31 Ocak 2013 Perşembe

DANS FUTBOLDAN ÖNCE GELDİ




Vitesse ve Ajax geçtiğimiz hafta sonu ligdeki enfes maçın ardından (Vitesse kendi evinde 2-0 geriye düştüğü maçı 3-2 kazandı) bugün Hollanda Kupası çeyrek finalinde karşı karşıya geldiler. Ancak Vitesse'nin evi Gelredome'da oynanmadı mücadele. Jupiler lEague takımlarından FC Emmen'in Emmen'deki Unive Stadyumu'nda oynandı. Sebep: Cumartesi günü Arnhem'de yapılacak olan dans festivali Gelredome'da düzenlenecek ve bu hafta boyunca stadyum bu festival için düzenlenecekti. Organizasyon ile federasyon yetkilileri, Arnhem belediyesi ile de konuşup stadyumun kupa maçına ev sahipliği yapmamasına karar verdiler. Gelredome daha önce bir dolu konsere ev sahipliği yaptı (stadyumun üstü tamamen kapanabiliyor) ama Hollanda Kupası çeyrek finalini bile 2. plana atması çok beklenen bir şey değil. Emmen'deki 8 bin kişilik stadyum bu akşam yarı yarıya boştu. Son not Ajax 4-0 ile turu geçip adını yarı finale yazdırdı.

28 Ocak 2013 Pazartesi

MESSİ VE 202 GOLÜ






































Bir insan ezeli rakibinin hevesini bu kadar kursağında bırakır. Ronaldo dün öğlen vakti Getafe ağlarına 3 gol gönderdiğinin akşamında, Messi'nin Osasuna ağlarına gönderdiği 4 golü izledi. Ayıptır. Bu 4 gol onu İspanya Ligi tarihinde üstüste 11 maçta gol atan ilk oyuncu yapmakla kalmadı, aynı zamanda Barcelona tarihinde de üstüste 10 resmi maçta gol atan ilk oyuncu olmasını sağladı. Bu 4 golün 2.si onun Barcelona forması altındaki 200. lig golüydü. Onun dışında 7 oyuncu daha bunu başarmıştı daha önce (aşağıdaki resim), bununla beraber bu barajı geçen İspanya Ligi tarihindeki en genç oyuncu Arjantinli. Bunu sadece Barcelona forması giyerek yapabilmiş başka bir adam da yok zaten. Messi 50 gol daha atarsa Athletic Bilbao'lu Telmo Zarra'ya ait rekoru kıracak. Eğer Raul bir gün İspanya'ya dönüp mucize yaratmazsa da onun bu performansını durduracak adam pek ortalarda görünmüyor.



















21 maçta ulaştığı 33 gollük performansı İspanya tarihinde yapabilmiş tek bir adam var. 1940-41 sezonunda Atlético Aviación formasıyla aynı rakama ulaşan Pruden. Aynı zamanda Messi, İspanya Ligi tarihinde 4 sezon arka arkaya 30 gol barajını aşan ilk oyuncu oldu. Daha önceki 3 sezonda ligde sırasıyla 34, 31 ve 50 gol atmıştı. Messi'nin attığı 33 gol, Avrupa'daki 5 büyük ligde oynayan 97 takımın 66'sının attığı golden daha fazla. Tüm resmi maçlarda bu sezon 44 golü var Katalanlar adına. Ligdeki 33'ün yanında 4 Copa del Rey, 5 Şampiyonlar Ligi 2 de İspanya Süper Kupası golü var.

Messi'nin 202 golünün dağılımı da girişte, VI harika bir grafik hazırlamış. Sol tarafta attığı gollerin rakibe göre dağılımı var. Sağ üstte görüldüğü gibi, 63 maçta 1, 44 maçta 2, 13 maçta 3 ve 3 maçta 4 gol attığını görüyorsunuz. Sağ tarafta attığı gollerin sağ ayak-sol ayak-kafa dağılımı var, hoş ayrıntı gollerden 1'ini elle attı. Bu 202 golün 111'i Camp Nou'da, 91'i ise deplasmanda. Sağ altta ise maç dakikalarına göre gollerin dağılımı var. Görüldüğü gibi Messi rakibin gardının düştüğü ya da direndiği son 15 dakikada tam bir başa bela oluyor. 

25 Ocak 2013 Cuma

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-64





















Endonezya Futbol Federasyonu tarihin en ilginç teknik direktör kovma hadiselerinden birisine 2011 temmuz ayında imza atmıştır. Uzun süren federasyon başkanlık seçimi sonucunda göreve gelen eski futbolcu ve hakem Djohar Arifin Husin, koltuğa oturduğunun ertesi günü milli takım hocası Avusturyalı Alfred Riedl'i kovmuştur. Riedl'a bu kovulmanın gerekçesi olarak, federasyon dosyalarında, eski yönetim ile imzaladığı kontratın kopyasının bulunmadığı gösterilmiştir. Eski federasyonun ikinci başkanı Nirwan Bakrie ile kişisel bir kontrat imzaladığı belirtilen Riedl bunun aksini iddia etmesi ve kendi evinde kontratın bir kopyası olduğunu belirtmesine rağmen kimseye dinletememiş ve yerine Hollandalı Wim Rijsbergen getirilmiştir. Riedl konuyu FIFA'ya götürmüştür ve dosya halen açıktır.

Seyir Defteri

24 Ocak 2013 Perşembe

BİZ BİR ZAMANLAR KAYBEDEN TAKIMLARI TUTARDIK!


Boğuşuyorum. Kimileri için amaç olan iş hayatı benim için boğuşmak.

Kendi şimarıklığımdır belki. Ev-araba gibi kaygıları olmayınca insanın iş hayatının bir bireydeki her tür değeri yağmalaması insana koyuyor.

Her neyse. Birkaç kelam etmeden duramayacağım.

İş hayatında öyle tiplerle öyle sıklıkla karşılaşıyorsunuz ki. Emrah Serbes içten bir “haysiyetsiz” demişti ya. http://www.youtube.com/watch?v=ySjzacDjAWg

İçimden geçen en hafif kelime bu.

Dünyanın her köşesinde böyle olmadığını biliyorum.

Ece Temelkuran demişti bir ara “biz ne zaman bu hale geldik”

Sahi, biz ne zaman bu hale geldik?

İş hayatında yükselme kaygısıyla birilerinin sizi ezme girişimleri bir mantığı olması itibariyle “anlaşılır” bir şeydir. Peki ya sizi ezenlerin bundan en ufak bir faydası yoksa?

İşte o zaman “biz ne zaman bu hale geldik” diye başlayan cümlenin devamı küfürle geliyor. Çünkü karşınızda o mantıklı soruyu sorabileceğiniz bir varlık, bir yaratık yok. Bu sözüm ona insan evladının hangi psikolojiyle hiçbir gerekçesi, menfaati yokken sizi ezmeye çalıştığını anlamaya çalışmıyorum. Yıllardır iş dünyasını o çok sevdiği empati denen eylemi gerçekleştirdim. Ama empatinin de bittiği bir yer varmış ve ben bu günleri de görecekmişim. Menfaat mücadelesinin insanlıktan yoksun ama salt matematiksel mantığının bile bir sınırı varmış. Pessss!!!

Bir insanın arkasında birlikte çalıştığı her ama herkes sadece ve sadece küfrederken bu yaratık geçtim kendine saygı duymayı nasıl yaşar?

Bunun da bir cevabı vardır elbet ama inanın ne bu cevabı duymak ne de anlamak istiyorum.

Hani insan kendini sorguluyor. Ben mi öküzüm diye. E onlarca insan sizi severken sözkonusu yaratıktan herkes nefret ederken kendinizi sorgulamanız anlamsız geliyor. Belki de onlarca insan haksızdır, bir o her düzenin yalakası haklıdır. Boşuna mı onlar yükseliyor? İş hayatının "doğası" bu. Koyunlar susmaya devam ettikçe çobanlar etrafındaki yalakalarla egolarını şişirmeye devam edecek. Tutanacak başka dalları yok ki!




by Gand

OLYMPIC BURGAS

















Blog okuyucularından Serhat Atasoy göndermiş ,biz de teşekkürlerimizi yollayalım. Bulgaristan, Burgaz'ın amatör kulüplerinden Olympic Burgas'ın amblemi...Hafif esinlenme var gibi.

CAPE VERDE'NİN YILDIZLARI






















Afrika Kupası'na gelişi bile sürprizdi Cape Verde'nin. Kamerun'u saf dışı ederek kupaya tarihlerinde ilk kez katıldılar. 22 kişilik kadronun 20'si yurt dışında forma giyiyor 10'u Portekiz'de olmak üzere. Zaten ülkenin ana dili de sömürge dönemlerinden kaldığı üzere Portekizce. Platini namlı Luis Carlos Almada Soares, Fas karşısında dün takımını öne geçirdiğinde Afrika Kupası tarihinde ülkesinin ilk golünü atmış oldu. Platini, Portekiz 2. Ligi'nde, aynen ülkesi gibi Atlantik Okyanusu'nun ortasında bir adada Azor Adaları'nda, Santa Clara takımında forma giyiyor. Teknik adam Lucio Antunes, kasım ayında Jose Mourinho'dan bir şeyler kapmak için 6 gün boyunca Madrid'e gitmiş ve orada bir süre geçirmişti. Jose Mourinho, Cape Verde Devlet Başkanı Jose Carlos Fonseca'nın arkadaşı ve Antunes'in yanına gitmesinde bu ilişkinin de rolü büyük. Hatta takım Afrika Kupası vizesi aldığında "Special One" Antunes'i arayıp bizzat tebrik etmiş. Antunes Real Madrid'in Ajax ve Valladolid maçlarını yerinde izleyip, Mourinho'dan antrenman ve saha için taktikleri konusunda bazı tüyolar aldı. Bunlardan birisi oyuncuları ilk kez katıldıkları kupanın baskısından uzak tutmaktı.  Ayrıca Antunes, Mourinho'nun kendisine "bugün artık antrenman teknikleri ve oyuncu seçim yöntemleri neredeyse aynı, farkı yapan ayrıntılardır" şeklinde bir öğüt aldığını da söylüyor.



















Bunların bir sonucu mudur bilinmez takım gruptaki ilk 2 maçında grubun favorileri ile berabere kaldı ve son maça önemli bir avantajla girdi. Galibiyet halinde gruptan çıkacaklar ve hatta Güney Afrika'nın Fas karşısındaki galibiyeti halinde, Angola maçındaki berbaerlik dahi onlara yetebilir.

Cape Verde aslında futbol tarihi boyunca, aile bağlantılarının da sayesinde önemli bir kadroya sahip olabilirdi. Senegal-Dakar doğumlu Patrick Vieira'nın annesi Cape Verde'liydi, ki soyadı da annesinden gelyordu. İsveçli Henrik Larsson'un da hikayesi farklı değil. Onun da babası bu ülkeden geliyordu, ancak annesi ve babası ayrıldığında çift, annesi Eva Larsson'un soyadını muhafaza etmesinin onun İsveç toplumuna kabul edilmesine yardmcı olacağını düşündüler. Nani ya da gerçek adıyla Luís Carlos Almeida da Cunha, akrabalık ilişkisini bırakın Cape Verde'de doğmuştu. Portekiz sokaklarında top teperken yanında bir arkadaşı vardı. Bugün Beşiktaş'ta top koşturan Manuel Fernandes. Fernandes'in kendisi de Cape Verde asıllı, aynen İsviçre milli takımı oyuncusu, kuzeni Gelson Fernandes'in olduğu gibi. Gelson da Cape Verde'de doğmuştu.AZ ile 2008-09 sezonunda şampiyonluk yaşayan ve bugün Red Bull Salzburg forması giyen David Mendes da Silva, Twente'de forma giyen, Inter'in 2 sene önce büyük umutlarla transfer ettiği Luc Castaignos ve takım arkadaşı Jerson Cabral da anne veya baba tarafından Cape Verde asıllılar. Dolayısıyla, bu oyuncular eğer kararlarını başka şekilde kullansalardı bugün Cape Verde bambaşka bir yerde olabilirdi. Tabii Avrupa'nın çekiciliği ve bu oyuncuların genç yaşlarda aileleriyle göç ettikleri de gözden kaçırılmamalı.

Yazıyı Cape Verde'den bir resim ile kapatalım.


BARRIOS GÖRÜNÜMLÜ ESPINOSA























Genelde yaş küçültme hadisesi Afrikalı futbolcular için sıkça dile getirilir. Hatta Afrika 17 yaş altı turnuvasındaki maçlarda, daha 1 hafta önce Şöhretler Maçı'nda forma giymiş "amcaların" oynadığı da şehir efsanelerindendir. Bu şehir efsanelerini gerçeğe döndüren hadise gelecek yıl Türkiye'nin ev sahipliği yapacağı FIFA 20 yaş altı Dünya Kupası elemelerinin Güney Amerika (CONMEBOL) tarafında gerçekleşti. Peru kadrosunda olan 17 yaşındaki defans oyuncusu Max Barrios'un, 25 yaşında bir Ekvador'lu olduğu, adının da Juan Carlos Espinosa olduğu ortaya çıktı.

Hadisenin anlaşılma hikayesi daha da komik. Ekvador-Peru arasında oynanan ilk tur grup mücadelesinde Ekvadorlu yetkililer, "bu adamın adı Max falan değil, Juan Carlos, zaten bizim ligde de profesyonel futbol oynadı" diye resmi bir itirazda bulunmuşlar. Olayı farkeden Ekvador parlamentosunda görevli eski bir gazeteci olan Rolando Panchana.Oyuncunun Ekvador Ligi'nde Liga de Loja, Deportivo Cuenca ve Canar Municipal formalarını giydiği, bizzat Liga de Loja başkanı tarafından doğrulandı, zira kulüp onu transfer ettiğinde 2010 yılıydı ve Barrios görünümlü Espinosa 22 yaşındaydı. Peru elbette bizimkini takımdan kovmuş ve masum olduklarını futbolcu tarafından aldatıldıklarını savunmuş. Barrios'un babası ise hala pes etmiş değil. Oğlunun Ekvador'da doğduğunu, ancak 6 yaşında iken Peru'ya yerleştiklerini, doğum belgesinin elinde olduğunu ve gerçekten 17 yaşında olduğubnu iddia ediyor. Max'in de "ben bir şey bilmiyorum, babamla konuşun" demeçlerinden yine bir "futbol sahalarında baba figürü" hikayesi ile karşı karşıyayız. Espinosa ailesinin reisi ,"oğlum çok mutsuz, futbolu bırakmayı düşünüyor" diye açıklama yapmış bir de, yahu adamın hayatını bitiren sensin.

Peru ve Ekvador halen turnuvada yollarına devam ediyorlar ve eleme grubunun son 2 sırasında Türkiye uçağına binmek için mücadele ediyorlar. Brezilya ve Arjantin ilk tur gruplarında elenmişti, yani gelecek sene bu 2 ülkenin bir dolu yıldız adayını izleyemeyeceğiz ama yine de bunun turnuvaya olan ilgiyi azaltmaması lazım, bu tür turnuvalardan sadece bu 2 ülkeye ait yıldızlar çıkmıyor. 

21 Ocak 2013 Pazartesi

AVRUPA'NIN 6'LISI


















Hemen 1 maçla gazı almamak lazım ama Bjorn Vleminckx sezon başından beri Gençlerbirliği formasını giyseydi şu an kaç golde olurdu düşünmek lazım. Belirtelim Belçikalı bu tür orta karar takımlar için biçilmiş kaftandır ama onu hemen İstanbul'un büyükleri için "aranan kan" olarak lanse etmemek lazım, değil çünkü. Şu anda onu tanıyan, o futbol kültüründen yetişmiş bir hoca ve Belçikalılara çok da yabancı olmayan bir kulüpte mutlu olacağını düşünüyorum. Yukarıdaki adamlar ise 2012-13 sezonunun, tüm resmi maçlar dahil en çok gol atan isimleri, Messi, Ronaldo ve Cavani'ye şaşırmadık elbet. 3. sıradaki Phillip Hosiner 1860 Münih altyapısından çıkıp Alman futboluna adım attığında kendisinden bekleneni verememişti genç yaşında. Ülkesinde denedi şansını ve bu sezon son senelerde yükselen performansı ile zirve yaptı. Austria Wien de yıllar sonra şampiyonluğu tekrar kovalayan bir takım haline geldi. Liam Boyce, Kuzey İrlanda Ligi'nde açık ara önde giden Cliftonville'in 21 yaşındaki gol makinesi, muhtemelen İskoç veya İngiliz liglerine geçiş yapacak. Anderlecht'li Dieumerci Mbokani dün akşam Gana karşısında geriden gelip beraberliği yakalayan Kongo Cumhuriyeti'nin son golünü atan oyuncuydu. Afrika Kupası onun bu yarışta geride kalmasını beraberinde getirecek yüksek ihtimalle. İsimlerin altındaki rakamlar bu sezon çıktıkları resmi maç sayısı. 

20 Ocak 2013 Pazar

DJANGO UNCHAINED SOUNDTRACK





















Tarantino filmleri öyle hale geldi ki artık filmin müziklerinin olduğu soundtrack albümlerinden farklı düşünmek imkansız hale geldi. Django Unchained'in de farklı bir yanı yok. Tamam Tarantino genelde geçmişte kıyıda köşede kalmış her türlü şeye al atıyor aktöründen şarkısına kadar ama bunu kopyalama olarak almayı reddediyorum. Çünkü bize sunduğu o kadar hoş şeyler var ki hakkını vermek lazım. Travolta'nın kariyeri neredeyse dibe vurmuş, Bak Şu Konuşana filmlerinin adamı haline gelmişti ki Pulp Fiction'la çekip çıkardı, Pam Grier'in ismini Bronx halkı dışında bilen dahi yoktu, David Carradine, Kill Bill gibi bir filmle 5. sınıf filmlerde oynarken ömrünün son yıllarında hem de bir Uzak Doğu saygı duruşu filmde tekrar hatırlandı, Michael Keaton ve Robert Forster Jackie Brown ile kariyerlerinde ivme kaydettiler. Franco Nero ve Sonny Chiba geçmişe saygı duyularak filmlerinde rol aldılar. Bunların yanında Tim Roth, Christopher Waltz gibi adamları keşfeden ve Hollywood'a sunan adam da Tarantino'ydu. Bunun yanında Brad Pitt, Leonardo Di Caprio, Jamie Foxx, Uma Thurman gibi yıldızlara hatırlanacak roller veren de kendisiydi. Her filmde kadrolu elemanı olan Samuel L.Jackson'ı saymıyoruz zaten (ki son filmde de yerlere yeksan eden bir karakterde). Tarantino, hala Hollywood sinemasından gelmiş filmlere tahammül ediyorsak sebeplerinden bir tanesi.

Ama Django Unchained üzerine daha çok şey yazılabilecek bir film olduğundan biz kısa kesip Soundtrack albümüne eğilelim. Albüm Franco Nero'nun 1966 yılında oynadığı orijinal Django filminin şarkısıyla açılıyor, üstad Ennio Morricone "Sara'ya 2 Katır" filminden çıkan ve en son Sherlock Holmes: The Game of Shadows'da kullanılan melodisi başta olmak üzere 3 bestesiyle albümde. Kapanışı RZA yapıyor (bir western filmine rap şarkısı koyarak Tarantino yine dumur ediyor ya) hemen öncesinde gelen, Terence Hill-Bud Spencer ikilisinin efsane filmi Trinity'nin tema müziği harika bir saygı duruşu. John Legend'in Who Did That To You, Anthony Hamilton ve Elayna Boynton'un Freedom şarkıları albümün diğer artıları. Tarantino'nun filmlerinin ortak özelliği film biter bitmez ya internete ya da müzik marketlere koşup harıl harıl albümü aratmasıdır ki gelenek yine bozulmuyor Django Unchained'de. Onun filmleri için aslında şunu söylemek için daha doğru "2 saatlik bir müzik videosu". Filmi izlediyseniz zaten benim yaptığımı yapacaksınzı da eğer izlemediyseniz, edinin dinleyin sonra da filmi izleyin. 

15 Ocak 2013 Salı

EVLADİYELİK ALBÜMLER 5: PRODIGY-THE FAT OF THE LAND

























Ortalıkta elektronik müziği ilk kıvılcımları filizlenirken piyasaya çıktı The Fat of the Land albümü. Bir kere efsane bir albümün en önemli gereklerinden birisi olan isim karizması vardı albümde. Prodigy Expeience ve Music for the Jilted Generation ile zaten İngiltere'de rüştünü ispatlamıştı ama Essex'li grubu patlatan ve tüm dünyaya tanıtan The Fat of The Land oldu. Gerçi bugün hala bazı hayranları Music for the Jilted Generation'ın grubun en iyi işi olduğunu iddia eder. Onlara da hak vermek gerekir çünkü elektronik müziğin kitabını yazan albümlerden birisidir. The Fat of the Land ise tüm dünyada 10 milyon satan bu albüm öncelikle zamanının çok ötesinde bir albümdü. Bugün elektronik, jungle, beat gibi türlerin patladığı ve hemen her köşede profesyonel ya da amatör bir grubun bulunabileceği dönemden 15 yıl önce yapılan albüm bugün dahi kendisini dinletir ve yapılan bir çok işten çok daha kalitelidir. The Fat of the Land'in en önemli artısı bu müzik türünü sevmeyen adamlara dahi kendini dinlettirmesiydi ki, bu bir albüm için çok önemli bir başarı kıstasıdır. Albümün tabii ki popüler kültüre adını altın harflerle yazdırmasının bazı yan etkileri de oldu. Örneğin Smack my Bitch Up'ın videosu her yerde sansürlenmiş, MTV bu klibin tamamını hiç bir zaman sansürsüz göstermemiştir. E normaldir, çünkü klipte, uyuşturucu kullanımı, hırsızlık, gasp, adam yaralama gibi bir dolu suçun yanısıra sondaki sürprizle beraber gelen başka aykırı konular da vardır. Zaten klibi izlemek zordur ya şarkının kendisi de vurucu bir şarkıdır. Firestarter ve Breathe albümün diğer bomba parçalarıdır.


Prodigy'nin 7 yıl sonra çıkan Always Outnumbered, Never Outgunned ve onu izleyen Invaders Must Die albümleri (ki bu grubun ilk albümleri Experience'i de zorlayıp içine sokarsak, albüm isimlerinin tümünün çok iyi olduğunu itiraf etmek lazım) The Fat of the Land kadar olamasa da hatırı sayılır satış rakamlarına ulaştılar ama The Fat of the Land başka bir şey olarak kaldı. Bugün hala çevirip çevirip dinlenen bu albümden, ortamdakilerin kendinden geçtiği Smack My Bitch Up canlı performansı ile bitirelim.

Evladiyelik Albümler

DIŞARIDAN ADAM ALMAK YASAK BEYLER
























Haydarpaşa Lisesi'nde okuduğum için Altunizade civarındaki halı sahalarda geçti lise yıllarımız. Capitol'un karşısında bulunan bugün çoktan yerinde yeller esen Arena ucuz ama dandik ve küçük bir sahaydı. Millet Parkı'nın hemen ucunda, köprüye girişin hemen arkasında bulunan Vezirspor kalite (ki tribünleri dahi vardı) ama pahalıydı. Biz de bu yüzden orta sınıfa hitap eden, Koşuyolu'na inen yolun başındaki Gülhan Tesisleri'ni tavaf ederdik. O yıllarda bizim sınıf takımının defansı kıytırık olduğundan, bendeniz kulakları çınlasın Mustafa adında bir arkadaşımı çağırmıştım. Adam nokta transfer gibi oturmuştu oraya namussuz. Sadece defansa gelen herkesi Jaap Stam edasıyla betona çarpmışa döndürmüyor aynı zamanda Franz Beckenbauer gibi geriden oyun kuruyor, yetmiyor Ronald Koeman gibi uzak şutlarıyla kalecilerin korkulu rüyası oluyordu. Ama bir sorunu vardı ki adam futbol sahasının dışında bizimle samimi olamıyordu çünkü başka sınıfın oyuncusu benim mahalleden tanıdığımdı. Okul koridorlarında Mustafa "A sınıfından Mustafa'"ydı, yeşil halıda ise defansın belkemiği. Maçtan maça soyunma odasına girip "selam beyler" diyor, maç öncesi "beyler defanstan beraber çıkalım" şeklinde kısa ve öz taktik veriyor, sonra da rakip forvetlere çaresizlikten Nazgûl çığlıkları attırıyordu.


Futbol sahası böyle bir yerdir işte, uzakları yakınlaştırır, birbirini tanımayan adamları aynı hedefe yöneltir. Bu tür "tanıdık" kontenjanının temsilcileri halı sahaların değişmez simalarıdır. Kiminin amcaoğlu olur, kiminin kuzeni, kiminin kayınçosu. Ortak noktaları şudur, bu adamları formayı, şortu çıkarıp attığında, örneğin yine ortak bir davete katıldığınızda günlük kıyafetiyle gördüğünüzde tanıyamazsınız. Çünkü başka bir adam olmuştur.

Ben bunu niye anlattım. Belçika'nın en üst kademesinde mücadele eden Lierse kulübü ve 3.ligdeki KV Turhout kulübünün sahibi aynı. Mısır'lı Wadi Degla kulübünün de sahibi olan iş adamı Maged Samy (resimde). Wadi Degla FC'yi 2002'de kuran Samy, takımı kısa sürede Mısır Premier Ligi'ne çıkardı, ancak şu günlerde ülkedeki karışıklık sebebiyle ertelenen ligler halen başlamış değil. Samy de "benim futbolcular iyice hamlamıştır" herhalde diyerek bu oyuncuları Belçika'daki 2 takımına dağıtma kararı almış. Tam 20 Mısırlı futbolcu Belçika'ya akın etti. Lierse'in kadrosunda zaten 4 Mısırlı oyuncu var. 6 tane de kiralık Wadi Degla'lı oyuncu alınacak. Ancak tamamen Lierse'e geçiş söz konusu olamamış, çünkü Belçika'da takımlar maç kadrolarında minimum 6 Belçikalı veya kulüplerin kendi altyapısından yetişmiş oyuncu bulundurmak zorundalar. Ama 3.ligde böyle bir kural olmayınca kalan 14'ü direk Turnhout'a dağılmış. Maged Samy, kazan-kazan durumu olacağını düşünmüş hem futbolcular maç eksiğini kapatacak hem de takımlarına katkı sağlayacak diye ama Belçika Futbol Federasyonu Başkanı Steven Martens, "amatör futbolun temelinde yıldız yetiştirmek vardır, böyle yapılırsa varoluş sebebine ihanet edersiniz" diyor.

2009-10 yılında bu 2 kulüp Belçika 2.Ligi'nde mücade etmişti ve bu yüzden Wadi Degla, Turnhout'tan sponsor desteğini çekmek zorunda kalmıştı. Samy'nin Arsenal'le de işbirliği anlaşması var ve bir futbolcu akademisi işletiyor. Tahmin edileceği gibi Lierse'in teknik adamı da Mısır'lı. Lierse'i, 11 yıl boyunca Bundesliga'da futbol oynamış, "Kaya" lakaplı Hany Ramzy çalıştırıyor. 

14 Ocak 2013 Pazartesi

62 POUND VE HAKEM JOHN BROOKS


Dün oynanan Arsenal-Manchester City maçının sonrası, Aaron Lescott hakemlerin elini sıkıyor. Yardımcı hakem John Brooks, kendisine yaklaşan Lescott'a "adamlar 62 pound ödedi, gidip onların görün asıl".

Hikaye şu, Arsenal, Manchester City taraftarlarına biletleri 62 pound yapınca, City'e verilen 2 bin biletin 900'ü alıcı bulmamış ve Arsenal'e iade edilmişti. Maç sonunda taraftarlar galibiyete rağmen bu paranın çok fazla olduğunu, sürekli deplasmanlara giden bir baba oğul ise bu fiyatlarla artık maç seçeceklerini söylüyorlar.

13 Ocak 2013 Pazar

HAYROLA MOURINHO





Sport gazetesinin bugünkü kapağı, Mourinho'ya çatmışlar tabii. Ronaldo olmadan Real Madrid'in etkisizliğine vurgu var. Portekizli dün sahada yoktu ve Los Blancos lig sonuncusu Osasuna ile 0-0 berabere kaldı, son 10 dakikada Osasuna son paslarda etkili olsa 2-3 gol bulabilirdi. Real Madrid'in de bir nizami golü ofsayt gerekçesiyle iptal edildi ama Barcelona bugün kazanırsa fark 18'e çıkıyor ve bu mazeret kabul eden bir şey değil. Yalnız o +18 "artık lig kırmızı noktalı yayınlansın" anlamına mı geliyor benim mi içim kötü bilemiyorum. Portekizli maç sonlarında takımına gol lazımken nerede ise hiç kulübeden çıkmadı. Bu gidiş, ayrılığa doğru gidiş. Yine Katalan medyasından Diario Gol'ün teşhisi daha manidar. Cristianodependencia. 

DEAN SAUNDERS FAST FOOD'A KARŞI

























Resmin hikayesi başka da anılarımız canlansın. Greame Souness'ın teknik direktör Dean Saunders'ın da golcü olduğu 1995-96 sezonu Galatasaray'ın en acaip sezonlarından birisidir. Hakan Şükür Torino'ya satılmış, her gün "beni istemeden sattılar, ben ne yapacağım burada, her gün bu ırmağın kenarına gelip Türkiye'yi düşünüyorum Selçuk, zaten Rizzitelli'den de pas alamıyorum" diye Selçuk Manav'a dert yanmaktadır. Güntekin Onay her hafta sonu maçlardan sonra Tuttosport gazetecisi Sinyor "cakkini" ile konuşup Hakan'ın notunu öğrenmektedir. O sırada  Galatasaray Sunderland ile deneme antrenmanlarına çıkmış ama çalışma izni alamadığı için kendisine kulüp arayan 24 yaşında Brad Friedel adında bir oyuncu transfer etmiş, Televole kendisini Şener Şen'in "Amerikalı" filminin müziğiyle taraftarlara tanıtmıştır. Transfer olduktan sonra taraftarlarla havalimanında davul çalarak kaynaşan Barry Venison ve çelimsiz Mike Marsh Galatasaray'ın yabancı kontenjanını tamamlamaktadır. Sezon ortasında bu dörtlüye Ulrich van Gobbel isimli bir insan azmanı da katılır, Van Gobbel öyle bir azmandır ki, ilk maçında penaltı olduğunda o sırada Torino'dan dönen Hakan Şükür'ün elinden topu almış ve penaltıyı kullanmış, Hakan Şükür de bacağını eline almamak için buna sesini çıkaramamıştır. Sezon başında Galatasaray'ın Samsunspor'la oynadığı (yanlıi hatırlamıyorsam Uğur Tütüneker'in jübile maçını) İner misin Çıkar mısın yarışmasının spikeri, Boran Kaya anlatmış ve maç boyu "Dean Saunders'a İngiltere'de Dino Saunders diyorlar, sevgili izleyiciler, ben de Dino Saunders diyeceğim", diyerek maç boyu bizi Dino'ya boğmuştur, Dino da bu maçta enfes bir gol çakmıştır.



Sezon pek başarılı geçmemiştir aslında, zira o sezon Can Tanrıyar'ın Ali Şen'le beraber şortla denize girdiği ve orada röportajı gerçekleştirdiği, aynı zamanda Akın Sel'in "Alpay, Alpay" diyerek sezon boyu Alpay Özalan'ın peşinde dolaştığı, Carlos Alberto Parreira yönetiminde sahaya elele çıkan sarı forma, lacivert şortlu Fenerbahçe'nin Trabzon şehrini sessizliğe gömdüğü, Aykut Kocaman ve Oğuz Çetin'in aforoz edildiği, Kemaletin Şentürk'ün Türk futboluna ön libero kavramını kazandırdığı sezondur. Bu meşhur sezonun en önemli anlarından birisi 22 Ekim 1995 tarihinde Kadıköy'de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçıdır. Yarım saatte Galatasaray'a 3 gol sallayan, Saunders'ın Aston Villa'dan takım arkadaşı (hatta bu ikiliye D-Men denmektedir)  Dalian Atkinson Ali Şen'den Mercedes'i kapmış, maç sonrası Selim Soydan canlı yayında "Gelsinler, Souness, Parreira'dan hocalık, Amerikalı kaleci de Rüştü'den kalecilik öğrensin" demiştir. Zaten Souness'ın o meşhur kupa finalinden sonra yaptığı hareket bu laflara tepki olarak yapılmıştır ve ironik olarak Brad Friedel 2 maçlı final serisinde muhteşem oynamıştır. İnsan azmanı Van Gobbel rövanş maçında Aykut Kocaman'ın kafa golünü tabanıyla kurtarmak isterken kendisine Cüneyt Arkın'ın zamanında reklamlarda buzdolabına uçması gibi uçmuş, Aykut kafasının kavurma haline gelmesinden son anda kurtulmuştur (bu meşhur pozisyon şuradaki videonun 14. saniyesinde izlenebilir).  Saftig zamanında Hakan Şükür'ün icadıyla başlayan fotoğraf çekmeli gol sevinci bu sezon da devam etmiş, yıl sonunda Van Gobbel dışında yabancıların tümü takımdan ayrılmıştır, Hollandalı da izleyen sezonun ortasında Fatih Terim tarafından gönderilmiştir. 

İşte o meşhur yılda, Galatasaray'a kupayı getiren Saunders, geçen hafta Wolverhampton Wanderers'ın başına geldi. Takımı alt sıralardan kurtarmaya uğraşacak. Gelir gelmez de bir dolu kural koydu. Bunlardan bir tanesi de Fast Food'u yasaklaması. "Burası ordu değil ama profesyonellerin de hayatına dikkat etmesi lazım" demiş. Tek kuralı bu değil elbet, antrenmana geç gelmemek, antrenman sonrası giyilen yelekleri sahada bırakmamak, sağlık merkezindeki tedavileri aksatmamak gibi kurallar da var. Hormonsuz Wolves, cuma günü Blackburn ile evinde 1-1 berabere kaldı. Kendisinin İngiliz Football Stories programına verdiği komik bir Galatasaray anısı var yukarıda. Şimdiden belirtelim 2 ufak hatası var. Olayın geçtiği, sezon öncesi Malatyaspor hazırlık maçında Hakan Şükür yoktu, çünkü o sırada Torino'daydı ve Saunders belli ki çelimsiz Mike Marsh'ı unutmuş. 

12 Ocak 2013 Cumartesi

SNEIJDER VE HOLLANDA'DAN YANKILAR

























İnternette gördüğüm en anlamlı yazı "hayatımız ne kadar boşmuş ulan, 5 gündür Sneijder ile yatıp kalkıyoruz" olmuştur herhalde şu acaip transfer haftasında. Ariel Ortega ve Alex de Souza transferleri geliyor ilk olarak aklıma, bu transferler de çok uzun süre almış, hatta Aziz Yıldırım Alex'i 6 ay süren ve 2 transfer dönemine yayılan bir sürecin sonunda Hakan Bilal Kutlualp'ın maharetiyle Fenerbahçe'ye getirmişti. Sneijder'ın farkı haberleşme olanakları ve Twitter gibi bir canavarın varlığı. Belki Alex değil ama Arjantin milli takımının o zamanki 10 numarası (2002 Dünya Kupası'nda 10 numarayı giymişti) Ariel Ortega Fenerbahçe'ye geldiği günlerde Twitter bugünkü durumunda olsaydı buna benzer bir kıyamet kopardı muhtemelen. Dolayısıyla ülke transfer tarihinin en absürd 5 gününü yaşamış olmasının sebebi bu iletişim çağının beraberinde yarattığı kirlilik aynı zamanda. Bundan 20 yıl önce muhtemelen Yurdaşen Karahasan ve Ergün Gürsoy  Sneijder ve Yolanthe'yı Foça'daki yazlığa kaçırır ve orada imza attırırdı ve biz de ancak Fotospor'dan olayı ertesi gün öğrenirdik. Neyse bu bizim çılgınlığımız, ben bu kopan hengamenin Hollanda tarafını aktarayım, Hollanda halkı ve genelde de internet kullanıcılarının transfer hakkındaki yorumlarından bir derleme, tabii şunu belirteyim, bu iş kesinlik kazanmadan aşağıdaki yorumların tümü halen bir medya spekülasyonunun sonucunda gelmiştir.

-Eğer imzayı atarsa kaptanlık pazubandını teslim etmeli, kendisini bundan sonra ciddiye almak mümkün olmaz, Van Persie'ye devretmeli

-Milli takıma ve kariyere elveda, Van Gaal'in oturup Türkiye Ligi maçlarını izleyeceğini hiç sanmıyorum

-Hiç olmazsa Almanya Ligi'ne gidebilirdi, Türkiye Ligi'nde sadece Fener ve Gala var, Almanya'da en azından  9 tane üst düzey takım var.

-Eğer hiç bir takım istediği parayı vermiyorsa, QPR ile küme düşmemeye oynayacağına bu para ve her sene Şampiyonlar Ligi'nde oynama tercihi doğru

-Taraftarların futbola aşık olduğu bir ülkeye gidiyor başarılar Sneijder.

-Yolanthe Londra'nın büyük bir kulübünden teklif yoksa İstanbul'a gitmeyi istemiş olmalı

-Sneijder'ın çok fazla takip edilmeyen bir lige gitmesi yazık olur, Kuijt'a bakın her hafta gol atıyor ama kimsenin onu takip ettiği yok

-İngiliz kulüpleri onun için daha iyi bir tercih olurdu, orta sıra kulüpleri dahi, Galatasaray'a saygım var ama kendini Avrupa'ya gösterme şansı çok az, Hollanda'nın % 90'ı da zaten bu ligi takip etmiyor.

-Türkiye'ye gitmesinde problem yok, 28'inde gitmesinde problem var.

-Sokakta rahat rahat yürüyemeyeceği ve maçların satın alındığı bir ülkeye gidiyor.

-Galatasaray'dan yukarıda olan Rusya'nın CSKA ve Zenit kulüpleri de bu parayı verebilirdi. Yanlış tercih

-Kendisine büyük kulüplerden teklif yoksa Ajax'a dönmesi en iyisi olurdu.

-Ocak ayının sonuna kadar beklerse Manchester United'a da gidebilirdi.

-Para kazanacak, Türkiye Ligi'ne Hollanda Ligi'nden daha fazla şöhret var, İstanbul harika bir şehir, kararını destekliyorum

-Sneijder'a verilen para tamamen israf, bununla 10 yıllık altyapı yatırımı yapılabilirdi (tabii bu bir Galatasaray taraftarı)

-Sneijder, Chadli, Boateng, Assaidi...bu Galatasaray kafayı mı yedi, bu parayı nereden buluyorlar?

-Sneijder Türkiye'ye giderse şapkamı yerim



8 Ocak 2013 Salı

BANA NE GİYECEĞİMİ DEĞİL ERKEK ÇOCUKLARINIZA TECAVÜZ ETMEMEYİ ÖĞRETİN!






































by Gand

99 YILLIK ÇINARIMSI GİTTİ















AGOVV Apeldoorn 25 şubatta 100. yılını kutlayacaktı, olmadı, 400 bin euroluk temin edilemeyen bir meblağ kulübü 100 yılı devirmesine 50 günden az bir süre kala uçuruma götürdü. Toplamda 2 milyonluk bir borcu vardı kulübün ve bunun bir kısmını ödemesi gerekiyordu. Ancak bu para bir türlü bulunamayınca Maliye, daha doğrusu Hollanda'nın canavar kurumu Belastingdienst, yani Vergi Dairesi gözünün yaşına bakmadı Apeldoorn'luların. Aralık ayında kulübe 4 hafta süre verdiklerinde zaten bu sonucun er ya da geç geleceği biliniyordu çünkü Hollanda 2. Ligi'nde işler iyi gitmiyordu, öyle ki 3. Lig'den yükselme vizesi alan takımlar, kontratları profesyonele çevirmek istememeleri ve masrafların artışını engellemek için amatör ligde kalmayı tercih ediyorlardı (Hollanda'da halen 3.ligde, 2. lige yükselme hakkını kazanan takımlara seçenek veriliyor), sonunda da beklenen oldu. Kulübün vergi dairesinden ek süre istemesi de olumsuz cevap aldı.
















99 yıllık bir kulüp. Klaas-Jan Huntelaar PSV onu beğenmemişken ve 20 yaşında Apeldoorn'a kiraya göndermişken 1 sezonda 25 gol atmış ve yıldızını parlayıp Heerenveen'e transfer olmuştu. Bugünlerde Galatasaray'ın peşinde olduğu Nacer Chadli (aşağıda) profesyonel kariyerine burada başlamıştı. 1913'te AGOSV Apeldoorn adıyla kurulup 1921'de adını AGOVV Apeldoorn'a çevirmişti kulüp. AGOVV, Alleen Gezamenlijk Oefenen Voert Verder cümlesindeki baş harflerin birleşmesinden oluşuyor. "Ancak Birlikte Yapılan Çalışma İlerlemeyi Sağlar" anlamına geliyor.





7 Ocak 2013 Pazartesi

HOLLANDA ŞÖHRETLER 2012





























Cumartesi günü oynanan, Kraliyet HFC-Eski Milli Oyuncular, Hollanda'daki haliyle Koninklijke HFC-Ex-Internationals maçı öncesinde eski millilerin fotoğrafı. Koninlijke, eski yıldızları 4-3 mağlup etti.

Ayaktakiler soldan sağa: "Hollanda milli takımının kadrolu devlet memuru" Andre Ooijer, "gözlerinin altı sürekli şiş" Michael Mols, bizim Aziz Pierre, "CM'de al bedavaya, koy orta sahaya, dağıt ortalığı" Richard Witschge, "ben de Surinamlı'ydım ben niye meşhur olamadım lan" Regi Blinker, "ben imzaya geldim abi beni tanıyan yok" Oscar Moens

Oturanlar soldan sağa: "O isimle Türkiye'de hırdavatçı bile olunmaz" Arthur Numan, Ronald da olabilir "Frank de Boer", "kardeşim kadar olamasa da benim de passing helalinden 14 vardı" Rob Witschge, "pornocu isimli adam" Bryan Roy, "buna bir şey bulamadım" Aron Winter

5 Ocak 2013 Cumartesi

PSV 100. YIL FORMASI

























Bu yılın 31 Ağustosunda PSV 100 yaşına basıyor. Aslında 1910 yılında Philips çalışanlarından oluşan "Philips Takımı" adındaki oluşum bazı hazırlık maçları oynamıştır. Hatta bu maçlar bugün Philips Stadyumu'nun olduğu yerde oynanıyordu ve ilk maçın başlama vuruşunu da Philips firmasını kardeşi Gerard Philips ile kuran Anton Philips'in 5 yaşındaki oğlu Frits Philips yapmıştı. Takım 31 Ağustos 1913 yılında PSV adını aldı ve 15 yıl boyunca sadece Philips çalışanlarını üye olarak kabul etti, 1928'de üyelik kamuya açıldı. PSV 100. yıl formasını açıkladı. Mavi renkli, çok da ayrıntı işler yapılmamış forma yine de yakasıyla dikkat çekiyor.

TADIMLIK ŞARKILAR MANGASI

























Zordur kısa şarkı yapmak, zira işin bir sanatı vardır. Bir kere intro denen şeyi unutup pat diye şarkıya gireceksiniz, alamlı sözler yapayım, bir köprü kurayım bir de nakarat patlatayım diye uğraşırsanız işin ucu kaçar. Ha ben enstrümental takılacağım söze bulaşmayacağım diyorsan öyle bir çok örnek var, zaten bizim kıstasımız da 2 dakikanın altında olup sözleri içeren şarkılar. Yani Eddie van Halen'in Eruption'ını göremedik diye ayklanmayın. Türkçe sözlü şarkılardan bilinenleri yoruma alabiliriz zira aşağıdaki şarkıları Türkçe sözlü olmayan şarkılardan seçtik. Her maddenin üzerine tıklayarak dinlemek mümkün.

1-Wanted (The Cranberries): Everybody Else is Doing It so Why Can't We gibi kötü bir albümden bu kadar güzel şarkıların çıkması ayrı bir hadise ama Wanted the Cranberries zaman zaman denediği kısa melodilerinin en iyilerindendir ki grup tekrar birleştikten sonra çıktığı turda bu şarkıyı setlist'e aldı, canlı performansını albüm versiyonundan daha iyi hale getirdiler.

2-Mr. Zebra (Tori Amos): Tori Amos 10 saniyelik şarkı yapsa yine dinlenir ya Mr. Zebra bildiğin 1 dakika 30 saniyeye gizem, melankoli, mutluluk ve hüzünü yerleştirmiş bir şarkıdır. Zaten piyanoyu çalan Tori Amos'un eşsiz sesine arkadaşlık eden üflemeli çalgılarla şarkı Boys for Pele gibi zaten muhteşem olan bir albümün adeta üzerindeki "çilek" olmuştur.

3-Burn Out (Green Day): Green Day'in sahnede gitar parçalamadığı, bugünkü siyasi işlerinden tamamen uzakta ortalıkta aylak aylak dolaşırken yaptıkları ve kendilerini şöhrete ulaştıran "When I Come Around" şarkısını da içeren bombalar bombası albüm Dookie'den çıkan bu eser aynı zamanda baterist Tre Cool'un da bir solo da ben atayım lan dediği ender şarkılardandır.

4-Please, Please, Please, Let Me Get What I Want (The Smiths): The Smiths'in hafif durulduğu ama yine Morrssey'in sesiyle tipik bir The Smiths şarkısına çevirdiği bu enfes melodiyi, Johnny Marr bir Cuma gecesinde yazmıştır.

5-Lazing on a Sunday Afternoon (Queen): Bildik Brian May gitar melodileri, bildik Freddie Mercury'den çıkma adeta oyunculuk yapan bir ses ve pazar günü yan gelip yatma üzerine kısacık bir Queen klasiği. Qoeen'in vurucu şarkılarından çok Bicycle Race gibi çerezlik şarkılarını sevenler için birebir.

6-We Will Rock You (Queen): Evet listeye 2 şarkıyla girdi Queenama bunu sonuna kadar hak eden bir şarkıdır We Will Rock You çünkü yıllara meydan okumaktadır aynı zamanda ileride de okumaya devam edecektir. Bir ara We are the Champions'un futbol stadyumlarında yediği ekmeğin aynısını basketbol salonlarında yedi We Will Rock You. Yalnız kıyak geçtik bu şarkı 2 dakika 3 saniyedir.

7-Wond'ring Aloud (Jethro Tull): Aqualung gibi bir efsane albüme de araya karışacak bir kısa şarkı yaraşırdı. Aslında bu tür duygusal şarkılarda verdiği sakinlik daha da belirgin olan Ian Anderson, eline gitarını alıp bu dingin şahesere imza atmıştır.

8-Subway Song (The Cure): The Cure, Subway Song ile müzik değil resmen korku filmi yapmıştır. Bu şarkıyı gece mezarlıkta veya aynen şarkıda anlatıldığı gibi ıssız bir metroda dinleseniz ruhunuzu teslim edersiniz. Bir de yetmezmiş gibi sonunda bir tren sesi vardır ama orası artık hatim indirmeye başlandığı yerdir, çünkü tren sesinden başka her şeye benzer.

9-Darkness Be My Friend (Bruce Dickinson): Tattooed Millionaire isimli ilk Bruce Dickinson solo albümünün bonus şarkısıdır Darkness be My Friend ama Dickinson şarkıyı 2001 yılında piyasaya sürdüğü 2 CD'lik Best Of albümüne dahil etmiştir. İyi de etmiştir.

10-Song 2 (Blur): Bana göre kısa şarkıların babasıdır Blur'un Song 2'su. Bir çok grup ve şarkıcı kısa şarkılar yapmıştır ama Blur resmen bu şarkıyla dünyada hayran kitlesini artırmış ve grubun en çok bilinen şarkılarından birisi olmayı başarmıştır. Tabii yeterince gaz bir şarkı olmasının ve coşturucu etkisinin de bunda payı vardır.

4 Ocak 2013 Cuma

DJUKIC VE BASKÜLÜ


















Kilonun bir adama yaradığı olmuştur. Misal Pepe Reina'ya. Euro 2008'de İspanya Milli Takımı şampiyonluğu elde edince Sevilla merkezli Cruzcampo firması tüm oyunculara ağırlığınca bira hediye etmiş, Reina da 95 kiloyla başı çekmişti. Garibim Cazorla da 70 kiloyla payına razı olmuştu. Şişmanlık ve şişman insanlarla ilgili en güzel lafları bu alemde Ricky Gervais abimiz söylemiştir ki bir zamanlar kendisi de kilo açısından çok istenen seviyede bir adam değilken ciddi anlamda kilo verip tadını çıkarmıştır, hatta söz konusu gösteri bölümü şuradan izlenebilir.Şimdiki haber de yine İspanyollardan. Noel kutlamaları ortalama her Avrupalı veya Hristiyan için "yemek" ve hatta "tıka basa yemek" demektir. Hemen herkes Noel zamanı kiloları toplanıp gelir ve yine hemen herkes o yemekleri günlerce anlatır, bir çoğu da sofradan topladıklarını evine götürüp yemeğe devam ediyor. Real Valladolid hocası Miroslav Djukic de buna önlem almak için harekete geçmiş. Djukic 1993-94 La Liga'nın son haftasında Deportivo forması giyerken Barcelona'ya şampiyonluğu getiren penaltı kaçırma hikayesinin kahramanıydı. Oyuncuları Noel tatiline gönderirken kuralları koymuş. Dönüşte 1,5 kilodan fazla alan herkes, her 100 gram için 100 euro ödeyecek. Takım ligde 11. Muhtemelen o 1,5 kiloyu kendisi de yemeğe gömüleceği için avans vermiştir. Gerçi Ortodoksların Noel'i 7 Ocak'ta olduğu için onun ölçümü gelecek hafta yapmak lazım.  Valladolid bu hafta sonu, yüklenmiş futbolcularıyla Celta Vigo karşsısına çıkacak.