18 Şubat 2009 Çarşamba
IN BRUGES
"After I killed him, I dropped the gun in the Thames, washed the residue off me hands in the bathroom of a Burger King, and walked home to await instructions. Shortly thereafter the instructions came through - "Get the fuck out of London, you dumb fucks. Get to Bruges. I didn't even know where Bruges fucking was.........It's in Belgium" diyaloğuyla açılan bir film "In Bruges". İngiliz yönetmen Martin McDonaugh'un ilk uzun metrajlı filmi. Yönetmenin bundan önceki projesi 27 dakikalık bir kısa film olan ve 2006 yılında Oscar'ı kucaklayan "Six Shooter"dı ve o filmde de In Bruges'un 3 ana karakterinden birisini oynayan Brendan Gleeson yer alıyordu. Kadroda İrlanda eşrafından "Türk kaşlı adam" Colin Farrell ve Ralph Fiennes var. Film 2 kiralık katilin Belçika'nın Brugge kentinde geçirdikleri 3 günü ve üçüncü karakterin işin içine katılmasıyla yaşanan ufak hesaplaşmayı anlatıyor. Bir kere filmin en önemli avantajı sinema dili. Yönetmen McDonaugh'un ustalıkla tutturduğu denge beyaz perdede küçük, kanalların üzerine kurulmuş, sakin, tarihi Brugge kentini anlatan bir belgeselin içinde yaşanmış bir kara filmin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu filmden sonra içinde Brugge'a gitme isteği doğacak çok insan olacaktır, naçizhane tavsiyem Brugge olmazsa Gent şehri ve Hollanda'nın neredeyse tümü de o kente çok benzer. Bir İngiliz'in Belçika'nın bir kentini bu derece arzulanan bir kent haline getirmesi önemli. Inter-railcilere müjdeler olsun Before Sunrise'dan sonra kendilerini TCDD'nin sayfalarını aşındırmaya motive edecek bir filmleri daha oldu.
Benim için başarılı filmin taşıdığı tüm kıstaslar filmde mevcut. Çok kalabalık olmayan oyuncu kadrosu, ucuz sinema numaralarının yokluğu, sadece koltuk işgal etmeyip sanatını konuşturan bir yönetmen, özgün bir senaryo, üst düzey oyuncu performansları ve Avrupa kültürünün birebir yansıtılması (cüce karakterinin evinde tavan arasında yapılan parti çok net bir örneği). Klasik Amerikan suç filmlerinde olduğu gibi Ralph Fiennes'in karakterinin deyimiyle elde Uzi'lerle "Los fuckin' Angeles" temalı bir bayağılık görmüyorsunuz. Film Altın Küre Ödülleri'nde Colin Farrell'e komedi/müzikal dalında "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü getirirken (bu filmin nesi komediyse), BAFTA'da "En İyi Orijinal Senaryo" dalında ödülü kucakladı. Her iki törende de Brendan Gleeson "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" dalında adaylık aldı. Oscarlarda sadece orijinal senaryo dalında adaylığı var ki ufak çapta bir haksızlık yapılmış durumda. Filmde ABD'ye yapılan eleştirilerin bunda payı olduğunu düşünmek istemiyorum ama burnuma pis kokular geliyor. Filmle ilgili ilginç bir not da zira, HarryPotter and The Goblet Of Fire filminde Alastor "mad-eye" Moody'i oynayan Brendan Gleeson, Lord Voldemort'u oynayan Ralph Fiennes ve Fleur Delacour'u oynayan Clemence Poesy'nin blok halinde bu filme transfer olması.
Ray: It's when you're not awful, not really bad, but you’re not really good either – a bit like Tottenham…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
7 yorum:
tek kelimeyle mükemmel bir film. tam bir sinematografi harikası. bruges'un futbol takımını bilirdim sadece, ne nefis bir şehirmiş!
mainstream filmlerin oyuncusu collin farrel bile döktürmüş, çok yakışmış bu filme. punch drunk love'daki adam sandler gibi, genel oyunculuk çizgisinin çok dışında bir rolde, harika bir performans sergiliyor.
Filmde şişman Amerikalılar ile dalgasını geçmişti Farrell, o yüzden Oscar konusunda hakkı yenilmiş olabilir.
Filmin renkleri kadar filmde kullanılan müzikler ve ikilinin kaldığı motelde aklımda kalan detaylardandı. Filme komedi denirse bunun iki nedeni olabilir. İlk Ralp Fiennes'ın pek çok konuşmasındaki espriler. Diğeride ağır ingiliz ve hatta irlandalı aksanı olabilir.
Birde Collin Farrell'ın Dublin ve Brugge şehirlerini karşılaştırdığı sahnede benim açımdan unutulmazdı.
bruges' ü gördükten hemen sonra çıkmıştı film ve colin farrel'a rağmen şehrin hatırasına izleyelim demiştik..
biz dediklerimin ikincisi filme de bayıldı ama ben filmi bir proje olarak hissettiğim için ısınamadım bir türlü.zaman zaman iyi espriler ve sahnelere rastlasadam da film unesco korumasındaki bu şehrin pazarlanması hamlelerinden biri gibiydi sanki.
bu sene izlediğim onca güzel film içinde bu filmin adının hem altın küre de hem oscarda geçiyor olmasını ise elimde olmadan reklam kampanyasının devamı olarak görüyorum..
Ben de Brugge'u gezdikten birkac ay sonra izledim filmi.. oncelikle Brugge bence Avrupa'daki kucuk sehirler arasinda en gezilesi olanlardan birisi. Sirf Brugge icin Belcika'ya gelinmez ama yol Belcika'ya duserse mutlaka gezilmesi gerekir. biralari tatmak da gerekir. Filme gelecek olursak, gecen sene icinde izledigim en iyi 3 filmden biri. oyunculuklar harika, sade diyaloglar, kovalama sahneleri, aksanlar.. kisacasi pek fazla kusur bulamadim bu filmde. 9/10 veriyorum :)
"If I grew up on a farm, and was retarded, Bruges might impress me but I didn't, so it doesn't."
dutchman, geçen bir postun yorum bölümüne semih kaplanoğlu nun süt filmini izlemen gerektiğini belirttiğimde in bruges de gelmişti aklıma ama abartmayayım dedim. 2 kere bruges de bulunmuş (ki iş gezisi için gitmiş ve programda bruges olmadığı halde bir yolunu bulup uğramıştım her ikisinde de) biri olarak bu film hakkındaki yorumlarım objektif olamaz. o mekanlar, o sokaklar, o atmosfer evet kesinlikle objektif olamam. objektif olarak şunu söyleyebilirim: kara film sevenlere tavsiye ederim. aklımda bu cuma bir arkadaşla tekrar izlemek vardı, farz oldu artık..
flyby
garip bir filmdi...
Yorum Gönder