13 Temmuz 2010 Salı

ÇİFT PASAPORTUN DÜNYA KUPASI















8 Temmuz 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır
.

-------------------------

1990 yılında (Federal) Almanya’nın Dünya Kupası şampiyonu olduğu kadroda ülke dışında doğmuş ve farklı kökenli tek bir oyuncu dahi bulunmuyordu. 1996’da Avrupa Şampiyonu olduklarında ise Mehmet Scholl ve Fredi Bobic, Türk ve Sloven köklerini temsil ediyorlardı. 2002 Dünya Kupası finalini oynadıklarında da sayı değişmemişti. Klose ve Asamoah. Euro 2008’de ise bu sayı 7’ye yükseldi. Bugün 2010 Dünya Kupası yarı finaline yükselmiş Almanya’nın kadrosunda farklı kökenlere sahip 11 oyuncu bulunuyor. Futbol dünyasının süper güçlerinden olan Almanya’nın, kadro yapısındaki bu köklü değişikliğe rağmen futbol seviyesini hep belli bir seviyede tutması ve Avrupa futbolunun İspanya ile birlikte en başarılı formüllerinden birisine imza atmasının ardında da bu çokuluslu kadro yapısının önemi var.

Derine inmeden önce bu 11 oyuncuyu sayalım. Serdar Taşçı ve Mesut Özil Türkiye, Miroslav Klose, Lukas Podolski ve Piotr Trochowski Polonya, Marko Marin Sırbistan-Bosna, Mario Gomez İspanya, Dennis Aogo Nijerya, Jerome Boateng Gana, Sami Khedira Tunus ve Cacau Brezilya kökenli. Ancak bu oyuncuların ortak bir özelliği var ki zaten konuyu da oradan bağlayacağız. Tümü futbol kariyerlerine Almanya’da başladılar ve Almanya’da yetiştiler. Almanlar 2006 Dünya Kupası’nın ülkeye her anlamda getirdiği avantajları sadece stadyum modernizasyonu ve kulüp gelirlerinin artışında göstermediler. Özellikle 1998 Dünya Kupası’nda Hırvatistan’a erken elenmelerinin ardından dinamik bir yapı oluşturmak gerektiğinin bilincindeydiler. Alman Futbol Federasyonu, ülkede farklı kökenlerden gelmiş yetenekleri her yıl, daha küçük yaşlarda iken izlemeye alıyor. Kulüplerin hemen hemen hepsi, 500 civarı futbolcu adayının katıldığı yetenek haftasonları düzenliyor ve federasyon yetkilileri bu organizasyonlarında bizzat bulunuyorlar. Ardından seçilen gençler daha 10’lu yaşların başında iken mercek altına alınıyor ve gelecekleri ile ilgili bir projeksiyon çıkartılıyor. Üstelik bu sadece oyuncuyu değil, göçmen ailelerinin sosyal hayatı da göz önüne alınarak yapılıyor. Örneğin, Alman Futbol Federasyonu Genel Sekreteri Wolfgang Niersbach, Mesut’la ilgili geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, “Mesut Özil’in ailesi 3 kuşaktır Ruhr bölgesindeki Gelsenkirchen’de yaşıyor. Burada yaşayan Türk oyuncuların birçoğunun babalarının ülkesine bağlılık hissettiğini biliyoruz. Dolayısıyla Mesut’un milli takım seçme zamanı geldiğinde, ona en ufak bir baskı bile uygulamadık. Federasyon, sporla siyasetin birleştiği bu nazik noktada yıllardır, oyuncuların çocuk yaşlarından başlayarak çok titiz bir çalışma yürütüyor ve önemli çabalarda bulunuyor. Genç oyuncular da bu çabayı ödüllendiriyorlar. Mesut, Khedira Boateng ve diğerleri gibi” şeklinde, Almanların yaptığı titiz çalışmayı gözler önüne serdi. Üstelik, bu, Japonların Brezilyalılarla bizimse Marco Aurelio ile yaptığımız çarpık devşirme metotlarından daha savunulabilir ve işletilebilir bir sistem. Zira tamamen başka bir kültürden çıkmış bir futbolcuyu, 25 yaşından sonra alıp eline ikinci pasaportu tutuşturmuyorsunuz, onu küçüklüğünden itibaren kendi ülkenizin bir parçası yapıyorsunuz. Doğduğu anne ve babadan gelen genetik özelliklerinin yanına Alman futbol yapısının doğrularını ekleyerek. Örneğin Mesut özelinde doğuştan getirdiği teknik özelliklerinin yanına, disiplin, yaratıcılık ve kişiselden çok takımın başarısını gözetme gibi özellikleri ekleyerek.

Bunun tabii pratikte de olumlu sonuçları var. 1998 yılında Almanların yaşadığı, tekdüzelik ve yaşlılıktan kaynaklanan problemleri İngilizler, İtalyanlar, Yunanistan ve Fransızlar fazlasıyla yaşadılar bu kupada. Onlar sorunlarla boğuşurken kendini değiştirebilmiş Almanlar turnuvanın en parlak performanslarından birine imza attılar. Bu takımların tümü değişen şartlara ayak uyduramadıkları ve futbolu bırakmış veya yaşlanmış oyuncularının yerine yenilerini koyamadıkları için performansını artıramayan takımlar oldular. Oysa ki Almanlar, çokkültürlü takımlarını o kadar iyi organize ettiler ki, takım kaptanı ve ülkenin en çok güvendiği isim Ballack’ın sakatlığı onları etkilemeyi bırakın bir bakıma olumlu sonuçlar doğurdu. İngilizler bugün, “neden biz de bu tür bir yol izlemiyoruz?” diye kendilerine soruyorlar. Bütün bunların yanına Bundesliga’nın her geçen gün artan kalitesini ve İngiltere Ligi’nden çok daha fazla yerli oyunculara verilen önemi de eklemek lazım. İngilizler özellikle kaleci pozisyonunda bunun zararını fazlasıyla gördüler. İngilizlerin kalesini ligi son sırada bitirmiş Portsmouth’un kalecisi James korurken, Almanların kalesinde şampiyonluk yarışını sonuna kadar götüren Schalke’nin kalecisi Neuer bulunuyor.

Peki biz buradan neler çıkaratabiliriz? Dünya Kupası’nda forma giyen çift pasaportlu oyunculardan bir tanesini, Almanlar kadar erken olmasa da genç yaşta Türkiye’ye getirmiştik: Richard Kingson. 18 yaşında Gana’dan kalkıp Türkiye’ye gelmiş ve Galatasaray’da yıllarca yedek beklemişti. 32 yaşında bizim olmadığımız bir kupada çeyrek final oynadı ve kariyerinin son 2 sezonunu Premier Lig’de geçirdi. Artık dünya futbolunda ulusal takım, milliyetçilikle eşanlamlı olarak anılmıyor. Kupadaki 13 Avrupa ülkesinin 7 tanesi kadrosunda farklı kökenlerden gelmiş oyuncular bulunduruyor. Biz de işi Almanya-Türkiye hattından farklı yerlere taşımalıyız. Afrika, Türki cumhuriyetler, Brezilya ve diğer Güney Amerika ülkelerinden genç yaşta getirilecek isimler burada ulusal takım için iyi bir temel oluşturabilirler. Tabii ki aileleri de gözetilerek. Yoksa bu işi bizden çok daha iyi yapan Almanların nice Mesutları sergilemesine sadece seyirci kalabiliriz.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

„Zira tamamen başka bir kültürden çıkmış bir futbolcuyu, 25 yaşından sonra alıp eline ikinci pasaportu tutuşturmuyorsunuz, onu küçüklüğünden itibaren kendi ülkenizin bir parçası yapıyorsunuz.“..kısmına tamamen katılıyorum.
Ulusal futbol takımları ülke demografisini yansıtır.
Demografinde yeri olmayan bir topluma ait insanları (çocuk yaşta bile olsa) aileleri ile birlikte sadece futbol için ithal ederek başarılı bir yapılaşmanın temelini atmak zor olur, uzun vadede bile böyle bir örneğe şahit olacağımızı sanmıyorum.

JEUNESTURCO dedi ki...

üstad buraya kadar zaten sorun yok sorun şurda başlıyo.devşirme olan oyuncuların çoğu ekonomik olarak büyük ülkelerin çok çok altında.bunda manda ve himaye mantığının futbola götürülmesidirki emperyalizme eş değerdir.şimdi 11 yabancı olan bir takımın neresinde ulusallık kalmıştır allah aşkına.milli midir ? sölediklerim ırkçılık değildir futbolu güzelleştirmedir.evet herkes messi olsun demiyorum ama şimdi alman milli takımındada boateng görüntü kirliliği gibi duruyo.hani alman panzeri deyimini kullanırken acaba doğru oldu mu şimdi diye sorguluyorum.adam afrika lı.ayrıca fifa nın bu olaya el atması bence geldide geçiyo bile.kanun mu koyar ne yapar bilemem amadevşirme oyuncları sınırlayabilir.mesela ilk 11 de 3 24 kişilik kadroda ise 6 olabilir v.s v.s.birde şu vardı demi u21 de oynamış bi oyuncu a milli seçerken istediğine gidebilir.hehh şimdi zurnanın zırt dediği noktayı sölücem.diyelimki oldu ya 2. dünya savaşından önceki politika etkili oldu ve faşizim yayıldı.atıyorum arap penslerinden biri dediki dünyanın en iyi takımı biz olmalıyız (atıyorum dedim) ve brezilya,arjantin,portekiz,slovakya v.s nin u 21 takımından büyük meblağlar karşılığında arap yaparak arap milli takımına koydu ve şampiyon oldu.şimdi futbol bunun neresinde ?

ilquer dedi ki...

Yazının son paragrafına katılmıyorum. Bence bizim altyaş gruplarımızda yetenek anlamında bir sıkıntımız yok. Sıkıntı "tüketim toplumu" olma özelliğimizin maalesef futbola da sirayet etmiş olması. Eğer bugün Fenerbahçe elinde Semih Şentürk gibi zamanında çok başarılı olmuş bir adam varken hala golcü diye Güiza'yı oynatıyorsa sorun burdadır.

Başka bir sorun da altyapı eğitiminin yetersizliği. Maalesef Türk futbolcusu altyapı da futbolu yeteri kadar öğrenemiyor. Kesinlkle altyapı konusunda TFF'nin reform yapması lazım. Onun dışında ligimize gelmiş, başarılı olmuş ve uzun yıllar ülkemizde kalmış isimlerin milli takıma seçilmesi olumlu karşılanabilir. Ancak gerek futbol ekonomisi gerekse de ülkemizin Dünya futbolundaki yeri gözönüne alındığında bizim futbolcu tüketen değil futbolcu üreten bir ülke olmamız gerekiyor. Bunun için gerekli hammadde var ancak o hammaddeyi işleyecek beyin yok.