23 Şubat 2010 Salı

OKURIBITO

























Bizim Noat SamisA'ya sordum izlemeden, nasıl filmdir diye. İcazeti aldık izledik. Zaten 2009 Yabancı Dilde En İyi Film Oscarını aldığını biliyordum ki daha önce birkaç kez söylemişimdir, Oscarlarda dikkate aldığım tek kategori budur. Okuribito, hayatıın önemli bir kısmını çello çalmaya adamış bir gencin, orkestrasının dağılmasıyla, Tokyo'dan taşraya yerleşmek zorunda kalması ve burada ölülerin, tabuta koymadan hazırlanmasını içeren bir işi yapmaya başlaması ile gelişen olayları anlatıyor. Filmde aslında içiçe geçmiş iki tane ana metin var. Birincisi, filmin baş karakteri Daigo Kobayashi'nin, çok küçük yaşta ayrıldığı babası ile ilişkisi, diğeri de yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizginin her iki tarafına duyulan saygı ve aslında başlarda mesleği sebebiyle eleştirilen Kobayashi'nin aslında ne kadar asil bir mesleği icra ettiğinin film ilerledikçe zihnimize yedirilmesi. İnsana hüzünle beraber hayata pozitif yönden bakmayı da aşılayan bir film aslında Okuribito. Karakterler küçük hayatları olan, bizden insanlar işte. Yine uzakdoğu sinemasının en büyük silahı olan dinginlik, hikayenin doğayla içiçe geçmiş halde aktarılması ve kadronun kısıtlı tutularak karakterlerin iç dünyasına daha rahat girilebilmesi. Yine her iyi uzakdoğu filminde olduğu gibi bu filmin de vurucu bir tema müziği var. Film sadece Oscar'da değil dünya çapındaki birçok festivalden 30'dan fazla ödül topladı. Japon Akademisi'nin ödüllerini ise silip süpürdü. Filmde Luc Besson'un Wasabi filminden tanıdığımız Ryoko Hirosue de yer alıyor notunu düşelim. Asya sinemasından kapı gibi bir film daha.

9 yorum:

SirEvo dedi ki...

Acayip merak edip de HDsi çıkmadığı için izleyemediğim bir film...

varol döken dedi ki...

zerzevat benzetmeleri bitti şimdi nesne benzetmeleri mi başladı?

sürgü gibi film...

telefon ahizesi gibi film...

zamk gibi film...

dilin yapışsın da benzetme yapama!

Bertan ÇALIŞKAN dedi ki...

Ve bu filmin sadece İstanbul ve Ankara'da birkaç sinema salonunda vizyona girdiğini üzülerek söyleyebiliriz..

İsim dedi ki...

Yine bir japon eziyeti.

sanitabant dedi ki...

six feet under diye bi dizi vardı, konu itibariyle onu anımsattı bana.Hayatı ölümle anlatıyodu.Bu konuya japonik bi yaklaşım enteresan olabilir...

Baran Doğan dedi ki...

Futbol blogları "Maradona by Kusturica" yı ne zaman keşfecedekler acaba? Maradona kendi sesiyle çok etkileyici bir şarkı söylüyor.

Adsız dedi ki...

departures ismini layık görmüşler ingilizce versiyonunda, fena da durmamış hani..
hikayeden çok sekanslar tatmin eder beni derseniz öneririm, zira yarısına gelmeden sonunu tahmin etmiştim ben.. lakin filmden aldığım lezzeti zerre kadar etkilemedi bu durum..
3 ekim akşamı ilgili filmi beraber izlediğim ve ciddi bir ilişkiye doğru yelken açtığım hatun kişiden 4 ekim pazar günü ayrılmam hasebiyle de kişisel historyamda ayrı bir yeri vardır.. söz konusu olayın filmle hiçbir bağı yoktur orası ayrı..
hazır sinema demişken semih kaplanoğlu sineması üzerine de bir yazı beklentimiz var.. yanlış hatırlamıyorsam geçen sene "in bruges" filmi postunda süt ü izlemen tasiyesinde bulunmuştum.. üçleme tamamlandı, tavsiyemi revize ediyorum; yumurta-süt-bal, şiddetle tavsiye ederim..

flyby

varol döken dedi ki...

yumurta süt bal aynı kahvaltıda bayabilir:)

Adsız dedi ki...

öğleyin de tavuk yiyerek mide fesadına doğru yol alabiliriz varol patron:)
şaka bi yana recep ivedik izleyen sıradan bir türk vatandaşını üçünü bırak sadece biri bile fena bayar.. geçen sene süt ü 6000 kişi izlemiş, evet 6000.. benim izlediğim salonda 6 kişiydik, 3 ü de ortasında çıkmıştı, ne bekliyolarsa artık..
ama sen yumurtayı izle, tavukların hatırına en azından:)

flyby