14 Ekim 2013 Pazartesi

SEMTİMİZİN SAHNESİ MODA, SEMTİMİZİN ÇOCUĞU HAMLET


























PEŞREV

Yaklaşık yedi ay önce bu adresteki yazıyla ve yazının sonunda Zeki Müren’in efsane filmi Düğün Gecesi’nin açılış şarkısı ile selamlamıştık Moda Sahnesi’ni.

Bir taraftan “sınıf & mahalle tekmili birden” bir çocukluk arkadaşımızın işin içinde olması, diğer yandan Fenerbahçe=Kadıköy=Moda minvalinden memleketin en sevdiğimiz semtine sahne açılıyor olması derken, inceden yürüyen heyecan, geri sayımın sonlarına doğru koşmaya başladı.

“Kapılar açılsın, tiyatrolar başlasın” sesleriyle gişeden biletler alındı, geçtiğimiz Cuma Hamlet’e gidildi. Ve o güne kadar Hamlet hakkındaki bilgisi “O Claudius denen herif efendi olacak, akıllı olacak, o eli indirecek bir kere” seviyesinde olan, bu satırların yazarı fakir, Hamlet’i çok sevdi. O kadar ki… Cuma’dan iki gün sonra, Pazar günü de Hamlet’in yolunu tuttu. Daha doğrusu niyet başkaydı ama akıbet bu oldu.

Arz edeyim.

TİYATROYA NİYET DON CORLEONE’YE KISMET

Bir kaç yıldır her gününü “Ben konservatuvara gideceğim, tiyatrocu olacağım” diye geçiren (ve Allah var, bu yolda kendini paralayan) kayınbirader ile Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanacak “Buluşma Yeri” oyununa biletimiz vardı.

Lâkin arada kuşak farkı var tabii… Biz Fenerbahçe’nin, en dolmayacağını bildiğimiz maçına dahi, evden stadyum önüne kadar, bileti avuç içimizde terden ıslatıp tutarak beklerken, bu genç arkadaşımız tiyatro biletini evde bırakıp gelmiş. “Biletler sende, değil mi?” sorusuna verdiği karşılığın, bütün yüzüne yayılan bir “Hasss…” ifadesi olması, tam da Kabataş motoruna binmeden iki adım evvelsi.

“Sular motoru açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı Kadıköy iskelesinin ortasında
Biletsiz elleri ve kitaplarıyla İsmail.
İlk önce küfretti.
Sonra, «Elhâm» okumak geldi içinden.”

Belki böyle olurdu… Ama memleketimiz Arhavi, adımız İsmail, sene 1920, işimiz de bu kadar kutsal değildi.

Çıktık iskeleden.

“Bir de Haldun Taner’e bakalım. Olmaz ya, belki yer kalmıştır bugünkü oyuna” dedim. Gişenin mikrofonundan “Maalesef” sesi gelirken, camdan Don Corleone’nin silueti yansıyordu. Babayı almıştık.

BİZ DAHA ÖLMEDİK

“Durduğumuz kabahat ulan. Gidelim Moda Sahnesi’ne, bir şeyler içelim bari. Üç kuruş faydamız dokunsun” fikriyle vurduk yukarıya.

Moda Sahnesi’ne giderken insanı karşılayan şeyler muhtelif… Cadde üzerinde bir afiş, kısa bir aşağı yokuş, kapının karşısındaki duvarın önünde hararetin ve heyecanın birbirine galebe çaldığı seri sohbetler, sola kıvrılınca sahneye giriş, kafasını kitaplara gömmüş adamların tadına hiç doyamayacağı sahaf kokusu, gülen yüzlerin oturduğu sandalyeler, “Orhan abi, iki çay daha verir misin sana zahmet?” bölgesi ve gişesi.

“Çayımızı kahvemizi burada içelim. Kitabımızı burada okuyalım. Sonra eve doğru yelken açarız” derken, sağdan soldan makara muhabbet yürüdü.

“Bugün oyun kaçta yahu?” sorusu düştü ortaya.
“Beşte” dediler.
“Bu işler duyulur da durmak olur mu?” dedik. “Zaten 1.5 saat kalmış. Üç günde iki Hamlet, hele ki böylesi adamı bozmaz, bilakis zihin açar” dedik.
Bizim “Harbiye biletini evde unutan” genç, “Ben alırım abi” diye koşturdu gişeye, kaptı geldi Moda biletini.
Oyundan çıktığımızda, yine çok mutlu ve memnunduk.

BÖYLEYKEN BÖYLE…

Şu satırlara “Ben zaten her tiyatrodan çıktığımda ‘Mucize ulan bu’ diyen bir insan olarak nesnel yorum yapamayacağım” yazmayı da bilirdim ama kendi kendime “Lan zaten sen kimsin de nesnel / öznel yorum yapacaksın tiyatro hakkında?” diye ayar çekebiliyorum Allah’a şükür.

Oyun bittiğinde ve alkışlar sona erdiğinde, salonun boşaldığı merdivenler ve koridor, bir sahne sanatına dair en güzel eleştirilerin duyulduğu yerlerdir. Övgüler ve olumsuz görüşler yalnızca orada olanca soğukkanlı halleriyle, “duvarsız ve sınırsız” bir kardeş sofrasında gibi yan yana dururlar.

Benim izlediğim iki oyunda da Hamlet’in payına düşen, bir sürü “Süperdi. Mükemmeldi. Çok güzeldi” kelimesinin yanında, bir de “Ben bire bir aynısını bekliyordum. ‘Hayal kırıklığı oldu benim için’ diyebilirdim ama oyunculuklar o kadar güzeldi ki. Bravo diyebiliyorum sadece” teşhisiydi. Sanırım “Ne mutlu!” diyerek karşılanabilecek bir şey bu.

EL NETİCE

Hayatın bütün meselesi olan “mek / mak / memek / mamak” noktasında bizim payımıza düşen, çayımızı kahvemizi içip, muhabbetimizi edip, bir güzel de oyunumuzu izleyerek, ismimiz Mesut, göbek adımız Bahtiyar, dönüş yoluna geçmek oldu.

Seneler evvel, gençliğe doğru yürüyen çocuklardık. Fenerbahçe Stadı’nın açık tribününde sesimizi kısarcasına maç izleyip, galipsek (ki genellikle öyleydik) takımın bir golünü kendimiz atmış gibi bir sevinçle koşardık; ne koşması, uçardık Rıhtım’a doğru.

Aşağı yukarı böyle bir şeydi, Moda Sahnesi’nde oyun izlemek. Teşekkür boynumuzun borcu… Tribünce söylemek gerekirse:
“Hamlet! Senin peşindeyiz ulan!”

by Canarino (Duhuliye.com)

Hiç yorum yok: