3 Mart 2013 Pazar

LIFE OF PI

























Daha açılış jeneriği ile sizi içinize alan bir film Life of Pi. Bize gözümüzün önünde arz-ı endam eyleyen alemi gösteriyor.Çeşit çeşit hayvanların bize sunulduğu bu jeneriğin aslında hikayeyle bağlantısının olduğunu ve kahramanımız "Pi"nin ailesinin bir hayvanat bahçesi sahibi olduğunu anlıyoruz. Sonrası sizi 2 saatlik bir görsel şölenle beraber karşılayan çok net bir beyin fırtınası. Ang Lee'yi 21. yüzyılda dünya insanlarının yüksek sesle tartışmaya açtığı 2 konuyu, 2 birbirinden çok farklı filmle gündeme getirdiği için tebrik etmek lazım (Brokeback Mountain, Lif of Pi). Elbette son izlediğimiz çok daha büyük bir tartışma konusu. Filmin tamamında anlatılan fantastik bir hikaye var. Seyircinin, anlatıcının, film içinde dinleyenin, kısacası herkesin inanmak istediği, hatta anlatıldığı sırada sorgulamadığı. Derken son 10 dakikada Pi başka bir hikaye anlatıyor bize ve biz o zaman uyanıyoruz. Ama sonunda bir soru da fırlatıyor bize. Bu hikayelerin hangisi gerçek? Pi'yi dinleyen yazar bize sadece birkaç ipucu veriyor ilk hikayede anlatılan hayvanların ikinci hikayedeki kimleri sembolize ettiği hakkında. Sonrası bizim seçimimize kalmış.

İtiraf etmek lazım Ang Lee eğer hikayelerin yerini değiştirseydi (tabii şunu söylemek lazım bu bir kitap uyarlaması yani Ang Lee'nin böyle bir şeyi yapmasına pek imkanı yoktu) ve biz eğer filmin sonunda anlatılan hikayeyi görüp, meşhur kaplanlı hikayeyi hastane yatağında dinleseydik kimsenin o fantastik hikayeye inanması mümkün olmayacaktı. Hoş kaplanlı hikayenin anlatımı sırasında da gerçekliğin sorgulandığı bir dolu an var. Etobur bir hayvanın 200 gün boyunca denizde hayatta kalması, ölen hayvanların kemiklerinin ortada olmaması, Vishnu şeklindeki etobur bir ada, hayvanların kafeslerinden kurtulup okyanusa saçılmaları, Pi'nin okuduğu notlarda zaman geçirmek için "kendi kendinize bir hikaye yaratın" tavsiyesi ve daha nicesi. Ama tabii işin bir başka yönü var, National Geographic filmle ilgili tartışmalar o kadar büyüdü ki, birinci hikayede anlatılan şeylerin gerçek olabileceğini madde madde anlattı, hatta muzların su üstünde kalabileceğine kadar.

Film bütün bunların ötesinde bir inanç ve Tanrı sogrulaması. Pi, hastane yatağında kendi inandığı ve yaşadığı şeyleri içeren hikayeye inanmayan 2 kişiye onların inancına uygun, onları mutlu edecek bir senaryo hazırlıyor. Filmin zaten seyirciye bu çok ciddi soruyu sorduğu an da son 10 dakikası. Hangi senaryoyu tercih ediyorsunuz? Doğaüstü gibi görünen ama annenin yemek masasında belirttiği kalbinize hitap edebilecek tek şey olan inancı simgeleyen ilk hikaye mi, yoksa annenin öldürüldüğü, denizcinin hayatta kalmak için yendiği, cinayet işlenen ikinci hikaye mi? (gemiye çıkan anne orangutana "yavrunu geride mi bıraktın?" diye soruluyor, yani sulara gömülen ikinci kardeşi). Aslında filmin güzel yanı bu ya, hangi hikayeyi seçerseniz seçin Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu yine de savunabilirsiniz.

Ang Lee'nin insanlık tarihinin en karmaşık tartışma konularından birisini, bu derece hoş simgelerle net olarak vermesi ve bunu yaparken sizi harika bir görsel şölene davet etmesi takdir edilesi. Benzer bir görsel şölen ve anlatım tarzını bize sunan The Fall ile karşılaştırırken şunu mutlaka aklımızda bulundurmamız lazım. The Fall temelinde bir aşk hikayesini konu alıyordu, bu film ise varolmanın hikayesini ele alıyor. Bilinmeyen okyanusta gördüğümüz her şeye inanıyoruz film boyunca. Sonra da soruyor Lee? Madem ikinci hikayeye inanıyorsun, ilk hikayede hayran olduğun o düzenin arkasındaki hayranlığın kime? Bana değil herhalde

İzlemeli, izlettirilmeli ve üzerine konuşulası bir film.

2 yorum:

Del Piero dedi ki...

Bu senenin en güzel ve özel filmiydi kesinlikle. Film her yönüyle çok derin bir film aslında. Bir hikaye anlatılıyor ama içinde başka hikayeler de barındırıyor. Başlarken sana bir hikaye anlatacam tanrıya inanacaksın deniyor. Sonra anlatılanların bu yönüyle de tasavvufta da çok sık karşılaşıldığı gibi sembolize edildiğini anlıyorsun. Bu yönüyle bir insan-ı kamil filmi de denebilir aslında. Misal aslan insan nefsini temsil etmiş olabilir. Hatta bu birkaç yerde çok çarpıcı bir şekilde göze çarpıyor; "Gel de Tanrıyı gör Richard Parker(nefsim), gel teslim ol!" nefis yavaş yavaş duruluyor ama düzlüğe çıkınca yine uyanacak şüphesiz. Tıpkı filmde anlatıldığı gibi.. Ve final sahnesinde perişan olan insanoğlu nihayetinde nefsten dost olmayacağını anlıyor. İnsanoğlunun her türlü yırtıcılığı yapabilecek hayvanlarla fırtınalı bir denizde yolculuğu...Postmodern bir vaaz..Ucu açık bir hikaye, seyirciye istediğine inanabilirsin hakkını veren düşünce bakımından zengin bir film..

selaminko dedi ki...

kesinlikle çok güzel bir film. herkesin izlemesi gerekiyor.