7 Şubat 2011 Pazartesi

17'DE 17'DEN 2'DE 2'YE

















3 Şubat 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Bu köşede Abdullah Avcı ile ilgili yazdığımız yazıda, Türk futbolunun an itibarı ile en uzun süreli görev yapan teknik adamının İstanbul’un 3 büyüğüne karşı oynadığı 19 maçta 5 galibiyet, 6 beraberlik ve 8 mağlubiyet aldığını söylemiştik. Ne tesadüftür ki yazıya “Geçtiğimiz hafta sonu, bu sezonun “FC Hollywood”u olan Beşiktaş’ı İnönü’de mağlup eden İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un teknik direktörü Abdullah Avcı” seklinde başlamışız. Aradan 17 hafta geçti. Avcı’nın takımı, kadrosuna yeni Hollywood yıldızları katan Beşiktaş’ı bir kez daha mağlup etmeyi başardı. Peki nasıl oluyor da transferlerinin geneli farklı kulüplerde dikiş tutturamamış oyuncular olan bu takım, tarihin, isimlerin repütasyonu açısından en parıltılı Beşiktaş’ını 2 maçta da mağlup edebiliyor? Cevap; Aurelio’nun sahadan atılması ve Beşiktaş’ın 10 kişi kalması olacak kadar basit mi? Yoksa Beşiktaş’ın kalan 17 maçta 17 galibiyet alacağını düşünenler hiçbir maçta rakibe karşı sayısal dezavantajda kalacaklarını düşünmemişler miydi?

Markus Merk’in pazartesi günkü Maraton programında “Biliyorum, sabır Türkiye’de çok geçerli olan bir kelime değil “lafı henüz bu ülkede 1 senesini bile doldurmamış bir futbol adamının suratına çarpan bir gerçek, bunu kabul edelim. Futbol takımları futbolcu transferleriyle ancak potansiyel kalitelerini arttırırlar. Yoksa sahaya konulacak oyun bambaşka bir şeyin ürünüdür. O futbol takımının iskeletindeki istikrar, oyun felsefesindeki tutarlılık, taktik disiplini ve dizilişinin günümüz futbolu gerçekleri ile kendi futbolcularının yapısına uyması. Elinizde İbrahim Üzülmez ya da Hakan Ünsal gibi bir oyuncunuz varsa 3-5-2 dizilişiyle oynamanız mümkündür örneğin, ama bunu Arda Turan veya Simao ile yapamazsınız. Ligimizin son 10 yılda 3 büyük takımın 3’ü de, futbolcuların parasal değerleri, geçmiş kariyerleri ve şöhretleri açısından tarihlerinin en iyi kadrolarına sahip oldukları dönemde şampiyon olamadılar. Fenerbahce Appiah, Anelka, Van Hooijdonk gibi isimleri kadrosunda bulundurduğu dönemde şampiyonluğu kaptırdı. Galatasaray’ın son 10 yılda şampiyon olduğu 3 sezon, ne tesadüftür ki kadro yapısının en zayıf olduğu dönemlerde geldi (Lucescu, Gerets dönemleri), aynı dönemin en parıltılı kadrosuna ise geçtiğimiz yıl sahipti, bugün geldiği yeri biliyoruz. Sıra Beşiktaş’ın sınavında. Ligin yarısı geçilmişken liderin 12 puan gerisinde olmaları şu ana kadar iyi notlar alamadıklarını gösteriyor.

Elbette bu, kariyerli oyuncuların ülkeye gelişinin karşısında olduğumuz gibi bir sonuca vardırmasın kimseyi. Hem Nordin Amrabat, hem Karim Ziani hem de Kenny Miller, son 1 ayda ülkeye gelen ve belli bir standartın üstündeki isimler oldular. Ama 3’ü de son 3-4 yılda kadro yapısını istikrarlı olarak geliştirdiler ve ülke futbolunun Tottenham Hotspur’u (ya da 5 yıl öncenin Everton’ı) profiline büründüler. Ancak yıldız futbolcu transferleri ve şok tedavilerin bir takıma sınıf atlatmadığı ortadadır.

Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray…Tümü bu yollardan geçtiler ve Beşiktaş bu çizginin sonunda. Anlamamız gereken bazı gerçekler var. Futbol artık Garrincha, Cruijff gibi oyuncuların varlığını kaldıracak durumda değil. Bu spor, temelinde yeteneğin ve göze hoş gelen futbolun hedef olduğu bir spor olmaktan çıktı. Hatta 1982 Dünya Kupası’nda Italya’nın Brezilya’yı mağlup ettiği maç bu anlamda bir milat olarak görülür. Artık futbol sahasındaki takımların amacı, rakibe hareket edebileceği minimum alanı vermek. Beşiktaş’ın son maçında, eksik kaldıktan sonra rakibe verdiği pozisyonları klasik sayısal eksikliğe bağlamak yersiz olur. Bu alanda uç bir örnek olabilir ama Jose Mourinho’nun Inter’i geçtiğimiz sezon Sampdoria karşısında maçın büyük bölümünü 9 kişi olarak sürdürmüş ancak maçı 0-0’lık beraberlikle bitirmeyi başarabilmişti. Bunun sebebi elinde bulunan ve rakipten daha büyük şöhrete sahip oyuncu grubu değil, Portekizli hocanın görev yaptığı her takıma yerleştirdiği taktik disiplin ve sayısal değişikliklere göre sapmayan dizilişiydi.

Bugün dünya futbolunda sezonun herhangi bir bölümünde bu kadar fazla maçı üstüste kazanabilmiş bir takım yok. Ortalama 5-6 maçlık seriler takımların sıralamadaki yerlerine önemli katkılar yapıyor. Herhangi bir takımın diğerlerine büyük üstünlük sağladığı, UEFA listesinin sonlarındaki ligler bir kenara bırakıldığında Barcelona dışında 9-10 maçlık serilere ulaşabilen takımlara pek rastlanmıyor (bu sezonki Borussia Dortmund örneği kabul edelim oldukça sıra dışı). Dolayısıyla Schuster’in yaratabileceği en büyük devrim, Türkiye’de 60’larin futbolunun oynandığı degil, tam da kurduğu kadronun 60’lar model futboluna elverişli olduğunu anlaması olacaktır. Zira demode bulduğu ülke futbolundan cok daha “ilkel futbol zaafları” içeren bir oyun düzenine sahip olduklarının farkına varması gerekiyor.

Yazının sonunda geçtiğimiz ay, Avrupa’daki 36 ligi ve 534 takımı kapsayan, İsviçre kaynaklı arastırmanın sonuclarına yer verelim. Barcelona 1.77 ortalama ile Avrupa'nın en kısa takımı, Avusturya'dan Mattersburg ve Ukrayna'dan Volyn Lutsk ise 1.86 ile Avrupa'nın en uzunu.

Manchester United futbolcu başına 5.7 yıl ile kadrosunda kulübe en sadık oyuncuları bulunduran takım durumunda. Aynı ülkeden Tottenham Hotspur, 23 futbolcu ile Avrupa'nın kadrosunda en fazla milli futbolcu bulunduran takımı. Ajax akademisi "De Toekomst" halen, Avrupa çapında en fazla futbolcuyu yurt dışına gönderen altyapısı. Milan 29.6 ile Avrupa futbolunun en yaşlı takımı. En genç ise Letonya’nın başkenti Riga’nın takımı olan JFK Olimps. Yaş ortalamaları 19.02.

6 yorum:

Adsız dedi ki...

En yaşlı takım Milan değil Inter olması lazım..

hellguard dedi ki...

Ligimizdeki genel manada uygulanan defans anlayışının ekstrem boyutlara ulaşabildiğinin farkındayım ve bu hiç hoşuma gitmiyor.

Fakat Schuster'in beklentileri, Anadolu takımlarının sanki bir NBA normal sezonu oynuyormuşçasına defansı pek kasmadan oynamaları yönünde herhalde. Ama bana "Zaten şampiyon olamayacağız, bari pozitif futbolumuzla göz dolduralım." mentalitesi ülkemiz futbolunda pek bir işe yaramaz gibi geliyor bana.

Bu takımları sadece her maç elek eden iyi takımların taraftarları sahte bir gülümsemeyle takdir edip alkışlar; "Aferin işte böyle pozitif oynayın ve yenilin". Sonra da sezonda 12 teknik direktör değişikliğine gidip ligden düşerler. Olmuş ve olacak budur artık orta vadede.

Yahu artık dünyada bırakın güçsüz takımları, elit takımların bile defansı pek sallamama gibi bir lüksü yokken Konya'ya, Kasımpaşa'ya reva mıdır "Schuster pozitif futbolu"?

Adsız dedi ki...

zihin açıcı bir yazı. yalnız sondaki ülke litvanya değil letonya olacak sanırım.

özgün dedi ki...

Yazınız her zamanki gibi oldukça güzel olmuş. Yalnız sondan 2.cümlede bir hata var. Litvanya değil de Letonya olacak o ülke. Takım da başkent de Letonya'nın.

alperensaylar dedi ki...

abi hooijdonk fazla olmuş sanırım fenerbahçe örneğinde. o sezon nac breda'ya gimişti hooijdonk sanırım:)

Ediz dedi ki...

evet hooijdonk fazla olmuş , pierre Fenerbahçede geçirdiği 2 sezonda 2 şampiyonluk yaşamıştı.