30 Kasım 2011 Çarşamba

HOLLANDA HAKEMLİĞİNİN GURURU SERDAR GÖZÜBÜYÜK-2


















Hollanda'da geride kalan 14 hafta sonucu ligin hakemler sıralaması aşağıda. Her maç sonunda aldıkları notlar, çıktıkları maça bölünerek ilgili puan ortaya çıkmış durumda. Tepede Şeref Gözübüyük var. Hollanda hakemliğinin hızlı yükselen değeri. Muhtemelen birkaç sene sonra Avrupa'nın dev organizasyonlarında düdük çalarken göreceğiz. Geçtiğimiz yıl da ligin gözde hakemlerinden biriydi ve ilk yarı bittiğinde zirvedeydi. 2009-10 sezonunda 24 yaşındayken Eredivisie'de düdük çalmış en genç hakem rekorunu kırdı. Aynı zamanda bundan 1 sene önce de Hollanda futbolunda herhangi bir profesyonel maçta görev yapan en genç hakem unvanını almıştı. Zirveden inmiyor.

ortalama. maç 14.hafta
Serdar Gözübüyük 7,00 8 6
Ruud Bossen 6,44 9 7
Jan Wegereef 6,42 7 -
Eric Braamhaar 6,22 9 5
Bas Nijhuis 6,16 6 -
Pieter Vink 6,14 7 -
Björn Kuipers 6,10 10 -
Reinold Wiedemeijer 6,10 10 5
Danny Makkelie 6,00 5 8
Tom van Sichem 5,85 7 6
Richard Liesveld 5,66 9 -
Kevin Blom 5,42 7 5
Pol van Boekel 5,42 7 -
Ed Janssen 5,25 8 5

MYRATH

























Sevgili okuyucular biz sağlam dinleyicilerin Oriental Metal, cahil-i cühelanın "jın jın jın distorşın ne fark var kardeşim" diye adlandırdığı evladıyelik müzik akımının bir başka güzide temsilcisi ile karşınızdayım. Ha benim cümlenin içinde "metal" lafını geçirdiğime bakmayın zira Tunuslu grup Myrath'ın yaptığı müzik türüne Oriental Metalden çok "Fasıl Metal" diyesim geliyor. Gözleri sürmeli arkadaşımız Zaher Zorgati'nin vokallerini üstlendiği, 2001 yılında, henüz 13 yaşında olan gitarist Malek Ben Arbia'nın kurduğu Myrath 2010 yılında çıkardığı Desert Call albümü ile çıkışa geçmiş bir grup. 2007 yılında, Zorgati öncesi vokalleri üstlenen Tarek Idouani zamanında Hope adında bir debut albümleri de var ama asıl kadroyu 2007'de toplayıp onları dünyaya tanıtan 2 tane albüm çıkartıyorlar. ilk ikisini söyledik, üçüncüsü de Tales of the Sands. Son derece hoş bir kapağı olan bu albüm grubun şimdilik geldiği en üst nokta. Albüm yaylı çalgılar ve darbuka ile süslenmiş Under Siege şarkısıyla açılıyor. Ardı ardına gelen Braving The Seas, albümden çıkan (aşağıda) ilk single Merciless Times, hemen ardından albümün isim şarkısı Tales of the Sands ile de akıp gidiyor. Beyond the Stars isimli, 9 numaralı şarkı ise resmen bir demlenme eseri.

Tabi ki albümü dinleyenler muhtemelen Orphaned Land ile ortak noktalar bulmaya çalışacaklar. E grup da zaten Orphaned Land ile beraber birçok konser verdi Avrupa'nın dört bir yanında. Bu tür işleri, Türk "rakı aleminin" bilindik enstrümanları ile heavy metal sentezini seven ya da bugüne kadar arayan (çünkü böyle çalışmalar pek yaygın değil) varsa bu albüme balıklama atlasın. Bana göre 2011'in en iyi 10 albümünden birisi. Aşağıya da aldım Merciless Times'ı.

27 Kasım 2011 Pazar

BİR ZAMANLAR EFSANEYDİK: LUCIEN FAVRE VE MONCHENGLADBACH



















Bu ay FourFourTwo'da da yayınlanan Borussia Monchengladbach incelemesini bloga aktarıyoruz. Yazı, ligde 2-2 biten Bayer Leverkusen maçından sonra yazılmıştır. Hazır takım Bundesliga'da dolu dizgin giderken.

----------------------------------------------------

Borussia Park’ın kuzey tribününde bizleri karşılayan, yaklaşık 500 kişilik Nord Kurve grubu, Almanya’daki bir başka futbol gününün en aktif topluluğu. Borussia Mönchengladbach, 1986-87’de kazandığı lig üçüncülüğünden beri, 70’lerde dünyayı sallayan günlerinin hasretini çekiyor. O günlerin efsaneleriyle karşılaştırılması bile söz konusu olmayan Lucien Favre’nin takımını bizzat ziyaret etmek için 15 Ekim Cumartesi günü Hollanda sınırına sadece yarım saat uzaklıktaki Mönchengladbach’daydık. Ama önce efsanenin hikayesi.


















Kuruluş Yılları

17 Kasım 1899’da, Monchengladbach’ın kuzeyindeki Alsstraße’da bulunan Anton Schmitz restoranından çıkan bir grup genç, Germania Spor Kulübü’nden ayrılarak ayrı bir futbol kulübü kurmaya karar verdiler. 1 Ağustos 1900 tarihinde Borussia 1900 adıyla hayata gözlerini açan kulüp Almanya futbol tarihinin en başarılı kulüplerinden birisi olacaktı. Adını yıllar boyu Almanya’da hüküm sürmüş olan ve bugünkü Almanya’nın temelini oluşturan Prusya Krallığı’ndan alan takımın girişimci gençleri, aynı yıl, futbol oynanabilecek bir sahanın varlığından hareketle şehirdeki Hristiyan Topluluğu’nun (Marianische Jünglings-Congregation) genç takımıyla birleşti. 3 yıl boyunca bu birlikteliği devam ettirmelerinin ardından 1903 yılında topluluktan ayrıldılar ve bağımsız hale geldiler. Kulüp çeşitli isim değişikliklerinden sonra 1919 yılında Turnverein Germania 1899 Spor Kulübü ile birleşti ve 1 yıl sonra Koelner BC’yi finalde mağlup ederek batı Almanya bölgesinin şampiyonu oldu. Ancak, bu birlikteliğin de ömrü çok fazla sürmedi ve 1921 yılında, bugün de hüküm sürdükleri Borussia VfL 1900 e.V. Mönchengladbach ismini aldılar. Savaş dönemleri ve ardından gelen Alman Futbol Federasyonu’nun lig düzenlemeleri onları bir süre alt liglerde dolaştırdı. 1958-59 sezonunda ise Oberliga’da şampiyon olmayı başardılar. Ardından 1960’da kulüp tarihinin ilk büyük başarısı geldi.

1960 yılında takım Batı Almanya Kupası’nın şampiyonu olduktan sonra, Almanya Kupası (DFB Pokal) finalinde, Düsseldorf’taki Rheinstadion’da Karlsruher ile karşı karşıya geldi. 49.000 kişinin izlediği bu maçı 3-2 kazanan Mönchengladbach müzesine ilk kez büyük bir kupayı koymuş bulunuyordu. Bu maçta orta sahada görev yapan Fridhelm Frontzeck, yıllar sonra kulübe hem futbolcu hem de teknik adam olarak yıllarca hizmet verecek Michael Frontzeck’in babasından başkası değildi. İzleyen yıl Avrupa Kupa Galipleri Kupası macerası çabuk bitti ama bu onların sadece 15 yıl sonra Avrupa futbolunu kasıp kavuracaklarının bir habercisiydi. Ayrıca takım artık 15.000 seyirci ortalamasını tutturmuş ve giderek popülaritesini artırıyordu. 1962 yılında, takımın yıldızlarından Albert Brülls, 250 bin Alman markı karşılığında İtalya’nın Modena takımına satıldı ve Alman futbol tarihinin yurt dışına transfer olan ilk futbolcusu oldu (öyle ki transfer ücretini bir çantada teslim alan başkan Helmut Grashoff “beni banka soyguncusu sanacaklar diye çok korkuyordum” demiştir). Grashoff bu transferden gelen parayla takımı gençleştirdi ve altyapıya önem vermeye başladı. Altyapıdan A takıma geçme konusunda ümit veren yıldızlardan ikisinin ismi Jupp Heynckes ve Günter Netzer’di.













Bundesliga Merhaba ve Weisweiler

1963-64 sezonuyla beraber Alman Futbol Federasyonu Bundesliga uygulamasını başlattı. Buna göre 16 takımlı bir Batı Almanya 1. ligi kurulacak, onun altında ise Regionalliga adı altında bölgesel ligler yer alacaktı. Mönchengladbach Regionalliga Batı liginde ilk sezonu 8. sırada bitirdi. Heynckes ve Bernd Rupp gibi isimleri A takıma çıkartan kulüp ligin en genç yaş ortalamasına sahipti. Sezon sonunda Fritz Langner görevden ayrıldı ve yerini toplam 9 yıl 2 Köln takımı FC Köln ve Viktoria Köln’ü çalıştıran Hennes Weisweiler aldı. Bu manevra Mönchengladbach tarihinin dönüm noktalarından bir tanesidir. Weisweiler’in özellikle gençlerin bireysel yeteneklerini ön plana çıkardığı futbol stili onların “taylar” olarak anılmasını sağladı. Takım 1964-65 sezonunda bölge şampiyonu olarak Bundesliga’ya yükseldi. Bu sezon Alman futbolu için bir başka dönüm noktasını içeriyordu zira Bayern Munih de Regionalliga Güney bölgesinde şampiyon olmuş ve Bundesliga’ya yükselmişti.

Mönchengladbach’ın Bundesliga’daki ilk sezonu onların lige tutunma çabasından ibaretti. SC Zwiesel’dan 22 yaşındaki Heinz Witmann ve doğduğu kentin takımı VfR Büttgen takımında oynayan 18 yaşındaki Berti Vogts transfer edildi. Ligi 13. sırada bitirdiler. İzleyen yıl attıkları 70 gol ve Schalke 04’ü 11-0 mağlup etmeleri onların yukarıya verdikleri bir mesajdı. Bu sefer 8. oldular. 24 yaşındaki Herbet Laumen 18 golle gol krallığında ikinci sırayı aldı. Bu sezonun kaybı ise 14 gol atan Jupp Heynckes 250 bin marka Hannover’a satılmasıydı. Ancak izleyen 2 sezonda arka arkaya üçüncülük koltuğuna oturdular ve bununla beraber 11 yıl boyunca kaleyi koruyacak Wolfgang Kleff, defans oyuncusu Hertwig Bleidick, Winfried Schäfer gibi isimleri kadrolarına kattılar. Bu politika ve Weiswiler’in istikrarlı yönetimi onlara 1969-70 sezonunda şampiyonluğu getirdi. Heynckes takıma döndü ve Klaus-Dieter Sieloff ile Danimarkalı Ulrik le Fevre takımı güçlendirdi.












Herbet Laumen ve Kale Direkleri

3 Nisan 1971’de, 1970-71 sezonunun 27. haftasında Mönchengladbach, kendi evinde Werder Bremen’i konuk ediyordu. Maçın 88. dakikasında Günter Netzer’in kullandığı serbest vuruşta rakip kaleci Bernard Günter ile hava topu mücadelesine giren Laumen kendisini ağların içinde bulmuş ve kale bir çatırtı ile çökmüştü. Bir süre ağlara sarılı kalan Laumen daha sonra kurtarılmış ve bu olay sonrası Bundesliga’da tahta kale direklerinin kullanılmasına son verilmişti. Bu kale, bugün kulüp müzesinde sergilenmektedir.




















Almanya’nın ve Avrupa’nın Zirvesine

Mönchengladbach 1970-71 sezonunda şampiyonluk unvanını korudu. Laumen ve Heynckes takımın attığı toplam 77 golün 39’una imza koymuştu. 1971-72 sezonunda, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynanacak Inter Milan maçı ise 70’lerdeki fırtınanın en önemli kilometre taşlarından birisi olacaktı. 20 Ekim 1971’deki 2. tur ilk maçında Gladbach, La Grande Inter’in mirasçısı takımı Bökelberg’de 7-1 mağlup etti. Bu tam bir şok demekti. Ancak maçın 29. dakikasında, tribünlerden atılan bir boş kola kutusu, Inter’in golcüsü Roberto Boninsegna’ya isabet etmiş ve oyun bir süre durmuştu. UEFA maçı iptal etti. Inter 3 Kasımda kendi evinde 4-2 kazandıktan sonra Almanya’da oynanan maç 0-0 bitti ve tüm futbol tarihinin en sansasyonel maçlarından birisi resmiyet kazanmadı. Buna rağmen bugün halen bu maçın tişörtü kulüp mağazasında en fazla satılan ürünlerin başında gelmektedir. O gün, o kutu kolayı sahaya atan şahıs ise stadyumdan ömür boyu men edilmiş ve 25 yıl sonra Bild gazetesine verdiği röportajda suçlu olmadığını savumuştur. Efsane teknik adam Matt Busby, Mönchengladbach için “o gün dünyada o oyuna karşı koyabilecek bir takım yoktu, futbol o gün en mükemmel halindeydi” betimlemesini yapmıştır. Bugün hala Almanya’da süregelen iddiaya göre, Boninsegna hiçbir zarar görmemesine rağmen kendisini yere atmış ve UEFA’da lobisi olan İtalyanlar tarafından Gladbach’ın önü kesilmiştir.

Mönchengladbach, 1970-80 yılları arasında tam 5 Bundesliga, 2 UEFA Kupası, 1 Almanya Kupası şampiyonluğu yaşamış ve 1977’de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda final oynamıştır. Henning Jensen ve Rainer Bonhof gibi bir yıldızın katılımı ile Avrupa’da fırtına gibi esen kulüp, 1975’te Weiswiler’ın üçüncü şampiyonluk sonrası görevden ayrılması ve Barcelona’nın başına geçişine rağmen durmamış, Udo Lattek, göreve geldikten sonraki 2 yıl boyunca şampiyonluğu şehre getirerek hat-tricki tamamlamıştır. Bu dönemde, Netzer’in Real Madrid’e gidişi dahi onları etkilememiştir zira onları Avrupa’nın ve Almanya’nın zirvesinde tutan adam, yukarıda adını zikretmediğimiz efsane, bir başka Danimarkalı’dan başkası değildir.















Danish Dynamite: Allan Simonsen

1952 yılında Danimarka’nın Vejle kentinde doğan Allan Simonsen, futbola da bu kulüpte başladı. 20 yaşında transfer olduğu Mönchengladbach’daki performansı ile bugün halen Danimarka futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu olarak bilinmektedir. Simonsen 1975-77 arasındaki 3 şampiyonlukta takımın değişmez oyuncularından birisi olmasının yanı sıra Gladbach’ın Avrupa’daki en istikrarlı oyuncularından bir tanesiydi. 1975 UEFA Kupası finalinde Twente’nin 5-1 mağlup edildiği maçta 2 gol atan Simonsen, 1977 Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Liverpool’a 3-1 mağlup olan takımının tek golünü atmış, 1979 UEFA Kupası finalinde de Kızılyıldız’a ikinci maçta attığı golle kupayı takımına getirmiştir. O gol Simonsen’in kupadaki 9. golü olmuştur. 1977’de Ballon d’Or ödülünün de sahibi olan Simonsen’in Kevin Keegan ve Michel Platini gibi 2 ismi geride bıraktığını söylersek nasıl bir iş başardığını ifade edebiliriz. Simonsen halen bu ödülü kazanan tek Danimarkalı oyuncudur.

Gerileme ve Bugün

1980’de birez daha oynanan UEFA Kupası finali bir bakıma o parıltılı dönemin de bittiğinin göstergesidir. Bir başka Alman takımı Eintracht Frankfurt 2 maç sonrası kupayı evine götürür. Takım izleyen sezonlarda orta sıralarda yer alır. 1984 ve 1987’de kazanılan lig üçüncülüklerinin arkası gelmez ve takım 1998-99 sırasında, 21 puanla ligin son sırasında yer alarak küme düşer. 30 yıla yayılmış bir dönem de böylece kapanmış olur.

Mönchengladbach 2001-02 sezonunda geri dönüşünden sonra eski günlerine hiçbir zaman ulaşamadı. 2006-07 sezonunda yine sonuncu olarak küme düştüler. 1 sezon sonra geri döndüler ama küme düşme korkusunu hep yakından hissettiler. 2001’deki geri dönüşün ardından takım hiçbir zaman 12. sıranın üstüne çıkamadı. Bir zamanlar nerede ise her sezon bir kupanın girdiği müzeye ise, 1995’teki Almanya Kupası’ndan sonra uğrayan olmamıştı. Michael Frontzeck, geçtiğimiz sezon 13 Şubat 2011’de görevden alındığında, takım ligin sonundaydı ve Lucien Favre’nin bir devrim yapması gerekiyordu. 22 maçta 16 puan almışlardı. Kalan 12 maçta 36 potansiyel puanın 20’sini alarak 16. sıraya tırmandılar. Play-off mücadelesinde de 2. lig üçüncüsü Bochum’u mağlup edip Bundesliga’da kaldılar.












Borussia Park Yolculuğu

Favre’nin takımı, Bundesliga’da sıkça görülen bir sezondan diğerine değişen takım çizgisi alışkanlığını bozmuş durumda. Sezona deplasmandaki Bayern Munich galibiyeti ile başladılar ve o gol halen Bayern’in bu sezon kalesinde gördüğü tek gol. Bu hafta oynanacak Borussia Mönchengladbach – Bayer Leverkusen maçı için Borussia Park’ın yolunu tuttuğumuzda takım lider Bayern’in 3 puan gerisinde takipteydi.



















Borussia Park, “şehir dışı stadyum” ilkesini sonuna kadar yaşatan bir stadyum. Mönchengladbach merkez istasyonuna 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile ancak ulaşıyorsunuz. Ayrıca şehir merkezine göre yüksekte kalması sebebiyle de izole bir atmosferi var. 86 milyon euroya mal olan ve 2004 yılında hizmete açılan bu stadyum her maç aşağı yukarı 52 bin kişiye ev sahipliği yapıyor. Stadyumun basın tribünün girişinde sizi birer şampiyonluk, federasyon ve UEFA kupası karşılıyor yanyana dizilmiş şekilde. Her kata çıktığınızda o efsane yılların bir izi var. Günter Netzer ve Jupp Heynckes’in resimlerinin yanında elbette Oliver Neuville, Stefan Effenberg gibi isimler unutulmamış.















Bugünlerde tribünleri ayağa kaldıran isimler ise farklı. Bunların başında, takımın her şeyi, Joachim Löw’ün Alman milli takımında kullanmaya başladığı yeni yeteneklerden Marco Reus geliyor. Reus Mike Hanke ile oluşturduğu forvet ortaklığı ile geçtiğimiz yıl müthiş işler yaptıktan sonra bu sezon da çizgisine devam ediyor. Bayer Leverkusen maçı onun için çok iyi gitmedi aslında, zira 65. dakikada kaydettiği beraberlik golünden önce 3 net pozisyonu harcamıştı. Ancak halen o topu ayağına aldığında tüm tribünler ayağa kalkıyor ve rakip takım üçlü sıkıştırmalara başvuruyor.

Leverkusen Robin Dutt’un, Michael Ballack’ı kondisyonunun artık 90 dakikayı kaldıracak durumda olmaması sebebiyle 60. dakikada oyundan almasından sonra maç üzerindeki kontrolünü tamamen kaybettiği bir günden, üstüste 2 gol yemesi ve aynı süre zarfında sahada 10 kişi kalmasına rağmen, aynen Reus gibi Alman milli takımının yeni simalarından Andre Schürrle’nin müthiş golü ile 1 puan alarak çıktı.












Maç sonrası Lucien Favre galibiyeti kaçırdıkları için mutsuz görünse de, taraftarlar gelen ikincilikten memnun görünüyorlardı. Taraftarları taşıyan bedava otobüslerde, dünya üzerindeki her takımda görülen o kafayı bulmuş ama etrafındakilerle muhabbeti hiç bırakmayan taraftarlardan birisi otobüse bağırıyordu “geçen sene yediğimiz gol sayısını hatırlıyor musunuz? Şu anki halimizden şikayet etme şansımız yok!!! Geçtiğimiz sezon lig sonunda 65 gol yiyen takım şu ana kadar 9 maçta 6 gol yedi. 70’lerde aralarında kıyasıya rekabet olan Bayern ve Borussia bugünlerde o eski günleri yadediyorlar. 1969-77 yılları arasındaki 9 sezonda Munihliler 4, Gladbachlılar 5 şampiyonluk görmüştü. Kısacası o yıllar futbolun ülkenin 2 ucu arasında oynandığı yıllardı. Yazıyı da bu 2 takımın arasında oynanan ve Bundesliga tarihinin gelmiş geçmiş en iyi maçı olarak bilinen karşılaşma ile bitirelim.











Devlerin Aşkı

Efsane Alman hoca Helmut Schön bu maç için “Futbol için yapılmış en büyük propaganda” demiştir. 26 Şubat 1972’de oynanan ve 2-2 biten bu maç belki skor açısından olmasa da maçta forma giyen ve Alman futboluna yön veren oyuncuların varlığı açısından abide niteliğindedir. Öyle ki sahadaki 9 oyuncu, sadece 4 ay sonra Avrupa Şampiyonu olacak Alman milli takımında forma giymişlerdir. Maçın 4 ve 20. dakikalarında Heynckes’in attığı golle 2-0 öne geçen Borussia M’Gladbach, Bayern Munich’in Schneider ve Roth’un ayağından gelen gollerine engel olamamış ve maç 2-2 bitmiştir. Bayern Munih sezon sonunda şampiyonluğu kucaklamışi rakibi ise üçüncü sırayı almıştır. Bu muhteşem sezonun en önemli ayrıntısı, Gerd Müller’in tam 40 gol atarak gol krallığını kazanmasıdır. Aşağıda o gün Hennes Weisweiler ve Udo Lattek’in sahaya sürdüğü kadrolar var.











Borussia Mönchengladbach (4-3-3): Kleff; Bonhof, Sieloff, Surau, Bleidick; Wimmer, Netzer, Danner Kulik, Heynckes, Le Fevre

Bayern Munih (4-3-3): Maier; Breitner, Schwarzenberg, Beckenbauer, Hansen; Roth, Zobel, U.Hoeness; Sühnholz, Müller, Schneider

ONLARIN ROBIN'İ VAR






Dünkü Arsenal - Fulham maçında ev sahibi taraftarların açtığı pankart.

Not: Fotoğraf aynı pankartın açıldığı WBA maçındandır.

26 Kasım 2011 Cumartesi

BİRA GEÇİDİ vol.1: HEINEKEN














Yolculuklarda tattığımız biralardan bir geçit oluşturalım kısa kısa, kenarda dursun. Ülkenin gurur kaynağı ile başlayalım. Her hafta 1 tane.

Heineken'la başladık tabii ki. Kendisini anlatmaya gerek yok. Hollanda'nın en büyük bira firması. Amsterdam'da adına açılmış ve son derece eğlenceli, interaktif bir müzesi var. 170 ülkede pazarlanıyor ve 71 ülkede 125 ayrı bira üretim tesisinde üretiliyor. Dünya çapında 60 bin çalışanı var. 1864 yılında, Gerard Adriaan Heineken, Amsterdam'da De Hooiberg isimli bira fabrikasını aldığında tarih de yazılmaya başlamıştı. Bugün Heineken ailesi Hollanda'nın en zengin 10 ailesi içinde. Bu işin tarihçe yönü. Tat açısından kalitenin sadeliği vardır Heineken'da. Ya da sadeliğin kalitesi hangisi karar veremedim. Ama bira aleminin Ergün Pembe'si gibidir. Sürekli yeni şişe tasarımı, promosyonlar ve yeni aromalarla karşımıza çıkmaz, yıllardır çizgisi bellidir ve her zaman favoriler arasındadır. Şahsımın ilk 5 birasına giriş çıkışlar olabilir ama Heineken'in yeri hiç değişmez. Belki zirvede değildir ama her zaman onu takiptedir. Hollanda'da ortalama 1 euroya satılır 50'lik kutusu. 33'lük pek tercih edilen bir büyüklüğü değildir.

Alkol oranı: % 5
Tür: Pale Lager
Uyruk: Hollanda
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl, kutu 20 cl -havayolları versiyon-, 33cl, 50 cl)
FD'nin Notu: 4/5

GOLDEN BOY 2011


















İtalyan gazetesi Tuttosport'un 2003 yılından beri verdiği Golden Boy ödülünün ilk adayları 1 Kasımda açıklanmıştı. Tuttosport aday sayısını 5'e düşürdü. Aşağıda ödülün 5 adayı var. Ajax'ın Danimarkalı oyuncusu Christian Eriksen de (yukarıda sağda) son tura kalanlardan. Mario Götze ödülü götürecek gibi geliyor, zira bana göre en büyük rakibi olan Eden Harad'a göre artısı bu sezon daha da performansını artırmış olması, Almanya milli takımına girişi ve Arsenal'in onun peşinde uzun süre koşması (halen koşuyor olması).

Christian Eriksen (Ajax)
Thiago Alcántara (Barcelona)
Mario Götze (Borussia Dortmund)
Eden Hazard (Lille)
Jack Wilshere (Arsenal)

Aşağıdaki liste ise 1 kasımda açaıklanan tüm aday adayları. Lorenzo Ebecilio da Ajax'ın ilk turdaki diğer oyuncusuydu. Geçtiğimiz yıl Twente'li Luuk de Jong ve Vitesse'li Marcus Pedersen, yine Eriksen ile birlikte aday olmuşlardı. Ödülü ilk kazanan isim de bir Ajaxlıydı. 2003'te Raffael van der Vaart'ın kazanmasından sonra ödül sırasıyla Wayne Rooney (2004), Lionel Messi (2005), Cesc Fàbregas (2006), Sergio Agüero (2007), Anderson (2008), Alexandre Pato (2009), ve Mario Balotelli'ye (2010) gitti

David Alaba (Oostenrijk, Bayern München)
Álvaro Vázquez (Spanje, Espanyol)
Jordan Ayew (Ghana, Olympique Marseille)
Fabio Borini (Italië, AS Roma)
Joel Campbell (Costa Rica, Lorient)
Sergio Canales (Spanje, Valencia)
Thibaut Courtois (België, Atlético Madrid)
Philippe Coutinho (Brazilië, Internazionale)
Dudú (Brazilië, Dynamo Kiev)
Lorenzo Ebecilio (Nederland, Ajax)

Stephan El Shaarawy (Italië, AC Milan)
Christian Eriksen (Denemarken, Ajax)
Mario Götze (Duitsland, Borussia Dortmund)
Clement Grenier (Frankrijk, Olympique Lyon)
Antoine Griezmann (Frankrijk, Real Sociedad)
Eden Hazard (België, Lille)
Philip Jones (Engeland, Manchester United)
Sergei Kryvtsov (Oekraïne, Shakhtar Donetsk)
Alexandre Lacazette (Frankrijk, Olympique Lyon)
Adem Ljajic (Servië, Fiorentina)

Romelu Lukaku (België, Chelsea)
Eliaquim Mangala (Frankrijk, FC Porto)
Alex Merkel (Duitsland/Kazachstan, Genoa)
Iker Muniain (Spanje, Athletic Bilbao)
Miguel Nelson (Portugal, Benfica)
Joel Obi (Nigeria, Internazionale)
Axel Oxlade-Chamberlain (Engeland, Arsenal)
Dani Pacheco (Spanje, Rayo Vallecano)
Rodrigo Moreno (Spanje, Benfica)
James Rodríguez (Colombia, FC Porto)

Jack Rodwell (Engeland, Everton)
Oriol Romeu (Spanje, Chelsea)
Davide Santon (Italïe, Newcastle United)
Stefan Savic (Montenegro, Manchester City)
Georgi Shennikov (Rusland, CSKA Moskou)
Xherdan Shaqiri (Zwitserland, FC Basel)
Thiago Alcántara (Spanje, Barcelona)
Raphael Varane (Frankrijk, Real Madrid)
Jack Wilshere (Engeland, Arsenal)
Granit Xhaka (Zwitserland, FC Basel)

24 Kasım 2011 Perşembe

20 YIL ÖNCE LOVE OF MY LIFE























Bugün "zamanda geri dönüp gitmek istediğin konser hangisi?" diye sorsalar saniye düşünmeden vereceğim cevap değişmez. Bundan 20 yıl önce bugün, "This Could Be Heaven For Everyone" diyerek gitti, insanlık tarihinin gördüğü en güzel sesli adam. Farrokh Bulsara, nam-ı diğer Freddy Mercury geride bir dolu bomba gibi eser bıraktı. Ona ait bir anektod verelim. Bir biseksüel olan Mercury'nin aslında hayatındaki en büyük aşkı, Brian May vasıtası ile tanıştığı Mary Austin'di. Hatta sonraları Mercury "bana hep hayatımdaki insanlar neden Mary gibi olamadıklarını sordular ama bu imkansızdı" demiştir. Love of My Life şarkısı Mercury'nin ona duyduğu aşk için yazılmış, kendisi öldükten sonra evini o anki sevgilisine değil Austin'e bırakmış ve "sen benim karım gibiydin o ev senin olacaktı zaten" demiştir. E Love of My Life'ı verelim o zaman.

KUTSAL ZEVKSİZLİK













Hollanda'nın futbol dergilerinden ELF Voetbal, 30. yaşını kutlamak için, okuyucularına son 30 yılın en kötü formalarını sormuş Hollanda futbolunun önemli isimlerine. Dennis Bergkamp, Johan Derksen, Ruud Gullit, Willem van Hanegem, Kees Jansma, Bert van Marwijk, Joop Munsterman, Marc Overmars, Robin van Persie ve Rafael van der Vaart'ın yer aldığı anket grubuna yöneltilen soru neticesinde, 1988 Avrupa Şampiyonası'nda Hollanda'nın giydiği forma, ülke milli takım tarihinin en kötü forması seçilmiş. Tabii o formanın, o kupayı, hem de ezeli rakip Almanya'nın evinde kaldırdığını biliyorsunuz. Ancak bu forma listenin tepesinde değil. % 7,7 oyla üçüncü sırada. En tepede ise % 40,6 oy alan, 1997-98 Bochum deplasman forması birinci sırada (aşağıda).



















2. sırada oyların 20,3'ünü alan, Heerenveen'in bu sezonki deplasman forması var. Neden bu kadar kötü bulundu çok açık. Net bir aşırma var. Bari farklı ülke takımından aşırsaydınız.






















3. sırayı, NEC'in 1980'li yıllardaki forması, Euro 1988 Hollanda milli takımı formasıyla paylaşıyor. Her 2 forma da % 7,6 oy aldılar.

























4. sırada bu tür anketlerden hiç eksilmeyen bir forma var. 1993-94 Hull City iç saha forması. Kaplanı kaplanlığından utandıracak meşhur forma. 5. sıra Palermo'nun pembe formalarına gitmiş.

















6.lıkta da yine 2 forma var. Go Ahead Eagles'ın 1995-96 deplasman forması ve St. Pauli'nin 2005-06 sezonundaki çadır bezi forması.




















Bir de bizim seçimlerimiz vardı zamanında. Ona da buradan buyurun.

Bu Forma Kutsal Değil Nasip Olmasın Kimseye
En İyi 10 Forma Tasarımı

PAZARA KADAR DEĞİL TAHKİME KADAR CALEY THISTLE



















Hafta sonu Celtic, Inverness Caledonian Thistle deplasmanındaydı. Maçın 36. dakikasında Inverness orta saha oyuncusu Greg Tansey, Celtic'in Yunan forveti Giorgios Samaras ile bir hava topu mücadelesine çıktı. 2 oyuncu yere indiğinde Samaras yüzünü tutarak yere yığılmıştı. Hakem Stevie O'Reilly pozisyonu izledi, ardından da Tansey'e rakibin suratına dirsek attığı için doğrudan kırmızı kartını çıkardı. Ancak ortada şöyle bir problem vardı ki, Tansey Samaras'a dirsek falan atmamıştı. Hatta maç sonu, ev sahibi takımın hocası Terry Butcher'ın sarkastik ifadesiyle "tırnağıyla suratına saldırıya" geçmişti. Hakem O'Reilly maç sonrasında pozisyonun sarı kart bile olmadığını itiraf etti ve İskoç Futbol Federasyonu konuyu tekrar inceleyip Tansey'in kırmızı kart cezasını kaldırdı. Ama kulüp bu karara itiraz etmek için Glasgow'a bazı temsilcilerini gönderdi (Butcher'ın da içinde olduğu) ve itiraz hakkını kullanmak için de federasyona 1.000 pound ödedi. İşte bu 1.000 poundu, cumartesi günü maçta olan, D & E Coaches isimli firmanın sahibi, Donnie Mathieson ödedi. Koyu bir Caley Thistle taraftarı olan Mathieseon "daha kartı gördüğüm anda, itiraz prosedürü içinde olmayı kafama koymuştum" dedi basına yaptığı açıklamada. İlginç taraftar aksiyonları listesine katalım.

23 Kasım 2011 Çarşamba

ADAMSIN!!!


















Bruce Dickinson'ın yıllardır pilotluğunu yaptığı Astraeus Airlines iflasını açıkladı geçtiğimiz günlerde.Bu hafta Dickinson son uçuşunu gerçekleştirdi ve Cidde-Manchester seferini yaptı. Niye farklı bir adam olduğunu yine kanıtlama peşinde. Merkezi Sussex'te olan İzlandalı bir seyahat firmasıyla görüşüp havayolunu kurtarma çabasında. "En azından aynı isimle olmasa da, firmada çalışan isimlerle yepyeni bir firma kurabiliriz, daha projeden bahsettiğimde birçok yatırımcı beni cep telefonumdan aradı" diyor. 2002 yılından beri faasliyette olan şirket, ekonomik kriz ve beklenenden az talep sebebiyle iflasını açıklamıştı. Bruce, minimum 100 bin euro yatıracak herkesin evinde özel bir konser vereceğini söylese o havayolu 1 haftada kurtulur.

KRAL II.LUİ'Yİ GÜBRE Mİ KURTARACAK?













AS Monaco'nun geçtiğimiz yılki küme düşüşünün ardından "daha 7 sezon önce ŞampiyonlarLigi finali oynamış bir takım" demiştik ama durum o günden beri daha kötüye gitti. 1978 Oscar Ödüllerinde Star Wars gibi sonradan bir efsaneye dönüşecek filmin, En İyi Film dalında sinema dünyasının yükselen "Special One"ı Woody Allen'ın Annie Hall'una toslaması gibi Monaco da 2004 yılında Portekizli Jose Mourihno'ya tosladı. Sonra da grafik genelde geriye doğru gitti. 2000'lerin ikinci yarısında orta sıralardan kurtulamadılar. Sonunda da geçtiğimiz sezon küme düştüler. Toplam 3 sezon kırmızı beyazlı formayı giymiş Marco Simone teknik direktörlüğe, 2004 finalinde sahada olan, bugün 35 yaşındaki Ludovic Giuly de kadroya döndü. Ama re-unionlar genelde hayal kırıklığı olmaya mahkumdur. Monaco bugün Ligue 2'nin de sonunda. 14 maçta sadece 1 kez kazanabildiler. Bu uçurumun dibinden çıkış yolları gübrede bitebilir. Forbes'a göre dünyanın en zengin 93. adamı ve 7 milyar dolarlık bir servete sahip Rus Dmitry Rybolovlev Monaco'yu satın alıp 200 milyon euroluk bir yatırım yapmak istiyor. Rybolovlev yıllardır gübre ham madde ihracatında kendisine önemli paralara kazandıran Uralkali firmasının çoğunluk hissesini elinde bulunduruyordu. Monaco Prensi Albert bir Rus milyarderin kulübü satın almasında problem görmediğini belirtti. 5 yıl boyunca Monaco forması giyen eski milli futbolcu Youri Djorkaeff'in de advisör olarak görev yapacağı gelen haberler arasında.

21 Kasım 2011 Pazartesi

SULTANS OF SWING (ALCHEMY)



Hani bir laf vardır "zevkler ve renkler tartışılmaz" diye....Şu performansı beğenmeyenin zevkini tartışmam evet....Direk zevkine......

20 Kasım 2011 Pazar

ALTIN AYAKKABI 2011-12 (19 KASIM)

















Bugünkü maçlar hesaba katılmadan Avrupa Altın Ayakkabı yarışında son durum aşağıda. Seydou Doumbia (resimde), bu sezon Rusların normal sonbahar-ilkbahar formatına geçmeleri sebebiyle 44 maç oynayacak olmasının avantajını kullanıyor. Şimdiden 23 gole ulaştı ve listede ikinci sırada. Takipçileri ortalama 38 maç oynayacaklar. Tepedeki 46 gollü Aleksandrs Cekulajevs'in nasıl oraya çıktığının hikayesini ise 10 gün sonra çıkacak, Hayatım Futbol'un 9. sayısında görebileceksiniz. Halen bilmeyenler için söyleyelim. Avrupa'nın 5 büyük liginde (İngiltere, İspanya, Almanya, Fransa, İtalya) top koşturan futbolcuların attığı goller 2 ile, 6-21. sıra arasındaki liglerde oynayan golcülerinki 1,5 ile, geri kalanlar da 1 ile çarpılıyor. Bu konudaki tartışma yüzünden 1991-96 yılları arasında ödül resmi olarak verilmese de sponsorlar desteklemişti. Ancak 1994, 95 ve 96 yıllarında, Avrupa'nın en çok gol atan oyuncularının, sırasıyla Galler, Ermenistan ve Gürcistan liglerinden çıkması, katsayı uygulamasını zorunlu hale getirdi. 2001-02'de, Sporting formasıyla attığı 43 gol ve topladığı 64,5 puanla ödülü alan Mario Jardel'den beri bu ödülü 5 büyük ligin dışından alan bir oyuncu çıkmadı. Çıkması da zor görünüyor zira aşağı yukarı 40-45 gol atması gerekiyor (katsayısı 1,5 olanlar için). Jardel'den 1 sene önce Henrik Larrson (Celtic) ve 1998-99 sezonunda yine Jardel (Porto), bu ödülü 1,5 katsayıyla kazanan performansları verdiler.

1

A. Cekulajevs

Trans Narva

EST

46

1.0

46.0

2

S. Doumbia

CSKA Moscou

RUS

23

1.5

34.5

3

L.Messi

FC Barcelona

ESP

15

2.0

30.0

4

C. Ronaldo

Real Madrid

ESP

14

2.0

28.0

5

R. Van Persie

Arsenal FC

ENG

13

2.0

26.0

6

M. Gomez

Bayern München

GER

13

2.0

26.0

7

O.M. Arst

Start Kristiansand

NOR

16

1.5

24.0

8

K.J. Huntelaar

Schalke 04

GER

12

2.0

24.0

9

A. Kerzhakov

FC Zenit

RUS

16

1.5

24.0

10

R. Prica

Rosenborg BK

NOR

16

1.5

24.0

11

G. Higuain

Real Madrid

ESP

11

2.0

22.0

12

T. Neemelo

Levadia Tallinn

EST

22

1.0

22.0

13

A. Prosa

Tammeka

EST

22

1.0

22.0

14

T. Furuholm

Inter Turku

FIN

22

1.0

22.0

15

S. Nathan

Skonto Riga

LAT

22

1.0

22.0

16

C. Pizarro

Werder Bremen

GER

11

2.0

22.0

17

K. Ojo

Brann Bergen

NOR

14

1.5

21.0

18

M. Ghonghadze

Daugava

LAT

21

1.0

21.0

19

L. Traore

Kuban Krasnodar

RUS

14

1.5

21.0

20

M. Ranegie

Häcken

SWE

21

1.0

21.0

21

A. Rudnevs

Lech Poznan

POL

14

1.5

21.0

22

D. Lafata

Jablonec

CZE

14

1.5

21.0

23

M. Reus

Mönchengladbach

GER

10

2.0

20.0

24

E. Dzeko

Manchester City

ENG

10

2.0

20.0

25

S. Aguero

Manchester City

ENG

10

2.0

20.0

26

A. Ujah

Lillestrom SK

NOR

13

1.5

19.5

27

Y. Burak

Trabzonspor

TUR

13

1.5

19.5

28

M. Abdellaoue

Tromso

NOR

13

1.5

19.5

29 W.Rooney

Manchester United

ENG

9

2.0

18.0

30

L. Podolski

1.FC Köln

GER

9

2.0

18.0

19 Kasım 2011 Cumartesi

SULUKULE'NİN DEVLERİ part. II















Louis van Gaal Ajax kulübünün Genel Direktörü olarak atandı, gelecek sezondan başlamak üzere. Ajax'ta son 3 gündür kopan fırtınayı anlatmadan önce Louis van Gaal ve Johan Cruijff arasında 1989 Noel'ine kadar dayanan ve artık "düşmanlık" diyebileceğim ilişkinin tarihini bu yazının ilk versiyonunda okumak mümkün şuradan. Bu ayın başında da Cruijff ve 5 üyesinden birisi olduğu Raad van Comissarissen arasındaki soğuk savaşı aktarmıştık. Onu da Hayatım Futbol Blog'dan okumaya buyurun.

O yazıdan bir alıntı yapalım:"29 EkimdeAjaxlılar Johan Cruijff’un Ajax Süpervizör Komitesi’nden istifa ettiği dedikodularını duydular. Aslında “Raad van commissarissen” adı altında beş kişiden oluşan ve hisse sahiplerinin yönetimle aralarında köprü oluşturması için seçtikleri, kulübün CEO ve genel direktör gibi pozisyonlarında görev yapacak kişileri atayan bu kurum, Cruijff’un iki yıldır şekillendirmeye ve kendi menfaati doğrultusunda çalışmaya gayret gösterdiği bir araca evrildi. Ekim ayının başında komite Marco van Basten’i kulübün teknik direktörü (bizde genel direktör olarak adlandırılabilecek) olarak atayarak, ona bir nevi Karl-Heinz Rummenigge’nin Bayern Münih’teki fonksiyonlarını vermek isteyince elbette “14 numara” buna muhalefet etti. Zira ikili, 2008 yılında Van Basten Ajax’ın başına hoca olarak geçtiğinde kapışmış, o sıralarda Ajax kulübüne altyapı ve teknik konularda yardımcı olan Cruijff, van Basten göreve başladıktan bir ay sonra kulüple ilişkilerini kesmişti. 16 Ekimde içlerinde Edgar Davids’in de bulunduğu, Cruijff dışında kalan dört komite üyesi, Hollandalı efsaneye, van Basten’in atanışına onay vermesi ile ilgili bir “ültimatom mektubu” gönderdi. Cruijff bu mektubu da görmezden geldi, çünkü o Guus Hiddink, Jaap de Groot gibi isimlerden birisinin göreve gelmesini istiyordu. Bu sırada ay içinde Van Basten’i basına tanıtma hayalinde olan kulübün tüm planları da suya düştü.

Ne senle, ne de sensiz

Cruijff’un kulüp içinde öyle ilginç bir yeri var ki, resmi sitede komite üyeleri için ayrılmış sayfada çekilen toplu fotoğrafta dahi kendisi yer almıyor. Eylül ayı içinde kulübün eski futbolcularından Tscheu La Ling’i direktörlük görevine getirmek istemiş ama komiteden veto yemiş, yapılan toplantı sırasında çıkan kavgada Davids kapıyı vurup çıkmıştı. Ajax kulübünün üzerinde nerede ise Musa paygamber kadar etkisi bulunan Cruijff, “Onlar Ajax’ı bir işletme gibi yönetmek istiyorlar, ben ise bir futbol kulübü olarak” dese de son iki sezondur yaptıkları sebebiyle Arena’da çok fazla deprem yarattı. Buna rağmen hukuki danışmanı, Cruijff’un dedikodularının aksine görevinin başında olduğunu basına açıkladı."









Cruijf'a Karşı Darbe

Geçtiğimiz hafta içi, çarşamba günü bir anda Louis Van Gaal'in göreve geldiği duyuruldu. Bayern Münih ile halen kontratının devam etmesi sebebiyle Hollandalı gelecek sezon göreve başlayacaktı. Herkes, içinde Van Gaal ile kanlı bıçaklı olan Cruijff'un da bulunduğu bir komitenin nasıl bu kararı verdiğini düşünürken işin kokusu sonra ortaya çıktı. Karar 14'ün olmadığı bir toplantıda alınmıştı ve kendisi bu kararı arabada giderken duymuştu (o sırada aracın kontrolünü kaybetmemesi bile şaşılacak şey). Hatta bu karardan komite dışında kimsenin haberi yoktu. Cruijff daha sonra karar için "1 gün önce ve aynı gün kendileriyle 2-3 saat süren toplantılar yaptık ama Van Gaal'in adı 1 kere bile geçmedi, bunlar kafayı mı yedi?" diye tepkisini dile getirdi. Van Gaal'in "o komitede Cruijff oldukça çalışmamız mümkün değil" diyerek basına düşen bir açıklaması var. Komitenin 4 üyesi (Steven Ten Have, Edgar Davids, Marjan Olfers ve Paul Römer-yukarıdaki resimde) arasından, bu işin baş organizatörü olarak görülen komite başkanı Prof. Dr. Steven Ten Have "karar Cruijff'un olmadığı toplantıda alındı ama kendisini doğru ve usule uygun olarak bilgilendirdik" dedi. "Bu karar Johan Cruijff'u bitirme harekatı değil, Ajax için en iyi seçimin Van Gaal olduğu düşünülerek alınmış bir karardır" dedi. Bu arada Danny Blind de teknik direktör olarak Van Gaal ile çalışacak (Hollanda kulüplerinde "Technisch Directeur" bizim anladığımız teknik direktörden farklı bir pozisyon). Tabii bundan sonra Cruijff'un o komitede yer alması bile imkansız gibi çünkü iddiasına göre arkasından iş çeviren bir başkanla çalışmak zorunda kalacak. Van Gaal ile 3 ya da 5 yıllık bir anlaşma imzalanması bekleniyor.














Tepkiler

Öte yandan nisan ayında Cruijff'un yaptığı darbede (Cruijff ve Çetesi için buradan) onun yanında olan "çete üyeleri" Wim Jonk ve Dennis Bergkamp "komitenin Cruijff'a yaptığı, aynı zamanda Ajax kulüp kültürüne vurulmuş bir darbedir" diyerek patronlarını korudular. Yetmedi, De Toekomst'un (Ajax akademisi) başındaki Jonk aynı zamanda, komite üyeliğinin yanında, kulüpte antrenörlük için staj gören Edgar Davids'e mail yoluyla stajının iptal edildiğini duyurdu ve bir daha De Toekomst 'a kabul edilmeyeceğini bildirdi. Eski Van Gaal öğrencisi ve şu an kulüpte altyapı görevleri alan Ronald de Boer (A1 takımının hocası) ve Marc Overmars "valla bize bir şey sormayın ama böyle gizli saklı kararlar alınması hoş değil" dediler. Frank de Boer konu ile ilgili futbolculara konuşma yasağı getirdi. Sponsor AEGON "sizin bu medrano sirkiniz bizim de prestijimizi sarsıyor" diyerek "bir siz eksiktiniz" dedirtti. Louis van Gaal'in direktör olduğu 2004 yılında onunla tartışma yaşayan Ronald Koeman "ne dersiniz deyin, Cruijff'un arkasından iş çevrilmiştir" derken Co Adriaanse "Cruijff'a De Toekomst'u, Van Gaal'e de Arena'yı verin, haftada sadece 1 kere toplanırlar bu iş çözülür" dedi.

Cruijff yarın sabah 24 kişiden oluşan kulüp üyelerinin toplantısına katılarak sürecin yanlış işletildiğini ve Van Gaal'in gelişini veto etmelerini isteyecek (buna hakları var). Dün çıktığı TV programında da "Van Gaal gelirse benim burda kalmam çok zor, Van gaal vizyonuyla Ajax'a yardım edebilecek birisi değil, benim gösterdiğim adam Tscheu La Ling ile 1 tanesi bile oturup konuşmadı" dedi. Wim Jonk bugün "Van Gaal gelirse ben istifamı veririm, gerçi bunda birçok genç takım antrenörünün maaşının ödenmemesinin de etkisi var" şeklinde çoktan kararını verdiğini açıkladı.

Van Gaal tüm bunlar olurken nerde mi? Karısı ile Uzakdoğu'da tatilde ve 3 hafta sonra dönüyor...

16 Kasım 2011 Çarşamba

BUDAPEŞTE-1






İETT SIGHTSEEING







Yer Budapeşte...Tabii Ikarus yerli yapım olunca böyle kesip biçiyorlar...Karşınızda üstü açık tur otobüsüne çevrilmiş, 14B'den hallice bir Ikarus...

NEDEN OLMADI?

















Olmayacaktı da ondan?

Bu örneği hep veririm ve hatırlarım. Hollanda'daki ilk günlerim. ATM sırasında bekliyorum, sırada ya dördüncü ya beşinciyim. En önde parayı çeken yaşlı kadının işi gereğinden fazla uzadı, bir süre sonra uzamayı geçti kabak tadı verdi. Paralar yere düşüyor, bozukluklar etrafa saçılıyor, eldeki kağıtlar o elden o ele geçiyor, tam panik anı. Ben önce atkıyı gevşettim, sonra kafamı sağ ve sola doğru uzatarak ne oluyor diye görmeye çalıştım, derken yerimde oflayıp puflayarak hareket etmeye başladım, sonra kafa uzatmayı geçip sağa sola adım atarak önü kesmeye başladım, derken aynı anda sıradaki diğer insanlara baktım. Onca adamın durduğu sırada bir tek ben altımda kurt varmış gibi oynuyordum. Kadın işini olağandan 4-5 kat daha uzun sürede bitirdi ve gitti. Muhtemelen sıradan birisi kadına yardım etse gideceğimiz yere daha önce giderdik, ama Hollandalıların hiçbirisi bunu düşünmediler. Oturmuş norm olduğu üzere işlem yapan kişinin en az 4-5 adım gerisinde durmayı tercih ettiler. Örneğin yanına gidip "teyze yardım edelim mi diye kartı elinden almadılar?"...Hangisi doğru...Daha doğrusu hangisi yanlış?...İkisi de değil...İşte bunu kimse ne Hiddink'e anlattı ne de kendisine...

Realist bir Hollandalı ve Sürrealist bir Ülke

Guus Hiddink daha play-off maçlarına başlamadan, Azerbaycan maçından sonra şöyle diyordu kameralara "eğer 'biz duygusal bir takımız' derken kastettiğiniz şut atılmayacak ve pas verilecek yerde orta sahadan şut atmaksa, yerini kaybedip ileri çıkmaksa (Almanya maçında yenilen 2. golden örnek vermişti) ben yanlış adamım". Yanlış adamdı işte Hiddink ve bunu anlaması 2011 yılının sonlarını almıştı. Bunu federasyonun Hiddink'e teklif etmeden önce anlaması, Hiddink'in o sözleşmeyi gördüğü anda anlaması ve hiç değilse yine federasyonun o Azerbaycan gecesi anlaması lazımdı. Onların anlaması, 12 Kasım 2011 günü oldu.

Hiddink realist bir adam, bunu sadece son 2-3 ayda ağzına pelesenk ettiği "realist" lafından çıkarmamak lazım. Adamın hayatını incelemek, otobiyografisini okumak, yani kendini nasıl gördüğünü anlamak lazım (bunu hiçbir federasyon görevlisi yaptı mı merak ediyorum, ortada görünen "milli takım uzmanıdır bastıralım parayı alalım" anlayışından başka). Onun için Almanya'nın olduğu bir grupta ikinci olmak ve dünya sıralamasında 13 basamak üstte yer alan bir takıma mağlup olmak "gerçekçi" sonuçlar. Bugün kovulduktan sonra hala aynı şeyleri yineliyordu. Ama sorun şu ki, Türkler ve daha da öte Türk milli takımı realist değil, sürrealist ve hatta ütopist bir takım.


















Tam 42 yıl boyunca hiçbir uluslararası turnuvaya katılamadıktan sonraki 4 turnuvanın 3'üne katılan ve bunların son ikisinde sırasıyla çeyrek final ve yarı final oynayan bir takıma alışmış bir ülkeye geldi Hiddink. 1996'da turnuvaya egosu yaptığı işten küçük Fatih Terim ve yanında gerçek bir ikinci adam olan Rasim Kara vardı (futbol tarihimizde çok az görüldüğü üzere bu 2 adam Euro 96 sonrası 2 büyük takımın başına geçtiler). 2000 yılında Mustafa Denizli'nin turnuvaya götürdüğü takım, Türk futbol tarihinin gördüğü, belki de bir daha göremeyeceği bir takımın üzerine kurulmuş bir iskeletti. 2 yıl sonra Uzakdoğu'da bu iskelet Mircea Lucescu'nun kontrol delisi futboluyla Avrupa'nın devleriyle başa güreşen bir takımın üzerine kurulmuştu. Sonra 2 yıl ortada görünmedik. Bir daha göründüğümüzde turnuvada, maçları önde götürdüğümüz dakika sayısı 10u geçmiyordu ama yarı final oynamıştık. Böyle acaip bir takım için "realizm" çok uzak bir kavramdı.

Guus Hiddink önemli bir futbol zekası. Bugün kovulması bunu değiştirmeyecek elbet. Guus Hiddink parayı seven, hatta çok seven bir adam. Bu da bugünden yarına değişmeyecek. Otobiyografisini okursanız kitapta para ile ilgili bölümlerin çok az yer tuttuğunu ve sadece "maddi konuları hemen hallettik" şeklinde geçtiğini göreceksiniz. Hatta para konusunun en fazla bahsedildiği bölüm (tesadüf!) Fenerbahçe'ye transfer olduğunda kendisine verilen daire, imzadan caymaya kalktığı sırada gazete kağıdına sarılı getirilen ve yolda birisi beni soyacak diye korka korka, çantada Hollanda'ya götürdüğü marklar...Hollanda'da sık sık bankayı ziyaret edip hesabını kontrol ettiren, Hollanda polisi ile vergi yolsuzluğu konusunda başı derde girmiş (adresini Belçika'da göstermesi dolayısıyla) bir adam. Böyle bir adama, yukarıda bahsettiğimiz geçmişi olan bir ülkenin yaptığı teklif, olmayacak duaya besmele çekerek başlamaktı. Hiddink, bu yanlışı gördü (görmeyecek adam değil), ama elinin tersiyle itmektense hem Rusya'ya imzası sırasında da kendisine teklif yapan (bu da aynen kitabında geçmektedir) Türkiye Futbol Federasyonu'na bu sefer boyun eğdi (muhtemelen o zamandan çok daha yüksek bir rakama), hem de bir şeyleri değiştireceğini düşündü.

Gittiği her ülke futbol takımının üstün özelliklerini görüp bunu ön plana çıkaran bir adam Varsseveld'li adam. Korelilerin çalışma ahlakı ve pes etmemeleri, Avustralya'nın kavgacılığı (ilk antrenmanında maçları nasıl 11 kişi bitireceğini düşündüğünü söyler), Rusların mekanikliği ve zaten çok iyi bildiği Hollanda'nın futbol kültürü. Bizim güçlü yanımızın düzensizlik olması, hayatını düzen üzerine kurmuş bir Lego ülkesinden gelen (mimarisi ve şehir planları açısından) bir adamın anlaması çok zordu. Anlamaması biraz zaman aldı, anladığında ise çok geçti ve artık o da inanmamaya başladı.

Yunanistan'ın Karşı Devrimi ve Türkiye'ye Etkisi

Tabii bu süreci hızlandıran çok önemli bir başka gerçek var. Türkiye 1996-2002 yılları arasındaki başarıların hemen ardından, komşusundan çok ağır bir kazık yedi. Otto Rehhagel ve 2004 Yunanistan'ının yaptığı karşı devrim. O turnuva orta karar ve alt sınıf futbol takımlarının tümünde oyun disiplini ve yerleşme planının yaratıcılıktan çok daha önemli olduğu düşüncesini uyandırdı ve tüm Avrupa futbolunun çehresi değişti. 33 yaşında AEK forması giyen Theodoros Zagorakis, Matthias Sammer, Zinedine Zidane, Xavi gibi adamların aldığı "MVP" ödülünün sahibi oldu. Ancak bu karşı devrimin bir problemi vardı bizim açımızdan. Öne çıkardığı ve cilaladığı tüm gereklilikler bizim zaaflarımızdı. Yerini kaybetmemek, oyun disiplini ve konsantrasyon. 2002 sonrasındaki 5 turnuvanın sadece 1'ine gidebildik, şu meşhur acaiplikler turnuvasına...Ve (tesadüf!), bu süreci başlatan Fatih Terim'in taktik devrimi ve yatırımından çok, gol olduğunda tüm takımı üzerine koşturacak motivasyonu ile...














Bundan sonra ne olacak?

Türkiye Futbol Federasyonu yukarıdaki itirafın geldiği Azerbaycan maçı sonrası, bugün verdiği tazminatı verip Hiddink'le yolları ayırabilir ve play-off'a Mustafa Denizli ile girebilirdi. Bugünkünden daha kötü bir sonucun ortaya çıkmayacağında hepimiz hemfikiriz. Ama bugüne kadar aldıkları bir çok kararda cesaret örneği göstermemiş bir kurumdan bunu beklemek yersiz olurdu.

Birkaç seçenek var. İlki yine ismi olan bir futbol zekasını buraya getirmek. Ancak işi Hamit Altıntop'un önerdiği gibi "Almanları örnek alma" veya "Total Futbol için kuluçkaya yatma" noktasına getirirsek 2 yıl sonra varılan noktanın hüsran olacağı aşikar. Burada göreve getirilecek kişiye, kimsenin Hiddink'e yapmadığının yapılması gerekiyor. Oğuz Çetin ya da bir federasyon yetkilisi, bu ülkenin hangi safhalardan geçtiğini, futbol kültürünün ne olduğunu yeni gelen yabancı hocaya açıklamalı. Artık kimse yapılanmadan ve 5-10 yıllık planlardan bahsetmesin. Biz bunları bekleyemiyoruz, en azından başarı olmadan bekleyemiyoruz. Bu inişli çıkışlı futbol kültürümüzün sonucu bu. Hiçbir kültüre sahip olmamak. Bazı turnuvalarda tüm dünyayı şok edip, izleyen turnuvaya gidememeye kendimizi hazırlayacağız. Diğer yol olan istikrar bizim sözlüğümüzde yok. Bu bir suç değil, kabullenilmesi gereken bir karakter özelliği. O yüzden bunu itiraf etmeyi aşağılık kompleksi olarak görmenin de manası yok.

Diğer yol göreve denenmemiş bir genç Türk hoca getirmek. Abdullah Avcı, Ertuğrul Sağlam ve Tolunay Kafkas isimleri dolaşıyor. Hepsi çok kolay harcanabilecek isimler. Bu şekilde göreve getirilen son isim Ersun Yanal, sadece 1 futbolcuyu kadroya almadığı için aforoz edilmişti bu ülkede. Sayılan isimlerin tümünün şansının, bu kamuoyu ortamında çok zor olacağını düşünüyorum.

Eski toprağa başvurmak (muhtemelen Denizli) veya tamamen emektar bir gezgine şans vermek de (Hikmet Karaman ve yine Yılmaz Vural) seçenekler arasında. Ama yapılması gereken önce ne olduğumuzun farkına varmak. Rakip takımın 3 sene önce altettiğimiz hocasının ağzından bunu duymadan önce...