Southampton hakkında olanları duymuşsunuzdur. Kulüp tüm olanlardan sonra tehlike altında. Ha keza bu konuda sevinme ile acınma arasında garip duygulara sahibim. Dur dur yalan söylemeyeyim, sevindim.
Yerel haberleri içeren internet sitesinden haberlere bakıyorum. Southampton tribünü adına Bill Anton gerekirse kendi aramızda para toplarız klübü bu borç batağından çıkarırız demiş. Bill Anton; Yıllar önce Bognor Regis'de ağız-burun kavga ettiğimiz adam.
95' yılı. Her 20 yaşına yaklaşan erkek çocukları gibi hormonlarımız bize hükmediyor. Asarız, keseriz, sahiden bunu yapabiliriz hormonları bunlar. Her hormonun olduğu gibi bir panzehir formülü olan bir hormonu değil bu. Suç bizde; Alkolden dolayı 7/24 çalışan karaciğer bir gün olsun bize "Olum bir-iki dakika durun be, bu sene iyi düğün yaptı. Bir tanesine bile gidemedik, sizin hangi hormonunuzu yapacağım bir durun be arkadaş" diyor bize muhtemelen.
Bu Bill Anton bayrak adamdır Southampton'da. Yıllar öncesi kurduğu Soton Gate tribünü kaç kez ad değiştirdi, kaç kez karakolluk oldu bilmem ama bu adam yeniden kurulan her tribün grubunda reis olarak deplasmanlara gidip gelmiştir.
Bir gün bize haber sallıyor Newbury'den Swindon tayfası. 2 yıl öncesinden değiş-tokuş yaptığımız pankartları almışlar bu çocuklardan Soton Gate tayfası. Maçlara götürüp pankartı ters takarak bizi aşağılamaya çalışıyorlarmış iki-üç maçtır. Bilmeyenler için söyleyeyim; pankart şimdileri öyle değil ama eskiden tribünler için ayrı bir unsurdu. Pankart ligi vardı o zaman desem yanlış birşey söylemiş olmam. Her tribün grubunun belirli üç-beş ayrı pankartı vardı. Bana şimdi Woking'in pankartlarını şu kağıda çiz deseler çizerim, o derece. Her tribün diğer tribünlerin pankartlarını dostlukları ölçüsünde gerek korur gerek aşırmaya çalışırdı. Olur da bir tribün grubu rakip tribün grubunun pankartını ele geçirirse gideceği deplasmalara aşırdığı pankartı ters takar tabiri caise 1-0 öne geçerdi. Sonra ara dur o pankartı. Eskilerden efsanevi bir olay vardır kısaca anlatayım. West'am tayfası 90'ların başında Tottenham tayfasının(Enforce Yid's) pankartını aşırıp bir iki hafta deplasmanlarında ters takıp dalga geçmişlerdi. Baktılar Tottenham tayfası bunları barlarda rahatsız ediyor ülke boyunca bu pankartı tüm Tottenham'dan nefret eden tribün grupları arasında dolaştırdılar. Misal pankart önceki hafta Coventry'de diğer hafta Leicester'de gözüküp cümle aleme Tottenham tayfası ile taşak geçme şansı tanırken Enforce Yid's biraz da seslerini duyurmak için Liverpool deplasmanında bu pankartı ele geçirdik temalı bir afiş asarak, pankartı asmışlardı. Ama pankart diğer hafta Sunder deplasmanına giden Newcastle'lıarda görülünce ve Tottenham tayfasının o pankartı yeniden yaptıkları anlaşılınca Enforce Yid's bu işi bırakıp yıllarca onların üzerinden yapılan komik muhabbetleri dinlemek zorunda kalmışlardır. Bu bahis sitelerindeki futbolun dinamikleri olarak sayılan West'am-Totten'am geçmiş maç skorları istatistiklerinde gözükmez ama tüm kuzey Londralılar bu olayı bilir, duyunca da kulaklarını kaparlar.
İşte böyle bir ortamda Soton'lu çocuklar bizim deplasmanlara gidiş kolay olsun diye üç dört tane ülkenin farklı yerlerindeki dostluk kurduğumuz tribünlerden biri olan yani Swindon'dan bizim pankartı çalmışlar. Aslında olayda birazda bizim suçumuzda var. İki üç ay öncesine kadar bu adamların Walsall taraflarında tamami ile kendi mundarlıklarından kaybettikleri pankartı biz çaldık diye sahiplenmiş o zaman araba kaporta işlerinde çalışan şimdi araba galerisi sahibi olan dostum Roald'a oto boyası ile bu pankartın kopyasını yaptırarak deplasmanlara götürüp ters takmıştık. Gerçi o pankartın üzerindeki aslan motifini daha çok bizona benzetmişti ama uzaktan fark edilmiyordu.
Oturup ne yapsak ne etsek diye düşünürken ilk adımı onlar atıyor. Bizim reisi arayıp iki şehrin ortasındaki Bognor Regis'de pankart değiş tokuşunu önermişler. Tabi bizim götümüz tutuşuyor, bizimkisi çakma pankart. Eminönündeki abibas, yike, rebok ürünleri gibi. Tabi gençlik hiperaktiflikleri mevcut. Abi gerekirse kavga ederiz, alır geliriz o pankartı sen merak etme reis diyoruz. Tabi bizim reis kavgadan yana değil pek. Oturup plan yapıyor. Pankartı öylesine bağlayalım ki açamasınlar, bir noktadan sonra bırakıp giderler zaten diyor. Aklımıza yatıyor bu fikir. Bulabildiğimiz tüm iplerle ilmik ilmik bağlıyoruz pankartı. Ertesi gün 9-10 kişi öğle gibi Portsmouth trenine binip gidiyoruz Bognor'a. Tabi gitmeden önce bizim Alban kavga kokusunu aldığı için gelmek istemiyor. Abi..öhöhöhö...valla..öhöhöhö..hastayım..öhö..ya diyor pezevenk, öylede bir çakaldı.
Tabi bizim yanımızda Max reis var, biz güveniyoruz ona. Trene biniyoruz üç kişi kocaman pankartı taşıyor. Trendekiler içinde ne var acaba diye bahisler atıyor ortaya. Adaşım Joe nereden bulduysa artık hippi çadırı millet bu, gidip kamp yapacağız diye bağırıyor. Millet tabi feci tırsıyor. Dönüş vaktinde tren olmayacağı için bizim Aldous birader'in pederinin Dondurma sattığı bir kamyoneti var, o bizi akşama doğru gelip alacak. Öyle planladık.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra Bognor Regis'e geliyoruz. Bunlar ortada yok henüz. Bunlar gelesiye kadar biraz denize girelim diyoruz. Herkes girmeye hazırlanırken oradan biri bağırıyor beyler iki kişi pankartın başında beklesin, aman ha diyor. Lan pezevenkler olayı iyice büyüttünüz ha, çocuğunu parkta kaçırsalar ses etmez, adam kolpa pankartın peşine düşmüş diyemiyorsun tabi. Zaten su soğuk gibiydi. Ben girmedim, bekledim sahilde. Zaten bunlar da hemen geldiler. Sonra buluşacağımız yere yani Bognor Regis'in tren istasyonuna tekrardan dönüyoruz. Bilmeyenler için söyleyeyim Bognor büyük bir yer değil. Tipik İngiltere Taşrası. Lakin gelgelelim şehrin içinden hem sahile giderken hem de tren istasyonuna tekrardan dönerken millet elinde kocaman bir pankart olan üç kişi ve bunların arkasından gelen 6-7 kişiye garip refleskler de vermedi değil. O zamanlar cep telefonu yok tabi, millet şu saatte gelirim dediği vakit orada olurdu. Ki belirttikleri vakit Batı ekspresinden iniyordu Sotonlular. Lakin in in bitmiyordu pezevenkler. Sanarsın Emir Kusturica'nın yönettiği filmde cingen düğününe gelmiş hepsi. Saysan akşam olur bunları. Abartmıyorum rahat bir elli kişi varlar. İlk başlarda üzerimizdeki çıkışta bekleyin hepinizin ağzına sıçacağız, hepinizin! ruhu, adamların sayısı arttıkça sizi tanıdılar ben kaçıyorum ruhuna dönüşmek üzere o sıra. Yanımdaki Joe'nun bunlar trenden inip bize doğru yönelmeye başladıklarına kadar ki repliklerini yazmam sanırım olayı anlatıyor.
Oh..No.. Don't say anyth...Is it? po...Oh mate nooo....Fucked up mate...Other Boys?...No way..Shit..Shit..Shit..,
Şimdi yalan yok dostlar. Bu Bill Anton denen herifle arkasından gelen yaklaşık 40-50 kişilik grubu görünce bizim Max Ankara'dan abim gelmiş duygusallığına bürünüyor. Bizim reis de sıçtıysa biz temelli sıçtık işareti görüyorum yanımdakilerin gözlerinde. Bu Bill yanımıza yaklaşıp Max kısa ve net konuşacağım diyor. Verin pankartı alın pankartınızı. Ayrıca Reading'li çocuklara da bundan sonra dokunmayın tamam mı diyor? Olur diyor Max. Verin bakalım şu pankartı diyor. Bizimkini açıp veriyorlar bize. N'aptınız lan pankarta böyle, içinde hazine mi saklıyorsunuz açın bakalım şunu diyor. Biz yalandan ilmikleri açmaya çalşıyormuş gibi davranırken bu yanındaki Hattori Hanzo kılıcına benzer bıçağını çıkararak çekilin lan şöyle, bir işi beceremiyorsunuz takımınız gibi, Uğraştığımız adamlara bak ya diyor. Baya bir uğraşıyor bu pankartı açmak için. Tıpkı kurban bayramında kalın boyunlu iskoç koyununu kesemeyip olayı namus meselesine dönüştürüp sinirden koyunu bıçaklayan amcabey gibi Bill de kanter içinde kalıyor. Yanındakilere bağırıyor, gelin açın şunu diye. Oo, usta yemin olsun biz masum bir tribünmüşüz. Adamlar sanki Ukrayna, Rusya'dan ayrılıp silahsızlanma dönemine girdiğinde Ukrayna'ya girip boş-beleşe silahdır, bıçaktır hepsini temin etmişler. Bir tank yoktu yanlarında yemin olsun. Diğerleri de gelip ceplerindeki çıkardıkları bıçaklarla açmaya çalışıyorlar ip düğümlerini. Yalnız bizimkiler artık denizci düğümü mü attılar artık bilemem ama bunlar dört beş kere mola verdiler, sigara içtiler. Aynı bizim Alban'ın berberi gibi. Pezevenkin gençken bir delikten dört tane çıkan kıvırcık saçları vardı. Bunu berbere götürdüğümüzde berber abartmıyorum, bunun saçını üç kere falan mola vererek keserdi. Kırk yıldır yoğurt yiyorum, ben böyle kase görmedim tadında dırdır ederdi.
Neyse, biz bunlar uğraşamayacak artık, yırttık bu işten diyecekken düğümün birini koparıyor hayvanın biri. Hani Türkçede bir deyim var "Çözülmüş düğüm gibi arka arkaya olaylar sonuçlandı" yada onun gibi. Bu hayvanın kopardığı ipten sonra bizim çakma pankart yavaş yavaş açılıyor ve bizimkilerin arasında Eşhedü...la..ilahe...eşhedü... sesleri çıkıyordu. Hatta bizim ateist reis Max bile Jesus esaslı adamdı aslında, nasıl hakkını yediler anlayamıyorum falan demeye başlıyor. Ve bizim maskelerimiz bunlar pankartı yavaş yavaş açarken aynı hızda düşüyordu. Hatta en sonda bunlar pankartı hızlıca açtığında birden yere düştü maskelerimiz. Bir Vendetta'nınki düşmedi. Yıllardır sırıtıyor insanlara pezevenk. Bir numarası yok aslında.
Bunlar pankartı açınca biz grupcak tutunacak dal arayan koala gibi olmuşken Bill birden gülmeye başlıyor. Bu ne lan? Abba'nın albüm kapağı mı? Dalga mı geçiyorsunuz lan ibneler? diye. Biz boğazımızdaki son tükürüğü de şöyle bir midemize gönderirken aynı zamanda kafamızı sağa-sola doğru hayır abi şaka değil manasında sallıyoruz. Bu hem sakız çiğneyip hemde yürüyemeyen İngiliz insanları için önemli bir gündü. Ama olmadı. Tek hatırladığım şey "Abi allaseven bıçak yok değil mi? Bıçak yok değil mi abi? Bak sırtıma tekme at, şeyine tak dolaştır beni. Ama bıçak yok değil mi abi? Sahiden yok değil mi abi?" nidaları. Sahiden de bıçak yokmuş, ama güzel dayak varmış. Hepimiz dayak sonrası deli dana gibi kaçışırken ben tren yoluna atlayıp sahil tarafına doğru kaçmaya başlıyorum. Bir beş dakika rahat arkamda beni kovalayan nefesleri duydukça artık pes edip yere yatıp cenin pozisyonuna giriyorum. Bakıyorum kimse vurmuyor, meğerse bizimkilermiş arkamdakiler. Tam yerden kafamı kaldırıren bizim şişko Joe'nun koşuşunu görünce istemsiz bir biçimde kahkaha atıyorum. Çok garip bir duyguydu o. Ağrıdan her yanım ağrıyor hatta hayvanın biri ben kavgayı ayırırken parmağında yüzük vardı galiba hayvani bir kroşe çıkmış bizim burnun sağ tarafından dudağın üst tarafına kadar felç etmiş lakin ben bizim Joe'nun koşuşuna gülüyorum. Tam ayağa kalkıp kırılan dişimi elime alacakken arkamdan bir ordu bana doğru gelince tekrardan cenin pozisyonuna girdim. Geçerken biri fena bir tekme vurdu, hiç unutmam ölüyorum sandıydım.
Ayağa kalkıp şöyle bir etrafı süzüyorum. Hemen şehir merkezine doğru koşup olayı bardakilere arayıp anlatacağım. Allahım, ne çocuksu endişelerdi o zaman öyle. Telefon kulübesinden yansıyan yüzümü görünce bundan vazgeçip tekrar tren istasyonuna doğru ufak ufak yürüyorum. Arkamı da kolluyorum hani. Bakıyorum bizimkiler var mı orada diye, kimsecikler kalmamış. Geri dönüyorum şehir merkezine. Cebimdeki paraya bakıyorum, otobüse yetmez, tren de yok o gün Brighton'a. Sahile doğru gidiyorum bakıyorum bizimkilere bir yarım saat. Yoklar.
Denize düşen yılan'a sarılır. Alban'ı arıyorum evde yok. Dayı beyi arıyorum kimse açmıyor telefonu. İki jeton attım cepte parada kalmadı. Artık son jetonla evi arıyorum. Annem açıyor. Anne diyorum, dede mi verebilir misin? Oğlum neredesin sen Albanın da haberi yokmuş diyor. Anne diyorum sen dedemi ver. Dedem alıyor ahizeyi. Oğlum Joe, yavrum neredesin? İnsan bir haber verir diyor. Dede diyorum böyle böyle. Dede n'olursun sen gel beni almaya babam tek başına gelmesin diyorum. Dedemin yanında babamın sesini duyunca tırsıp, yerimi söyleyip hemen kapatıyorum. Yandaki büfedeki kadından rica edip buz istiyorum. Balıkları dondurmak için koyduğu buzu veriyor bana. Buzu alıp dudağımın üstüne koyuyorum. Buz eridikçe yüzüm balık kokuyor, sinekler yüzüme geliyor.
Bir 45 dakika sonra babamla dedem söylediğim yere geliyor. Bakıyorum sağ koltuğa dedem de var. Rahatlıyorum. Arabaya binip yüzümü önüme doğru çekiyorum. Tabi dedebey heyecanlanıyor yüzümü görünce. Pederbeyde tık yok, hiçbirşey söylemiyor. Brighton'a doğru yola koyuluyoruz. Tam şehirden dışarı çıkacaktık ki otobüs durağında bizimkilerden üç kişiyi görüyorum, koltuğa doğru gömülüp kafamı hemen sola çeviriyorum. Şehirden çıkınca bizim pederbey bana buz almak için bir yol üstü lokantasına uğruyor. Dedem, hadi yemek yiyelim bari burada, karnımız acıktı diyor. Giriyoruz içeri. Sadece tavuk kanadı varmış. Olur diyoruz, geçiyoruz içeri. Rahmetli dedebey ortamı ısıtmak için daha doğrusu evde benim yiyeceğim sopanın dozajını azaltmak için şakalar yapıyor. Hatta bir keresinde ben Sarıyerde maçtayken... ile başlayan ve hiç bitmeyen hikayelerinden birini anlatıyor. Babam benim yüzüme bile bakmıyor, hiç konuşmuyor.
Dedebey, pederbey ve ben belki de hayatımızda sadece bir kereliğine de olsa şehirdışında üçüncü sınıf bir lokantada tavuk yiyoruz.
Eve gidiyoruz. Annem kapıyı açar açmaz salya sümük oluyor. Kadıncağızı hayatında bilmem kaçıncı kez bu hale sokuyorum, bir noktadan sonra saymayı da unuttum artık. Annem yüzümü mumyaya döndürdükten sonra gözüm istemsizce televizyona sırf dedemin ortam şenlensin diye taktığı Hababam sınıfı filminin kasedini izliyor gibi yapıyor. Hani içimden diyorum ki; "Yahu baba vur bana tonla, dayak yemişim zaten ama susma böyle. Bunu yapma bana, susma" lakin gel gör ki diyemiyorum. Birkaç saat sonra dedebey abdest almak için kalkıyor. Arkasından gidiyorum; Ya dede babam neden böyle yapıyor? Söylesene, valla bilerek yapmadım ya diyorum. Oğlum Münür (Dedemin bana küçüklükten beri Joe dememek için kullandığı isim) ; Ben babanı kaç kere Preston yollarında alıp getirdim, kaç kere dövdüm bunun için bilyor musun? diye soruyor. Hiçbir şey diyemiyorum.
Odama gidip yatağa uzanıyorum. Bekliyorum ki babam gelsin Oğlum Joe bir daha yapma bunu desin. Gelmiyor ama. Sabaha kadar uyuyamıyorum; vücudumdaki ağrılardan, sızılardan değil...
By Joe Jonese Ateşdağlı
Yerel haberleri içeren internet sitesinden haberlere bakıyorum. Southampton tribünü adına Bill Anton gerekirse kendi aramızda para toplarız klübü bu borç batağından çıkarırız demiş. Bill Anton; Yıllar önce Bognor Regis'de ağız-burun kavga ettiğimiz adam.
95' yılı. Her 20 yaşına yaklaşan erkek çocukları gibi hormonlarımız bize hükmediyor. Asarız, keseriz, sahiden bunu yapabiliriz hormonları bunlar. Her hormonun olduğu gibi bir panzehir formülü olan bir hormonu değil bu. Suç bizde; Alkolden dolayı 7/24 çalışan karaciğer bir gün olsun bize "Olum bir-iki dakika durun be, bu sene iyi düğün yaptı. Bir tanesine bile gidemedik, sizin hangi hormonunuzu yapacağım bir durun be arkadaş" diyor bize muhtemelen.
Bu Bill Anton bayrak adamdır Southampton'da. Yıllar öncesi kurduğu Soton Gate tribünü kaç kez ad değiştirdi, kaç kez karakolluk oldu bilmem ama bu adam yeniden kurulan her tribün grubunda reis olarak deplasmanlara gidip gelmiştir.
Bir gün bize haber sallıyor Newbury'den Swindon tayfası. 2 yıl öncesinden değiş-tokuş yaptığımız pankartları almışlar bu çocuklardan Soton Gate tayfası. Maçlara götürüp pankartı ters takarak bizi aşağılamaya çalışıyorlarmış iki-üç maçtır. Bilmeyenler için söyleyeyim; pankart şimdileri öyle değil ama eskiden tribünler için ayrı bir unsurdu. Pankart ligi vardı o zaman desem yanlış birşey söylemiş olmam. Her tribün grubunun belirli üç-beş ayrı pankartı vardı. Bana şimdi Woking'in pankartlarını şu kağıda çiz deseler çizerim, o derece. Her tribün diğer tribünlerin pankartlarını dostlukları ölçüsünde gerek korur gerek aşırmaya çalışırdı. Olur da bir tribün grubu rakip tribün grubunun pankartını ele geçirirse gideceği deplasmalara aşırdığı pankartı ters takar tabiri caise 1-0 öne geçerdi. Sonra ara dur o pankartı. Eskilerden efsanevi bir olay vardır kısaca anlatayım. West'am tayfası 90'ların başında Tottenham tayfasının(Enforce Yid's) pankartını aşırıp bir iki hafta deplasmanlarında ters takıp dalga geçmişlerdi. Baktılar Tottenham tayfası bunları barlarda rahatsız ediyor ülke boyunca bu pankartı tüm Tottenham'dan nefret eden tribün grupları arasında dolaştırdılar. Misal pankart önceki hafta Coventry'de diğer hafta Leicester'de gözüküp cümle aleme Tottenham tayfası ile taşak geçme şansı tanırken Enforce Yid's biraz da seslerini duyurmak için Liverpool deplasmanında bu pankartı ele geçirdik temalı bir afiş asarak, pankartı asmışlardı. Ama pankart diğer hafta Sunder deplasmanına giden Newcastle'lıarda görülünce ve Tottenham tayfasının o pankartı yeniden yaptıkları anlaşılınca Enforce Yid's bu işi bırakıp yıllarca onların üzerinden yapılan komik muhabbetleri dinlemek zorunda kalmışlardır. Bu bahis sitelerindeki futbolun dinamikleri olarak sayılan West'am-Totten'am geçmiş maç skorları istatistiklerinde gözükmez ama tüm kuzey Londralılar bu olayı bilir, duyunca da kulaklarını kaparlar.
İşte böyle bir ortamda Soton'lu çocuklar bizim deplasmanlara gidiş kolay olsun diye üç dört tane ülkenin farklı yerlerindeki dostluk kurduğumuz tribünlerden biri olan yani Swindon'dan bizim pankartı çalmışlar. Aslında olayda birazda bizim suçumuzda var. İki üç ay öncesine kadar bu adamların Walsall taraflarında tamami ile kendi mundarlıklarından kaybettikleri pankartı biz çaldık diye sahiplenmiş o zaman araba kaporta işlerinde çalışan şimdi araba galerisi sahibi olan dostum Roald'a oto boyası ile bu pankartın kopyasını yaptırarak deplasmanlara götürüp ters takmıştık. Gerçi o pankartın üzerindeki aslan motifini daha çok bizona benzetmişti ama uzaktan fark edilmiyordu.
Oturup ne yapsak ne etsek diye düşünürken ilk adımı onlar atıyor. Bizim reisi arayıp iki şehrin ortasındaki Bognor Regis'de pankart değiş tokuşunu önermişler. Tabi bizim götümüz tutuşuyor, bizimkisi çakma pankart. Eminönündeki abibas, yike, rebok ürünleri gibi. Tabi gençlik hiperaktiflikleri mevcut. Abi gerekirse kavga ederiz, alır geliriz o pankartı sen merak etme reis diyoruz. Tabi bizim reis kavgadan yana değil pek. Oturup plan yapıyor. Pankartı öylesine bağlayalım ki açamasınlar, bir noktadan sonra bırakıp giderler zaten diyor. Aklımıza yatıyor bu fikir. Bulabildiğimiz tüm iplerle ilmik ilmik bağlıyoruz pankartı. Ertesi gün 9-10 kişi öğle gibi Portsmouth trenine binip gidiyoruz Bognor'a. Tabi gitmeden önce bizim Alban kavga kokusunu aldığı için gelmek istemiyor. Abi..öhöhöhö...valla..öhöhöhö..hastayım..öhö..ya diyor pezevenk, öylede bir çakaldı.
Tabi bizim yanımızda Max reis var, biz güveniyoruz ona. Trene biniyoruz üç kişi kocaman pankartı taşıyor. Trendekiler içinde ne var acaba diye bahisler atıyor ortaya. Adaşım Joe nereden bulduysa artık hippi çadırı millet bu, gidip kamp yapacağız diye bağırıyor. Millet tabi feci tırsıyor. Dönüş vaktinde tren olmayacağı için bizim Aldous birader'in pederinin Dondurma sattığı bir kamyoneti var, o bizi akşama doğru gelip alacak. Öyle planladık.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra Bognor Regis'e geliyoruz. Bunlar ortada yok henüz. Bunlar gelesiye kadar biraz denize girelim diyoruz. Herkes girmeye hazırlanırken oradan biri bağırıyor beyler iki kişi pankartın başında beklesin, aman ha diyor. Lan pezevenkler olayı iyice büyüttünüz ha, çocuğunu parkta kaçırsalar ses etmez, adam kolpa pankartın peşine düşmüş diyemiyorsun tabi. Zaten su soğuk gibiydi. Ben girmedim, bekledim sahilde. Zaten bunlar da hemen geldiler. Sonra buluşacağımız yere yani Bognor Regis'in tren istasyonuna tekrardan dönüyoruz. Bilmeyenler için söyleyeyim Bognor büyük bir yer değil. Tipik İngiltere Taşrası. Lakin gelgelelim şehrin içinden hem sahile giderken hem de tren istasyonuna tekrardan dönerken millet elinde kocaman bir pankart olan üç kişi ve bunların arkasından gelen 6-7 kişiye garip refleskler de vermedi değil. O zamanlar cep telefonu yok tabi, millet şu saatte gelirim dediği vakit orada olurdu. Ki belirttikleri vakit Batı ekspresinden iniyordu Sotonlular. Lakin in in bitmiyordu pezevenkler. Sanarsın Emir Kusturica'nın yönettiği filmde cingen düğününe gelmiş hepsi. Saysan akşam olur bunları. Abartmıyorum rahat bir elli kişi varlar. İlk başlarda üzerimizdeki çıkışta bekleyin hepinizin ağzına sıçacağız, hepinizin! ruhu, adamların sayısı arttıkça sizi tanıdılar ben kaçıyorum ruhuna dönüşmek üzere o sıra. Yanımdaki Joe'nun bunlar trenden inip bize doğru yönelmeye başladıklarına kadar ki repliklerini yazmam sanırım olayı anlatıyor.
Oh..No.. Don't say anyth...Is it? po...Oh mate nooo....Fucked up mate...Other Boys?...No way..Shit..Shit..Shit..,
Şimdi yalan yok dostlar. Bu Bill Anton denen herifle arkasından gelen yaklaşık 40-50 kişilik grubu görünce bizim Max Ankara'dan abim gelmiş duygusallığına bürünüyor. Bizim reis de sıçtıysa biz temelli sıçtık işareti görüyorum yanımdakilerin gözlerinde. Bu Bill yanımıza yaklaşıp Max kısa ve net konuşacağım diyor. Verin pankartı alın pankartınızı. Ayrıca Reading'li çocuklara da bundan sonra dokunmayın tamam mı diyor? Olur diyor Max. Verin bakalım şu pankartı diyor. Bizimkini açıp veriyorlar bize. N'aptınız lan pankarta böyle, içinde hazine mi saklıyorsunuz açın bakalım şunu diyor. Biz yalandan ilmikleri açmaya çalşıyormuş gibi davranırken bu yanındaki Hattori Hanzo kılıcına benzer bıçağını çıkararak çekilin lan şöyle, bir işi beceremiyorsunuz takımınız gibi, Uğraştığımız adamlara bak ya diyor. Baya bir uğraşıyor bu pankartı açmak için. Tıpkı kurban bayramında kalın boyunlu iskoç koyununu kesemeyip olayı namus meselesine dönüştürüp sinirden koyunu bıçaklayan amcabey gibi Bill de kanter içinde kalıyor. Yanındakilere bağırıyor, gelin açın şunu diye. Oo, usta yemin olsun biz masum bir tribünmüşüz. Adamlar sanki Ukrayna, Rusya'dan ayrılıp silahsızlanma dönemine girdiğinde Ukrayna'ya girip boş-beleşe silahdır, bıçaktır hepsini temin etmişler. Bir tank yoktu yanlarında yemin olsun. Diğerleri de gelip ceplerindeki çıkardıkları bıçaklarla açmaya çalışıyorlar ip düğümlerini. Yalnız bizimkiler artık denizci düğümü mü attılar artık bilemem ama bunlar dört beş kere mola verdiler, sigara içtiler. Aynı bizim Alban'ın berberi gibi. Pezevenkin gençken bir delikten dört tane çıkan kıvırcık saçları vardı. Bunu berbere götürdüğümüzde berber abartmıyorum, bunun saçını üç kere falan mola vererek keserdi. Kırk yıldır yoğurt yiyorum, ben böyle kase görmedim tadında dırdır ederdi.
Neyse, biz bunlar uğraşamayacak artık, yırttık bu işten diyecekken düğümün birini koparıyor hayvanın biri. Hani Türkçede bir deyim var "Çözülmüş düğüm gibi arka arkaya olaylar sonuçlandı" yada onun gibi. Bu hayvanın kopardığı ipten sonra bizim çakma pankart yavaş yavaş açılıyor ve bizimkilerin arasında Eşhedü...la..ilahe...eşhedü... sesleri çıkıyordu. Hatta bizim ateist reis Max bile Jesus esaslı adamdı aslında, nasıl hakkını yediler anlayamıyorum falan demeye başlıyor. Ve bizim maskelerimiz bunlar pankartı yavaş yavaş açarken aynı hızda düşüyordu. Hatta en sonda bunlar pankartı hızlıca açtığında birden yere düştü maskelerimiz. Bir Vendetta'nınki düşmedi. Yıllardır sırıtıyor insanlara pezevenk. Bir numarası yok aslında.
Bunlar pankartı açınca biz grupcak tutunacak dal arayan koala gibi olmuşken Bill birden gülmeye başlıyor. Bu ne lan? Abba'nın albüm kapağı mı? Dalga mı geçiyorsunuz lan ibneler? diye. Biz boğazımızdaki son tükürüğü de şöyle bir midemize gönderirken aynı zamanda kafamızı sağa-sola doğru hayır abi şaka değil manasında sallıyoruz. Bu hem sakız çiğneyip hemde yürüyemeyen İngiliz insanları için önemli bir gündü. Ama olmadı. Tek hatırladığım şey "Abi allaseven bıçak yok değil mi? Bıçak yok değil mi abi? Bak sırtıma tekme at, şeyine tak dolaştır beni. Ama bıçak yok değil mi abi? Sahiden yok değil mi abi?" nidaları. Sahiden de bıçak yokmuş, ama güzel dayak varmış. Hepimiz dayak sonrası deli dana gibi kaçışırken ben tren yoluna atlayıp sahil tarafına doğru kaçmaya başlıyorum. Bir beş dakika rahat arkamda beni kovalayan nefesleri duydukça artık pes edip yere yatıp cenin pozisyonuna giriyorum. Bakıyorum kimse vurmuyor, meğerse bizimkilermiş arkamdakiler. Tam yerden kafamı kaldırıren bizim şişko Joe'nun koşuşunu görünce istemsiz bir biçimde kahkaha atıyorum. Çok garip bir duyguydu o. Ağrıdan her yanım ağrıyor hatta hayvanın biri ben kavgayı ayırırken parmağında yüzük vardı galiba hayvani bir kroşe çıkmış bizim burnun sağ tarafından dudağın üst tarafına kadar felç etmiş lakin ben bizim Joe'nun koşuşuna gülüyorum. Tam ayağa kalkıp kırılan dişimi elime alacakken arkamdan bir ordu bana doğru gelince tekrardan cenin pozisyonuna girdim. Geçerken biri fena bir tekme vurdu, hiç unutmam ölüyorum sandıydım.
Ayağa kalkıp şöyle bir etrafı süzüyorum. Hemen şehir merkezine doğru koşup olayı bardakilere arayıp anlatacağım. Allahım, ne çocuksu endişelerdi o zaman öyle. Telefon kulübesinden yansıyan yüzümü görünce bundan vazgeçip tekrar tren istasyonuna doğru ufak ufak yürüyorum. Arkamı da kolluyorum hani. Bakıyorum bizimkiler var mı orada diye, kimsecikler kalmamış. Geri dönüyorum şehir merkezine. Cebimdeki paraya bakıyorum, otobüse yetmez, tren de yok o gün Brighton'a. Sahile doğru gidiyorum bakıyorum bizimkilere bir yarım saat. Yoklar.
Denize düşen yılan'a sarılır. Alban'ı arıyorum evde yok. Dayı beyi arıyorum kimse açmıyor telefonu. İki jeton attım cepte parada kalmadı. Artık son jetonla evi arıyorum. Annem açıyor. Anne diyorum, dede mi verebilir misin? Oğlum neredesin sen Albanın da haberi yokmuş diyor. Anne diyorum sen dedemi ver. Dedem alıyor ahizeyi. Oğlum Joe, yavrum neredesin? İnsan bir haber verir diyor. Dede diyorum böyle böyle. Dede n'olursun sen gel beni almaya babam tek başına gelmesin diyorum. Dedemin yanında babamın sesini duyunca tırsıp, yerimi söyleyip hemen kapatıyorum. Yandaki büfedeki kadından rica edip buz istiyorum. Balıkları dondurmak için koyduğu buzu veriyor bana. Buzu alıp dudağımın üstüne koyuyorum. Buz eridikçe yüzüm balık kokuyor, sinekler yüzüme geliyor.
Bir 45 dakika sonra babamla dedem söylediğim yere geliyor. Bakıyorum sağ koltuğa dedem de var. Rahatlıyorum. Arabaya binip yüzümü önüme doğru çekiyorum. Tabi dedebey heyecanlanıyor yüzümü görünce. Pederbeyde tık yok, hiçbirşey söylemiyor. Brighton'a doğru yola koyuluyoruz. Tam şehirden dışarı çıkacaktık ki otobüs durağında bizimkilerden üç kişiyi görüyorum, koltuğa doğru gömülüp kafamı hemen sola çeviriyorum. Şehirden çıkınca bizim pederbey bana buz almak için bir yol üstü lokantasına uğruyor. Dedem, hadi yemek yiyelim bari burada, karnımız acıktı diyor. Giriyoruz içeri. Sadece tavuk kanadı varmış. Olur diyoruz, geçiyoruz içeri. Rahmetli dedebey ortamı ısıtmak için daha doğrusu evde benim yiyeceğim sopanın dozajını azaltmak için şakalar yapıyor. Hatta bir keresinde ben Sarıyerde maçtayken... ile başlayan ve hiç bitmeyen hikayelerinden birini anlatıyor. Babam benim yüzüme bile bakmıyor, hiç konuşmuyor.
Dedebey, pederbey ve ben belki de hayatımızda sadece bir kereliğine de olsa şehirdışında üçüncü sınıf bir lokantada tavuk yiyoruz.
Eve gidiyoruz. Annem kapıyı açar açmaz salya sümük oluyor. Kadıncağızı hayatında bilmem kaçıncı kez bu hale sokuyorum, bir noktadan sonra saymayı da unuttum artık. Annem yüzümü mumyaya döndürdükten sonra gözüm istemsizce televizyona sırf dedemin ortam şenlensin diye taktığı Hababam sınıfı filminin kasedini izliyor gibi yapıyor. Hani içimden diyorum ki; "Yahu baba vur bana tonla, dayak yemişim zaten ama susma böyle. Bunu yapma bana, susma" lakin gel gör ki diyemiyorum. Birkaç saat sonra dedebey abdest almak için kalkıyor. Arkasından gidiyorum; Ya dede babam neden böyle yapıyor? Söylesene, valla bilerek yapmadım ya diyorum. Oğlum Münür (Dedemin bana küçüklükten beri Joe dememek için kullandığı isim) ; Ben babanı kaç kere Preston yollarında alıp getirdim, kaç kere dövdüm bunun için bilyor musun? diye soruyor. Hiçbir şey diyemiyorum.
Odama gidip yatağa uzanıyorum. Bekliyorum ki babam gelsin Oğlum Joe bir daha yapma bunu desin. Gelmiyor ama. Sabaha kadar uyuyamıyorum; vücudumdaki ağrılardan, sızılardan değil...
By Joe Jonese Ateşdağlı
15 yorum:
abi yapma böyle allahını seviyosan
aksiyon, komedi, dram. vallahi abi ne yaptın sen. yazı her bölümünde alıp alıp götürüyor insanı. süper hikaye.
abi aramızda para toplayıp sana kitap çıkaratalım, valla bak.
The Cass desem değil.. Green Street Hooligans değil.. Football factory desem o da değil.. Yaa abi hangi filmdi bu? O değilde bi ilhan irem vardı noldu ona yaa?
saat sabahın 5'i olmuş ben birgün ingiltere'de yaşamanın hayallerini kuruyorum.. olacak iş değil yaa..
fabio luciano'ya katılıyorum..
abi yapma böyle allahını seviyosan..
:)
Hatta bizim ateist reis Max bile Jesus esaslı adamdı aslında, nasıl hakkını yediler anlayamıyorum falan demeye başlıyor
haahahahahahahahahahahahahah
abi yine tek solukluk bir yazı, bravo. scrollu çevirdikçe, bitmesin bir paragraf daha olsun, diyorum senin yazılarını okurken.
sanırım bunun da hikayesi gelir yakında: "Tıpkı kurban bayramında kalın boyunlu iskoç koyununu kesemeyip olayı namus meselesine dönüştürüp sinirden koyunu bıçaklayan amcabey gibi..." :)
Harika bir yazi Joe. 3 kez okudum hala guluyorum. Favorilere bile ekledim arada doner okurum yine diye. Ellerine saglik
kolpa joebro, sende cagan ırmak ısıgı görüyorum, yürü be koçum!
bundan sonraki postun da ıssız joe olur artık :) şahane olmuş bravo.
yine yarmışsın üstat.
bunları bir kitapta toplama hele, savaş suçları mahkemesine veririrz seni bak :)
kalemine sağlık...
bu sene iyi düğün yaptı... lan gerisini okuyamadım:)
dur bir daha deneyecem...
bu sefer püskürmeden bitirmeyi becerdim...
ne diyim, sana paintte kapak yapıp getirecem, yılbaşında söz, lakin isim konusunda mütederrididim...
dudullu-hadımköy-brighton hattı size kapak olsun mu?
yoksa
joe jonese ateşdağlı: üçümüz birlikte yazdık, inanmazsan okuma lan şerefsiz mi?
veyapizzahutta
ben bir futbol dilencisiyim diyenin ağzına ispanyol sineği girsin de olabilir gibi mi?
hatta hattu
bir maç kasedi izledim hayatım değişti mi?
blog okuyuculara oy versin, ben el verecem bu işe:)
kim bilir kaç kere söylenmiştir ama bir kez daha söylensin: abi bunları kitap yap! nick hornby filan mok yemiş yanında.. iletişim yayınevi bi sürü futbol kitabı basıyor, buna hemen atlarlar yeminle.
abi yine sürükledin be bizi :D
Münür Bey yaz kitabı artık :) :)
yanlış mı hatırlıyorum; sen bunu deşifre ettikten sonra bir süre garip isimli bir blog açmıştı bu joe değil mi? tabii kendi adıyla değil.
Yorum Gönder