3 Haziran 2009 Çarşamba
STAT GEZGİNLERİ - 5 GÜN 3 ÜLKE 8 STADYUM
Şampiyonlar Ligi finali yazısı hazırlıyorum ya. Eski yazıları karıştırdım. 442'ya Kasım 2008 için hazırladığım Stat Gezginleri yazısını buldum sonra. Buraya da koyalım, okumamış olanlar da görsün dedim, hazır Fırat da ortalarda yok, blog bana kalmış! Buyrun:
Dilini bilmediğiniz bir ülkeye karayolundan giriş yapıyorsunuz, tabelaların tamamı anlamsız. Eldeki haritayla tabelalar arasında kesişim yakalamak için gözler dört açılmış. Neyse ki şehir merkezi her yerde ‘centrum’ türevi. Ancak kaç kişi katedralin önündeki arnavut kaldırımlı şehir meydanına koşmak yerine önce stadyum resimli tabelaları takip eder? İşte bu gezi notları onlardan dördünün hikayesini anlatıyor.
Yıllık iznimizi iş takviminden ziyade, UEFA’ya uydurarak hazırlanıyoruz bu tura. Tur haline gelmesi de Monaco’daki kura çekiminden sonra belli oluyor. Ağustos’un sonu gelmiş ve hala nefes alamamış bünyelere Eindhoven yollarını çeken eller zeval görmesin. Ekim sonları; uygundur. Hazırlıklar başlayabilir.
Etrafa avro saçılacak, pahalı tatillerden değil bizimki. Diğer iki arkadaş yıllık iznin yarısını kullanmış, bütçe epey düşük. Diğer ikili ise Milano’ya da para ayırma derdinde. Bu yüzden masraflar en aza indirgenecek, bunun yanında ise kısıtlı zamana en bol şekilde futbol sığdırılacak. Hedefe en uygun uçuş teklifi, ucuz gezginin dostu Germanwings’den geliyor. Dortmund’a makul bir ücretle alınan biletlerden sonra ikinci hedef bize 5 gün yarenlik edecek yol dostumuzu ayarlamakta. Arabamızı da ayırtıp atlıyoruz uçağa, ver elini Almanya.
Hemen belirtelim, esas hedef PSV-Fenerbahçe maçı için ne kadar uğraşsak da bileti ayarlayamamışız ve belki de öylesine gidiyoruz maçın oynanacağı yerlere. İlk günlerde keyfimizi, ara ara akla düşüp gölgeleyen bir durum bu. Biz yine de işimize bakalım.
Gece uçuşunun ardından sabahın ilk ışıklarıyla Dortmund’dayız. O hafta sonu Dortmund’da ya da yakındaki Gelsenkirchen’de maç yok. Planlar yapılırken ilk hedef Leverkusen’deki Leverkusen-Dortmund maçını deplasman taraftarlarıyla birlikte izlemek olsa da, sonraki araştırmalar hedefin pek de makul olmadığını gösteriyor bize. Bu yüzden ilk hedef Amsterdam.
Almanya’nın dünya kupasına, Belçika ve Hollanda’nın da Avrupa Şampiyonası’na kısa süre önce ev sahipliği yapması epey işimize yarıyor gezi boyunca. Amsterdam’a girerken Amsterdam Arena tabelalarının peşine düşüyoruz. Şehri görmeden stadın yanındayız. Yanında olmasına yanındayız ama o dev yapının en yakınına bir türlü erişemiyoruz. Sağolsun Kluivert’a benzeyen otopark görevlisi arkadaş yol gösteriyor da, stadın yanındaki dev alışveriş merkezinin tepesindeki otoparka erişiyoruz. Saati 3 avro! Amsterdam’daki otopark soygununun ilk göstergesi bu.
Alışveriş merkezinin içinden hızlıca geçip soluğu Amsterdam Arena’nın yanında alıyoruz. Bu heybetli yapının yanıbaşında olmak heyecan verici. İlk hedef resmi mağaza, ya da ilk hayalkırıklığı diyelim. Defalarca Avrupa şampiyonu olmuş, dünyanın en iyi oyuncularını yetiştirmiş kulübün taraftar mağazası yetersiz. Formalardan başka kaydadeğer hiçbir ürün yok. Ufak tefek aksesuarlar da altından yapılmışcasına fiyatlandırılmış. Mağazadan akılda kalan en ilginç yan tepe duvarlara sırasıyla asılmış güncel futbolcu numaraları. Tüm oyuncuların numara ve isimlerini barındıran formalar duvara sıralanmış. Diğer bir nokta ise sonra neler yaptığı önemsenmeden kulüp tarihine geçmiş tüm isimlerin duvarlarda yer alması. En güzel örnek de şu anda AZ Alkmaar’ın hocası olan Louis Van Gaal! Kasada kredi kartının da geçmediğini öğrenip son kazığı da yiyoruz. İstikamet stat danışma masası.
Akşamki maça bilet bulma derdindeyiz. Gelgelelim henüz bilet satış ofisinin açılmadığı ve akşamüstü gelmemiz gerektiği bildiriliyor. Hemen yandaki Grand Cafe Soccer World’e de uğruyoruz. Mekanın duvarları Ajax’ın yıldızlarının formalarıyla süslenmiş. Ama formaların çoğu yıldızların Avrupa’ya transfer olduktan sonra yeni takımlarında giydikleri formalar.
Stada birkaç saatliğine veda edip merkezin yollarına düşüyoruz. Yorgun bünyelere otel arama telaşı da eklenince Amsterdam gezisi azap oluyor. Otopark çilesinin üzerine ceza yeme endişesi de binince tekrar dönüyoruz ait olduğumuz yere. Maça az kalmış, etraf dolu. Stadyum etrafında sabah görmediğimiz pub’lar türemiş. İçkinin su gibi aktığı bir stadyum çevresi. Buna rağmen bizim topraklarımızdan alışkın olduğumuz gürültü yok. Herkes birasını yudumlayıp maç saatini bekliyor.
Biz ise çoğunluğunu turistlerin oluşturduğu bilet kuyruğundayız. 20 dakikalık bekleyişin ardından görevliler önümüze dördü ayrı yerden bilet koyuyor. Biletlerin üzerinde kocaman 26.50 avro yazmasına rağmen bize 45 avro fiyat çekilmesine anlam veremiyoruz. Sorumuza yanıt ise, ‘last minute’. Yani koskoca Ajax kulübü karaborsa yapıyor. Şimdi anlaşılıyor o müthiş altyapı kaynağının suyunun nereden geldiği. Kendi çapımızda tepkimizi koyup maça girmiyoruz. Ancak ileride bir gün UEFA’nın herhangi bir turnuvasında karşılaşmak için sözleşiyoruz. Kork artık bizden Ajax! Amsterdam Arena’ya ait son not olarak şunu ekleyelim. Otoparktan çıkarken sağ arka tekerleğe dikkat!
Gecenin devamı da pek parlak geçmiyor. Yatak bulabilmek adına Utrecht yollarına düşüyor, geceyi oralarda geçiriyoruz. Amsterdam bu gezi için yeteri kadar antipati toplamış durumda. İkinci hedef Rotterdam. Yeniden inşa edilen şehir yeni günle yeni başlangıç yapan bünyelere ilaç gibi geliyor. Şehrin içini 1-2 saate sığdırıp De Kuip’in yollarına düşüyoruz. Şehrin epey dışında Feyenoord semtine konuşlanmış stat. Ulaşmak için iki köprüden geçiyoruz. İki çevre yoluyla çevrelenmiş stadyumun iki yakasını da ayrı ayrı turalıyoruz. Bir gün önceki maçın ardından tüm kapılar kilitlenmiş, etrafta kuş uçmuyor. Ana girişte de durum farklı değil. Ne yazık ki mağaza da kapalı. Vitrindeki 100. yıl ürünlerine iç geçiriyoruz. Feyenoord, Ajax karşısında şimdiden 1-0 öne geçiyor.
Rotterdam’dan hareket edip Belçika sınırlarındaki ilk durağımız Antwerp’e hareket ediyoruz. Antwerp’e futbol adına sığdırabildiğimiz tek şey, İtalyan restoranından bizi içeri buyur eden garsonun Türk olduğumuzu anlayınca Kayserispor demesi! İspanyol olduğunu sonradan öğrendiğimiz garson Atletico’ya sempatisini gizlemiyor!
Geceyi burada geçirip sabah Brugge’a geçiyoruz. Birkaç yıl evvel Galatasaray’ın misafir olduğu Jan Breydel Stadı, yerleşim merkezinin ortasına konuşlanmış, küçük ve sevimsiz bir yapı olarak karşımızda. Şehir merkezindeki taraftar mağazasının kapalı olmasına üzülmüşken, stadyumdaki mağazanın açık olması sevindiriyor. Güzel renkli takımın mağazasından ufak tefek koleksiyon malzemelerimizi toparlıyoruz. Kendi evlerinde Brann’a elenmenin şoku takımın üzerinden atılamamış belli, hala mağazada bu maç için özel hazırlanmış atkı 15 avroya satılıyor, indirime bile gidilmemiş!
Günün ikinci rotası Brüksel. Avrupa’nın başkentine ulaştığımızda hava kararmak üzere. Kalacak yerimizi ayarlayıp küçük bir şehir turuna çıkıyoruz. Bir gün sonraki maça bilet bulamama riski iyiden iyiye artmış durumda. Kafalar Eindhoven’da yani. Ertesi sabah Eindhoven yollarına düşülmeden önce son durak Constant Vanden Stock! Haritalardan, tariflerden bulmaya çalıştığımız stat yolunda onlarca dakika tüketiyoruz. Arap mahallesinin altını üstüne getirmemize rağmen mutlu sona ulaşabilmiş değiliz. Gün boyunca sıkça karşılaşacağımız mucizeler işte tam bu noktada başlıyor. Işıklarda yolu sormak için yanına durduğumuz Smart’ın içindeki çember sakallı Arap amcanın ‘Türk müsünüz?’ sorusuna olumlu yanıt alışının ardından ‘Beni takip edin’ deyişi ve bulunduğumuz yerden tamamen alakasız yerdeki stada gidişimiz. Sonuç olarak stadı bulmuş durumdayız. Fotoğraf makinemizin pillerinin bitik oluşu burada yaşananları görüntülememizi engelliyor.
Stadın ana kapısı aynı zamanda kulüp binasının da girişi. İçeride kupalar olduğunu görünce camı tıklatıp içeri girmek için izin istiyoruz. Üzerimizde sarı lacivert Fenerbahçe ürünlerinin bulunuşu yüzlerini assa da izin veriyorlar. Malum, Şampiyonlar Ligi’ne giden yolları kesen maçın üzerinden kısa süre geçmiş. Kupaları inceledikten sonra yukarıya doğru giden bir merdiven görüyoruz. Birbirine bakan yüzler, etraftan da hiçbir engel görmemenin verdiği yetkiye dayanarak yukarıya doğru hareketleniyor. Sol taraftaki yemek odasında, Anderlecht eşofmanlı, futbolcu kılıklı adamlar görüyoruz uzaktan. Bunlar hakikaten futbolcu mu diye birbirimize sorarken, onlardan bir soru geliyor. ‘Akin? Look Akin?’ Evet, evet diyoruz şaşkınlıkla. Karşı odayı gösteriyorlar.
Giriyoruz. Bu sahneyi nasıl anlatmalı. Yolunu nasıl bulduğumuzu hala anlamadığımız statta, yanlışlıkla girdiğimiz binada, bir odada UEFA Kupası maçına iki gün kala vakit öldüren Anderlechtli oyuncuları domino oynarken görüyoruz. Serhat, Biglia, Mpenza, Wasilewski ve birkaç futbolcu daha, bir masa etrafında oturmuş taşlarla oynuyor. Bizi gören Serhat yerinden kalkıyor. Sohbete başlıyoruz. İlk sorusu ilginç: ‘Ne işiniz var ya burada, maç mı var?’. Serhat’ın PSV maçından bihaber olmasına şaşırmaya vakit kalmadan ikinci soruyla aslında ilk sorunun yalanlanmasına şahit oluyoruz: ‘Kezman niye oynamıyor, niye kadroda yok?’. Herkes kendisiyle alakalı şeyi merak ediyor tabi. Rahatı yerinde Serhat’ın. Sezon sonunda kontratının biteceğini söylüyor ve hadi basın ağzıyla söyleyelim, Türkiye’ye göz kırpıyor.
Buradan çıkıp yukarı doğru devam eden merdivenleri takip ediyoruz. Şimdi de loca katındayız. Açık kapılardan birine girip locadan stada bakıyoruz. Kutu görünümlü tipik bir Batı Avrupa stadı. Locaların da Şükrü Saracoğlu kalitesine uzak olduğunu ekleyelim. Binadan çıktığımızda fotoğraf çekememenin burukluğu var. En çok koyan da cep telefonlarının fotoğraf çektiğini unutmuş olmamız!
Arkaya dolanıp mağazaya giriyoruz. Oldukça büyük bir mağaza ama yine her şey çok pahalı ve çeşitlilik kısıtlı. Genelde Adidas’la ortaklaşa yapılmış t-shirtlerden umduğumuzu bulamıyoruz, yaratıcılıktan epey uzak. Yıldız oyuncular Biglia, Frutos ve Polak için yapılmış kötü ürünler var. Hatıralıkları toparlayıp hoş olmayan izlenimlerle mağazayı terk ediyoruz.
Artık istikamet gezinin esas oğlanı. Öğlen saatlerinde Eindhoven’a ulaştığımızda yine ilk hedef olarak şehir stadyumunu belirlemişiz. Zaten merkeze çok yakın konuşlanmış stadı bulmak pek de zor olmuyor. Stat etrafındaki keşif turlarımızda karşılaştığımız, çevre ülkelerden maça gelmiş gurbetçi taraftarlar karaborsa piyasası hakkında bizi bilgilendiriyor. Fenerbahçe tarafı biletlerinin 200-300 avro civarlarında gezindiği, PSV tarafının ise 100 avro civarına alınabileceği bilgisiyle hemen harekete geçiyoruz. Karaborsa merkezi ise stadın hemen çaprazındaki cami. Kutsal mekanın böyle bir iş için seçilmesi günün paradoksu. Yolda karar verdiğimiz ‘100 avro’ limitini PSV tarafı tribünü için yakalayınca fazla düşünmeden biletleri alıyoruz. En azından maçı pub’da izlememeyi garanti altına aldık. Fenerbahçe tarafı biletleri ise 250 avro civarında alıcı buluyor. Bu konuda senede bir kez Fenerbahçe’yi izlemeye gelen gurbetçilerin limitleriyle yarışmamız pek mümkün gözükmüyor.
Biletin orijinal olup olmadığı konusunu da PSV taraftarlarıyla karşılaştırmalar yaparak çözüyoruz. Artık her şeyden eminiz ve gönül rahatlığıyla maç saatini bekleyebiliriz. Formalar girişte içe giyilecek, boyna da maç atkıları alınıp takılacak. Plan tamam.
Bu rahatlıkla mağazayı geziyoruz. O güne kadar gezdiğimiz mağazaların en iyisi. Ürün çeşitliliği diğerlerinden daha iyi ama fiyatlar yine oldukça yüksek. Yine de kesemize ve koleksiyonlarımıza uygun parçaları bulup alıyoruz. Gruptaki 4 takımın logosuyla yapılmış Şampiyonlar Ligi 2007-2008 atkısı gözde!
Şehir merkezine iniyoruz. Etrafta Fenerbahçe ve PSV renklerinde insanlar sıkça görünür oluyor. Meydanı geçip barlar sokağına geliyoruz. Maç saatini PSV taraftarlarıyla birlikte publarda bekliyoruz. Bira ikram fasıllarıyla birlikte hep birlikte bağırıyoruz, atışıyoruz. Dostluk üst düzeyde!
Stada doğru yol almanın vakti geldiğinde mağazada bulamadığımız maç özel atkısını yolda görüyoruz. İki İngiliz’in boyunlarına asarak sattığı atkılardaki Fenerbahçe kısmı tanıdık geliyor. 2004’teki Manchester United-Fenerbahçe maçı için satılanların aynısı! Gerçekten de satın aldığımız adamlar o atkıyı da yapan adamlar çıkıyor. Bunu da 2004’teki atkıda ‘Fernerbahçe’ yazmalarına hep beraber gülmemizden ispatlıyoruz. O hata aşkına dördü 40 avrodan satılan atkıları bize 25 avroya veriyorlar. Her şey hazır.
Tribüne girdiğimizde etrafta pek çok Türk olması bizi şaşırtmıyor. Bileti aldığımız tribünün de 'Junior tribün' olması bizi rahatlatıyor. Küçük kardeşlerimizin arasında maçı hiçbir şey gizlemeden tüm samimiyetimizle izliyoruz.
Maçtan sonra rahatlamış halde, Köln’e doğru yola çıkıyoruz. Geceyi orada geçireceğiz. Sabahın ilk ışıklarıyla hızlı şehir turunu tamamladıktan sonra, Rhein Energie Stadı’nın yolunu tepiyoruz. Daum, Ümit Özat, Alpay ve Mondragon’a ulaşmak için bir gün önceki gibi şanslı değiliz. Sadece stadyumun içini ve dışını görüp mağazayı gezebiliyoruz. Köln’ün mağazası Almanya’daki mağazaların Benelux ülkelerine göre daha hesaplı olduğunu müjdeliyor. Keçiler’in tüm ürünlerinde simgelerini görüyoruz. Buradaki tek kötü hatıra da kredi kartının geçmemesi.
Rotayı Leverkusen’e çeviriyoruz. Köln’le arasında yalnızca yarım saatlik bir mesafe bulunan şehre geldiğimizde Daum’un Leverkusen’de çalışırken de Köln’de yaşamış olabileceğini düşünüyoruz. Bu kez şehrin içini sadece arabayla turlayıp doğruca BayArena’ya geçiyoruz. Bu küçük şehrin böylesine etkileyici bir mağazaya ve stada sahip olması bizi çok şaşırtıyor. Kesinlikle gördüklerimizin en iyisi! Zengin çeşitler arasından t-shirtleri, atkıları, aksesuarları toparlıyoruz. En ilginç yanlardan birisi mağazanın ortasında bulunan Bundesliga Puan cetveli. Sıralama takımların formalarından yapılmış ve güncel sonuçlara göre değişiyor. Ayrıca mağaza içerisinde takımın önemli maçlarından geriye kalan hatıralar – formalar, kramponlar, toplar- sergileniyor. Ama başarı ayrıntılarda gizlidir. Bizi en çok etkileyen şey, mağazadaki fotokopi makinesi ve ondan çıkarılmış siyah-beyaz lig fikstürü. Excel tablosuyla hazırlanmış ve her hafta skorların girilerek çıktıların alındığı tablo, ‘işte hizmet’ dedirtiyor! Mağazanın yanında gördüğümüz merdivenden tırmanıp stadı da görebilme imkanına erişiyoruz. Yine küçük ama çok sevimli bir stat manzarasıyla karşı karşıyayız. Bu küçük şehrin takımına artık daha fazla sempatiyle bakacağımız kesin.
Yolculuğun son durağına yetişme hikayesi de oldukça heyecanlı. Signal Iduna Park’ın etrafına güçlükle ulaştığımızda saatlerimiz 17:58’i gösteriyor. Mağazanın kapanmasına iki dakika kala içeri girebilmeyi başarıyoruz. İki katlı bu dev mağazanın zengin içeriğinden de hem zevkimize hem kesemize göre şeyleri buluyoruz. Daha önce kendi formalarını da üreterek bu konuda tecrübeli olduğunu gösteren Dortmund, taraftar ürünlerinde oldukça başarılı. Nike’ın yaptığı t-shirtlerin yanında kendileri de koleksiyona fazlasıyla destek çıkmışlar. Ürün çeşitliliği ve renklerin kullanımı da çok başarılı. Kasanın yanında tribün ambiansı yaratan koltuklarda pozumuzu verdikten sonra eski adıyla Westfallen’i görmek için dışarı çıkıyoruz. Stadın içerisi Commerzbank’ın reklam çekimleri nedeniyle epey gürültülü. Ne kadar uğraşsak da içeri girmek için izin çıkaramıyoruz. Stadın etrafında tavaf edip bu dev yapıyı uzaktan izlemekle yetinmek zorunda kalıyor ve randevuyu ileri bir tarihe erteliyoruz.
Dortmund’dan geri dönüş vakti geldiğinde 5 günde neler yaptığımızı gözden geçiriyoruz. Geride bıraktığımız 9 şehirde gezdiğimiz tek bir müze yok! Fakat ne yapıp edip hepsinin stadyumuna erişmişiz. 1600 km’lik bu seyahatin ardından ‘Groundhoppers’ (Stat Gezginleri) teriminin hakkını fazlasıyla vermiş olduğumuz konusunda mutabıkız.
by tunchay
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
9 yorum:
şu düşük bütçeye bir bakalım:
uçak bileti: vergiler dahil gidiş dönüş en az 80 eurodan 320 euro
araba kirası: günde en az 30 eurodan 150 euro
benzin: günde 15 eurodan 75 euro
maç bileti: adam başı 100 eurodan 400 euro
otopark: saati 3 euro ortalamadan, günde 4 saat x 5 günden 60 euro
bira: günde ortalama adam başı 2 bira 4 euro ortalamadan 32 euro
otel: geceliği ortalama 40 eurodan double room 5 gecede 200 euro
takım ürünleri: ıvır zıvır forma falan derken en az 100 euro
kaybolma benzini: galonu 1.95den 50 euro
yemek: günde ortalama 30 eurodan 480 euro
kızlara ısmarlanan yemek: onu bilemedim...
4 kişilik düşük bütçe 5 günde toplam: ortalama 1800 kişi başı 450 euro...
düşük mü yüksek mi değer mi değmez mi blog camiası karar versin ama bence kuruşuna, otopark bekçisine bahşişine, o hollandalı kıza ısmarlanan heineken'ine kadar değer...
sorarım size varol bey! bugün antalyada birinci sınıf bir tatil köyünün geceliği ne kadardır. hesaplamış olduğunuz o 450 avroyla kaç gececik yatılabilir o tatil köyünde!
bizim bu bahsettiğimiz 450 avroyla sadece maç bileti ve akşam yemeğini karşılayan insanlar olduğu için ucuz dedik :)
genç dimağların aklını karıştırmayın, 450 euro'ya aksaray'da ne mükellef sofralar kuruluyor, bir gece ama binbir gece gibi:)
yok harbiden süper olmuş ama parayı denkleştirse de futbol sevdalısı genç konsolosluğa ne diyecek?
- why are you going to germany?
- i love footbal
- then go to brasil!
:)
Bu sorunuza, Can Kozanoğlu'nun en şahane yazılarından birisinin başlığıyla cevap vermek istiyorum Varol Bey:
"Gençler Deplase Olunuz"
Elin Polonyalısı otostopla Türkiye'den geçip Gürcistan'a gidiyor. (Bi tanesi bende kaldı oradan biliyorum, bedavaya tabi) Olay sadece parada değil, cesarette, gazda!
Bu masraflara vize ve olasi pasaport masrafini da ekleyiniz. Hatta bir 100 euro daha ekleyin soyle yanimda bulunsun nolur nolmaz masrafi :)
keçe ile hasan tamam da ,sakallı arkadaşı tanıyamadım.
free shoplar unutulmasın, kimse kendini tutamaz orada. teqila + vodka 50 euro da yuvarlayalım etti 600 :)
Inanc
Süper valla bu miktara kazanılan anıların değeri paha biçilmez :)
Yorum Gönder