30 Ocak 2009 Cuma

MHK FELSEFESİ












Bazen olmadık zamanlarda aklıma, bulunduğumuz ortamla ve yaptığımızla alakası olmayan şeyler geliyor. Genelde bunları blog yazarı forzabrian’la paylaşıyorum, o da yüzüme “manyak mısın oğlum sen?” tadında bakıyor. Hafta başı bir seyahate çıktım. Uçakta felsefe tarihi ile ilgili eğlenceli bir kitap okurken aklıma birden MHK ve bizim hakem camiası geldi. Gözlerim hemen forza’yı aradı ama sağımda sudoku kitabı ile bütünleşmiş yaşlı bir kadın, solumda ise dünyanın en çok ter kokan siyahi vatandaşı oturuyordu. Bu da ayrı bir konu, bugüne kadar ki uçuşlarımın hiçbirinde arkadaşlarım dışında yanıma normal bir insan oturmamıştır. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Felsefe tarihi ve MHK arasında nasıl bir ilişki kurdun derseniz, şöyle açıklamaya çalışayım da siz de bana o gözlerle bakmayın. Yıllardır futbolumuzun en önemli sorunlarından sayılan hakemler ve hakem camiası, adeta tüm felsefi yaklaşımlardan etkilenerek güveçte türlü misali kendine göre bir "Karma" felsefe yaratmış. Kimi zaman Descartes’ın “yönetiyorum öyleyse varım, sahada babamı bile tanımam, gerekirse ağzınızı burnunuzu kırarım” kuramından yola çıkarak topçuları yer gibi gözlerle bakıp küfreder gibi kart gösteriyorlar. Bazen Adam Smith’ten esinlenip özellikle büyükler lehine “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” moduna girip çifte standartın kitabını yazıyorlar. Yapılan tüm eleştirilere karşı ise kurumları cevabını Pisagor’un “herşey sayıdır” teoreminden çıkartarak, kimi zaman hakemin “kaç puan” aldığını açıklayarak ya da “kaç hafta” dinlendirileceğini basına sızdırarak veriyor.

Burada devreye giren Jean Jacques Rousseau’ya ise yürekten katılıyorum. “İnsan doğal olarak iyidir ancak kurumlar onu kötü yapar.”

Hatırladığınız en eski tartışmalı hakem kararı nedir? Benim hemen aklıma Ahmet Çakar’ın çizgiyi geçen/geçmeyen pozisyonu geldi, tarih 1991. Belki bu kararın anlık bir karar olduğunu ve herhangi bir yönetim yanlışı ile bağdaştırılamayacağını söyleyebilirsiniz ama bu tarihten önce de elbette hakemler ve kurumları tartışılmıştır. Gelin, biz bu tarihi milat kabul edelim. Şu anda A.S. (Ahmet’ten sonra) 18 yılındayız. Aradan geçen bu süre boyunca, sorunun kalıcı çözümüne yönelik elimizde bir şey var mı ona bakalım.

Misal, futbol federasyonu “Dış İlişkiler Sorumlusu” arıyor olsun. Kriterlerinden en temel ikisi, “yabancı dil bilmek ve konusu ile ilgili eğitimli olmak” olur herhalde. Peki, ortalama 4-5.000 tl maaş vereceği ve kurum için hayati önem taşımayan bir personelinden istemiş olduğu temel yetileri, elindeki yüz milyonlar ile ölçülen tek değeri yönetecek olan kişiden istememesi nasıl açıklanır? Bu ülkede bu kadar üst düzeyde çalışacak olan insanları eğitecek bir üniversite ya da kurum yok mudur? Yok ise işin asıl sahibi kurulması için neden çaba göstermez? Boşa geçen en azından bir 18 yılımız var bana göre. Bu sürenin 5 yılını bu ülkenin Spor Akademilerinde kurulabilecek olan ‘Profesyonel Spor Hakemliği’ bölümünün ön çalışmalarına, 4 yılını da bu bölüme giren insanları eğitmeye harcamış olsaydık, bugün elimizde 9-10 yıllık tecrübesi olan profesyonel insanlar olurdu.

Peki yetkili kurumlar hiç mi bir şey yapmıyor. Haklarını yemeyelim, geçenlerde gazetede gördüm. Federasyon futbol dünyasındaki aktörlerin güvenilirliği ile ilgili bir anket yaptırmış sonuçlarını yorumluyorlardı. Anketten kendileri ile ilgili çıkan sonuçları özümseyip, gerekeni hızla yapacaklarını açıklamışlar. Bu anketin de akıbetini söyleyeyim, başkanın masasında 3 gün durur, 4. gün temizlikçi kadın çok tozlandı diye dolaba kaldırır. Sonuçta ne olur, "hiç". Ona da Lucretius cevap verir “hiçten hiçbir şey çıkmaz.”


by gorky

1 yorum:

Radical Media dedi ki...

dünyanın da her yerinde futbolu hep atom mühendisleri yönetmiyor. ahlaki bir sorun var.