin gerçekten...
Kıvanç Koçak
Yorum Gönder