Yıllar önce Kazakistan’lı bir arkadaşımla konuşurken “Sizin toplum çok karamsar. Benim ülkemde yaşam koşulları sizinkine göre çok daha zor olmasına rağmen halk geleceğe umutla bakıyor. Her şeyin yeniden düzeleceğine inanıyor.” demişti.
Lüksemburglu bir arkadaşım birkaç kez İstanbul’a geldiğinde -daha önce defalarca Türkiye’ye gelip İstanbul’u çok kereler gezmiş olmasına rağmen- her taksime gidişimizde kalabalığa, çeşitliliğe, eğlence hayatının renkliliğine, canlı müziğe, geç saatlerde hala insanların ortalıkta olmasına tekrar tekrar şaşırarak beni de şaşırtıyordu. Lüksemburg gerçekten Avrupa’nın en sakin ve hatta küçük ülkelerinden. Ancak bir Lüksemburglu’nun yaşamı zaten Fransa-Almanya-Belçika-Hollanda ekseninde gezdiğinden, şaşkınlık görgüsüzlükten değildi. Sonradan araştırıp gördüm ki dünyada çok çok az kent var ki sabah 5’e kadar bu kadar çok insan sokaklarda olsun ve eğlensin.
Türkiye’nin İMF tarafından gelişmekte olan ülkeler sınıfında değerlendirilmesi ve 80’lerin ortasından beri medyanın bunu beynimize kazımasının yarattığı sendromlar ise apayrı bir konu. Bu öyle bir etki ki, kalabalığın ortasına alınıp bir bilirkişi işaret parmağını size uzatmak suretiyle “sen daha gelişmemişsin. Gelişmektesin ve daha çok yolun var, ah seni zavallı” diyor. Oysa tanımı yapan bir kere adında “para” kelimesini taşıyan bir kuruluş olması itibariyle etik anlamda dikkate alınmamalı. İkincisi bu kuruluş kim oluyor da tüm ülkeleri tek tek podyuma çekip sayısal tanımlamalarda bulunuyor. Aslında yine “gelişmekte olan” tanımına koydukları Küba, ölüm ve suç oranlarının ABD’den daha düşük olması ile en güzel cevabı veriyor.
İşyerimden Avrupa’ya iş seyahatine giden bir takım üst düzey aklıevvellerin “nerelisiniz” sorusuna “İstanbul’luyum” diye cevap verdiğini, bu tuhaf cevabın sebebinin ise Avrupa’da Türkiyelilere olan önyargı ve İstanbul’a olan hayranlık olduğunu öğrenip hayatımın dumurlarından birini yaşamıştım.
Toplumsal moral bozukluğumuz o kadar travmatik bir boyuttaki ülke ile ilgili her eleştiriyi aşağılama olarak algılamakla kalmıyoruz, örovizyondan futbol turnuvalarına, atletizmden turizme kadar her yarışmayı memleket meselesine (en çok da medyanın yönlendirmesi ile) haline getiriyoruz. İşin en ironik yanı 3. Dünya Aşağılık Kompleksi diye kavram uydurduğum ruh halinin en ağır halini en çok kendini milliyetçi olarak tanımlayanların saldırganlığında görüyoruz.
ABD’li siyahi bir arkadaşımla ilk tanıştığım zaman ABD ile ilgili aşırı savunmacı ve anlamsız tepkiler veriyordu. Kendisine ırkçı olmadığımı, insanları memleketine göre değil insanlığına göre yorumladığımı anlatabilmek için epeyce uğraştıktan sonra sanırım başardım. Sonunda neden bu kadar savunmacı yaklaştığına değindiğimizde, yıllardır ABD’den uzakta ve türlü çeşit ülkede İngilizce öğretmenliği yaptığını, her yerde aşırı ABD düşmanlığı ile karşılaştığını, insanların sürekli ABD’nin ne kadar rezil, zavallı ve yakında devrilecek bir dev olduğundan bahsettiğini anlattı. “Ben siyahım, sizdenim” diyerek devam ettiği konuşmasında ABD’nin emperyalist olduğundan döktüğü masum kanına kadar her şeyi kabul etti. Bu aşırı stresli konuşmanın bence en etkileyici yanı, sonunda “Home is home” yani memleket memlekettir demesi idi… Orada doğmuştu, büyümüştü, hayata dair bildiği her şeyi orada öğrenmişti ve ailesi ordaydı.10 dakika önce ABD’nin nasıl süper bir güç olduğunu, dünyayı yönettiğini ve hepimizi ezeceğini çocukça bir hınçla söyleyen adam bir anda hüzünlenip döküvermişti utançla karışık sevgisini.
“İnsan memleketini neden sever? Başka çaresi yoktur da ondan.” diyordu Vizontele’de. Babam bu cümleyi gülerek ara ara hatırlatır. Benimse hiçbir zaman içime sinmedi. Neden sinmediğini şimdi daha iyi anlıyorum. İnsan memleketini, sınırları, bayrağı ya da sırf orda doğduğundan sevmek zorunda olduğu için sevmez. Sever çünkü “ben”i “ben” yapan, dünyanın neresine giderseniz gidin, başka bir ülkeyi ve insanlarını ne kadar severseniz sevin oralarda asla bulamayacağınız küçük detaylar, iklim, toprağın rengi, yemeğin kokusu, insanların yolda yürüyüşü, çocukluk anıları, gökyüzünün toprağa olan mesafesi, çam ağaçlarının kokusu, lokanta menüsündeki yemek çeşitliliği vs. ancak memlekette vardır. İnsan memleketini bu küçük detaylar için sever. Başka ülkede uzun yıllar kaldığınızda unutulmaya yüz tutan, memlekete dönüldüğünde ise tatlı tatlı kendini hatırlatan detaylar için sever. Çünkü bunlar “ben”in önemli bir parçasıdır. Atılamaz, satılamaz…
Çocuğuna kötü de davransa anne annedir. Başınız sıkıştığında koşar gidersiniz. Sizi kollarına almayacağını bilseniz de o sarılma hissini hep özler ve istersiniz. İnsan memleketini ait olmak için sevmez. Aidiyet isteği başka türlü eksikliklerin örtbas edilmesi için öğretilmiş bir şeydir. Bundan kurtulduğunuzda yine de özlersiniz memleketinizi.
Memleket memlekettir.
*Bu yazının filmi: İsrailli bir aileye evlatlık verilen Afrikalı bir çocuğun memleketine ve annesine dönmek için yıllarca verdiği mücadelenin öyküsünü inanılmaz bir dille anlatıyor. Ölmeden önce izlenmesi gerekenlerden.
*Bu yazının filmi: İsrailli bir aileye evlatlık verilen Afrikalı bir çocuğun memleketine ve annesine dönmek için yıllarca verdiği mücadelenin öyküsünü inanılmaz bir dille anlatıyor. Ölmeden önce izlenmesi gerekenlerden.
By Gand
8 yorum:
harika bir yazı olmuş cidden. bazen üzerine küfürler düzsek de memleket memlekettir. belki de gurbet çekmediğimizden farkında olamıyoruz. harika anlatmışsın her insanın memleketinin kendisi için vazgeçilmez olduğunu..
yazının sonundaki filmin fragmanını izledim ve çok etkilendim. umarım altyazı bulabilirim bu filme . teşekkürler
filmin ismini de ben ekleyeyim...
"va vis et deviens"
http://www.imdb.com/title/tt0388505/
filmde anlatılan "falaşalar" için de bkz: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/9170-falasalar-israilin-oteki-yahudileri
akşam eve gidince bir kez daha izlemeli... hatırlatma için teşekkürler :)
Ne kadar çok memleketten insan tanıyormuşsun Gand. Kıskandım seni.
Home is home gibi cümleler epey kuruluyor son zamanlarda. Bu da duyduğum en saçma şey. Ekmek ekmektir, su sudur.
not.Şimdi gand gelecek ve sen bunu mu anladın Ruhi diyecek bana.
şimdiye kadar gand ile ayrı düştüğümüz tek bir nokta bile olmadı, tüm yazılarını okuyan birisi olarak söylüyorum. ama keşke benim de senin kadar uluslararası arkadaşım olsa demiyor değilim... :)
va, vis et deviens filmi de birkaç yıl önce trt'2de izlediğim muazzam (ne iğrenç bir kelime) bir film idi.
'Memleket memlekettir.' Öyle olmasaydı kim ne uğruna bir şeylere itiraz ederdi ki. SEVGİ. İnsan sevdiğini düzeltmek ister.
Çok güzel bir yazı olmuş.
@nina
söylemeyi atladığım bir şeyi ifade etmişsiniz. sizin de aklınıza sağlık.
@uktu
Madagaskar'daki arkadaşlarımla nasıl Havai'ye gittiğimi de anlatabilirim.
Ya da Siz, Aborijinlerle, coğrafi keşifler öncesi Amerika kıtasına geçip Kızılderililerle nasıl tanıştığınızı anlatabilirsiniz :)
Gerçek, algıladığımız kadardır. O yüzden bence anlatılan hikaye değil anafikir önemlidir. Gerçek bükülebilir :)
@herkes
söylemedikleriniz için de teşekkürler.
gand,
kazakistanlı arkadaşının söyledikleri ilginç, çünkü türkiye'yle daha gelişmiş avrupa ülkeleri arasında da benzer bir fark var. son yıllarda yapılan kamuoyu araştırmaları türkiye'de yaşayan insanların avrupa çapında geleceğe en umutla bakanlar olduğunu ortaya koyuyor...
outlaw,
ekonomik refahla umut arasında ters orantı var mı diyorsun yani? aç kaldıkça deliriyor ve "hayat ne güzel, lay lay lay" diyor olabilir miyiz? "umut fakirin ekmeği" diye boşa dememişler herhalde.
kazak kişinin yaptığı yorumun bundan 7 sene önce yapılması bir kenara, umutsuzluk durumu çok da değişmiş değil bence ülkede. bir diğer açıdan mesele umut da değil. mutsuzluk, karamsarlık. başka bir yazıda alıntı yapmıştım “Umut sanki yalan biraz. Umut yittiğinde ne yapacaksınız! İnat ve ısrar daha anlamlı gibi. Daha istikrarlı…”
sonuçta benim kendi çevremde gözlemlediğim hayattan sürekli bir memnuniyetsizlik, sürekli şikayet, sürekli bir eksiklik duygusu. toplumun geneli ne kadar umutla bakıyor bilemem. ama istatistikler ne derse desin, avrupalıların gece yastığa başlarını rahat koymak için daha çok sebepleri var. yarının (10 yıl ya da 3 yıl sonrası değil bildiğin yarın) için endişelenmemek büyük bir lüks. kötüyü görmemişler bunun değerini bilemez elbet.
"buna da şükür" gibi bir kul zihniyeti değil bahsettiğim. ama neysen osun. yaşadığın ülke, hayat neyse odur. habire şikayet edip kendini de çevreni de mutsuz etmektense elindekinin değerini bilip, tadını çıkarmak ve bu arada daha iyisi için elinden gelenin ve koşulların izin verdiğinin en iyisini yapmak yeğdir.
benim çıkardığım dersler bunlar en azından. bir sonraki ünitede hoca ne işleyecek bilemem.
Yorum Gönder