30 Aralık 2008 Salı

ISSIZ SALONLAR part I

























İlk olarak çocukluk yaşlarımızda, TRT’nin genellikle Pazar günleri verdiği spor temalı Amerikan filmlerinde tanıştığımız futbol harici sporlara, memleketimizde “Amatör Branşlar” deniyor, malum olduğu üzere. Her ne kadar bu sporlardan basketbol ve görece voleybol, oyuncu maliyetleri açısından bakıldığında amatörlükten çıkmış olsa da belli müesseseler dışında, spor kulüplerini de kapsayan hemen tüm diğer takımlar ve bu sporların seyircileri / taraftarları (yazının geri kalan kısmında taraftar olarak anılacaktır) “tamamen” amatördür, Türkiye’de.

“Amator Taraftar” kavramı zayıf bir oksimoron ya da düpedüz saçmalık gibi gelebilir kulağa. Zira bu iki unsurun spordaki yeri; hobi ya da tutku temelinde olduğu için, profesyonelliğin gerekleri olan “Ehil olmak” ve/veya “Yaptığı işten bir gelir elde etmek” gibi durumlar, geçerli degildir. Ancak burada “taraftar”a atfedilen amatörluk de böyle bir şey değil. Bunu açmadan önce işin kulüpler ayağına bir bakalım ve salonlarda taraftarsızlığın ana nedenlerinden birisini görelim.

Branş olayını fazla dallandırıp budaklandıracak değiliz. Bayan/Erkek Basketbol ve Bayan/Erkek Voleybol birinci ligleri bize yeterli doneleri sağlayacak zaten. Bu dört lige baktığımızda gördüğümuz tablo çok acı. Zira 51 takımın yalnızca 15 tanesi spor kulübü. Bu 15 tane spor kulübünü takım takım ayırdığımızda karşılaştığımız tablonun özeti, vahameti arttırıyor. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş, bu liglerin hepsinde var ve onların dışında kalan kulüp sayısı sadece 3 (Erdemir, Karşıyaka ve Samsun). Kulüpçülük ruhuna sağından solundan bulaşmış olan okulları da işin içine kattığımız zaman ulaştığımız rakam 24 oluyor. Geri kalan 27 takim ise ya müessese ya da belediye ekipleri. Yani çoğunluk onlarda! Peki bunun neresi acı?

Sporun kitleler üzerinde pozitif etki sağlayan yapısının en temel taşlarından biri, yani az önce okullar ile spor kulüplerini bir tutmamızı sağlayan “Kulüpçuluk Ruhu” ve onun getirdiği aidiyet hissi, müesseselerde ya da belediye takımlarında vücut bulmaz. Çünkü camiaların temsil ettiği kitlenin mensubu; müessesenin ise sattığı malın müşterisi vardır. Çünkü camialar mensuplarına bir takım imkanlar sunmak için çabalarken, müesseseler (gayet doğal olarak) kar amaçlar. Çünkü camialar, bir spor kulübü kimliğiyle tezahür ettiği zaman adını büyütecek ve kitlesini memnun edecek başarılarla birlikte, bu başarıyı devam ettirmesini sağlayacak gelir kalemlerini yaratmaya calışırken; müesseseler ise, yeni müşteriler kazanmak (ve cirolarının artmasi) için kendilerine değişik reklam mecraları ararlar. Dolayısıyla bu durumlar, kulüp takımları taraftarında varolan tutkunun, müessese ve belediye takımlarını takip edenlerde hiç olmaması ya da bunlarla ilişki (calışan, calışan yakını vb.) sürdüğü muüdetçe varolması anlamına gelir ki bu da spor kültürü daha bir çok seyde olduğu gibi tam manasıyla ilerlememiş, Türkiye benzeri ülkelerde tek başına bile “ilgisizliğin” sebebi olarak adlandırılabilir.

Buna rağmen endüstriyelleşmesini tamamlamış, her bakımdan kurumsal olan ve şirketlerin de içerisinde olduğu (hatta yönlendirdiği) spor organizasyonlarına sahip ülkelerdeki doluluk oranlarına bakıp, “Onlarda da mı tutku eksikliği var kardeşim?” denebilir. Elbette hayır, böyle bir tespit, derinlik yoksunu olur. Zaten biz de en başta bahsettiğimiz Amerikan filmlerini seyrederken “Ulan heriflerin alayı mirasyedi herhalde, Amerikan futboluna gidiyorlar. Buz hokeyini bitiriyorlar, curlinge koşuyorlar” sığlığında düşünmekten vazgeçeli seneler oluyor. Öyleyse nedir nihai tespit? Türkiye’deki ilgisizlik sorununun kulüp bazlı bir ayağı da samimiyet. Bu bahsettiğimiz ülkelerdekinin aksine; ne özel kurumlar ne de devlet kurumları, yatırımlarında samimi değiller. Gectiğimiz yıllarda bayan basketbol liginde yaşanan THY rezaleti bunu bir kez daha gözler önune sermişti. Bunun yanında, basına yansımayan ama bu liglerde yer alan hemen tüm takımların zaman zaman karşılaştığı “alacakların ödenmemesi” vb. durumlar da yatırım yapanların ne kadar isteksiz veya hazırlıksız olduğunu anlatan en göz önünde örnekler. Yolda yürüyen herhangi birini çevirip, kapanan onlarca müesseseden ya da yatırımları kısarak liglerde gözükmeyen bir sürü belediye takımından sadece bir tanesinin ismini söylemesini istesek, umduğumuzdan daha fazla cevap alacağımız kesin. Çünkü her kuşak bu vb. bir kaç takıma şahit oldu.

Suçu müessese kuluplerine ve devlet imkanlarını kullanarak yatırım yapan belediyelere yasladık ama ya spor kulüpleri? Hele “Büyükler”. Onlar tamamen suçsuz mu? Sabırsızlık yüzünden, başta futbolumuz olmak uzere bütün spor dallarımızın en büyük sorunu ve meyvesiz ağacı olan altyapıya “verilmeyen” önem, uzun vadeli başarıları imkansiz kıldı. Yıllarca üzerinde emek harcanan yetenekli oyuncuların, mali imkansızlıklar nedeniyle, “Armut piş, sapsız, çekirdeksiz ağzıma düş” diye düşünen kötü niyetli müessese kulüplerine kaptırılması bir nebze bahane olabilirdi ama 40 yıllık bir süreç için sadece bunun neden olarak gösterilmesi, her ortamda ilgili bürokrasiye yön verdiği iddiasında bulunan İstanbul oligarşisinin başarısızlığı mıydı? Değildi. Çünkü az sayıda gönüllü dışında bir ugraş verilmedi. Yani başarısızlık değil, umursamazlıktı sebep. İstense, keyfi siyasi idarelerin hakim olduğu dönemler başta olmak üzere her dönem, müessese-spor kulübü ilişkisi, iki tarafın da çıkarına olacak şekilde düzenlenebilirdi. Bu çözüm yolu ne kadar antidemokratik bir dayatma olarak görülürse görülsün, o zamanlar bu tip şeyleri düşünen insanların olduğunu biliyoruz. Yukarıdan aşağıya böyle bir hareket tarzu, bugün amatör sporların çok daha farklı yerde olmasını sağlayabilirdi. Oysa şimdi geçmişten gelen alışkanlıklar yüzünden, “3 büyükler” bile yatirımlarını dönemsel olarak yapıyorlar ve en ufak başarısızlıkta şubelere yatırım neredeyse sıfıra iniyor.

Fenerbahçe 3 büyük kulüp içerisinde şu aralar en istikrarlısı konumunda ama Eczacıbaşı Kulübü Başkanı’nın Fenerbahçe’yi kastettiği “Bu kulüpler büyük geçmise sahip olabilirler ancak bir takım alışkanlıklarını kaybetmisş durumdalar. Bizimle başa çıkabileceklerini düşünmek hata olur” demeci için kim “Yanıldı” diyebilir? Altyapıya en ufak önem vermeden, yaptığı transferlerin içerisinde voleybolun büyük isimleri olmasına rağmen onlarla fütursuzca yol ayıran bir yapının sağlamlığını kim ciddiye alır? “Avrupa’da yarı finali falan boşverin siz. Lige bakın lige” dendiğinde suratı allak bullak olan Wnba oyuncularına “Haksızsınız” demek mümkün olur mu? “Şubeyle ilgili herşeyden sen sorumlusun. Bütün ekibi sen kuracaksın ama küçük bir detay var. Hocayı biz belirleyeceğiz” diye adeta çocuk kandırmaya çalışmak, kurumsallığın neresindedir? Bu sorulara konu olan kulüpler basarıyı yakalasa da istikrarı bulabilirler mi? Bulamazlarsa, üzerinde büyük etkileri olduğu bu toplumu amatör branşlara çekebilirler mi? Mesela Spor Sergi’nin dolup taştığı zamanların geçip gitmesinin tek nedeni, Türkiye’nin en güzel salonunun insanlardan sökülerek, basketbolun Zeytinburnu’na sürülmesi midir? Meydanı müesseselere bırakanların sucu yok mudur?


by Canarino

3 yorum:

Umur Burak Ayaz dedi ki...

Ne olursa olsun, ben Türkiye'deki taraftarlığın başarıya endeksli olduğunu düşünüyorum. Başarılı oldukları için 3 Büyükleri tutuyoruz ya? Ben Adana'lıyım fakat ne Adanaspor'dan ne de Adanademirspor'dan haberim var. Adanademirspor'un kombineleri 30 YTL olduğu zaman bir tane almıştım ama ne maçına giderim, ne de hakkında bir şey bilirim.

Türkiye'de durum böyle. Ben de isterim İngiltere'deki gibi QPR, Burnley, WBA gibi takımları tutmayı fakat bu durumun bizde yerleşmesi biraz zor. 2 sene önce sesleri duyulmayan Sivasspor, Kayserispor gibi takımın taraftarlarını düşünün. Bu 2 takımın, herhangi bir Anadolu takımından farkı ne? Başarılı olmaları ve bunu sistemleşmeye çalıştırmalı.

Türkiye'deki taraftarlar olsun, insanlar olsun -artık hangi sebeptense- kaybetmeyi sevmeyen, sürekli, her koşulda kazanmak isteyen insanlar -ki, aralarında ben de varım-. Türkiye'de gerçek taraftar olmak zor iş, bunu herkes yapamaz.

Hacettepe Üniversitesi'nde okuyan bir kız arkadaşım var ve Hacettepespor'un kombine sahibi. Hacettepe Üniversitesi'nin kulübe destek çıkması sonucu Hacettepespor'un kombineleri bu okulda okuyan öğrencilere indirimli satıldı bu sene. Öyle ki, kale arkası kombinesini 5 YTL'ye alabiliyorsunuz. Şimdi bir düşünün; Boynunda atkısı, elinde kombinesi, iç sahadaki her maça gitmeye çalışan bir kız. Bir de oturduğu yerden hiçbir şey yapmadan Adanademirspor'a katkı yaptığını söyleyen bir adam. Hangisi daha fazla taraftar?

Ayrıca, konu dışına çok çıkmadan 2-3 satır bir şeyler daha ekleyeyim. Türkiye'deki amatör sporlardan bahsetmişsiniz de, Türkiye'de amatör sporlar var mı sizce? 2 milyon nüfuslu, Türkiye'nin 4 büyük kentinde İl Gençlik ve Spor Müdürlüğü'nü aradığınız zaman karşınızda konuşmayı bile zar zor beceren birini bulmak ne kadar zor, herhangi bir fikri olan var mı? Mesela Adana'da İl Gençlik ve Spor Müdürlüğü bünyesinde Boks ve Karate gibi hemen hemen her Türk erkeğinin ilgi duyabileceği 2 spor kolunun olmadığını hayal edin. Durumun ne kadar acıklı olduğu ortada bence....

Sosyal_FB dedi ki...

Isin kurum boyutunu birinci, insan boyutunu ikinci bolumde ele alacaktik ama bir iki kelam edelim :) "Taraftar" bazli degil de "Seyirci" bazli cogunlugu saglamak oncelik olmali. Futbolu hic karistirmiyorum ve dedigim gibi adi "amator" olanlardan da sadece basketbol ve voleybolu aldim, zira bu ikisinin bile yeteri kadar ilgi toplamadigi bir ulkede, digerlerine asla sira gelmez.

CaRtMaNtR dedi ki...

Profesyonel olarak adlandırdığımız futbolda bile en üst düzey lig takımlarımızda yaşanan amatörlükleri görüyoruz. Her şey dönüp dolaşıp sporun ne amaçlar yapıldığını yada takip edileceğini bilmemekten geçiyor. Amacın kazanmak değil mücadele etmek ve senle ortak yönleri olan insanlarla ortak bir aidiyet duygusu yaşama temelli olduğunu anlamak lazım.