İlk gün babamın rehberliğinde kimi zaman 100 yıllık metroyla kimi zaman da tabana kuvvet Paris'i dolaştıkça şehrin güzelliğini övenlere hak vermeye başlamıştım.Hemen her köşebaşında bulunan Fas kökenli satıcılardan aldığımız nutellalı krep de seratonin hormonunu tavana vurdurmuştu ve hayat benim için toz pembe bir rüyadan ibaret hale gelmişti.Eyfel'de sıra beklerken sürekli bana bakan Japon kıza çıkma teklif etmek için hamle etmişken 'ticket-ticket' diyerek bana değil elimdeki Eyfel Kulesi baskılı bilete yazıldığını belli etmesi büyüyü bozdu.Kıza hışımla bileti verip Amerikalı bir çiftten 'Please push powerfully' gibisinden inanılmaz bir cümle ile fotoğraf çekmesini istedikten sonra, asansörde uyarıları Fransızca yapan zihniyete küfredip son kata çıktık ve dilimlere ayrılmış pasta şeklindeki Paris'i izlerken Konak Pier'in de mimarı olan Gustave Eiffel'i bir kez daha anıp gerisin geri aşağı indik.Eyfel Kulesi demişken, "Paris'in en çirkin yeri bu kule" deyip de sabahtan akşama Eyfel'in ikinci katındaki restoranda oturunca bazı edepsizlerin "Üstad senin burda ne işin var?" sorusuna "Paris'te bu kulenin görünmediği tek yer bu restoran" diyerek ayarı veren yazarın adı Guy de Maupassant'dır.Bu şehir efsanesine göndermemizi yapıp, ardından İzmir'de kavurga denen ve kuruyemişçilerde satılan kızartılmış mısırın şekerlisinden de alıp Seine Nehri'nde tekne turuna çıktık.Cuma günü ve saat öğlen 3 sularında olmasına rağmen nehrin kıyısı oturan, kitap okuyan, birbirleriyle şakalaşan Fransızlarla doluydu.İlk baştaki şaşkınlığım yerini imrenmeye bıraktı ve hayallere daldım.Çok sonraları İngiliz bir arkadaşımın "Paris'te öğle yemeği için restorana gittik ama kapalıydı, onlar da öğle yemeği için başka restorana gitmişler." sözünden de aldığım güvenle bu kıl heriflerin paraya da doymuş olmanın güveniyle hayatın zevkini çıkarmaya düşkün oldukları sonucunu çıkardım.
Gece otele döndüğümüzde çok yorgun olmamıza rağmen birkaç saat uyuyup sabahın köründe tekrar yola düştük.Chanel denen kokuyu dünyaya armağan eden Fransızların şehirdışına sefer yapan treni (rer) inanılmaz derecede kötü kokuyordu.Yaklaşık bir saat boyunca tişörtlerimiz burnumuzda, insanların gözleri üzerimizde yol aldıktan sonra Disneyland'a vardık.Saat 9'da açılan kapıda sıraya girmemize rağmen içeri alınmayınca kapıdaki yarmaya kafa atma girişimim son anda nazik bir hanımefendi tarafından engellendi ve gerekli açıklama yapıldı.Meğer ki oranın masal diyarlarından fırlama otellerinde kalanlar kahvaltı etmek için içeri yarım saat erken alınıyorlarmış."İyi bakalım öyle olsun ama bu zenciyi gözüm hiç tutmadı bak söylemedi deme sonra." diyerek hanımefendiyi uyarırken zamanın dolduğunu ve içeri girebileceğimizi müjdelediler.18 yaşıma merdiven dayamama rağmen 8 yaşındaki çocuklardan daha fazla eğlendiğimi söyleyerek Disneyland hikayesine noktayı koyuyorum.Çünkü orası tek başına 3 post çıkartır.Üçüncü günü de müze ve ören yerleri ve kilise görmek için harcadıktan sonra dördüncü gün planlarımız organizasyonda çıkan bir aksaklıktan dolayı yalan oldu ve gece yarısı İzmir'e dönmek zorunda kaldık.Uçakta bazı insanların Eyfel Kulesi'ni bile göremeden döndüğünü öğrendik.Özür niyetine bir Paris gezisi hediye etmelerini çok bekledim ama olmadı.
İnterrail tutkum işte bu şehirle ve geziyle başladı.Asıl amacım Avrupa'yı gezmek değil, Paris'i dünya gözüyle bir kez daha görebilmekti ve bu amaç uğrunda gerçekten çok sıkı çalıştım.Derslerime o kadar çalışsam Sorbonne'dan burs bile alabilirdim.Giriş bölümünü bu yazıyla tamamlarken Hemingway amcaya da selamlarımı yollamak istiyorum:Paris bir şenliktir..
by Sercan Akan
2 yorum:
akıcı bir üslup =) eline sağlık. güzel bi seri olcak bence ;)
paris tırışkadır, asıl şenlik berlin'dir:) tabi ben yorumda bu kadar yazamam ama 3 mayıs tan sonra görüşürüz sercan bey:)
Yorum Gönder