31 Ekim 2008 Cuma

EZELİ REKABET-28



by forzabrian

JEAN CHRISTOPHE GRANGE


Bu haftanın kitap hatta yazar tavsiyesi de bizden gelsin. Polisiye, korku, gerilim üçgeninde harikalar yaratan Grangé ile ilk tanışmam yazarın ikinci kitabı Kızıl Nehirler (Les rivieres pourpres) ile oldu. Küçük bir kasabada, üstün ırk yaratmaya çabalayan, eski bir örgütün izinde iki polisin farklı hikayeleri ile ilerleyen enfes bir romandı. Yazarın diğer tüm kitapları gibi bitirmeden elinizden bırakamayağınız ve olağanüstü sürükleyici bir anlatıma sahip olan kitap sadece Fransa’da 450.000 satmış.

Leyleklerin göç yolu üzerinde süregelen elmas kaçakçılığı ve seri cinayetler ile kurgulanmış Leyleklerin Uçuşu (Le vol des cigognes) ise yazarın ilk kitabı. Kızlı Nehirler’den sonraki üçüncü kitabı ise parapsikoloji, şamanizm öğeleriyle Paris’ten Sibirya’ya uzanan gizemli bir yolculuğu anlattığı Taş Meclisi (Le councile de pierre).

Fransa’daki Türk mafyasının kontrolündeki uyuşturucu ticareti ve sonu Nemrut’ta biten hikayesi ile Kurtlar İmparatorluğu (L’empire des loups), bir katil ve bir paparazzinin Fransa, Uzak Doğu rotasında kesişen yollarının anlatıldığı Siyah Kan (La ligne noire) ve Şeytan Yemini (Le serment des limbes) yazarın Türkçe’ye çevirilen diğer kitapları.

Çok başarılı olmasa da Kızıl Nehirler, Taş Meclisi ve Kurtlar İmparatorluğu, yazarın beyazperdeye uyarlanan eserleri. Kızıl Nehirler 2 ve Vidocq filmlerine senaryo danışmanlığı da yapan Grangé’nin bir de Philippe Adamov’un kaleminden çıkan Zener’in Laneti – Sibylle isimli bir çizgi romanı mevcut.

Miserere isimli son romanını merakla beklediğimiz Grangé’nin tüm kitapları şiddetle tavsiye edilir.

by gorky.

GRONINGEN FANATICS









































Hollanda Ligi takımlarından FC Groningen'in taraftar grubu. Hollanda'nın son yıllarda şekillenen en organize ve en çok göze çarpan gruplarından biri. Kuzey Hollanda takımının blogda bir çok kez belirttiğimiz gibi Eredivisie'deki istikrarlı çıkışı ve geçen sezonun son bölümüne kadar bu sezonun başından itibaren şampiyonluk yarışının içinde varolmasında onların da büyük payı var. 2001 yılında eski belediye çalışanlarından Geert Spieker Z-Side grubunun varlığı ile beraber yeni bir tribün grubu kurma girişimlerini başlatıyor. Grup ilk kez Ajax maçında "UFT (Ultimate Fan Team)" adıyla bir koreografi çalışması yapıyor ancak taraftarların pek sirayet etmemesi ile ufak çapta bir başarısızlığa uğruyor. Buna rağmen çeşitli sponsorların desteği ile tifo çalışmalarına devam ediyorlar. 2003 yılında oynanan Zwolle maçında yaptıkları gösteri ile grubun resmen kuruluşunu ilan ediyorlar. İzleyen sezonda grubun kullandığı bayrak ve flama sayısı giderek artıyor ve Euroborg Stadyumu'nun baskın figürlerinden biri haline geliyorlar. 2004-05 sezonunun başında bir isim değişikliğine giderek "Groningen Fanatics" olarak yollarına devam ediyorlar. Bugün kadar gelen yapılarında sadece maç içi organizasyonu değil, taraftarların stada girişi ve çıkışı, güvenlikleri ve üyelerinin oturacakları yerlerin sezon başı kombine kart satışının sırasında belirlenmesi gibi bir çok konuda belirleyici konumdalar.





































Grubun bir kaç maddelik bir manifestosu var. Birincisi bir çok tribün grubunda görülen "birlik" mesajı. Hiç kimsenin kendi yararı için değil takımın, topluluğun yararı için çalışması ve böylece altın bir geleceğe doğru yol alınması. İkincisi her türlü yayında ve diyaloglarda stadyum için "Euroborg" değil "Groene Hel" yani "Yeşil Cehennem" kelimesinin kullanılması ve bunun lafta kalmayıp maç boyu sergilenecek kaşkol, bayrak ve flamalarla desteklenmesi. Bunun bir uzantıı da aynı şekilde deplasmanda da futbolcuların evinden çok uzakta hissetmemesini sağlamak. Aşağıdaki resim bu konuda hiç de fena olmadıklarının göstergesi. Üçüncüsü bir "taraftar korosu" olarak değil bir "tribün grubu" olarak anılmak. Yani maç boyu sadece şarkılar söyleyip tezahüratlar yapmak değil, maç öncesi ve sonrası da konulan tavır ile bir birlik olduğunun gösterilmesi, giyilen kıyafetler, otobüs organizasyonları gibi bir dizi öğe dahil buna. Dördüncüsü "para". Evet tribün gruplarının da bir çok organizasyon içi maddi kaynağ ihtiyaç var. 3.300 dolayında üyesi olan Groningen Fanatics ay başı üyelerinden 1 euro alıyor. Yani "para" dediysek Abramovich parası değil. Daha makul bir rakam.

Grup geçtiğimiz sezon Ajax maçı öcesi Euroborg'un kuzey tribününün kül olmasına yol açan yangında da stadda hazırlık yapan ekiplerden birisi idi. Neyse ki meydana gelen olayda hiçbir üyesi herhangi bir yaralanma olmadan kurtuldu. Grup halen "Z-Side" ve "Jongeren kern Groningen" ile kuzeyin istikrar abidesinin kapalı gişe oynayan stadının en önemli parçası.



KENDİ KALESİNE ATILAN EN GÜZEL 10 GOL









Bu tür bir listeyi yapmak oldukça zor aslında. Sadece Türkiye liglerinde atılanları bir araya getirsek bile apayrı bir liste yapabiliriz. Ancak listedeki gollerin hemen hepsinin bir özelliği var. Kimi çok büyük bir turnuvanın kaderini değiştiren bir gol, kimi son dakikada gelen bir gol ama ne olursa olsun hepsinin ortak bir noktası var. Rakip kaleye atılsa "çok güzel bir gol" olarak tabir edilecek goller.











10-Sergei Ostapenko (Sırbistan-Kazakistan):
Şimdi yukarıda çok güzel gol dedik ama bu gole güzel dememizin tek sebebi var o da hummalı bir takım çalışması sonrası atılmış olması. Euro 2008 elemeleri A grubunun iki takım açısından son maçı olan karşılaşmasının 79. dakikasında Sırbistan sağ kanattan bir köşe vuruşu kullanır. Top Kazak ağlarına gidene kadar 3 Sırp ve 6 Kazak oyuncuyla temas eder. Golü izleyin bana hak vereceksiniz.

9-Klaus Augunthaler (Kızılyıldız-Bayern Munich): Bu golün güzellik açısından çok büyük bir önemi olmayabilir ama Kızılyıldız'ı efsane kadrosuyla finale çıkaran ve ardından penaltılarla galip gelmesini sağlayan goldür. Kaptan Augunthaler Yugoslavya'da oynanan rövanşa maçının uzatmalara gitmesi sonrası 120. dakikada Aumann'ı* mağlup ederek attığı golle Kızılyıldız'ı toplamda 4-3'lük skorla finale taşımıştır.

8-Chris Brass (Bury-Darlington): Tamam topukla atanı göreceğiz, kafayla atanı gördük, ayağınızla atmak zaten normal. Ama ayağınıza gelen topu burnunuzdan sektirip kendi kalenize atabilir misiniz? Ronaldo ve Ronaldinho "biz top cambazıyız" diyorlarsa gelip Brass'tan öğrensinler.

7-Nobuhiro Sugawara (Japonya-Danimarka): Bu golü yeşil sahalardan değil buzlu sahalardan aldım. Kendi kalesine gol atan çok oyuncu görmüştüm ama attığı gole sevineni hiç görmemiştim. 2004 Nisanında Dünya Kupası'nda Danimarka ile Japonya'nın karşı karşıya geldiği ve normal süresi 3-3 biten maçın uzatmalarında Danimarka bir hücum yapar. Puck ortaya çevrilir arka direkte bekleyen Sugawara pozisyonunu alır ve fırsatçılığını konuşturarak puckı fileye yapıştırır, ardından da gol sevincini yaşar ama sevinç 1 saniye sürer çünkü attığı golün yanlış kaleye olduğunu anlamıştır. Japonlar mümkünse hokey oynamasın.

6-Jan Durica (Debrecen DVSC - Fehérvár): Penaltı vuruşundan sonra eğer top kaleciden dönmüşse genelde penaltıyı kullanan oyuncunun tekrar topa vurması çok kolay değildir zira henüz vuruş aksiyonunun tamamlamış kasların tekrar harekete geçişi belli bir süre alır. Sorun yok, çaresi Slovak Jan Durica'da. Macar Kupası çeyrek finalinde Fehérvár maçı 2-1 geride götürürken ev sahibi ekip bir de penaltı kazanır. Fehérvár kalecisi topu kurtarır ama penaltı noktasına yetişen Durica düzgün bir vuruşla topu kendi kalesinin ağlarına yapıştırır. 86. dakikada gelen bu golle de Fehérvár kupaya veda eder.

5-John Arne Riise (Liverpool-Chelsea): Geçtiğimiz yıl Şampiyonlar Ligi yarı finali. Liverpool tüm maçı Dirk Kuijt'ın golüyle önde götürdükten sonra 94.dakika gelir çatar. Malouda sağdan topu ortaya çevirir, John Arne Riise yerden 20 cm yüksekliğindeki topa uçan kafayı yapıştırarak Reina'nın kalesinin tepesine çakar. 1-1. Maç biter Liverpool rövanşta 4-2 ile kupaya veda eder. Liverpool taraftarları maç sonrası Riise'yi tribüne çağırarak teselli ederler.

4-Lee Dixon (Arsenal-Coventry City): 1991 yılındaki Premier Lig mücadelesinde Dixon Arsenal kendi sahasında oyun kurarken topu kendi sahasının ortasında alır. Bir kaleye bir Seaman'a bakar 30 metreden muhteşem bir aşırtmayla topu Arsenal ağlarına takar. Seaman'ın ömrü aşırtma gol yemekle geçmiştir zaten (bkz. Nayim, Ronaldinho) bunu da itiraz etmeden içeri alır.

3-Tony Popovic: Ben bu golü rakip kaleye atacak en fazla 5 oyuncu sayarım, Tony Popovic kendi kalesine atmayı başardı. Eylül 2004'te Portsmouth'un Crystal Palace'ı 3-1 mağlup ettiği maçın son golü sağ kanattan gelen ortayı kaleye arkası dönükken topuk darbesiyle uzak köşeye bırakan Avustralyalı'ya aitti. Enfes bir gol. Tek problem hedefinden 105 metre sapmış olması.

2-Recep Çetin (Malmö-Beşiktaş): Bu golden dünya futbolunu takip eden kaç kişinin haberi vardır bilmiyorum ama bizim için yeri çok ayrıdır. Açık söylüyorum ben bu golü yiyen Engin İpekoğlu'nun yerinde olsam yere yatar 2 dakika boyunca gülerdim. 19 Eylül 1990 tarihinde İsveç'te oynanan ve Beşiktaş'ın 3-2 kaybettiği maçın Malmö adına son golünü Recep Çetin sağ kanattan gelen ortaya mükemmel bir vole yapıştırarak atmıştır. Gol sonrası o an atağın gelişimine kadar sessiz kalan ve büyük ihtimal maç bitse de gitsek havasına giren spiker Levent Özçelik, ilk bir kaç saniye ne olduğunu anlayamamış ve olanları sonra idrak edebilmiştir.

1-Jamie Pollock (Manchestr City-QPR): 1958 Dünya Kupası finalinde Pele'nin İsveç'e attığı golü düşünün. Hani rakibin üstünden aşırtıp köşeye bıraktığı. Şimdi son vuruşun kafa olduğunu düşünün ve kaleleri değiştirin. Manchester City forması giyen Jamie Pollock'ın 1999'da sondan ikinci hafta küme düşme mücadelesindeki rakip QPR ile oynanan maçta kendi kalecisi Martyn Margetson'a attığı bu enfes gol City'i 2.lige göndermiş QPR'ı ligde tutmuştur. Bunun ardından QPR'lı taraftarlar internette açılan bir ankette geçmiş 2000 yılın en ilham verici insanı olarak Pollock'ı zirveye taşımış ve Hz. İsa'nın üzerine yerleştirmişlerdir. Ama gol de ne gol. O ne alış, o ne dönüş, o ne aşırtma. Ercan Taner bu golü anlatsa kendinden geçerdi. Tabi Oscar Cordoba'nın şike yapmak için 94. dakikada ceza sahası dışından uzak şutları iyi olmayan bir oyuncunun vuracağı bir topa bel bağladığını ileri süren çeyrek akıllıların ülkesinde Pollock'ın kaderi talihsiz Escobar gibi olur muydu bilemem.



*Düzeltme için turhan atakan ve murat yılmaz'a teşekkürler.

30 Ekim 2008 Perşembe

ÇÖKÜŞ

TALENT POOL



















Hollanda kulüplerinin neden dünya üzerinde top koşturan birçok futbolcunun okulu haline geldiklerini ve futbolcuların profesyonel kariyerleriin başında bir temel taşı olduklarını daha önce birçok örnekle verdik. Ajax, Heerenveen, Twente, Groningen bu alanda örnek verdiğimiz takımlar oldular. Bugün de Feyenoord'dan ve Rotterdam takımının son 3 sezondur uyguladığı ilginç altyapı projesinden bahsedeceğiz. Projenin ismi "Yetenek Havuzu" orijinal ismiyle "Talent Pool". İçeriği şu. Her yıl Feyenoord kendi futbol okulundan (yukarıda da resmi görülen "Fetteh"den) seçtiği 7 oyuncuyu bu havuza alıyor. Ardından bu oyuncuları kamuoyuna bildiriyor. Daha sonra toplamı 20'yi geçmeyecek yatırımcılar taban rakamı 250,000 euro olan meblağları bu havuza yatırıyorlar ve bu 7 oyuncunun gelecekte yapacağı transferlerin % 25 hakkına sahip oluyorlar. Buna göre bu oyuncular herhangi bir kulübe transfer olduklarında bonservis bedelinin % 25'i bu havuza katkı yapan yatırımcılara, % 75'i ise kulübe kalıyor. Bu yol ile her sene 5 milyon euro toplayan Feyenoord bunu futbol okulunun gelişiminde ve yeni oyuncular transfer etmekte kullanıyor. Tabi bu 7 oyuncuyu seçerken geleceği parlak olanları seçmekte dikkat ediyorlar. Bu yolla hem yatırımcı ilgisini çekiyorlar hem de takıma katkı sağlayacak yetenekte oyuncuları kadroya almış oluyorlar. Bu proje ilk olarak 2007 mayısında uygulandı. Yetenek havuzunda Jonathan de Guzman, Royston Drenthe, Tim Vincken, Diego Biseswar, Erwin Mulder, Luigi Bruins ve Georginio Wijnaldum yer aldılar. Bu oyunculardan Drenthe Real Madrid'in yolunu tutarak yatırımcılarına önemli bir para kazandırdı. 13 milyon euroluk bonservis bedelinin 3,3 milyon euroluk kısmı yetenek havuzuna yatırım yapan isimlere gitti. Biseswar, De Guzman, Wijnaldum, Bruins ve Vincken bu sene Feyenoord kadrosunda yer bulmaya başladılar. Özellikle ilk üçünün Avrupa'ya gideceği tarih yakındır. Temmuz 2007'de ikinci havuz açıklandı ve bunda da Ron Vlaar, Andwélé Slory, Jacob Lensky, Mitchell Schet, Dwight Tiendalli, Sherif Ekramy ve Serginho Greene yer aldılar. Bu havuzdan da Greene, Slory, Vlaar ve Lensky A takım kadrosuna bu sene alındılar. Listedeki bir isim dikkatinizi çekmiştir. Sherif Ekramy. Al Ahly kulübünün alt yapısından yetişen Mısırlı kaleci Ankaragücü'ne kiralık olarak verildi sezon başında ve Feyenoord'un yetenek havuzuna alıp umut bağladığı isimlerden birisi. 2001 ve 2003 Fifa gençler turnuvasında mücadele edip ilkinde üçüncü olan Mısır takımında yer alıp ikincisinde turnuvanın kalecisi seçilmiş bir isim. Ancak futbolcu Ankaragücü'nün kendisine olan yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesi ile bu ayın başında kulüpten ayrıldı ve Bundesliga'da yoluna devam edeceğini açıkladı. Henüz takımı belli değil.



















Feyenoord'un bu projesinin üçüncüsü bugünlerde planlanma aşamasında. Aşağı yukarı 1 seneyi aşkın bir süredir yeni bir havuzun açılmasını bekleyen yatırımcılar da bekleyişte. Özellikle birinci yetenek havuzundaki isimlerin bugün geldiği nokta yeni yatırımcların iştahını kabartıyor. Bu proje Anadolu kulüplerimiz için çok önemli bir kaynak yaratabilir aslında. Anadolu'daki kulüpler her sene A takıma kazandıracakları oyuncular için 250.000 dolar olmasa da 100.000 euro, 50.000 euro gibi rakamlarla, 10,12 yatırımcı sayısı ve oyuncuların gelecekte yapacakları transferlerin % 25'i ya da % 20'si gibi bir rakamın bu yatırımcılara verileceği bir sistemle kazanç elde edebilirler. Bu hem genç oyuncuların A takımlarda yer alara kendini gösterme yolunu açacaktır, hem de kulüplerin altyapıya yaptıkları yatırımları ve kulüp bütçelerini doğrultacaktır. Ancak tabi ortada ülkenin ekonomik pozisyonu Türkiye'de genç yeteneklere verilen önem ve bir dolu olumsuz unsur olduğundan sistemin uygulanması çok zor görünüyor. İstanbul'un 3 büyüğünü zaten geçiyorum, Galatasaray dışında orada genç oyunculara verilen önem 35 yaşındaki tatil köyü arayan futbol emeklilerine verilen değerin onda biri bile değil. Galatasaray'ın ki de he sene en fazla 2 oyuncuya tahammül edebilen nitelikte. Bu yüzden de biz yabancı çöplüğü onlar futbol okulu oluyor ya.

BİR KAÇ BLOGGERIN YAPTIĞI TÜM BLOG CAMİASINA......BLA BLA BLA

























Google'ı açıp rastgele bir kaç arama yaptım. Tamamen gelişi güzel seçilmiş aşağıdaki bir kaç örneği sizlerle paylaşıyorum.

6 Şubat 2008 tarihinde oynanan Pınar Karşıyaka – Galatasaray basketbol maçında çıkan olaylardan sonra Karşıyaka kulübünün basın açıklaması

KSK Yönetim Kurulu olarak son iki yıldır artan bir şekilde taraftarımız ve yönetimimizle fair – play çerçevesinde liglerde mücadele etme çabasındadır. KSK Yönetimi olarak elbette sahaya yabancı madde atan taraftarlarımızı tasvip etmiyoruz. Bu konuda salonda kendini bilmez bir kişinin yaptığı münferit olay yüz yıla yaklaşan Karşıyaka camiasına mal edilemez.

19 Mayıs 2008 Galatasaray-Fenerbahçe maçı sonrası Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın'ın açıklaması

Çıkan olaylar münferit değil tamamen organizedir. Bir patlamadır. Bu Galatasaray'ın sorunu değildir. Sadece G.Saray'a mal edilemez.

12 Ağustos 2007 Trabzonspor-Sivasspor maçının son dakikada tatil edilmesinden sonra Trabzonspor taraftar derneği başkanı Özgür Özal'ın açıklaması

"Sivasspor maçında yaşananlar, Trabzonspor taraftarlarına mal edilemez" dedi.

16 Mart 2008 Beşiktaş-Trabzonspor maçı ardından 2 Trabzonlu taraftarın bıçaklanması üzerine Beşiktaş yönetiminden açıklama

"Bir kaç taraftarın yaptığı münferit hareketler tüm Beşiktaş taraftarına mal edilemez, olayın takipçisi olacağız....."


















Şimdi biraz uzaklara gidiyorum. Malum holigan diyarına. 18 Ekim'de Aston Villa kendi evinde Portsmouth'u konuk etti. Maçın sonlarına doğru durum 0-0 iken yardımcı hakemlerden Phil Sharp tribünlerden atılan 50 penilik madeni paranın kafasına isabet etmesi ile maçın sonunu tamamlamak için tıbbi müdahaleye ihtiyaç duydu. Federasyon ayağa kalktı, sözcü Andrin Cooper taraftarın yaşam boyu stadlara girişinin yasaklanmasını istedi. Portsmouth teknik direktörü Harry Redknapp da bu kararı destekleyerek yaşam boyu cezanın arkasında durdu. Peki Aston Villa yönetimi ne yaptı. "Bir kısım Aston Villa taraftarının yaptığını tüm Birmingham halkı ve Aston Villa'ya mal etmek insafsızlıktır, olayın takipçisi olacağız" şeklinde konuştular..........Hayır, öyle konuşmadılar tabi. Kulüp basın sözcüsü Steve Tudgay önce emniyet teşkilatı ile işbirliği içine girdi ve televizyon görüntülerinin incelenmeye alındığını ve en kısa zamanda suçlunun bulunup en ağır cezaya çarptırılacağını açıkladı. Teknik direktör Martin O'Neill "yapılan hareket asla kabul edilemez ve korkunç bir teşebbüs. O para Sharp'ın gözüne gelebilirdi ve o zaman olacakları tahmin bile etmek istemiyorum, tamamiyle akıl dışı bir davranış, bu konuda mutlaka bir şey yapılmalı çünkü olay aynı zamanda kulübün sorumluluğu" şeklinde konuştu. 1-2 hafta içinde suçlu bulunacak ve büyük ihtimalle de İngiltere sınırları içinde hiçbir satada girememe cezasına çarptırılacak. Aston Villa'lı taraftarlar ise kendi tartışma platformlarında söz konusu taraftar için "umarız bir daha Villa Park'a giremez" şeklinde görüş belirtiyorlar. Şimdi bir yukarıdaki anlayışa bakın, bir de anlattıklarımıza. Türkiye'de bugüne kadar sahaya yabancı madde atan herkes dışarıda (19 Mayıs'taki pet şişe yağmuru sebebi ile hapis cezası alan Galatasaray'lı taraftarlar hariç, onlar da tabi bugüne kadar böyle bir cezaya uğrayan ilk isimler oldukları için kazan kaldırıyorlar, bahaneleri de bugüne kadar kimseye böyle bir cezanın verilmediği, cezanın yerinde olup olmadığüının önemi yok, daha önce diğer kulüplere verilip verilmediği önemli), sahaya girip maçı yarıda bırakan dışarıda, tribünlerde kavgaya sebep olan herkes dışarıda, cezasız dolaşıyor ve hala maça gitmeye devam ediyorlar. Ne taraftarlar bu hareketleri kınıyor, ne kulüpler sorumluluk kabul ediyor ne de suçluların bulunması için çaba harcıyor. Üstüne üstlük bir de kulp bulmuşlar. "Bu olaylar taraftarımıza ve kulübümüze mal edilemez". Kime mal edeceğiz? NASA'ya mı? Tapu Kadastro Müdürlüğü'ne mi? TEMA Vakfı'na mı? Amersfoort çarşısındaki Faslı kasaba mı mal edeyim? Bu "mal edilemez" lafına bayılıyorum. Bilgisayarın reset tuşu gibi. Her şeyi temizleyip yeniden başlatıyor zannediyorlar. Ama öyle olmuyor işte.

BLACK SYMPHONY





















"Heavy Metal: A Headbanger's Journey" belgeselinde "Bach ve Mozart bugün yaşasaydı kesinlikle heavy metal dinlerlerdi" şeklinde bir yoruma rastlamıştık. Belirtilmek istenen oldukça komplike yapısıyla klasik müziğin aslında günümüzde ancak heavy metalin karmaşık yapısında karşılığını bulacağı ve bir çok heavy metal ve rock müzisyeninin aynı zamanda iyi bir klasik müzik dinleyicisi olduğu tarafına vurgu yapılmıştı. Doğruluk payı hiç de az değildir aslında bu sözün. Korsakov'un "Flight of the Bumblebee"sini dinleyen bir adamın aklına Yngwie Malmsteen'in sololarının gelmemesi mümkün değil. Tabi bu iş sadece uzaktan ilişkie kalmadı. Bir çok ünlü grup şarkılarının senfoni orkestrası ile kaydedilmiş hallerini piyasaya süren albümler ve DVD'lere imza attılar. Deep Purple ve Metallica ilk aklımıza gelenler. Hollanda'lı senfonik-gotik metal grubu Within Temptation'da bu kervana katıldı. Eşsiz vokal, tapılası insan Sharon Den Adel "bu DVD Within Temptation'ın piyasaya çıktığından beri ne yaptığının ve bizim ne olduğumuzu özetidir ve geldiğimiz en yüksek noktadır" diyor. Haklı. Zaten müzikal yapısı orkestral desteğe çok uyumlu olan grubun Şubat ayında Rotterdam'da "The Metropole Orchestra" ile verdiği konserin kaydı Eylül ayında piyasaya sürüldü. Elimizde gayet güzel bir DVD mevcut. Ekstraların içine girdiğiniz an kayboluyorsunuz zaten. Gayet güçlü bir playlist, sesi insanı büyüleyen bir vokal ve 2 saati aşan müthiş bi performans. Benim için "The Solemn Hour" DVD'nin zirvesi. Bu tarz müzikten, bayan vokalli metal gruplarından ve heavy-klasik müzik kesintilerinden hoşlananların kaçırmaması gereken arşivlik bir eser.

MOUNIR EL HAMDAOUI














Gelecek yıl büyük bi ihtimalle onu ya Hollanda'nın 3 büyüğünden birinde ya Bundesliga'da ya da Premier Lig'de göreceğiz. 23 yaşında sadece ama kariyerinin son 3 yılında topu topu 20 maça çıkabildi. 2005 Ocak ayında o zamanlar Tottenham'ın başında olan Hollandalı Martin Jol, ülkesinden transfer ettiği oyuncuların ilk örneklerinden birisini El Hamdaoui ile verdi. Excelsior'dan transfer ettiler. Ancak Tottenham'da hiç bir resmi maça çıkamadı. 2 kez Derby'e kiralandı ama omuzundan geçirdiği ciddi sakatlıklar onun Premier Lig'deki kariyerini bir kabus döndürdü. Rotterdam ve Londra gibi 2 büyük şehirde 5 yıl boyunca yaşadıktan sonra Tilburg gibi küçük bir şehire gelmeyi kabul etti ve kürkçü dükkanına döndü. Willem II formasıyla lige iyi başladı. Ama bir sakatlık daha. 6 ayı daha çöpe gitti Faslı oyuncunun. Futbola dönüşü geçtiğimiz yıl Van Gaal'in AZ'i ile oldu. Müzmin sakat damgasını yemeye en elverişli oyunculardan birisi olan adama Van Gaal 5 yıllık kontrat imzalattı. İşte risk böyle bir şey. Kazandığın zama nbüyük kazanıyorsun. Geçen senenin ortasında yin sakatlandı El Hamdaoui. Artık kredisi dolmuştu. Son kurşunu için bu sezonun üçüncü haftasında ancak takıma dönebildi. Dönüşü muhteşem oldu. Tam anlamıyla. 6 haftada 11 gol attı rakip filelere. 8. haftası oynanan Eredivisie'de takımını liderliğe taşıdı, forvetteki partneri genç Belçikalı Dembele'nin yokluğunda tüm yükü omuzlarına aldı ve 11 golle gol krallığı listesinin tepesine oturdu. Her maç ikişer üçer atıyor. nce 2004'te Hollanda 21 yaş altı takımının formasını giymişti. 2005 yılında Fas milli takımında oynayacağını açıkladı ve B milli takım formasını giydi. Hala A milli takım seçme şansı vardı ve bu sezon başı tekrar Hollanda milli takımında oynamak istediğini açıkladı ama federasyon dün itibarı ile tartışmaya son noktayı koydu. Faslı oyuncu doğduğu ülkenin değil, kan bağının olduğu ülkenin takımında oynayacak. Fas'ın. Başa da belirttiğimiz gibi milli takım bir yana henüz 23 yaşında uçurumun dibine düşmüş ama oradan kurtulmayı başarmış bir adam olarak onun ismini büyük bir ihtimal daha çok duyacağız. Takım arkadaşları ile bu sene sonunda Hollanda futbolunda bir devrim yapma şansları var. Göreceğiz.

ALEMİN KRALI DONNY





















İngiliz "New Football Pools" adlı kamuoyu araştırma firmasının ortaya çıkardığı "The Achievers Report 2008" isimli derinlemesine analizin ortaya çıkardığı ilginç sonuçlar hafta içi İngiliz basınında yayınlandı. 1992 yılında kurulan Premier Lig'in başından beri 92 takımın üzerine yapılan bir araştırmaya göre şu an Championship'te mücadele eden Doncaster Rovers son 16 yılın en başarılı takımı olarak belirlendi. Tabi Premier Lig'de hiç mücadele etmemiş ve şu an İngiliz futbol sisteminin 2. kademesinde mücadele eden bir takımın nasıl en başarılı takım olduğunu açıklamamız lazım. Araştırma bu 92 takımın 16 yıl boyunca oynadığı tüm maçlar, mali durumları, bulundukları şehrin nüfusu, stadlarına çektikleri seyirci sayıları, kulübe yapılan yatırımlar ve başkan değişimleri, gelen ve giden oyuncu dengesi, stadyum kapasiteleri, takımlarında oynayan oyuncuların kaliteleri göz önüne alınarak belirlendi. Yani tüm takımlar saha dışında taşıdıkları şartlar açısından aynı seviyeye getirilmeye çalışıldı. Buna göre takımın içinde bulunduğu şartlar açısından elinde olanla kazanabilecek en büyük başarıyı elde eden takım Doncaster Rovers olarak belirlendi.

Donnys 1992'den beri 5 sezonunu Conference Ligi'nde geçirdi. Bu dönemde seyirci sayısı 2,000 seviyesine kadar düştü. Stadlarının bir tribünü çıkan yangında tamamen yandı. Bir önceki başkanları Ken Richardson bu yangında kundakçılık suçu ile suçlandı ve hapse atıldı. Kulüp 1997-98 yılında Division 3'te tam 34 mağlubiyet alarak bu alanda bir rekor kırdı. 5 sene sonra Üçüncü Lig'e döndüler ve o dönemden bu yana yükselişteler. Geçtiğimiz sezon Leeds United'ı play-off finalinde Wembley'de mağlup derek Championship vizesini aldılar. Dolayısıyla başka hangi kulüp olsa kapanabilecekken onlar uçurumun dibinden yükselmeyi başardılar. Bu yüzden araştırma onları en yukarıya yerleştirmiş durumda. Onu Portsmouth, Reading, bu senenin Avrupa'daki flaş ekibi Hull City ve Wigan Athletic izliyor. Gerçekten de bu 4 takım da sahip oldukları imkanlara rağmen çok önemli yerlere geldiler. Tabi az şey ile çok şey başarmak marifet olunca, büyük imkanlarla bir şey elde edememek de başka bir marifet oluyor. Bu yüzden Manchester City, Nottingham Forest, Sheffield Wednesday, Coventry City ve Wolverhampton Wanderers listenin son 5 sırasındalar. Bu takımlar gerek sahip oldukları stad, gerekse bulundukları şehrin gelişmişliği ile çok daha büyük başarılara imza atmaları lazımlen ilki dışında alt liglerde mücadele ediyorlar ve Manchester City de harcadığı milyon poundların karşılığını alamamış durumda. Premier Lig'in kupa canavarlarından Arsenal 27., Manchester United 29., Chelsea 33., Everton 38. ve Liverpool 45. sırada. Raporda milenyumun en büyük sürprizleri, en büyük hayal kırıklıkları, lig bazında araştırmalar ve takım bazında 16 yılın muhasebesi var. Printer'dan basıp okumaya başladım bile. 42 sayfalık enfes bir kaynak. Genel sıralamanın tümü aşağıda.

1. Doncaster Rovers
2. Portsmouth
3. Reading
4. Hull City
5. Wigan Athletic
6. Cheltenham Town
7. Aldershot
8. Carlisle United
9. Scunthorpe United
10. Accrington Stanley
11. Morecambe Town
12. Bolton W
13. Yeovil Town
14. Colchester United
15. Sunderland
16. Hereford United
17. Swansea City
18. West Bromwich Albion
19. Northampton Town
20. Stoke City
21. Dagenham & Redbridge
22. Plymouth Argyle
23. Preston North End
24. Walsall
25. Rochdale
26. Macclesfield Town
27. Arsenal
28. Watford
29. Manchester United
30. Southend United
31. Blackburn
32. West Ham United
33. Chelsea
34. Wycombe Wanderers
35. Burnley
36. Barnet
37. Chesterfield
38. Everton
39. Blackpool
40. Rotherham United
41. Newcastle United
42. Crewe Alexandra
43. Gillingham
44. Bristol City
45. Liverpool
46. Barnsley
47. Leyton Orient
48. Hartlepool United
49. Port Vale
50. Lincoln City
51. Stockport County
52. Aston Villa
53. Birmingham City
54. Charlton Athletic
55. Peterborough United
56. Bury
57. Huddersfield Town
58. Fulham
59. Ipswich Town
60. Brighton & Hove Albion
61. Middlesbrough
62. Tottenham Hotspur
63. Derby County
64. Swindon Town
65. Crystal Palace
66. Darlington
67. Queens Park Rangers
68. Bristol Rovers
69. Chester City
70. Bradford City
71. Millwall
72. Tranmere Rovers
73. Oldham Athletic
74. Bournemouth
75. Grimsby Town
76. Sheffield United
77. Southampton
78. Norwich City
79. Leeds Utd
80. Exeter City
81. Cardiff City
82. MK Dons
83. Shrewsbury Town
84. Brentford
85. Leicester City
86. Luton Town
87. Notts County
88. Manchester City
89. Coventry City
90. Nottingham Forest
91. Wolverhampton Wanderers
92. Sheffield Wednesday

29 Ekim 2008 Çarşamba

THIS IS SPARTA



















Az önce sona erdi derbi. Sparta aynen geçen sene olduğu gibi son dakikalarda attığı golle Feyenoord'u 2-1 mağlup etmeyi başardı. Feyenoord'un pür melali yukarıda görülüyor. Ligin misafiri Volendam'a dua etsinler, yoksa küme düşmeme mücadelesi vereceklerdi bu gidişle. Son 2 sezonda Heerenveen ile hem transfer politikası hem de oynattığı oyunla Hollanda'da büyük saygı kazanan Gertjan Verbeek'in (o futbol Alves gibi bir gol makinesi yaratıp 30 milyon euroya adaya gönderdi) koltuğu yakında ikinci el pazarına düşecek gibi. Normal şartlarda çoktan görevden alınmıştı ama Hollanda'da kulüpler teknik direktörlerini görevden almadan önce 5 defa düşünüyorlar. Feyenoord 8 Eylül'den beri kazanamıyor. 2008-09 sezonunda sadece 3 maç kazandılar. Bunlardan birisinde ligde Volendam'ı mağlup ettiler. Kim mağlup etmedi ki? UEFA Kupası'nda İsveç temsilcisi Kalmar FF'i zar zor geçip gruplara kaldılar. Nancy ilk maçta onları perişan etti. 3. galibiyet de Hollanda Kupası'nda 2. lig ekibi Top/Oss'a karşı. Yani hepsini toplasan 1 galibiyet etmez. Buna rağmen hala toparlanma şansları var. PSV ve Ajax da lige o kadar iyi başlayamadı. Bu ikisini yakalayabilirler ama Van Gaal'in AZ'ini kim yakalar? Ona bir şey diyemiyorum. Bu sene kesin olarak şampiyonluk adayım. Sebebini anlattık daha önce, yarın biraz daha anlatırız. 40 yıllık tarih bu sene değişir mi?

2010 ŞAMPİYONLAR LİGİ FİNALİ

LEPİSTES BASIN



















Türk basınının kaostan, asparagas haberlerden ve sözüm ona transfer "bombalarından" beslenerek 2000'li yılların başlarından itibaren ayyuka çıkardığı bayağı yayıncılık anlayışının sonunun ne zaman geleceği hakkında ben düşünmeyi bıraktım. Zaten bıraktığımız için de futbol ve sporun diğer dallarının sevdalıları bu bloglara ve diğer mecralara açıldı ya. Basının bu yayıncılık anlayışını sürdürürken yaptığı işlerden birisi de, kafalarında kendi gazeteleri ile ilgili arşivleri silmeleri. Yani öyle haberler yapılıyor ki, sanki 4-5 yıldır kendi sayfalarında yer verdikleri haberlerden hiçbir sorumluluk duymadıklarını düşünüyorsunuz. Bu özelliklerinden birisini bu hafta yaşadık.

Arsenal Fenerbahçe karşısındaydı. 5-2 kazandı. Bugüne gelene kadar gazetelerin bir çoğunda şu tür bir haber gördüm. Arsene Wenger Arsenal'in 12 yıldır başındaymış, istikrar böyle sağlanırmış, zaten Arsenal kurulduğundan beri ortalama 6 yılda bir hoca değiştirmiş, Fenerbahçe ise ortalama yılda bir hoca değiştirmiş. Bu istikrarsızlıkla nasıl istikrar sembolü Arsenal karşısında başarılı olunurmuş. Şimdi bu haberleri yazanlar ya sayı saymayı bilmiyorlar ya da Alex Ferguson'dan küfür yememişler. Arsene Wenger 12 yıldır o takımın başında. Geçen sene de ordaydı. 5 sene önce de. Türk basınının varlığı ise Arsene Wenger'in varlığından daha eski. Bu istikrarı ancak uygulayandan 5 gol yeyince dile getirmenin basitliği ve olaya üstün körü bakış apayrı bir mesele. Asıl trajikomik olan basının yıllardır yaptıkları yayıncılık politikasından bihaber davranması ve sanki o haberleri yazanlar hiç kendileri değilmiş gibi davranmaları. Arsenal İngiliz futbolunun en büyük birkaç kulübünden birisi. Arsenal bu takımın başında kaldığı 12 yılda sadece 3 kez şampiyon olabildi. 9 kez unvanı başkasına kaptırdı. Herhangi bir Avrupa Kupası şampiyonluğu yok. Şampiyonluğu en çok kaptırdığı adam Alex Ferguson Manchester United'ın başındaki ilk bir kaç yılında şampiyonluğu bir kenara bırakın 13.lük yaşamış bir adam. 1986'da atandı. 7 yıl boyunca şampiyonluk göremedi. 1989 yılındaki FA Cup yarı finalini Nottingham Forest'e kaybetse idi ertesi gün kovulacaktı. Kaybetmedi, o sürenin üzerine 19 yıl koydu ve ilk şampiyonluğunu alması 1993 yılını buldu.

Şimdi gözünüzün önüne getirin, Galatasaray'ın başına geçip 7 sene şampiyon olamayan bir hoca, Fenerbahçe'nin başında 12 sene kalıp 3 kez şampiyon olabilmiş bir hoca. Böyle bir şeyi aklınız hayaliniz alıyor mu? Mümkün değil. Peki yine hayal edin. Daha göreve yeni gelmiş bir hoca hakkında 4., 5. haftada istifa söylentisini yayan, Skibbe'nin yerine en az 5, Aragones'in yerine en az 6, lig lideri olan Ertuğrul Sağlam'ın yerine 3-4 tane hoca adayı bulan ve hatta bu hocalarla anlaşıldığı haberini yapan Türk basını Alex Ferguson ve Arsene Wenger'i ne yapardı. 44 sene sonra bir ulusu şampiyon yapan adam için neler yazılıyor görüyorsunuz işte. Efendim Xavi, Iniesta İspanya'yı şampiyon yapmış, Aragones'in bu şampiyonlukta payı yokmuş. Sanki bu 2 futbolcu profesyonelliğe bu sene adım atmışlar gibi. Yıllardır bu oyuncular etraftaydı, onları bir araya getirip belirli bir taktikle oynatan "dede" idi başkası değil. Bu ne demek biliyor musunuz? Alex Ferguson Fenerbahçe'nin başına geçse şu sözlerin söyleneceğinin kesin olması demek. "Rooney ve Ronaldo ile şampiyon olmak marifet değil", "25 sene oldu senin süren doldu", "Kariyeri boyunca Britanya dışında çalışmamış hocayı getirirseniz böyle olur" ...Türkiye'de kariyerli kariyersiz hiçbir hocaya 3-4 hafta bile sabredemeyen, kaostan, istikrarsızlıktan, çalkantıdan beslenen, oyuncu, başkan, teknik adam farketmeksizin sürekli sirkülasyon yanlısı olup bunu destekleyen basının "Arsene Wenger ve istikrar Fenerbahçe'yi mağlup etti" demesi size de son derece içten pazarlıklı, bayağı, sığ ve yapmacık gelmiyor mu? Bana geliyor. Bu basınımızın bu yönde ilk icraatı değil. Bizi de görmüyor sanıyorlar, ama görüyoruz, kaydediyoruz. Tabi aynı anlayış türk futbol izleyicisinde yok mu? Var elbet. "Arsene Wenger 12, Alex Ferguson 25 senedir takımın başında" diye her yerde tellalık yapan bizlerin Michael Skibbe ve Aragones için "bavulunu toplasn defolsun" laflarını dağa taşa yazmamız ve aynısını ilginç şekilde Gerets, Zico, Daum, Del Bosque, Scala, Lucescu hatta hatta Galatasaray'ın ilk döneminde Fatih Terim için yapmış ve hiç ders almamış olmamız çok acı değil mi?

GELECEĞİN MABEDLERİ ep. III


















Panathinaikos sonunda yılan hikayesine dönen yeni stadyumu için inşaat başlangıç tarihini bu yıl olarak belirlemişti. Kulüp kurulduğundan beri Apostolos Nikolaidis Stadyumu'nda belirli aralıklarla mücadele etti. 2001yılında staddaki yenileme çalışmaları için bi süre Atina Olimpiyat Stadı'nda mücadele ettiler. Bu süre içinde stadın kapasitesi 30.000 kişiden 16.000'e düşürüldü. Kulüp 2007 yılından beri stadın bulunduğu Ambelokipi bölgesinde (taraftarlar arasında Leoforos olarak biliniyor) çevre düzenlemesi, yeni stadyum inşaatı, yeni bir tren istasyonu, kongre salonu, alışveriş merkezleri, basketbol ve voleybol sporlarının da yapılabileceği 21 spor dalının icra edilebileceği bir spor kompleksi üzerinde Atina belediyesi ile çalışmaları yürütüyor. Kulüp belediye ile Ağustos 2005'te anlaşmayı imzaladı. Yeni stadyum 42.000 kapasiteli olacak. Basketbol salonu 8.000 Voleybol Salonu ise 3.000. Stadyumun mimari Porto'da bulunan Dragao Stadyumu'nun da mimarı olan Manuel Salgado. Gerçi stad Sporting Lizbon'un Estadio De Luz'unun tasarımına daha çok benziyor onu belirtelim. Son olarak 8 Eylül'de stad inşaatının durumu aşağıdaki gibiydi. Yani daha alınacak çok yol var. 2010 yılında bitirileceği belirtiliyor ama mevcut ekonomik kriz bu süreyi en z 6-7 ay geciktirecektir. Projenin toplam maliyeti bir kısım ek ödemeler hariç 88,3 milyon euro. Tabi o bildiğimiz Akdeniz'li kanı Yunan taraftarlarında da mevcut. Ali Sami Yen'i bir gün terkedeceğimiz haberi tribünlere ulaştığından beri çıkan sesler ve Galatasaraylı taraftarların "mabedlerini" terk etmeye hiç gönüllerinin olmamasını biliyoruz. Pana taraftarlarında da aynı durum mevcut. Leoforos'u terk etmek istemiyorlar ve kulübün ünlü taraftar grubu Gate 13'ün özdeşleştiği stadın hep bir efsane olarak kalacağını belirtiyorlar.








































Mevcut stadlarının resmi aşağıda. Giriş kapılarını ve hemen üstündeki kaçak inşaatı andıran yapıyı görüyorsunuz. Ortada büyük bir değişim olacağı kesin. Tabi böyle bir stadı günümüz şartlarında yapmak için mutlaka arkanıza bir sponsor desteği almanız gerekiyor. Şu ana kadar açılan ihalede Yunanistan'ın en büyük yatırım şirketlerinden Marfin en yüksek teklifi verdi. Buna göre firma yıllık 2,3 milyon euroluk bir ödeme karşılığı stadın isminin Marfin Arena olarak belirlenmesini istiyor. Bu arada kulüp söz konusu süreçte taraftarların da yer almasını isteyerek internet sitesinde 10 farklı tasarım arasından seçmelerine olanak verecek bir anket de düzenledi. Dolayısıyla onlar en azından stadın koltuklarına oturacak insanları tamamen sürecin dışında bırakmıyorlar.









































Geleceğin mabedleri serisi

BABA, OĞUL, KUTSAL HAJDUK

















Zamanında Galatasaray-Hakan Şükür ve Fethullah Gülen üçgeni üzerine çok fazla asılsız söylenti dolaşmıştı. Bu söylentilerin en komik olanı Fethullah Gülen'in Galatasaray'ı satın alacağı idi ki kulüp tüzüğünü ve yapısını bilmeyen düşüncelerin ürününden ileri gitmiyordu.Türkiye'deki kulüpler İngiltere, Hollanda ve İtalya'daki kulüpler gibi değiller. Yani parayı bastırıp satın alamıyorsunuz. Bir seçim dönemi var ve kongre üyelerinin oylarıyla başkan seçiliyorsunuz. Dolayısıyla "satın alma" gibi bir durum kulüplerin doğası gereği mümkün değil. Ancak ve ancak yönetime girme, hisse satın alma veya başkan olabilme gibi imkanları içeriyor. Bu işin bir yanı. Diğer yanı da hadisenin zararının olup olmayacağı. Artık günümüzde hiçbir şahıs herhangi bir futbol kulübüne ideolojik sebeplerle değil tamamen maddi sebeplerle yatırım yapıyor. Mancteser City kulübünü satın alan Al Fahim ve ailesi İngiltere'de şeriatı Chelsea başkanı Abramovich komunizmi yaymak için satın almadılar. Yatırdıkları paranın daha fazlasını kazanmak için satın aldılar. Dolayısıyla kolay kolay herhangi bir futbol kulübünün başına maddi güdüleri kenara atarak geçecek birileri olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla gereksiz bir korku politikası idi yapılan.

Bunları anlatmamın sebebi var olduğu söylenen tehlikenin hafif minyatür bir versiyonunun Hırvatistan'da gerçekleşmiş olması. Tabi olayın tehlikesi falan yok futbolun hoş noktalarından birisi. Hırvatistan'ın Dinamo Zagreb ile beraber en büyük iki kulübünden birisi olan Hajduk Split'in hisselerinden 50 tanesi artık 19 tane rahibenin elinde. Zagreb'e 150 kilometre uzaklıktaki Zadar sahil kasabasında Aziz Benedict öğretisine mensup Benedict rahibelerinden 19 tanesi tanesi 4,500 euro olan hisselerden 50 tane alarak kulübün en büyük 20 hissedarının arasına girdiler. Rahibe Anselma'ya sormuşlar "bu sene Split ne yapar ligde?" diye. "Dinamo arkamızda nal toplar, kolpa Bad Blue Boys'a derslerini vereceğiz" dememiş elbet, kadıncağız Hajduk Split'i nerden bilsin. "Baş rahibe bize Hajduk hisselerini satın aldığımız söyledi ama Hajduk nedir ne değildir hiç bir fikrim yok, hatta hiçbir spor hakkında bilgim de yok, zaten bu 19 rahibenin hiç biri Split'li değil, biz bütünleştiriciyiz genelde Hırvatistan Milli Takımı için dua ediyorduk" demiş. Artık dualarını değiştirecekler yapacak bir şey yok. "Tanrı, oğul ve kutsal ruh Split'i koru, bu Igor Biscan yezidine gerekli cezayı ver, Josip Skoko'nun beline kuvvet" diye dua ederler herhalde. Bu arada gazeteler rahibelere Hajduk Split forması ile poz vermeleri için teklif götürmüşler ama kibarca reddedilmişler tabi. Siyahla beyaz, işte Benedictus rahibeleri, Hırvatistan bazını bunu da yaz.

HASTAYIM GELEMİYORUM


















Geçtiğimiz hafta FC Utrecht'te tam bir temiz eller operasyonu oldu. Cuma sabahı yataklarından kalktıklarında teknik direktör Willem Van Hanegem'in 2 yardımcısı John Van Loen ve David Nascimento, kaleci antrenörü Maarten Arts ve kondisyoner Rob Druppers görevden alındıklarını öğrendiler. Bu Utrecht için tam bir şok oldu çünkü kaleci antrenörü Arts'ın antrenmanları ile kaleci Michael Vorm milli takıma uzun süre sonra FC Utrecht'ten bir oyuncu çağırılmasını sağlamış, John Van Loen ise Van Hanegem'in görevi bırakmasının ardından onun yerini alacak isim olmaya çok yaklaşmıştı. Hatta Van Loen bütün maçlar sonrası basın toplantılarını kendisi yapıyor ve teknik direktör Van Hanegem toplantılara katılmıyor. Bir anda ortalık toz duman olunca bizim Van Hanegem da "beni tek başıma bıraktılar" stresi ile yatağa düşmüş tabi. Pazar günü maçı olan takımın 4 tane kulübe personelini Cuma sabahı kovarsan böyle olur tabi. Genel Direktör Piet Buter pazar sabahı bakmış ki Van Hanegem ortalarda yok, evini aramış. Telefona eşi çıkmış teknik adamın. "Willem fena grip olmuş, yatakta yatıyor az önce ıhlamur kaynattım" deyince takım hocasız kalmış tabi. Asistan hocaları da cuma günü kovdukları gerçeği de kafalarına dank edince çaresiz Buter bizzat kendisi takımın başında sahaya çıktı. Yanında da ne futbolcuları ne diğer teknik kadroyu tanıyan yeni asistan Ton du Chatinier vardı. Staddaydım. Şuna bir kez daha emin oldum. Adnan Sezgin sahadaki futbola ve teknik ekie karışmasın. Yönetimden bir adam bu işlere kalkışınca yüzüne gözüne bulaştırıyor. 90 dakika boyunca golün pozisyonun olmadığı bir mçı izledik durduk. Van Hanegem'a 5 gün istirahat vermişler. Hafta sonu Heracles maçında sahada olacak umarım. Yalnız olayın öğreniliş biçimi kafayı kurcalıyor. Hayal edin. Mahmut Uslu maç sabahı Aragones'in evini arıyor. Aragones'in eşi telefona çıkıp, "kusura bakmayın Luis şifayı kapmış bu hafta onsuz idare edin" diyor. O kulübeye kim oturur siz tahmin edin artık.

DÜŞÜNCE SUÇU (!)


















Çok iyi hatırlarım lise zamanında sınıfımda Roberto Baggio hayranı bir kız vardı. Genelde her gün herhangi bir dersin arasında tahtaya Roberto Baggio yazar, ama bunu büyük harflerle ve afilli bir yazı karakteriyle yapar, sınıfa eğer ters bir hoca geldiyse de fırçayı yerdi. Fena hayrandı onu biliyorum ki mezuniyet balosuna bile Robert Baggio temalı bir elbiseyle gelmişti. Sonra 1994 Dünya Kupası finalinde Baggio penaltı kaçırınca kendisini astı. Yok yok, asmadı tabi yaşıyor hala, Allah uzun ömürler versin.

Anlatacağım hadiseyi öğrenince doğrudan o yıllar geldi aklıma. Fas'ın başkenti Rabat'ta 18 yaşındaki öğrenci Yassinne Belassal okul tahtasına Fas Kralı Kral 6. Muhammed için de kullanılan "God, The Nation, The King (Tanrı, Millet, Kral)" yazısını "God, The Nation, Barcelona" diye yazınca hapisi boylamış. Suçu kraliyet ailesine hakaret etmek. Belassal'ın Barcelona taraftarı olduğu ve takımına duyduğu sevgiden dolayı böyle bir yola başvurduğunu öğrenen Barcelona kulübü yetkilileri de hemen bir avukat tutup Belassal'a yardım eli uzatmışlar. Sadece bu değil, Belassal'ın babası krala bir mektup yazarak oğlunun affedilmesini isterken, internet üzerinde de gencin serbest bırakılması için birçok kampanya başlatılmış durumda. Kraliyet ailesine karşı yapılan en ufak eleştiri mizahi de olsa inanılmaz tepkiler alıyor Fas'ta. Bu yıl içinde Fas'lı bir internet kullanıcısı kralın kardeşinin ismiyle sahte bir facebook profili oluşturmaktan 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı ancak cezası daha sonra geri alındı.

28 Ekim 2008 Salı

ADALET MÜLKÜN TEMELİ


























Hz. Ömer'in lafı yukarıdaki. Mülkün, aslında onun kastettiği şey olan "egemenliğin" temeli olarak belirlemiş adaleti. Ama adalet bu ülkede son 20 yıldır farklı şekillerde ve çarpık olarak tecelli ediyor maalesef. Çok kişi karaladı bu konu hakkında. Kararın gerekçesi bazı bloglardan yayıncı kuruluşun elinde bulundurduğu yayın hakkının kanuni olmayan yollardan ihlal edilmesi. Gerekçe doğru mu? Doğru. Sonuçta ortada milyonlarca dolar ödenerek alınmış bir ihale var. İnsanların beli bir emeği var. Kim ne derse desin "ne var canım biz de izleyelim" diyen insanların herhangi birisi yayıncı kuruluşun bünyesinde çalışsalardı tavırları ne olurdu düşünmek lazım.

Ama karar. Yayıncı kuruluşun yayınlarını kanuni olmayan yollardan ihlal eden adama verilen ceza neden blogunda yemek tarifi veren adamı, neden blogunda yaptığı heykelleri sergileyen adamı, neden blogunda kanser olan kızkardeşinin ölüme giderken hastalıkla olan savaşını gün gün aktaran ablanın yazılarını engeller. Bu ülke böyle bir ülke işte. Nasıl bir ülke mi? Şöyle bir ülke.

Bursa'nın Mudanya ilçesinde 26 Nisan'da düzenlenen operasyon kapsamında "çocuğun cinsel istismarı" suçundan Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tutuklu yargılanan Yazar Hüseyin Üzmez ve 14 yaşındaki mağdure B.Ç.'nin annesi olan Livaze Ç.'nin tahliye edilmeleri kararlaştırıldı. Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın bugünkü duruşmasında, İstanbul Adli Tıp Kurumu'nca hazırlanan B.Ç.'nin "beden ve ruh sağlığının bozulmadığı" yönündeki rapor doğrultusunda iki sanığın tutukluluk halinin kaldırılmasına karar veren mahkeme heyeti, Üzmez hakkında yurtdışına çıkış yasağı koydu.

14 yaşındaki kızı taciz eden şeref yoksunu dışarıda. Yargılanarak tahliye edildi. Blogunda yayıncı kuruluşun verdiği maçları yayınlayan adam ve tüm arkadaşları ise fikirlerini belirtmemeleri için susturuldu. Biz yargılanmadan mahkum edildik. Bu işte bir dengesizlik mi var. Bana mı öyle geliyor.

Blogu başka bir ortama taşıma kararını çok düşündüm ama sonunda kapalı kaldığı sürece yazmama kararı almıştım. Burasıydı benim evim. Aceto, El Burrito ve haberimin olmadığı diğer dostlar başka ortama taşıdılar. Onlara da sonuna kadar saygılıyım. Ama elim gitmedi yazmaya. Tekrar başlıyoruz.

Son olarak belirteyim. Bir daha bloggerı kapatacaksanız, sadece benimkini kapatın. Ben razıyım.

26 Ekim 2008 Pazar

FİKİRLERE KURŞUN

























"Ideas are bulletproof"


2 günü aşkın bir süredir Türkiye'de fikir beyanının özgürlüğüne karşı büyük bir darbe vuruldu. Türkiye'den hiç bir internet kullanıcısı normal yollardan "blogspot" kaynaklı bloglara ulaşamıyor. Yazmak ya da okumak için. Bu yasağı delmek için yapılan bir dolu hareketin hiçbirini desteklemiyorum. Haksız yere hapise atılan adamın hapisten kaçmaya çalışması gibi geliyor bana bu. Ben haksız yer hapse atılmışım bir kere işin temeli bozuk, kaçmakla neden uğraşayım. Dolayısıyla bu konuda bilumum yasak delici maske site ile uğraşmamayı öneriyorum. Ben "www.footballiswar.com" yazdığımda Flying Dutchman bloguna "www.acetoblog.com" yazdığımda Aceto Balsamico'nun bloguna girmeliyim, tünellerle, deliklerle, geçitlerle işim olmamalı. Bu kabullenişin bir başka yönü çünkü. Tepki doğrudan yetkili ve doğal olarak da her yetkisi olanın sorumluluğu olduğu gibi sorumlu mercilere gösterilmeli.

Hafta sonunun geçişinden itibaren, bu hafta olayın gideceği yönü ve geleceği bir nebze görebileceğiz ve ona göre hareket edeceğiz. Flying Dutchman özelinde konuşursak blog elbette devam edecek. Büyük bir ihtimal blogspot gibi bilumum "ücretsiz" sağlayıcının yerine sabit bir serverla.

24 Ekim 2008 Cuma

DUVEL & VELTINS








Bu cumayı hafiften futboldan uzak tutmak istedik son 6 günümüzün 5 tanesini futbola teslim ettikten sonra. O yüzden hafiften alternatif konulara eğildik. Nasıl olsa yarın yine başlayacağız. Arada bu tür Cuma yazılarına rastlayacaksınız.












Daha önce Hertog Jan (ki ömrümde içtiğim en iyi biradır), Heineken, Murphy's Red ve Bavaria gibi biraları tanıtmıştık. Yakın zamanda bir seri yapmayı düşünüyorum ya şimdilik 2 tane daha tanıtmanın zamanı geldi. Hazır da cuma günü gelmişken. İlki güneyedeki komşudan, "bockbier" denince akla Almanya ile beraber ilk gelen ülkeden, Belçika'dan. Belçika'ya gittiğinizde Brüksel'in merkezindeki bira mağazalarından birisine girerseniz, aslında ufak bir bakkaldan daha büyük olmayan bu dükkanların içinden çıkmak 15-20 dakikaınızı alabilir. Sadece şişesinin ve tasarımının çekiciliği bile üzerine hayaller kurmaya yetiyor. Birincisi Duvel, şişeye bakınca akla ilk olarak Efes Pilsen'i getiiriyor bu yüzden Türk alkol tüketicisi tasarıma alışkın. 1871'den beir üretilen bir mark Duvel. İsmi Holandaca'da "şeytan" anlamına gelen "Duivel" kelimesinin Hollanda'nın güneyinceki eyaletlerinden birisi olan Brabant aksanındaki karşılığından geliyor. Temellerini atan adam Jan-Leonard Moortgat. Bugün ailenin üçüncü kuşağı Duvel Moortgat bira fabrikasının sahibi. Alkol oranı % 8,5. İçindeki alkol oranına rağmen sizi rahatsız eden bir tadı yok. 3 taneyi ardı ardına götürünce eve yüzünüzdebir gülümseme ile gidiyorsunuz. Türkiye'de satılıp satılmadığını bilmiyorum ama Benelux diyarına yolunuz düştüğünde ilk sırada tatmanız gerekenlerden.




İkinci bira doğudaki komşudan. Biranın türünü karıltırmadan akla gelen ilk ülkeden. Almanya'dan. İsminin de artık futbol sebebi ile çok yabancı olmadığı bir bira. Veltins. Benim tanışmam bir kaç ay öncesinde oldu. Alman sermayeli ve Avrupa'nın en ucuz ürün satan marketler zinciri (market tasarımı bizim BIM marketlerine benzeyen) Lidl'da rastladığım ve yarım litrelik kutusu 49 sent olan bu bira fiyat-tat dengesinde en üstlerde yer alan biralardan. 1824 yılında Franz Kramer isimli bir Almanın ufak bir birahane olarak açtığı marka bugün Susanne Veltins tarafından yönetiliyor ve Schalke'nin Gelsenkirschen Stadı'na sponsor olabilecek kadar büyük. Beni cezbeden bir başka özelliği son derece sade dış tasarımı. Alkol oranı % 5,2. Duvel kadar güçlü değil ama cuma akşamları için birebir. Uzun arkadaş muhabbetlerinde hele bir d Lidl'dan kasayı götürmüşseniz istediğiniz kadar içebiliyorsunuz. İlla bir tavsiye verilecekse Duvel'in şişesini Veltins'in de kutusunu tavsiye veriyorum tabi.

LABYRİNTH

























Bir de kitap tavsiyesi. Genelde popüler kültürün, bu türün zirvesine oturttuğu "Da Vinci'nin Şifresi" ekolündeki kitapları sevenler Realizm ve Natüralizm akımının eserlerine ısınamıyorlar. Zira ortak özellikleri dini motifleri içeren, sürükleyici bir serüvenin anlatıldığı bu kitaplardaki akıcılığı, film senaryosu tadındaki heyecanı ve diyaloglar üzerinden giden anlatım tarzını örneğin Rus edebiyatında bulmak çok zor. "Afanasyevna Petrovna Peksimetiç....ne işiniz var Vasiliyevna Katumihin'in evinde, üstelik prens Vassili Romyanoviç Mishkin'i de yanınızda götürmüşsünüz " cümlesini okuyana kadar içim geçer diyenlere göre değildir zaten Rus edebiyatı (ben hiçbir akıma değişmem o ayrı). Güz alacakaranlığı ejderhaları, İlkbahar Şafağı Ejderhaları, İkindi Kahvaltısı Elfleri, Yatsı Namazı Goblinleri , Sahur Bitimi Trolleri gibi acaip isimli Fantazi edebiyatı eserlerini de ben hiçbir zaman çözemedim, çözemeyeceğimdir de. Anca aş dağları, tepeleri, elinde kılıç sırtta kalkan, dragon, wisdom, eternity diye diye romanı bitir.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Tavsiye edeceğim roman aynen geçtiğimiz hafta tavsiye ettiğim Shattered Icon gibi dini bir konuyu kendisine arkaplan olarak alıyor. Hem de en ciddilerinden. Kutsal Kase.1200'lü yıllarda Kutsal Kase ile ilgili gerçeklerin anlatıldığı bir emaneti babasından teslim alan genç bir kızın reenkarnasyonu olan 2005 yılındaki genç bir arkeologun kasenin etrafındaki sırrı çözmek için atıldığı serüven kitabın konusu. İngiliz yazar Kate Mosse (model olan Kate Moss değil aman) Fransa'da Carcassonne'ye yaptığı ziyarette öyle etki altında kalmış ki kitabı yazmak için bir süre şehirde kaldığı yetmiyormuş gibi evini de her yılın yarısında buraya taşıyor. Kitap Remzi Kitabevi tarafından "Labirent" adıyla 2 yıl önce basıldı ve basıldığında Türkiye'de en çok satan kitaplar listesinde bir süre 1 numarada kaldı. 37 dile çevirilen eser İngiltere'de 2006 yılının Da Vinci Code'dan sonra 865,400 kopya satarak en fazla satan kitabı oldu. Dan Brown'nın popülerliğinin aslında birincilik koltuğuna layık olan Labyrith'i ikincilikle yetindirdiğini aslında kitabın çok daha kaliteli olduğunu söyleyenlerin sayısı hiç de az değil. Ben ikisinin d çok büyük frkları olmadığını düşünüyorum.

TÜRK TELEVİZYON TARİHİNİN EN İYİ 10 DİZİSİ



















Türk televizyonları yeni milenyuma belli bir süredir devam ettirdikleri son derece basit, sığ, niteliksiz yayın anlayışlarını daha da dibe çekerek girdiler. Bir ara Türkiye çapında yayın yapan kanalların tümünde toplam 150'nin üstünde dizi olduğu söyleniyordu. Tabi bu işte yapımcıların büyük parmağı var. Film yapımcılarını da televizyon dizilerinin yapımcılarını da hiçbir zaman sevmem, sevmeyeceğim. Bir filmin ya da dizinin kalitesi, sanatsal değeri, seyirciye kazandırdığı onlar için önemli değildir. Onlar için tek bir önemli şey vardır. Ceplerini doldurmak. Bu beyaz perdede hasılat ile televizyon ekranında rekla gelirleri ile olur. Türkiye'de seyirciyi tv ekranına bağlamanın reçetesi çok basit. Biraz futbol, biraz dedikodu, biraz milliyetçilik duygularını okşama ve alabildiğince kullanılan bastırılmış cinsellik duyguları. Türk dizileri özellikle sonuncusunu çok iyi kullandılar. TV tarihinin en büyük fiyaskolarından Kurtlar Vadisi ve türevleri de milliyetçilik yönünü. Hemen hemen her dizide bacak boyu ve göğüs ölçüleri sebebi ile oyuncu kadrosuna katılan nice canlandırma kabiliyetsizi isimler gördük. Tabi yapımcıların moda bir savunmaları var. "Bu kadar dizi Amerika'da yapılıyor"..İyi de Amerika senin 1,5 saat süren sit-com'unu 20-22 dakika, 2,5 saat dramayı 40-42 dakika olarak sunuyor. Dolayısıyla insanı 2 öğün boyunca ekrana bağlamıyor. Türk insanı, özellikle de sinema ve tv yayınlarındaki seçiciliği maalesef gelişmemiş Türk insanı yorgun geçen bir günün sonunda eve kendini attığında 2-3 saat boyunca bu niteliksiz dizilere mahkum kalarak beynini uyuşturuyor ve gelişmeyen yanını geliştirme şansını hiç bulamıyor. 5 günü bu yayınlara teslim etmiş durumdayız. Elle tutulur cinste olanların sayısı dürüst olmak gerekirse 2 veya 3'ü geçmez. Tamamen bayağılık kokanlar, vasatın bir hayli altındakiler ve vasat olanlardan oluşan çok uzun bir liste var. Aşağıda bu çöplüğün içinde tarih boyunca sivrilmiş, parıldayan örneklerden oluşan bir liste var. Tabi körlerin ülkesinde tek gözlülerin kral olması gibi biraz zeka parıltısı göstermek bizim için yeterli bu hengamenin içinde. Belirteyim listede iyiden kötüye gibi bir sıralama yok, rakamlar sadece sayılabilmesi açısından konuldu.

1-Varsayalım İsmail: Bildiğim kadarıyla Türk televizyon tarihinin ilk absürd dizisi. İşin içinde Ferhan Şensoy olunca absürdlüğün olmaması mümkün değil zaten. 1986 yapımı dizi İsmail adındaki kahramanının sürreal rüyaları üzerine konuluydu. Terry Gilliam filmlerinden fırlamış gibi duran bir tasarım ve sanat yönetmenliği Şensoy'un zeka pırıltılı esprileri ile birleştiğinde ortaya çok iyi br eser çıkmıtşı. Bugün böyle bir dizinin türk kanallarında yer bulması mümkün değil. Kompresör bey, Apostrof abi, Menkul bey, Sektirmez Hanım, Kayın ve Maun Anne gibi efsane karakterlerin bulunduğu dizi kısa bir süre yayınlandıktan sonra Türkiye sınırlarına fazla geldiğinden yayından kalktı.

2-Gülşen Abi: İşte bir minimal şaheser daha. Can Barslan'ın senaryosuna devlet ve şehir tiyatroları oyuncularının yanına yıllanmış şarapları ve başlarına da Haluk Bilginer'i koyunca zaten başarı reçetesi gelmiş demektir. Metod oyunculuğunu Türkiye'de tartışmasız en iyi gerçekleştiren adam Bilginer'in "Bana Washington Höst gazetesinden iş teklifi var" ve benzer diyaloglarla bezenmiş dizisi bir gazetede kendisine ayrılan Güzin Abla'dan bozma köşede görev yapan erkek bir dert dermanının genelde ofis hayatı üzerine olan hikayesi anlatılıyordu. TRT-2 dizilerinden olması onu zaten bambaşka bir yere yerleştiriyordu ki, bilenler bilir TRT-2'de yayınlanan bir programın kafadan maça 3-0 önde başladığını.

3-Şaşıfelek Çıkmazı: Yine minimal ve küçük insanların hikayelerini anlatarak başarıya ulaşan bir dizi. Fikret Kuşkan, Füsun Demirel, Cem Davran, Selçuk Yöntem, Derya Alabora ve henüz aklı ratinge kaçmamış bir Tamer Karadağlı'yı barındıran bu enfes dizi aynı zamanda Çağan Irmak'ın ilk çıkışlarındandır ki Irmak bu dizi sayesinde Fikret Kuşkan'ı favori oyuncusu haline getirmiştir. Dizi bugün hala sadık izleyicileri tarafından (ki bizim valide de bir tanesidir) gelmiş geçmiş en iyi Türk dizisi olarak anılır. Ne ilginçtir ki yine prime-time'da yayınlanan bir dizi değil, ana haber öncesi klasiklerinden.

4-Sıdıka: Söylenecek pek bir şeyin olmadığı Atilla Atalay eseri. Ana karakterlerden birisinin adının Baturalp Dinçdarı olduğu bir dizinin komik olmaması mümkün mü? Hem de bu karakter bi ninja hocasıysa. Aileyi oluşturan 4 oyuncu ve yan karakterlerin neredeyse tümünün Şaşıfelek Çıkmazı kadrosundan olması bu dizinin başarısının bir göstergesidir zaten. Dizinin finalinden sonra çekilen zorlama re-union başarılı olmadan sahneden çekildi. Özellikle Baturalp hocanın "ne o Samim kiremitlerine dokunmamışsın" ve "bizde cam şişe bulunmaz yenge, biz onları yiyoruz" gibi diyalogları insanı yerlere yeksan edicidir. Tabi bir de Kenar vardır. Önce Şafak Sezer sonra Tv tarihinin en büyük sürprizlerinden birisi olarak Yaşar Kurt tarafından canlandırılan.

5-Kaygısızlar: Türk televizyon tarihinin en başarılı dizisi kusura bakmayın. Gani Müjde gibi bir adam hem bunu hem de Kahpe Bizans gibi bir felaketi nasıl yapabilmiştir hala düşünürüm. Kaygısızlar bir çok yönden Türkiye sınırlarını aşar. Bir kere oyunculuklar üst düzey değildir, çocuk oyuncuların tümü ve bölüme sırf saniyelik espriler için girenlerin tümü kendi sesleriyle oynamazlar ve çok kötü bir performans sergilerler, her yanıyla bir B-filmini andırır Kaygısızlar. Ama toplamı bir efsane yaratır işte. Hep yazdım yine yazmak istiyorum. Bir bölümde polis sorgulamak için Memnun Kaygısız'ı aramaktadır. Mahaleden birisine Memnun'un eşgali sorulur. Cevap gelir: "Memur bey vallahi tam bilmiyorum da Bizimkiler dizisinde kapıcı Cafer'i oynayan bir adam var ya, aynen ona benziyor"....Türk televizyonlarında bu derece zeki bir espriyi 10 senede bir görüyoruz. Dizi ayrıca yine televizyon tarihimize geçen Kültigin gibi efsane ötesi bir karakteri de barındırır. Şoray Uzun da kariyerinin en iyi performansını vermiştir.

6-Sultan Makamı: Listenin en yeni dizisi. Sırf benim gibi modern Türk televizyonculuğuna ön yargılı bir adamın fikrini bile değiştirebilmesi açısından önemli bulurum diziyi. Tabi bildik reçete burada da hakim. İstanbul'un ayak basılmamış bir mahallesi, küçük hayatlar, güçlü oyunculuklar ve Kazım Koyuncu'nun enfes melodileri. Şevket Çoruh, Başak Köklükaya, Ayşen Gruda, Ruhi Sarı, Uğur Polat, Dolunay Soysert gibi çok sağlam performansların verildiği dizi Yılmaz Güney'e ve sinema sanatına bir dolu gönderme içeriyordu. Ancak her kaliteli dizide olduğu gibi ömrü 2 sezondan fazla sürmedi.

7-Bizimkiler: Yine sözün bittiği yerlerden birisi. Bu dizinin beni kendisine hayran bıraktıran yanı senaryodaki kopmaların olmaması, tam bir oyunculuk okulun dönüşmesi ve konsepte olan saygı sebebiyle karakterlerin uzun yıllar boyunca hiç bir değişime uğramamasıdır. Katilin ezdiği çöp bidonları, Ayla hanımın kedisi ve melodisi bile değişmeyen Halil Pazarlama...Kapıcı Cafer'in 15 yıl boyunca ıslıkla çaldığı "İpek Mendil" şarkısı bile değişmemiştir. Katil, Çaycı Abbas, Cemil, Cenap, Tahtakafa Raşit, İbrikçi, Sabri Bey gibi karakterlerin efsaneleştiği dizi kannımca Erdal Özyağcılar döneminde çok daha üst düzeydedir. Zira aynı dönemde Yaman Okay gibi bir usta da dizinin kadrosundadır.












8-Karanlıkta Koşanlar: Haluk Bilginer ve Uğur Yücel'in birbirinden rol çalmadan nasıl 2 dev performans sergilenirin kanıtını verdikleri TRT yapımı. Ahmet Ümit'in senaryosunu ve yazdığı ve her anında onun parmağını hissettiğimiz dizi yazarından da anlaşılacağı üzere bir polisiye örneğiydi ama Yılan Hikayesi tarzı 8. sınıf polisiye değil. Usta Koksal Engür'ün de bu ikiliye eşlik ettiği dizi her kaliteli Türk yapımında olduğu gibi sadece 1 sezon ve 10 bölüm sürdü ve gayet ustaca anlatılan bir finalle son buldu.

9-Yeditepe İstanbul: Oyuncular Şaşıfelek Çıkmazı'ndan, mekan Sultan Makamı'ndan, Zuhal Olcay ve Emre Kınay'ı da eklediğinizde ortaya çıkan yine bir arka mahalle hikayesi. Dizinin en önemli tarafı insanların kendini özdeşleştirebileceği aşık çiftler üzerinden gitmesi ve bunu genelde güçlü diyaloglar üzerinden yapmasıydı. Dizinin en önemli yanlarından birisi de Türk sinemasının en güzel kadınlarından olan Itır Esen'in uzun yıllar sonra seyirciyle buluştuğu dizi olmasıdır.

10-Kavanozdaki Adam: Selvi Boylum Al Yazmalım'ın usta yardımcısı Ahmet Mekin'in beyin nakli yapılmış bir adamı canlandırdığı bu psikolojik dizi TRT'nin tarihindeki en garip işlerden bir başkasıdır. Dizi 4 bölüm sürmüştür ve sanki bir Radiohead veya Tool şarkısı dinliyormuşsunuz hissi bırakır insanda. Beyin nakli sonucu kendisini bir köylü zanneden Mekin'in performansının öne çıktığı bu film aynen Varsayalım İsmail gibi sürreal bir konuyu komedi değil psikolojik bir gerili tabanına oturtuyordu.

Listeyi bitirirken dikkat çekilmesi gereken bir formül var. Çok kalabalık olmayan bir kadro, TRT, iyi bir senaryo yazarı ve en fazla 15-20 bölüm. Türk televizyonlarının kayda değer dizileri hep bu formülü kullanmışlardır.

23 Ekim 2008 Perşembe

STRANGE CM HAPPENINGS vol.16






Blogun takipçilerinden Erdem Gürel göndermiş. 90 dakika meselesi üzerine. Daha önce "futbol 90 dakikadır tamam da 90 dakika kaç saniyedir" diye sormuştuk. Bu 2 hadiseden sonra "kaç salisedir" diye değiştirmek istiyorum.

Strange CM Happenings

GRADS FÜHLER

















Danubio'dan Bruno Silva, Nacional'den Luis Suarez, Boca Juniors'tan Matias* Cahais, İskandinavya'dan Nevland, Lindgren, Berg, Granqvist, Stenman...Bu adamların dördünün satışından 17 milyon euro kazandı Groningen geçen yıl. Toplamda 5 milyon euro bile ödememişlerdi. Bu tablonun arkasında iki adam var. Roy Beukenkamp ve Grads Fühler. İsmini eminim hepinizin ilk kez duyduğu iki futbolcu avcısı. Beukenkamp'ın kontratı bu sene sonunda bitiyor ve kendisiyle yeni bir sözleşme imzalanmayacak ama Fühler 2011 yılına kadar Kuzey Hollanda ekibine yeni yetenekler kazandırmaya devam edecek. Fühler bana sorarsanız dünya üzerindeki en iyi scoutlardan birisi. Yarattığı sistem Ajax'ın yıllardır vazgeçmediği kendi futbol okuluna adeta bir alternatif oluşturdu ve Amsterdam ekibi içinden yetiştirdiği oyuncular olduğu gibi onun keşfettiği oyunculara yüksek rakamlar ödemeye başladı. Silva, Suarez ve Lindgren başkentin yolunu tuttular. Fühler, Groningen'deki görevine PSV Eindhoven'dan gelmişti. PSV geçtiğimiz yıl onun ücretinde indirime giderek büyük bir hata yaptı ve Groningen'e kaptırdı. Groningen de PSV'ye belli bir tazminat ödedi. Yani bir futbolcunun bonservisine ödeyecekleri paranın bir kısmını bir futbolcu avcısına ödeyerek bi dolu yetenekli futbolcu elde ettiler. Tabi bu yapıda diğer 2 scout Henk Veldmate ve Erwin Koeman'ın da rolü var (Koeman şu an Macaristan milli takımının hocası). Ancak aslan payını Fühler alıyor. Fühler kulüp tarafından dünyanın dört bir yanına gönderilerek tüm yetenekleri incelemesi için görevlendiriliyor. Son olarak Afrika'da bir urnuvada izlediği Gana 20 yaş altı takımı oyuncuları Samuel Kaku Enzemoba ve Seidu Yakubu'yu Groningen ekibine getirdi ve genç takımla antrenmanlara çıkarmaya başladı.

Hollanda takımlarının bu çalışmalarının örneklerine blogda sıkça yer veriyoruz. Türk futbolunda böyle bir yapılanma halen yok. Transferlerimizin bir kısmı "menajer" adı verilen ve kulüplerin bünyelerinde görev yapan yöneticimsilerin insiyatifi ile yapılıyor. Bu isimler genelde taraftarların gönlüne hitap etmek için "futbolcu menajerlerinin" pazarladıkları oyunculara yüksek rakamlar ödüyorlar. Hal böyle olunca ve araya konan aracının tek amacı oyuncunun alacağı ücreti ve böylece kendi alacağı komisyonu artırmak olunca kulüpler yetenekleri snırlı oyunculara gereğinden fazla rakamlar ödüyorlar. Zaman zaman bu iş trajikomik durumlara dahi varıyor. Örneğin transfer edilmeye gidilen bir futbolcunun o nada kadar bilinmeyen bir sakatlığı, geçmişindeki bir falsosu farkedilince aynı takımda oynayan bir başka oyuncu ve veya menajerin elinde kalmış olan ve pazarlayamadığı bir oyuncu transfer ediliyor. Beşiktaş ve Dino Drpic-Gordon Schildenfeld hadisesi bunun çok net bir örneği. Anadolu kulüpleri bu konuda biraz daha elverişli durumdalar. Türk futbolunun en çok eleştirilen adamlarından birisi olan İlhan Cavcav'ın yarattığı ekolü inkar etmek imkansız. Onun ayrılan noktası bunu kurumsal bir eksene oturtamaması ve bu işi maaşlı çalışanlara yaptırmak yerine bizzat kendisinin yapması. Tabi bu Türk futbolundaki başkanların aşırıya varan kontrolü elde tutma alışkanlıklarının bir sonucu. Hollanda'da ise başkanın geri planda olduğu ve bir Genel Direktör'ün altında kurumsallaşmış bir yapının oluşturulduğu, teşkilatlanmış bir yapı var. Türk futbolu bu kurumsallaşmaya ulaşamadığı için tek tük cevherlere rastlayabildi yıllar boyunca. Son yıllarda ülkeye gelmiş en yararlı yabancı futbolculardan Ilie, Filipescu gibi iki ismin halen futbolcu iken Hagi tarafından Galatasaray'a, Arçil-Şota kardeşlerin bir Dinamo Tiflis maçını yöneten Erman Toroğlu tarafından Trabzonspor'a tavsiye edilmesi bu kurumun gerekliliğini de ortaya koyuyor.

Üstelik Türk takımlarının federasyonun kanunları ve Türkiye'nin kültürel yapısı açısından çok büyük bir avantajı var. Hollanda'nın kültürünü yurt dışında gönderdiği yerlerin tümü deniz aşırı yerlerde. Surinam, Hollanda Antilleri Aruba, Curaçao gibi. Türkiye'nin ise yavru vatanı Kıbrıs, Türki cumhuriyetleri gibi bir dolu el atabileceği alan var. Ama kulüpler bu ülkelerdeki cevherleri aramak yerine, artık ikinci el piyasasında bile iş yapamayan ismi büyük ancak performasnı düşük, göz boyayan isimlerle taraftarı etkileme yolunu seçiyorlar. Hiç de ders almıyorlar. Galatasaray, son 5 yıl içinde taraftarlarını en fazla heyecanlandıran futbolcunun bir "bonus" olması ve Fransa Ligi'nde küme düşmeye oynayan bir takımdan Fransa Ümit milli takımı futbolcusu iken transfer edilmiş olması gerçeğinden hiç ders almadı. Yoksa Anton Zemlianukhin gibi isimleri bulmak çok zor değil.


*Düzeltme için shadow'a teşekkürler

HELEN'DE OSMANLI ETKİSİ

















Yunanistan liginde futbol oynamak zordur derler. İnanilmaz taraftar baskısı, başarıya odaklanmış zihniyetler, saha dışı olaylar, profesyonellikten çok uzak yöneticiler... Aslında bize pek yabancı değil. Bunca zorluklara bir de Türk olmanın getirdiği sorunları ekleyin. Kadroya giremediğinizde dalga konusu olmak, ilk başarısızlıkta cephede bekleyen milliyetçilerin acımasız eleştirileri, takımda kendini ispat çabası... Üstüne bir de dil sorunu. Bütün bunları göze alabilmiş çok az futbolcu var ve bunlar da şartların eskiye oranla biraz daha iyi denebileceği son 10 sezonda toplanıyor. Bunları sırasıyla ele alalım dedik.














Tümer Metin: Helen ellerde top koşturmuş Türk futbolcusu denince akla ilk gelen isim. Bunda en güncel transfer ve popüler bir futbolcu olmasının payı var elbet. Deli gomleği gibi asker kacağı sıfatıyla geldiği Larissa'da çok sevilmiş, sezon sonu sessizce gidişiyle de şaşırtmıştı. Larissa gibi Yunanistan`ın orta sıralarında gezinen bir takım icin kariyeri yüksek bir futbolcuydu. Şanslı olan sadece Larissa değildi. Taraftar yapısı itibariyle bir hayli anarko-komunist takılan Larissa Tumer icin de yapılabilecek en iyi seçimdi aslında. Türk olduğu için belki de diğer takımlara inat daha çok sevildi, daha çok alkışlandı. Oynadığı 6 aylık dönemde ilk onbirde çok az maça çıktı ama sonradan girdiği maçların çoğunu ya asistleriyle ya da son dakikalarda attığı gollerle çevirdi, o gollerden en akılda kalanı Panionios'u 1-0 yendikleri macta attığı 85. dakika golü.














Erol Bulut : Türkiye'dekinin aksine Yunanistan'da yükselen bir kariyeri var. Panionios'ta başladığı Yunanistan tecrübesi araya giren 1 sezonluk Almanya macerasına rağmen Olympiakos'la devam etmiş. 2002-2003 sezonunda Panionios'ta oynadığı donemle de Olympiakos`ta oynadığı futbolla da takdir ediliyor. Zaten Olympiakos'ta kötü futbolla 2 sezon oynamak mümkün değil açıkçası. O açıdan Yunan liginde oynamış birkaç futbolcu içinde en kariyerlisi diyebiliriz Olympiakos`u zirve sayarsak. Yunan kültürüne uyum sağlamada hiç zorluk çekmemiş ve gönlü hala burada anlaşılan, sık sık arkadaşlarını ziyaret ediyor, gecelere akıp takımına dönüyor. Erol'un bu diyarlara bıraktığı anılardan silinmeyecek golü Real Madrid'e 2005 yılında Şampiyonlar Ligi maclarında attığı gol.

Deniz Baykara: Yunanistan'da en uzun süre top koşturmuş ayrıca en genç isim. Gaziosmanpaşaspor'dan 17 yaşında geldiği Skoda Xanthi'de ilk sezon fazla mac oynamamış ancak sonraki sezon dikkat çekmiş. Ardından 7 sezon boyunca takımın orta sahasını kimseye bırakmamış. Geleceğin yıldızı gözuyle bakılıyordu uzun süre. Bundan birkaç sene önce Yunanistan'da yılın futbolcusu seçilince ciddi ciddi Yunan pasaportu verilip milli takımda oynatılmasi için kamuoyu oluşmuştu. Ardından büyük takımlara gideceği beklenirken sesi soluğu kesildi. Gecen Ocak ayında 2. lig takımlarından Panserraikos'a transfer oldu. Takımı şu an 1. ligde.




Fatih Akyel: Paok için baştan beri riskli bir transferdi zaten kendileri de kabul ediyor bunu. "Vize sorunum var" dedi oynamadı, "kaza yaptım" dedi kadrodan çıkarıldı. Sonunda "param ödenmiyor" ve "oynamıyorum ben" dedi. Paok kulübü de oynamıyorsun ki ne ödeyelim diye karşılık verdi. Böyle bir kargaşadan Fatih karlı çıktı. Soluğu Trabzon'da aldı.













Okan Yılmaz: Bu sezon Panthrakikos'a transfer oldu. Ligin yeni takımı sezona kötü başladı, Okan ise hiç başlayamadı. Son yaptıkları hazırlık maçında 2 gol attığı ve çok iyi olduğu söyleniyor.




Orhan Kaynak:
Burda diğer isimlere nazaran kimsenin hatırlamayacağı bir hikaye. 2001 sezonunda 3-4 aylık Skoda Xanthi seyahati kadroya giremediğinden Türkiye'ye döndü.


by mafalda