Galatasaray, Real Madrid ile önemli bir maça çıkacağı için, bütün Türkiye vatandaşlarının “Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Firenk. Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına” diye bağırarak dolaşmasını bekleyenler var.
Bu haller, sadece romantik ve naif bir temenni olarak kalsa “müzede kırk okunmuş bohça içerisinde saklanan, sırça cam muhafazalı emanetler” gibi üzerine titrenebilir, lâkin hemen her zamanki gibi olanca histeri eşliğinde geliyor önümüze.
Renk sarı-lacivert de olsa aynı, siyah-beyaz da…
Bu çağda hemen hiç kimse “Aaa falanca takım, filanca kupayı kazanmış. Hadi onların memleketine gidip, paramızı orada bırakalım. Hatta donumuza kadar ne varsa turizm adı altında kökülelim” demiyor. Daha doğrusu turizm, sadece bunun gibi şeyler üzerinden yürütülmek istenen bir şey olmaktan çıkalı çok oluyor.
Geçelim.
Uluslararası bir firma düşünün. Günümüzün “pek bir moda” tabirleri üzere, kurumsal bir kimliği ve marka değeri falan var bu firmanın. Senelerdir ticari / itibari rekabet içinde bulunduğu başka bir şirket ile kârını yarıştırıyor. Buna rağmen firma mensupları işi gücü bırakmış, rakibin de başarılı olması için dua ediyorlar. Olacak iş mi? Değil.
Büyük bir ihtimalle, bu paragraftan sonra bazı koç yiğitlerin “İkisi bir mi arkadaşım? Bu gönül işi, memleket meselesi” dediği duyulur. Aynı kişiler ayrıca “Hem bu örnekteki sektör büyürse, iş imkanları artar. A firmasının başına bir şey geldiğinde çalışanlar B, C şirketlerine geçerler. Mensuplar tabii ki milli bir işletmenin eni konu kötü duruma düşmesini istememeli” diyeceklerdir.
Bu arkadaşları sabırla dinledikten sonra, sorulabilecek iki şey var.
Birincisi;
Sizin tuttuğunuz takım başarılı olamayınca, öbürüne mi geçeceksiniz? (Ki herhalde bunun cevabı “Hayır” olacaktır.)
İkincisi de;
E, madem öyle… Bu rakibe, yurt içinde ne diye ağzına geleni söylüyorsun be adam? Başarılar dilediğin kulübün ne sanal ortamda ezikliğini büzüklüğünü bırakıyorsun, ne dost sohbetlerinde şerefsizliğini, ne de tribünde yedi sülalesini.
Velhasıl, ne olacak bu gerdan kıvırma hevesin senin?
Gerçekten “tarafgirlik” denizine girmemiş azıcık sayıda insanı ve onlardan biraz daha kalabalık romantik-naif kitleyi saygıyla bir kenara koyacak olursak, bu sonuncu soruya verilecek “biri % 80, diğeri % 20, kendisi çift, çıkışı tek, yarı şaka, yarı ciddi” bir cevap var. Okuduktan sonra “Yok artık” demeyin, dikkatle baktığınızda hemen hepsinde bunları göreceksiniz:
“Sosyal çevreme olduğumdan farklı bir duyarlılıkta gözükerek ortamın büyük abilerine eklemlenmek / Duruma göre de mümkünse, bu yolda yürüyüp, hassas ayağına hatunlarla daha sıkı fıkı olmak istiyorum”
Bir an için kolpacılığı bir kenara bırakalım.
Profesyonel kadroların idaresinde oluşturulan kurumsal organizasyon şemaları, sportif tohumlardır. Bunlardan sağlıklı ve gürbüz altyapı fidanları doğar. Usta eğitmenler ve psikologlar o fidanları ağaca dönüştürürken, devlet ile birlikte onun teşvik ettiği özel teşebbüs ise, genele yayılan koordinasyon sayesinde ormanları oluşturur.
Türkiye’de futbolun, milliyetçilik (hatta daha da ötesinde vatanperverlik) ile iç içe anılması bile tek başına tendonları harcayacak kapasitede bir faul. Zira bu yukarıdakilerin hiçbirisi ortada olmadığı gibi, bunları oluşturmak için uğraşan da yok. Üzerine kafa yorulmayan bir şeyin sevildiğinden bahsedebilmek ise müthiş saçma. Burada sevilen şey boş laf, hamaset
Oysa bu doğru yapılanmaya eşlik edebilecek nüfus yapısını kullanarak, yukarıda bahsettiğimiz ormanlardan, her branşa bir sürü “ent” çıkarabilecek Türkiye takımları, böylelikle bir nevi el maslahatı olan “ülke puanı”na da gereksinim duymadan kendi hakiki Cezayir tüfekleriyle iş görebilir.
Uzun sözün kısası, rahat olun; “Real Madrid şunlara bir koysa. Lazio bunlara bir kilitlese” demenin size bir zararı olmaz. Bilakis boyunuzca sevaba girersiniz. Çünkü insanın kendi kendine yalan söylemesi de bir çeşit günah sayılır.
by Canarino (Duhuliye.com)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder