30 Temmuz 2013 Salı

BARRY VENISON






























İlginç adamdı Venison...Uyum sorunu diye bir şeyi hiç yaşamamıştı hatta Galatasaray'ın sezon başında gittiği deplasmanlardan birinde kendisini karşılamaya gelen taraftarlardan birinin davulunu alıp bir de resital sunmuştu...Ama Mike Marsh gibi gidişi gelişinden hayırlıydı. Zaten o sezon Dean Saunders kadar oynasalar Galatasaray kupayı aldığı gibi ligi de alır dubleye koşardı ama bunun yerine nal topladı. Kendisinin deplasmanda 3-1 kaybedilen UEFA Kupası ilk turundaki Sparta Prag maçında (ki Pavel Nedved'in Türk seyircisiyle Avrupalılardan çok daha önce tanıştığı maçtır, görüntüleri şuradan izlenebilir), Atv'den maçı yorumlayan Coşkun Özarı "ya napıyo yaaaa" diye serzenişte bulunmuştur...Onunla ilgili bir başka anım da, transfer olduğü gün mahalle maçından eve geldiğimde babamın müjdeyi "Veninsayı mı Venimsa mı onu almışız" diye vermesi, benim de "baba ne veninsası ya Barry ya Barry nasıl okuyon sen" diye ukalalık yapınca evde kısa süreli bir sprinte kalkmamdır 

O meşhur Sparta Prag maçında Çeklerin 11'i şu şekildedir. 

Petr Kouba  
Tomas Votava  
Michal Hornak   
Tomas Repka  
Pavel Nedved  
Roman Vonasek  
Vaclav Budka  
Martin Frydek   
Lumir Mistr   
Vratislav Lokvenc  
Jan Koller

Özetle, o maçın 3-1 bitmesi sürpriz olmuş gibi...

29 Temmuz 2013 Pazartesi

ALİ ECE İLE MÜZİK TARİHİNİN TAVAN ARASI-2: LONDRALI JAPON’UN KIBRIS GROOVE’U: MICK KARN



Ülkemiz müzik kültüründe basçılar, ülkemizin çarpık futbol kültüründe negatif ayrımcılığa uğrayan savunmacılara tekabül etmez mi sizce de?

“2000 UEFA Kupası” deyince akla ilk Hagi ve Hakan gelir haklı olarak ama bir de gizliden gizliye “şampiyonluk farkı”nı yaratan Popescu-Bülent tandem kimyası gerçeği vardır.

“103 gol rekorlu Fenerbahçe” deyince ilk önce Oğuz-Rıdvan-Aykut isimleri sayılır ama sonrasında Uche-Högh tandemine kadar 7 yıl hasret kalınan şampiyonluktaki “Deli” Nezihi’sizlik yeterince irdelenmez!

Metin-Ali-Feyyaz fenomendir tabii ki ama Beşiktaş’ın Altın Çağı’nın gizli şifresi 10 yılda 5 şampiyonluk kazanan-kazandıran savunmanın sigortaları Ulvi-Kadir’dir…

Trabzonspor’un 1976-1984 arası kazandığı 6 şampiyonlukta golcülerden daha büyük fark yaratan (kaleci Şenol Güneş’le ortaklaşa) 6 şampiyonlukta da bordo-mavililerin ligin en az gol yiyen takımı olmasını sağlayan Turgay (1975-1987) ve Necati (1973-1986) istikrarı değil de nedir?

Ama işte bir keresinde “Disko Kebap” başyapıtında dünyanın en iyi basçılarından biriyle çalışan Urfalı Babi’nin de isyan ettiği gibi “Ajda ne pohum ki gazino patronu bana ‘İn artık Ajda çıkacak’ diyor!” Memleketimizin tüccar eleştirmenleri, Ajda’yı yıllarca “Süperstar” diye yutturmaya çalışsa da Edirne ya da Kars’ı geçince müziğimizin Ajda’dan çok daha fazla global süperstarları İsmail Soyberk ve Ahmet Güvenç gibi dünyanın sayılı basçıları değil de kimdir ki?

Tıpkı stoper gibi “Arkada duran adam” mıdır basçı? Yoksa geçen geceki Iron Maiden konserindeki Steve Harris örneği gibi müziği palavradan değil gerçekten de “süperleştiren” zaman ve mekanların ötesine taşıyan sessiz deha mıdır bas gitarcı?

Caz’ın Altın Çağı’nı geçtim, ne de olsa ahkam kesebilecek kadar anlamam etmem ama göz olduğu kadar da kulak da var: O kontrabasçıların tellerinden yayılan sıcak hümanizma ve deliliğe teğet geçen dehalar, 1950’lerde 1980’den beri Steve Harris’in yarattığı farkı yaratmasalar, caz tüm dünyayı kasıp kavurur muydu?

Bir de iki arada bir derede bir Mick Karn var. Asıl adıyla Andonis Michaelides… Modern müzik tarihinin en orijinal fenomenlerinden Japan’ın basçısı (+ part time saksofoncusu)


2 buçuk yıl önce bu dünyadan dehasına oranla ölüm sessizliğinde göçüp gitmeden önce son olarak Ankaralı Peter Murphy ile Dali’s Car rumuzuyla çıkarttıkları “InGladAloness” albümüyle son bir bas dehası selamı gönderen  Andonis Michaelides


Babam ve Dalglish’ten 7 yıl sonra 1958’de (bir süre sonra tam ortadan bölünecek) Lefkoşa’da Andonis Michaelides adıyla doğup Londra’da Mick Karn adıyla dünyanın sayılı avangard müzisyenlerinden birisi olan 52 yaşında kaybettiğimiz bas gitar’ın Lineker’i, Hugo Sanchez’i…

Ailesi 3 yaşındayken Kıbrıs Adası’nın makus talihinden kaçıp Londra’ya göç eden Andonis Michaelides, daha 16’sında lise arkadaşlarıyla ilk müzik grubu olan Japan’ı kurmuştu. O dönem Londra’yı kasıp kavuran İngiliz Glam’i ve proto-punk’ı David Bowie ve Roxy Music kadar New York Dolls ve Velvet Underground gibi Amerika’nın öncü gruplarından da etkilenen Andonis Michaelides, Mick Karn’a dönüşmeden önce ilham aldığı müzisyenlere özendi tıpkı Japan’daki ortağı David Sylvian gibi. David’in kardeşi Steve Jansen davula geçince Mick Karn, Uche’sini bulmuş Högh, Gökhan Keskin’ini bulmuş Ulvi, Popescu’sunu bulmuş Bülent, Turgay’ını bulmuş Necati gibi bas gitarda kendisini optimum verimlilikte bulacaktı. İlk dönemin biraz Bowie-Roxy Music çakması albümleri ve New Romantics akımının sulandırılmış atmosferinden çıkartan Japan 1980’lerin başında yıllar ilerledikçe estetik değerini daha da fazla bularak iyice kültleşen 2 albümü “Gentlemen Take Polaroids” ve “Tin Drum” başyapıtlarına imza attı.


Sonradan solo kariyerinde hem estetik hem de ticari açıdan uçan vokalist David Sylvian’ın Berlin 3’lemesi (Low-Lodger-Heroes) dönemi Bowie’sinden daha da güzel Bowie vokalleri bir yana bu 2 başyapıtı kült statüsüne sokan diğer müzikal faktör Mick Karn’ın batı armonilerine takılıp kalmayan bolca doğu ezgileri arasında gezindiği perdesiz bas gitarıydı.


Özellikle 1981 tarihli “Tin Drum” grubun adına da ilham olan Japon-Kore-Çin-Uzakdoğu müziklerini bulanık olduğu ölçüde derin ses sularıyla kesişen ırmaklar edasıyla sentezleyen Japan kısa süre sonra grup içi tartışmalar nedeniyle dağıldı gitti. Arada Rain Tree Crow adı altında yeniden birleşip hiç de fena olmayan ama Japan’ın son 2 stüdyo albümündeki yüksek çıtayı ıskalayan bir albüm daha çıkardılar


Solist David Sylvian solo albümlerinde King Crimson Robert Fripp ve Can elemanlarıyla hem entelektüel hem de ticari açıdan büyük başarılara imza atarken, grubun diğer büyük yıldız elemanı olarak görülen Mick Karn, Kate Bush ve Ultravox başta olmak üzere dönemin en popüler müzisyenleriyle yaptığı işbirliklerinde avangard bas gitarını popun zirvesiyle aynı potada eritmeyi başardı. Bir yandan solo kariyerine başlayan ve yazdığı şarkılara vokal de yapmaya başlayan Karn, 1984’te dönemin erken dağıldığı için üzen ama farklı sound’da olsa da akraba bir avangard ruhla kültleşen Bauhaus grubunun solisti Peter Murphy ile Dali’s Car’ı kurdu.


Hiç gitar olmayan ve bunun da etkisiyle Mick Karn’ın dahiyane bas örgülerini en dominant şekilde duyabildiğimiz albüm olan “The Waking Hour” insanları BBC’nin “Top of the Pops”unda dans ettirecek kadar kabul görse de Peter Murphy’nin Türkiye’ye göç etmesi üzerine Dali’s Car 18 yıllık bir sessizliğe gömüldü.

Estetik açıdan başarılı olduğu ölçüde zihin açıcı solo albüm ve işbirliklerine imza atmaya devam eden Mick Karn ticari açıdan aynı başarının onda birini bile elde edemeyince 2004’te anavatanı Güney Kıbrıs’a döndü. Arada David Sylvian haricindeki Japan’dan eski grup arkadaşları Steve Jansen ve Richard Barbieri’nin yanına zaman zaman avangard gitarcıların Fripp’le beraber en kudretlisi David Torn’u (en son Bowie’nin yeni albümü “The Next Day”de çaldı) ekleyerek doğaçlama konserler veren Karn 2010 yılında kanser olduğunu açıkladı. (Grubun resmi ya da gayri resmi kayıtlarını üç elemanın soyadlarının baş harflerini birleştirip BJK veya JBK yazarak internette bulabilirsiniz)


Karn’ı 2011’de kanserden kaybettik maalesef. Japan ve sonrasındaki solo albümleri ya da işbirliği yaptığı eserlerdeki zihin açıcı, avangard bas gitarı kadar çok güzel bir miras daha bıraktı bize, anlayabilene… 
Ölümünden sonra yayınlanan bir röportajda aslında notaları tam olarak bilmediğini ama Kıbrıs göçmeni annesinin onu Londra’da büyütürken babasından gizli gizli sürekli Türk sanat müziği dinlediğini ve perdesiz bas sound’unda bunun etkisinin her şeyden büyük olduğunu dile getirmişti. Biz yıllarca bas gitarlarımızdan o sesleri çıkarmak için binbir türlü teknik modifikasyon ve metot kitabıyla uğraşırken meğerse Karn’ın eşsiz sound’u yanı başımızda anneanne-babaannemizden kalan plaklardaymış. Son tahlilde suç bizde değil “Hafif Batı Müziği” gibi şarlatanca ötesi keskin çizgilerle ayrılmış saçmalıkların çizdiği popüler müzik kültürümüzde tüccar eleştirmenlere göre 100 katı masumuz. 

Bence Urfalı Babi çok haklı! Geçenlerde popüler bir filmin etkisiyle fiyatı 150 liraya kadar çıkan anneanne yadigarı diye çöpe atmaya kıyamadığım Ajda plağını satıp karşılığında Japan ve Mick Karn’ın tüm albümlerinin plaklarını aldım. Allah, Andonis Michaelides ve annesinden razı olsun! Toprakları bol olsun!

21 Temmuz 2013 Pazar

BU SENE EREDIVISIE İYİ PARA YAPTI























Aşağıda Hollanda kulüplerinin dış ülkelere sattığı oyuncuların en pahalı 15'i ve kulüplere kazandırdığı bonservisin toplamı var. Neredeyse 100 milyonluk bir kazanç elde etti Eredivisie'deki takımlar. Zaten bonusları kattığınız zaman 100 milyon barajını da geçebiliyor. Örneğin Kevin Strootman'un bonservisi için 16,5 milyon euro aldı PSV ama bazı şartlar gerçekleştiğinde ek 3,5 milyon euroluk bir pakete konmaları da muhtemel. PSV sattığı 4 oyuncu ile 38,8 milyonluk bir bonservis elde etti ki Ola Toivonen' için de Norwich ile anlaşmışlardı ama İsveçli oyuncu Kanaryaların teklifini reddetti. İlginç, Norwich Toby Alderweireld için de Ajax ile anlaşmıştı ama o oyuncuyla da anlaşamadılar. Listede gördüğünüz gibi Kasımpaşa'nın Malki transferi de var. Hollanda'ya en fazla para akıtan lig Premier Lig. 48,5 milyonluk bonservisi saydılar. 

KUTSAL REKLAMLI









Brezilya'nın Pernambucano eyaletinin ligi, Campeonato Pernambucano Serie A2'de mücadele eden Araripina Futebol Clube takımının 2013 yılı forması...Golden sonra armayı öpecek olsan bulana kadar santra yapılır...

19 Temmuz 2013 Cuma

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-66




















1910 yılında Dundee FC, Clyde FC'yi İskoçya Federasyon Kupası finalinde 3 maçlık bir seri sonucu mağlup ederek kupaya uzanmıştır. Kulüp kupayı Dundee sokaklarındaki bir cenaze levazımatçısının vitrininde sergilemeye karar verir.Kupanın sergilenmesi sırasında yoldan geçen bir çingene bu olaydan rahatsızlık duyar ve efsaneye göre Dundee'nin üzerine bir lanet sağlar. Dundee o günden bu yana kupayı hiç bir zaman kazanamamış, 4 kez final oynamış ama evine eli boş dönmüştür. Hatta bu lanet yine rivayete göre öyle güçlüdür ki Dundee şehrinin diğer takımı Dundee United FC'yi de etkilemiştir. United da 1973-91 yılları arasında tam 6 kez kupa finaline yükselmiş ama kupayı kazanamamıştır. Sonunda bu lanetten 84 yıl sonra, 1993-94 sezonunda yine finale yükselirler. Dedikodulara göre kulüp yönetimi bir rahip kiralayarak şeytan çıkarma ayini düzenler. Kupa finalinde İskoç devi Rangers'ı 1-0 mağlup eden United kupaya uzanır. 2010 yılında bir kez daha kazanırlar. Dundee FC'nin kupa hasreti sürüyor.

Seyir Defteri

BERT TRAUTMANN



















Bugün 89 yaşında hayata veda eden efsane için yazıyı güncelleyelim...

"Heykeli dikilecek adam" diye bir laf vardır bizde. Mesleğinde üstün başarı gösteren ve fedakarlık yapmış her adam için bu laf kullanılır. İşte Manchester City'nin 50'li yıllardaki efsane Alman kalecisi Bert Trautmann bu lafa tamamiyle uyan bir adamdır. Zaten lafta da kalmamıştır. Gördüğünüz gibi Trautmann'ın heykeli City'nin müzesinde yerini almıştır.

1923 doğumlu Trautmann, 20'li yaşlarında Alman ordusuna katılır. Ülke II.Dünya Savaşı'nın pençesindedir. Paraşütçü olarak orduda görev yapar ve doğu cephesinde 5 cesaret madalyası kazanır. Ardından batı cephesine yollanır. Ancak savaşın son yıllarında İngiliz kuvvetleri tarafından esir alınır. İngiltere'nin batı kıyısındaki Lancashire kentindeki esir kampına gönderilir. Savaş sonrası esirlerin serbest bırakılması sonrası ülkesine dönmeyi reddeder ve kentte çiftçilik yapmaya başlar. Daha sonra da 25 yaşında Lancashire kentinin takımı St. Helens Town'da forma giymeye başlar. 2 sezon oynar burada ve 1949'da 1. Lig takımlarından Manchester City'e imza atar. İmzası sırasında 20.000 protestocu eski bir Alman paraşütçünün İngiltere'nin en köklü kulüplerinden birisinin kalesini korumasına tepki göstermek için kulüp binasının önünde toplanır. Ancak Trautman'ın 20.000 protestocu eşliğinde geldiği kulüpteki kariyeri onu unutulmazlar arasına sokacaktır.

İmza attıktan sonra takımının oynadığı 250 maçtan sadece 5 tanesini kaçırır Alman kaleci. 1956 yılında "İngiliz Spor Yazarları Yılın Futbolcusu" ödülüne layık görülür. Bu ödülü getiren efsane olay 1956 yılındaki FA Cup finalinde meydana gelmiştir. Wembley'de oynanan maçın 75. dakikasına Manchester City 3-1 önde girer. Bu arada Birmingham City'nin forveti Peter Murphy ceza sahasına dalar, Trautmann Murphy'nin ayaklarına yatıp topu kurtarır ama rakibinin dizi boynuna çok sert çekilde vurmuştur. Alman kaleci bir süre şuurunu kaybeder ve hakem oyunu durdurur. Oyuncu değişikliği hakkı yoktur ve Trautmann boynundaki büyük acıyla son 15 dakikaya devam etmek zorundadır. City kaptanı Roy Paul Trautman'ın ayakta dahi zor durduğunu görür ve kaleye defans oyuncusu Roy Little'ı geçirmek ister. Ancak panzer reddeder. Acı içinde son 15 dakikayı geçirir ve bu süre zarfında Birmingham'lı Eddy Brown ve Peter Murphy'nin birer şutunu daha kurtarır. Hatta sonuncusunda kendi oyuncusu Dave Ewing'le çarpışır ve tekrar tedavi görmek zorunda kalır. Maç biter, Manchester kupayı evine götürür. Trautmann resimin en sağında da görüldüğü gibi ödül töreni sırasında zorlukla ayakta durmaktadır, madalya törenine katılan Prens Philip bile bunu farketmiştir. 3 gün sonra yapılan tetkiklerin ve çekilen röntgenlerin sonucu gelir. Trautmann'ın boynundaki kemiklerden birisi 2 yerden kırılmıştır. Bir diğeri de diğer kemiğin içine geçmiştir. Alman kaleci kırık boyunla tam 15 dakika kalede kalmış ve 2 gol pozisyonuna izin vermemiştir.























Futbol hayatı bitti denen Trautmann 1,5 sezon sona tam kondisyonla sahalara döner. Kariyeri bittiğinde 1949-64 arası 15 yıl ve 545 maçta City kalesini korumuştur. Efsane Rus kaleci Lev Yashin kendisine "gelmiş geçmiş en iyi kaleci kimdir?" diye sorulduğunda "Dünya çapında sadece 2 kaleci olmuştur. Birisi Lev Yashin diğeri de Manchester'da oynayan Alman çocuk-Trautmann" şeklinde cevap vermiştir. Bu kariyerine rağmen hiçbir zaman Alman milli takım forması giymemiştir. 1964'teki jübile maçında tribünlerde 60.000 kişi vardır.

Trautmann bugün 86 yaşında ve İspanya'da yaşamını sürdürüyor.

Efsane finalin görüntüleri için.


18 Temmuz 2013 Perşembe

KURUN KALELERİ DE Bİ MAÇ YAPALIM



















2022 Dünya Kupası Katar'da biliyorsunuz. Yaz aylarında o ülkede futbol oynatmak cinayet demek. Blatter dün tekrar maçların ocak ayında oynanabileceğini açıkladı ve "ülkeye klime takmanız mümkün değil" dedi. Stadyumların tasarımı da bir başka mesele. Katar gibi futbol kültürü tam olarak oturmamış bir ülkeye Dünya Kupası standartlarında 9 stadyum dikmek (plana göre 5 tanesi Doha'da olacak), 3 tanesini de genişletip elden geçirmek önemli bir süreç demek ve dahası ülkenin kupa sonrası 40 bin kapasitenin üstünde 10 tane stadyumu ne yapacağı da muamma. Bu yüzden stadyumların portatif olması gibi bir plan var. Hollanda amatör futbolundan, 2.lige yükselen Achilles'29 da Hollanda Futbol Federasyonu KNVB'nin standartlarına oturtmak için stadyumunda bazı değişiklikler yapacak ama amatör futboldan, profesyonele geçiş hesapları yapan kulüp olası bir küme düşme halinde yaptığı harcamaların kulübe büyük bir yük getirmesini istemiyor. Bu yüzden de bu sezon portatif bir stadyumda mücadele edecekler. Bu projenin Katar'daki stadyum projeleri için de bir örnek olacağı söyleniyor. 3 hafta sonra ilk maçını kendi evinde Dordrecht ile oynayacak takımın stadyumunun durumunu göreceğiz. 

EVLADİYELİK ALBÜMLER 8: SAVAGE GARDEN-SAVAGE GARDEN



Grupla aynı ismi taşıyan ilk albümden korkarım her zaman ve gördüğüm yerde de uzaklaşırım. Ne güzel ilk kez albüm çıkarıyorsun, yıllardır beklediğin an gelmiş, zaten grup adını bularak önemli bir badireyi atlatmışsın, albüme de bir zahmet başka isim seçiver be kardeşim. İlla grubun adına atıf yapmak istiyorsan bir kelimeyi al. Savage Garden mı koydun, Savage Melodies koy bari...ne bileyim Songs from Santa Monica Garden koy, albümdeki şarkılardan birisine de atıf yap olmadı. Tamam Metallica gibi ilk albümden Kill' Em All, Slayer gibi Show No Mercy diye girme anladık ama bir havan olsun. Hiçbir şey bulamadım 1 koy bari..Bak Adele'e isimle mi uğraşıcam diye yaşını giriyor direk, banka şifresini doğum yılı yapan teyzeler gibi rahat, ne derdi var ne tasası...Savage Garden'ın bu albümü de böyle bir albümdür dolayısıyla önyargıyla yaklaştığım bir albüm olmuştur. 

Avustralyalı grubun içinde bulunan her şarkının belli bir kalitede olduğu bu şarkının o yıllarda şahsım için de önemli bir önemi vardı. Zira albüm Mart 1997'de piyasaya sürülmüştü. O sırada ÖSS'ye henüz girmiş ve iyi bir puan çıkarmış olan bendeniz "ÖYS'de de çocuğu koyarsam, arkama da Savage Garden'ın şu güzide albümünü alırsam kızların üniversitede bana teklif etmemesi imkansız lan" diyerek havaya girmiştim. Bu albümün her şarkısı, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nün dumanaltı kafesi Beytepe'de, hatunlara iş atmak için kullanılmıştır. Dolayısıyla gençlik tarafından hunhar amaçlarca kullanılan bu albüm aslında bildiğin gayet güzeldir 90 standartlarına göre. Gelin görün ki albüm adı seçme konusunda kabız olan grup ilk single konusunda da aynı yeteneği tekrarlamış ve I Want You adındaki hitlerin en zayıfını, Eurovision bozması şarkıyı seçmiştir. Halbuki Break Me Shake Me, Tears of Pearls, Truly Madly Deeply, To the Moon and Back gibi sonradan izlemesine rağmen daha büyük başarılar elde etmiştir.

Tabii bu güzel şarkılar bize bir şey kazandırdı mı? Ne gezer. Sap geldik sap gittik afedersin. Zaten Savage Garden da umduğunu bulamadı ki ilkinin fena halde gölgesinde kalan bir ikinci albüm çıkarıp dağıldılar. Darren Hayes yoluna solo olarak devam etti ama o 12 milyon kopya zaten ilk albümün koyduğu çıtayı uzaktan göremediler bile. Albüm hala arşivliktir o ayrı...

17 Temmuz 2013 Çarşamba

BUGÜNÜN BÜYÜKŞEHİRLİ TÜRK KADININDAN CACIK OLMAZ
























Bir çizgiyi baştan çekelim. “Korkuyorum” diyenler, bu yazının kapsamı dışındadır. Çünkü korku haktır. Bu yazı mangalda kül bırakmayan ama hiçbir konuda kılını kıpırdatmayan “bugünün büyükşehirli Türk kadını” kimliğini vicdan defterinden silme yazısıdır.

HER TÜRK “BİR ŞEYLER” DOĞAR

Belki her yüz bin kişiden biri bu mevkilere gelir ama her halükarda, her Türk erkeği asker, teknik direktör, yeminli mali müşavir ve başvekil doğar. Kısacası her Türk erkeği, vatan kurtaran aslandır. Peki aslanın erkeği olur da dişisi olmaz mı? Olmaz olur mu; Türk kadını ne güne duruyor?

Nur içinde yatsın, Gazi Paşamız da demiyor mu, “Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim’ diyemez” diye?

Lâkin merak ettiğim bir şey var.

Bugünün büyükşehirli Türk kadını profili, bu lafı neden üzerine alınıyor?

Bunlar;

Balkan’da göz açıp kapayıncaya kadar bozulan ordunun peşinde, perperişan olup, yolda evlatlarını ölü bırakarak, Anadolu’ya muhacir mi geldi? Yok.

Göz açtırmayan taassubun kadın eti üzerine boca ettiği kezzaba mı yakalandı? Yok.

Seferberliğin insan kırımında, ırz düşmanı açlığın pençesinde kanını mı akıttı? Yok.

Düşman işgalinin paramparça ettiği namusun arkasından gözyaşı mı döktü? Yok.

Eşini, dostunu, kardeşini, babasını, devrimlerin “Olur öyle şeyler” karambolüne mi kurban verdi? Yok.

“İktisadi buhran var, yemek yok, ona göre” dendiğinde boynunu ve midesini mi büktü? Yok.

“Buhran savaşa dönüştü. Ekmek bile artık karneyle” günleri gelince, çocuğunu doyuramayıp, vicdan azabından kendini mi öldürdü? Yok.

Sülalesinin her bir ferdinin sokakta vurulması, işkenceye çekileceği, karakolda kaybedileceği, ormanda ölü bulunacağı korkusuyla mı yaşadı? Yok.

Yok. Yok. Yok. Yok. Yok oğlu yok.

Başkasının çektiği acıları kendi üstüne zimmetlemekte, geçmişin bütün kadın vurgularını kendine mâl etmekte de bugünün Türk kadınının üzerine yok.

MONARŞİDEN CUMHURİYETE, TECAVÜZ

İnsanın olduğu yerde tecavüz de vardır. Türkiye’de eski gazeteleri karıştırmış herkes, tecavüz denen hadisenin tarihsel süreçlerinden başarıyla geçip (!) bugüne dek geldiğini bilir. Türk matbuat tarihi, küçük çocukların ırzına geçen büyüklerin haberleriyle doludur.

Kemal Tahir’in müthiş tasvirinde olduğu gibi, mübarek ramazanda geceleri dört bir yana kangal kangal nur yağıp, sabahına göğe çekilirken, bazı yerlere Allah’ın her günü kangal kangal orospu çocuğu yağar ama hepsi nur kısmının aksine yeryüzünde kalır. İşte bunlar tecavüz ehlidir.

Anlı şanlı cumhuriyetimiz halkı cehaletten kurtarmış, kadınların bilmem hangi şeyhin kaçıncı karısı olmasını engellemiş ama her ne hikmetse, on yılda yetiştirdiği on beş milyon gencin bir kısmının adının tecavüz haberlerine karışmasını engelleyememiştir.

Yine bi hikmet-i müteal, tecavüzcülerin çoğu cumhuriyet hükümetlerinin taşra temsilcilerinden ve onların koruyup kolladığı, eşraf, ayan, mütehayyizanın çoğu ve ağalardan çıkmıştır.

Ne tesadüftür, ne tevafuk…

KADININ TECAVÜZLE İMTİHANI

Türk kadını çağdaşlaştı. Şüphesiz.

Toplumsal alanda daha fazla söz sahibi. Doğru.

Ama bunlar, kadınların duyarlılıklarının, erkeklerden daha fazla olduğu mânâsına gelmiyor.

İnternet sadece sosyal medyayı gözümüze sokmakla kalmadı. Yerel basını da arama motorlarına atıp, haber öğünümüze kattı. Artık falanca şehrin, filanca kasabasındaki bir olayı duymak için mucizelere ihtiyacımız yok.

Zihinsel özürlü kızlara, kimsesiz kadınlara, hatta küçük erkek çocuklarına tecavüz eden makam-mansıp sahibi ama şeref yoksunu alçakların listesi her yerde yayınlanıyor.

Bu haberlere gösterilen hassasiyet muazzam ama yeterli değil.

Kuaförden çıkmış saçları, alışverişten dönen torba dolu kolları, topuklu/babetli ayakları, makyajlı yüzleri ve geri kalan her şeyi ile “modern kadın” yaftasını varlığına yapıştırıp gezen “Bugünün büyükşehirli Türk kadını” kayıplarda.

Bir bruncha, bir AVM’ye, bir davete koştuğunun onda biri kadar şevkle, meydanlara inip “Tecavüz suçluları serbest bırakılmasın” demekten kaçan kadınlar, yarın bir gün işin ucu kendi evlatlarına dokunduğu zaman ne yüzle konuşacaklar?

Şehirde yaşamak, nezih semtlerde oturmak ve güvenli yolculuklar yapmaktan ibaret korunaklı çemberlerinin içinde her tehlikeden uzak dururken, başka kadınların ölümüne aldırmamak mı çağdaş kadınlık?

Halide Edip Adıvar’ın İstanbul’u sağanak yağmur gibi ağlatan mitingleriyle, Kurtuluş Savaşı’nın cepheye koşan kadınlarıyla övünen “bügünün büyükşehirli Türk kadını” ne zaman “ataerkil” diye sayıklamaktan vazgeçip meydanlara inecek?

Yoksa bütün o “Erkeklerin hepsi öküz. Biz bu dünyadaki her kötülüğe karşı onlardan bin kat daha duyarlıyız” halleri kötü birer genetik rol mü?

Hani ünlü kadınlar oralarını buralarını morartıp “kadına uygulanan şiddete karşı” duyarlılık reklamı yapıyorlar ya. Acaba diyorum, isterler mi, şöyle on kişi çıksa, her birine birer ay tecavüz etseler? Maksat farkındalık olsun. Akabinde kaldıkları yerden devam ederler. Bodrum beachleri, Çeşme eventleri falan…

Metrobüste bir amca anlattı. Köyünde bir kız tanımış çocukken. Gündüz kendi yaşlarında bir çocukla yan yana görüldüğü için geceleyin ailesi tarafından diri diri gömülerek öldürülmüş. Sabaha karşı bilinmeyen (!) birileri tarafından, mezardan çıkartılıp, cesede tecavüz edilmiş. Sonra kız geri gömülmüş. Artık aile kendisi mi öğrendi, birileri mi söyledi, bilinmez, bu sefer ailesi kızın cesedini mezardan çıkartıp yakmış.

Amcaya göre çok alelade bir şeydi bu. Aşağı yukarı “bugünün büyükşehirli Türk kadını” da bu hassasiyette işte.

- Kızım bırak şimdi onu bunu… İnternette müthiş bir elbise buldum. İndirimde!
- Hangi site kız o?
- Yaz… www.bizdezerrevicdanyok.com

by Canarino (Duhuliye.com)

15 Temmuz 2013 Pazartesi

TOP KADINLARDA






Tarih 21 Ağustos 1955. Utrecht'te kurulan Herbido Utrecht isimli kadın futbol takımının ilk toplantısı. Ortada ayakta duran kulüp başkanı Wil van Bruggen, sağ ve solundaki oyuncuları sokağa astığı ilanlarla toplamış
tır. 

14 Temmuz 2013 Pazar

BARCA'NIN NEYMAR'INI ELEŞTİRMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ






















by Osman Bulugil

Altyapısıyla gelişen Barcelona'nın transfer davranışlarının son 10 yılına baktığımızda, farklılıklar olmakla birlikte vitrin transferine doğru bir eğilimin olduğu karşımıza çıkıyor. Totalde son on yılda  500 milyon avroya yakın bir transfer harcaması yapmışlar...2003 den bu yana daha vitrin oyuncusu olarak nitelenebilecek oyunculardan sonuncusu Neymar....Real Madrid rekabetinin iki futbol şirketinin pazarlama hamleleri olarak da birçok transferi algılayabiliriz.

Öncelikle öz kaynaklarıyla futbolu var eden kulübün bu yapının bir parçası olup, bu yapıyı futbolcuları da yeniden ürettikçe sistem işlemeye devam ediyor. Altyapısına kattığı bölgesel menşei çocuklar kadar daha küresel ölçekteki çocukları erken yaşta altyapıya dahil ediyorlar. Aslında Ferguson'un takımının iskeletinin  öz kaynaklardan oluştuğunu, transferin de bunun sadece süsü olduğu söylemi tam da Barca için nokta atışı olsa gerek. Belirli oranda  da bu mivhalde  transfer yaptıkları da aşikar. Barca tarihine birçok oyuncu nokta transfer ile geldikleri takımda, Barca'nın oyun kültürüyle aslında yeniden futbolcu oldular. D.Alves bunun en spesifik örneği olarak karşımıza çıkıyor. Barcelona'nın bek sıkıntısı yaşadığı aşikar. Altyapıda önem verilse de sorun devam ediyor ve bunu Alba örneğinde rahatlıkla görebiliyoruz. Önce serbest bırakıp sonra Valencia'dan satın almaları bunu net olarak gösteriyor. Bek sıkıntısı aslında  yine Barca'nın oyununda yer alan 3'lü defansa dönüşlerde belirleyici oluyor. Önceki yıllarda zaman zaman bekte Puyol 'u izlemiştik. Tito'ya göre Guardiola zaman zaman 3'lü savunmayı kullanıp orta sahada daha kalabalık oynamayı tercih etmişti. Savunma anlamında da birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmişti. Yine Guardiola döneminde alınan Song da hem rotasyon oyuncusu hem de 3'lü de oynayabilecek bir oyuncu. Fakat 4'lü savunmanın önünde Busquets varken, transferini düşünürsek, alınması çok anlamsız hale gelecektir.

2009 yılının flaş transferi (daha çok vitrin oyuncusu olarak) İbrahimovic'i hatırlıyoruz. Bir yıl Barca forması giyen oyuncu kırk altı maçta görev alıp 22 gole imza atmıştı. İstatistiklere bakınca başarılı bir sezon gibi algılanabilir. Fakat Barca'nın oyununu aksatan, işlemesine engel olan İbra ertesi yıl kadroda yer bulamamış ve Milan'a kiralanmıştı.

Hatasını fark eden Barca bir yıl sonra kadroya Villa'yı katıyordu. Aslında tam da Eto'o'nun boşluğunu dolduracak oyuncuydu ve sakatlandığı sürece kadar bunu fazlasıyla başardı. David Villa, Barcelona’nın üçlü dinamik forvetinin her parçasını oluşturabilmeleriyle İbrahimovic’ten ayrılıyor. İbrahimovic kağıt üstünde uç oyuncu olarak saha çıkıyor ve üçlü forvetin maçın akışına göre değişen dinamizmine uyum sağlayamıyor. Inter’deyken de zaman zaman 4–3–3 olarak nitelenen dizilişte (ya da 4-5-1’in varyasyonu) en uçta oynayan İbrahimovic, takımına maksimum faydayla oynuyordu. Maç boyunca uç oyuncu olarak görev yapıyor ve oyun içinde herhangi bir değişkenliğe katılmıyordu. Barcelona’da, üçlü forvetten birinin hemen hemen çakılı bir pozisyonda oynaması tüm hücumu kısırlaştıran bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Inter’deki durumdan Barcelona’da söz edemiyoruz ve İbrahimovic’in uç oyuncu olarak oynaması bütün oyunun aksaması anlamına geliyor.İbrahimovic’in oyun bilgisi ve yeteneklerini tartışmaya gerek yok. Fakat İbrahimovic, Barcelona’nın yaratıcı bir hareketliliğe sahip dinamik forvetinin bir parçası olamadı. Oyunun akışı içinde Barcelona’nın üçlü forvetinin birbiriyle yer değiştirmesi, yani oyunu okuyarak farklı alan yaratmaları temel özelliği oluşturuyor. Bu noktada İbrahimovic büyük oranda uçta çakılı kalıyor. Böylelikle Barça’nın oyunu sekteye uğruyor.

Barcelona'nın hücumunda yer alabilmenin sırrı da topsuz alan da bütüne dahil olabilmekten geçiyor.Villa artık takımda değil ve o mevkide (sol ön olarak nitelenebilir) Neymar'ı oynatacaklar. Konfederasyon kupası sonrası Neymar'ı eleştirmek çok da akıllıca gelmeyebilir. Fakat Neymar Barcelona için sistemi sıkıntıya sokabilecek bir oyuncu. Hareketliliği ve oyun içinde pozisyon değiştirme becerilerinde gelişmesi onu Barca'da tutabilir. Bu becerilerde de gelişime açık bir oyuncu. Esas sıkıntılı olan kısımda  (topla fazla oynaması, daha bencil hareketleri ilk akla gelebilir -ki Ronaldinho'da aynı düzlemde hareketleri yapıyordu) topsuz oyunda hemen hemen hiç olmayışı. Hareketliği ile kontraya çıkarken katılabiliyor, fakat Barca'nın oyununda kontranın pek de anlamı yok. Tiki taka oyunda topu tutan takım, kaybettiğinde de rakibin oyun sınırını belirlemiş oluyor. Bu noktada bütün oyuncular tek bir  vücut gibi, bir sonraki pozisyonunda düşüncesini barındıran bir alan oyunu oynuyorlar. Yazının başında bahsettiğimiz gibi İbra bu sisteme uyum sağlayamamıştı. Neymar da topsuz oyundaki alan değiştirme, pres, oyunu okuma becerisinde gelişme kat edemezse Barcelona için  yeni İbrahimovic olacaktır. Buradaki ayrımımız oynadığı yılda kupa kazanması, 30 gol atması, şu kadar asist yapması falan değil. İbrahimovic de 22 gol atmıştı, oyunu aksatıyordu, 44 atsaydı da oyun aksamaya devam edecekti. Neymar eleştirimiz hiç bir zaman onun istatistik verileri olmayacak. Bir oyun kültürünün parçası olup olamayacağı, şimdiki yeteneklerinin Neymar'ı ile Barca'nın oyunundaki Neymar'ı okumaya çalıştık bu yazımızda.

Bitirirken Neymar'ın muhtemelen oynatılacağı sol önde İniesta'nın kullanılmasıyla ilgili birkaç şey söylemek gerekiyor. Villa'nın sakat olduğu dönemde o mevkide İniesta sıkça görev almıştı. Hatta Avrupa'da yılın oyuncusu seçildiğinde oynadığı mevki sol öndü (forvetin solu). İniesta artık 29 yaşında ve orta sahada Xavi gibi oynamıyor, Xavi'yle oynuyor. Biraz 'çelimsiz' olmasını da eklersek orta sahada dinamizmi düşebilir. Topu mükemmel saklayabilen, 4-5 oyuncu arasından rahatlıkla çıkabilen İniesta'nın ince pasları, topla içeri kat etmesiyle sol ön için en ideal oyuncu. Böylece ortada Busquets- Xavi- Fabregas daha rahat kurulabilir. Xavi daha çok pas organizasyonlarını yaparken, Fabregas ve Busquets de orta sahada dinamizmi sağlayabilir.

by Osman Bulugil

11 Temmuz 2013 Perşembe

KÜÇÜK PHILIPS


Eindhoven "Işık Şehri" olarak bilinir. Philips'in varlığı ve kentin ondan hareketle "ışık" kavramının üzerine oluşturduğu konsept Hollanda'nın en ilgi çekici öğelerinden birisi. Hatta birçok mimar ve tsarımcının kentteki binaların üzerinde maharetlerini konuşturdukları Glow adında bir de ışık festivali var her yıl düzenleniyor. Festivale geçen yıl 450 bin turist gelmişti. Şehrin 2 takımı PSV ile FC Eindhoven arasında her yıl sezon başlamadan önce oynanan derbinin adı da "Lichtstadderby" yani "Işık şehri derbisi". Salı günü 89. su oynandı ve PSV'nin 100. yılı sebebiyle Philips Stadyumu;'nda oynanan maça 30 bin kişi akın etti. Matavz'ın 2 golüne Locadia da 1 tane ekledi ve 3-0 kazandı PSV. Ama maçın önüne geçen bir başka hadise var. Yukarıda videosunu gördüğünüz ufaklık. "Come on you boys in red" diye tüm tribünleri gazlamış. PSV kulübü de hadiseyi duyar duymaz harekete geçmiş. Ufaklık bu sezon Mark van Bommel'in jübilesine ve ilaveten Feyenoord, Ajax, Twente ve Vitesse ile oynanacak 4 maça da bedava olarak girebilecek. Görüntü müthiş, ufaklığın ses güçlü...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

BİRA GEÇİDİ vol.15: AYINGER & KÖNIG LUDWIG


























Yıllar boyu Dünya Kupası Avrupa Şampiyonası zamanlarında çıkan Türk gazetelerinde böyle bilindi Almanlar: Panzerler...olmadı Biracılar...Panzer benim için moern Alman futbolculara uyan bir lakap değildir, hoş biracılar da futbol sahasındaki halleriyle pek uyuşmuyor. Eskiden bir Bierhoff, bir Reuter, bir Brehme, bir Matthaus'a baktığınızda hakikaten "panzer" havası alırdınız ama şimdi Lahm'ın, Mesut'un, Khedira'nın, Götze'nin neresinde panzerlik var? Dolayısıyla bu arkadaşların 2 lakabının da boşa çıktığını düşünüyorum. Zaten Almanların kendi milli takımlarının lakabı da "Nationalmannschaft" idir, tercümesi de çok basit "Ulusal Takım". Ama işte Alman spikerlerin o kalın sesleriyle bu lafı duyup ardından bir de sponsor "Krombahaaaa" markasını duyduğunuzda moda giriyorsunuz. Belki milli takımla uyuşmuyor ama Almanya biranın, daha doğrusu "alabildiğine tüket" türü biranın cennetidir. Almanlar Belçikalılar gibi "dur kirazlı bira yapalım", "şunun çileklisi de iyidir", "lente bok lazım lente bok" gibi aroma maceralarına girmezler, (ha böyle söylüyorum yanlış anlamayın bence dünyanın bira cenneti, hele hele benim gibi "beer tasting" yolunda giden bir guru iseniz Belçika'dır) lageri çakarlar çıkarlar. Biralarında çok fazla oynamalar yoktur. Ama ufak farklılıklarla klasik bira içimi tarzında ekol olmuşlardır.






































Bugün pek tarzım olmayan "Beyaz Bira" sınıfından 2 bira ile karşınızdayım. Hollanda'nın en büyük süpermarket zinciri Albert Heijn'ın en önemli özelliklerinden birisi her marketinde farklı biraların görülebilmesidir. Bir şehirde örneğin 5 tane şubesi varsa, klasik Hollanda biraları dışındaki ithal biralar dükkandan dükkana farklılık gösterir. Ayinger ve König Ludwig de benim Hollanda'da satışına ilk kez geçen hafta rastladığım şubeden.

Aying, Bavyera eyaletinde, Münih'e 5 kilometre uzaklıkta bir kasaba. Nüfusu 5 bin civarında ve kasabanın adını alan Ayinger birası da en büyük geçim kaynakları. 1877'de kurulmuşlar. Beyaz biraların en önemli özelliği şudur, şişede değil bardakta içilmelidir. Zira bardağa doldurulduğunda beyaz köpüğün hemen altında kalan o kütlenin renginin yukarıdan aşağıya doğru giderek açıldığı görülür. Aroma ve karonbidoksit köpüğün hemen altına toplanmıştır ve bunu şişede içerek anlayamazsınız. Ayinger ve König Ludwig'in güzel bir yanı da standart boyutunun yarım litrelik şişe olması. König Ludwig'in çıkış yeri ise, Aying'e 50 km uzaklıkta, yine Bavyera'da bulunan Fürstenfeldbruck. Kente bulunan Coca Cola şişeleme fabrikası da ekonomiyi gazlıyor. 2 biranın da ortak bir özelliği var, ilk tatları beyaz biraların genelinde olduğu gibi rahatlatıcı iken, boğazdan aşağıya indiğinde keskin aromalarnı hissettiriyorlar. Ayinger'in cafcaflı ambalajlar yerine, Bob Ross tablolarından fırlamış kasaba görüntülü ambalajı ile de kalbimi çaldığını söylemem lazım. İlla 2'si arasında bir seçim yapmam gerekirse Ayinger derim, ama bir yerde rastlarsanız hiç tereddüt etmeyin. Almanların lokomotif biraları Veltins, Bitburger, Krombacher, Oettinger gibi ürünlerden bıkanlar için güzel alternatif.

Ayinger

Alkol oranı: % 5,2
Tür: Lager Beyaz Bira
 Ülke: Almanya
Standart Ambalaj: Şişe (50 cl),
FD'nin Notu: 4,0

König Ludwig

Alkol oranı: % 5,1
Tür: Lager Beyaz Bira
Ülke: Almanya
Standart Ambalaj: Şişe (50 cl)
FD'nin Notu: 3,7

Bira Geçidi

9 Temmuz 2013 Salı

YOK EBESİNİN BABAYARO


























Yıl 90'ların sonu. Kadıköy'deki meşhur dershaneler sokağında Ekol Dershanesi'nin yollarını aşındırırken bizim sınıfta bulunan, ailesi mantıcı olan, ön dişlerinden birisinin yarısı çaprazlamasına kırık, boyu 1.66-67 arasında değişen, ama matematik dersleri zehir gibi, beklenildiği gibi de gözlük camı şişe dibinden hallice Güneri diye bir arkadaş vardı (hatta adam 2 ay boyunca "yahu benim annem-babam mantıcı niye inanmıyosunuz ya" demiş ama bir gencin ailesinin mantıcılık yapabileceğini o ergen yaşında akla hayale sığdıramayan bizler adama inanmamıştık da eleman en sonunda bizi dükkana götürmüş biz de tekrer teker özür dilemek yerine öküz gibi mantıya abanmıştık). Bu Güneri'nin en çarpıcı özelliklerinden birisi de o kırık diş, o kısa boy, o şişe dibi gözlükle sınıfın en taş hatunlarından birisini tavlamasıydı. Nasıl yaptı, ne zaman yaptı soramadık da, ne diycez adama, Davaro'daki Memo gibi "ya kardeş sen bu halle karıyı nası şeettin" mi diyecez, sessizce saygı duyduk.

Her yeni tanışan ve sayısı 5'ten fazla olan erkek grubunun yaptığı gibi muhabbet birkaç ay sonra "halı saha maçı"na bağlandı. Bir erkek grubunun dibine dinamit koymak istiyorsanız yapacağınız şey basit, bir araya getirin, halı saha muhabbeti açın ve kaçın. Zamanında ayrıntısıyla yazdık zaten. Bizim başımıza da aynısı geldi ve mahallede attığı gollerden başlayıp, lise takımlarında kazandıkları madalyalara varanlar, Galatasaray altyapısına torpili olmadığından alınamayanlardan, amcası 2.ligde profesyonel topçu olanlara kadar her türlü mavra havada çarpıştı. Sonunda ne oldu aynı dershaneden kendimize bir rakip bulduk, rakip bulduk dediysek fena halde kaşınıyorduk, "gelin bizi kaşıyın" dedik...kaşıdılar da...Altunizade Vezirspor tesislerinde kaşıdılar hem de. 21-3 yenildik. O mangalda kül bırakmayan adamlar birer Bülent Akın, birer Baki Mercimek, birer Gabriel Tamas çıktılar ve 60 dakikada 21 tane gol yedik. Bu tür bir hikayenin sonunu en güzel bağlayan, bir torba golü kalesinde gören o cengaverlerin maç sonunda birbirlerine bakarak sırıtması ve işi geyiğe vurmasıdır ki hep bir ağızdan aynı hikaye anlatılır...."e beyler şimdi...nerden baksan....7 senedir ayağiıma topu vurmadım....ne 7'si...dur.....11 sene şaşırdım...11 senedir oynamadım beyler hamlamışım"...

Nijerya 3.liginde geçtiğimiz hafta Plateau United Feeders ile Police Machine arasında yükselme savaşı vardı. 2 takımın da puanı eşitti ve yükselen takımı gol averajı belirleyecekti. Plateau United, Akurba FC önünde ilk yarıyı 7-0 önde kapadı. Police Machine de, rakibi Babayaro FC'ye karşı 6-0 öndeydi. Devre arasında ne olduysa 2.yarı futbolseverler, toplam 133 gol seyretti. Plateau United 79-0, Police Machine de 67-0 galip geldiler. Nijerya Futbol Federasyonu da "ulan yapacaksanız adam gibi yapın bari" diyerek tüm futbolcular, maçın hakemi, saha komiseri, teknik adamlar ile oyuncuların lisanslarını iptal etmiş. Yalnız benim aklımın almadığı bir takımın 45 dakikada nasıl 72 gol atabileceği. Bu 37 saniyede bir gol olduğu anlamına geliyor ki bir takımın golü sonrası oyunun tekrar başlamasının minimum 10 saniye alacağı düşünüldüğünde 2 takımı da şike sebebiyle cezalandırsalar da özveriye de ödülü çakmak lazım.

FRANSA'DAKİ KIRMIZI URBALILAR

























30.04.2013 tarihinde Futbol Burada sitesinde yayınlanmıştır.

İngiltere profesyonel futbol liglerini oluşturan ilk 4 ligde geçtiğimiz sezon 52 Fransız futbolcu görev yapıyordu. Newcastle United ara transferde bu konudaki eğilimini ihtisasa çevirince kadrosundaki 9 oyuncu ile bu alanda lider konumuna geldi. Arsene Wenger de zaten yıllardır bilinen vatandaşlarını toplama politikası ile onları 6 oyuncu ile izliyordu ki Arsenal uzun süre kadrosunda en çok Fransız futbolcu bulunduran takım konumundaydı. Manş’ın kuzeybatısına doğru yolculuğa çıkan oyuncu sayısı çok fazla futbol tarihinde ama Normandiye topraklarına doğru ters yönde giden oyuncu sayısı o kadar fazla değil. 2. Dünya Savaşı öncesinde bu trafik daha yoğundu, özellikle 1930’lu yıllarda Fransa topraklarında top koşturan futbolcu sayısı çok fazlaydı. Ancak bu sayıda özellikle 1980’ler sonrasında bir azalma oldu. Biz de futbolun son 30 yılında Fransa’dan geçen İngiliz futbolcuları araştırdık.

Brain Stein: 1980’lerin ilk yarısında, bugün Konferans Ligi’nde olan Luton Town İngiltere 1.Ligi’nde mücadele ediyordu. 6 sene boyunca ülkenin en yüksek futbol platformunda mücadele verdikten ve kulübü adına sayısız gol kaydettikten sonra Fransa’nın Caen takımına transfer oldu. Stein, 1987-88 sezonunun sonunda kontratının bitmesi ile serbest bırakıldı Luton tarafından. Ama ilginç olan, o yıl 31 yaşında olan futbolcunun kulübün tarihinde kazandığı tek üst düzey kupa olan 1988 Lig Kupası’nın finalinde Arsenal’i 3-2 mağlup ettikleri maçta 2 gol atmasıydı ki bunlardan ikincisi 90. dakikada takıma kupayı getiren gol olmuştu. Stein 1,5 yıllık Caen macaersından sonra 6 ay boyunca da 2.lig takımı Anecy’de forma giydikten sonra Luton’a döndü ama takım 2.Lige düştü. O da 35 yaşında Barnet’te forma giyip futbolu bıraktı. Güney Afrika asıllı futbolcu 1984’te İngiltere milli takım formasını da giymişti.

Graham Rix: Luton 1988’de Lig Kupası’nı kazanırken rakip Arsenal’in kadrosundaydı Rix. 1977’de ilk kez forma giydiği takımda özellikle 80’ler öncesi çok önemli bir performans ortaya koyan Rix, George Graham yönetiminde kazanılan şampiyonlukları göremeden takımdan ayrıldı. Buna rağmen 1978-80 yıllarında 3 kez FA Cup finali oynayan takımda final maçlarında hep sahadaydı ve 1979’da kupayı kaldıran oyuculardan biriydi. Londra sonrası rotası aynen Stein gibi Caen takımıydı, zira Caen 80’lerin sonu, 90’ların başında Ligue 1’de önemli işler yapma parolasıyla birçok transfer yapmış ve yabancı oyuncuları Fransa’ya getirmişti. O Caen’de 2,5 yıl kaldı ve son yılının 6 aylık dönemini Le Havre takımında geçirdi. Ada futboluna döndüğünde 35 yaşındaydı ve Dundee’de forma giyerek kariyerini noktaladı. 1980-84 arasında milli takımda da forma giyen Rix 1982 Dünya Kupası’nda İngilizler adına 5 maçta oynamıştı.

Trevor Steven: Everton’ın 80’lerde estirdiği rüzgarın baş kahramanlarındandı Steven. Howard Kendall yönetimindeki takım 1984-87 arasında, üstüste 4 kez kazanılan Charity Shield hariç (1986’da Liverpool’la paylaşılmıştı) 2 kez lig şampiyonu oldu ve 1 FA Cup, 1 de Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine götürdü. Bu dönemde şampiyon takımın değişmez sağ kanatta bir istikrar abidesi olan Steven aynı zamanda kazanılan tüm finallerde de sahadaydı. 1986 Dünya Kupası’nda milli takım kadrosundaydı ve 1989’da İngilizlerin Avrupa kupalarındaki cezası sebebiyle Rangers’a transfer oldu. 28 yaşında O. Marseille onu Fransa’ya getirdi. Şehirde şampiyonluk yaşadı Steven ama kulübün içinde bulunduğu mali sorunlar sebebi ile sadece 1 sezonu bitirebildi ve Rangers’a geri satıldı. 5 yıl daha İskoçya’da futbol oynayıp kariyeri bitirdi. Glasgow’da da 7 şampiyonluk kazandı.

Clive Allen: Steven Everton ile 80’lerde parıltılı yıllar geçirirken Clive Allen da Tottenham’da takımına adeta bir gol makinesi olarak katkı yapıyordu. 1986-87 sezonunda 33 golle gol kralı oldu Allen ve tüm kupalarda toplam 49 gol atmıştı. Hem Spor Yazarları Derneği hem de Futbolcular Birliği tarafından yılın oyuncusu seçildi. 1988’de Bordeaux onu kadrosuna kattı. Fransa’da fazla tutunamayan vatandaşlarının arasına katıldı ve 1989 ağustos ayında Manchester City’e transfer oldu. Bordeaux’da 13 gol atarak takımının en golcü ismi olmuştu ama ligi 13.sırada bitirdiler.  Sonraki kariyerinde asla eski günlerine dönemedi Allen. Formunun en tepede olduğu dönemde de milli takımda Lineker gibi bir efsanenin arkasında kalmış ve sadece 5 kez 3 aslanı sırtına geçirip gol kaydına muvaffak olamamıştı. Kariyerini 1995’te Carlisle United’da bitirdi.

Glen Hoddle: Bir Tottenham efsanesidir Hoddle. Tam 12 sene White Hart Lane tribünlerini coşturan adamdı. Hiç lig şampiyonluğu yaşayamadı ama UEFA Kupası ile FA Cup başarılarında onun imzası vardı. Örneğin 1982’de takım FA Cup finalinde QPR ile 1-1 berabere kaldığında maçın tek golü ona aitti. O zamanlar İngilizler tek maç usulü oynanan eleme maçlarında 120 dakika berabere bittiğinde penaltılara geçmiyor, 2.bir maçı oynatıyorlardı ve 5 gün sonra yine Wembley’de oynanan maçta Tottenham 1-0 kazanarak kupayı müzesine getird. Gol yine Glen Hoddle’ındı. 30 yaşında Monaco’ya transfer oldu ve ilk sezonunda Fransa şampiyonluğu yaşadı, ayrıca yılın en iyi yabancı oyuncusu seçildi. 33 yaşında Monaco’dan ayrıldığında 4 sezon boyunca sık sakatlıklarla uğraşsa da Fransa’da kalıcı olmayı başarmıştı. Kariyerinin sonunda Swindon Town ve Chelsea forması giydi ve kramponları astı.

Mark Hateley: Hoddle’ın takım arkadaşı. Onunla aynı yıl Monaco’ya geldi Hateley, ama 30’unda değil 26’sında. Üstelik listemizde Fransa’ya doğrudan değil başka ülkelerden geçerek gelen 2 oyuncudan birisi. 1983-84 sezonunda, 22 yaşındayken 2.lig takımı Portsmouth formasıyla 22 gol attı Hateley ve Milan bonservisine tam 915 bin paund ödedi. 3 yıl kaldı İtalya’da ama Milan’ın Sacchi döneminde şahlanışının öncesine denk gelmişti bu yüzden müzeyi dolduramadılar. O da 26 yaşında, Hoddle’ın yanına uçtu. Hoddle 1987-88 sezonunda yılın yabancısı seçilirken o da 14 gol atmış ve 19 golle kral olan Papin’i izlemişti. Greame Souness onu Rangers’a getirdi ve kariyerinin en parlak dönemini yaşadı. 34 yaşında oradan ayrıldıktan sonra kariyerinin sonunda ada futbolunun düşük kalibreli kulüplerinde oynadı. Milli takım kariyeri kulüp takımları kadar iyi gitmedi zira 1986 ve 1988 turnuvalarında İngilizler hayal kırıklığına uğramışlardı.

Chris Waddle:  Neden Hoddle ve Hateley Fransa’da tek şampiyonlukta kaldılar işte cevabı bu adam. Çünkü Chris Waddle Marsilya şehrinde sefasını sürüyordu. Hoddle’ın Tottenham’daki son 2 yılında takım arkadaşıydı. 1989’da bonservisine ödenen 4,5 milyon paund o gün için bir futbolcuya ödenen en yüksek 3. rakamdı. Fransa’da kaldığı 3 yılda 3 şampiyonluk yaşadı ve takım 1991 baharında Kızılyıldız’a Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde kaybederken sahadaydı. 1998’de Marsilya sakinleri arasında kulübün 100 yılını baz alarak yapılan ankette Jean-Pierre Papin’in ardından en sevilen oyuncu seçildi. 32 yaşında Sheffield Wednesday ile İngiltere’ye döndü. 42 yaşında futbolu bırakmadan önce Kuzey İrlanda Premier Ligi’nde 2 sezonluk ilginç bir kariyere de imza attı. Listenin Fransa’da en çok başarı kazanmış İngilizi.

Joe Cole: Olacağı kadar olamamış adamlardan Joe Cole. West Han United akademisinden çıkarsanız mayanız iyi demektir. Onun da hem oradaki hem de sonradan Chelsea’deki kariyerine bakıldığında aslında büyük bir gelecek vaat ettiğini söylemek mümkün. Chelsea’de 3 şampiyonluk yaşadı ve 29’unda Liverpool’a transfer oldu. Hep beklentilerin yüksek olduğu adam dedik ya, Liverpool’a geldiğinde Steven Gerrard onu Messi ile kıyaslamıştı. Ama 1 yıl sonra Fransa şampiyonu Lille onu kiraladı. Aslında saha içinde işler iyi gidiyordu ama Liverpool’ın yeni hocası Brendan Rogers onu geçtiğimiz sezon kadroda görmek istediğini söyleyince evine döndü. Ama Rogers çabuk çark etti, Cole da profesyonel futbola ayak bastığı West Ham ile ocak ayında anlaşma imzaladı.

Joey Barton:  Yeşil sahaların psikopatı Barton Marsilya’daki İngiliz hanedanının son temsilcisi şimdilik. Bu sezonki PSG maçında Zlatan Ibrahimovic’in burnuyla ilgili yaptığı anatomi incelemesiyle gündeme gelmişti. Aslında eylül ayından beri sürekli kadroda kendisine yer buluyordu ama örneğin huylu huyundan vazgeçmez misali, takımının Nancy ile Velodrome’da oynadığı maçta 5 dakika içinde 2 sarı kart görerek oyundan atılmış ve 10 dakika sonra Nancy galibiyet golünü bulmuştu. QPR'a geri döndü ve takımının ilk antrenmanını kaçırarak sezonu namına yakışır şekilde açtı.

David Beckham: 37 yaşında Ligue 1 liderine transfer yapmak kolay değil, ama takım Arap şeyhlerinin sizin de adınız David Beckham olunca inandırıcı oluyor. Dünya futbolunun üzerinden en çok para kazanılan adamlarından olan oyuncu İngiltere’den ayrıldıktan sonra şampiyonlukların kazanıldığı Real Madrid ve Los Angeles Galaxy maceralarını takriben Fransa’da kariyerini sonlandırdı. 5 aylığına imzaladığı kontrattan alacağı paranın tümü hayır işleri için harcandı. Anlayacağınız buram buram bir “futbol sahası dışı” transferiydi, zaten kariyerin sonundaki bir "çilek" olarak kaldı.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

ARAMIZ KAÇ NOTT





























Nottingham Forest ve Notts County'nin stadyumları City Ground ve Meadow Lane. Aralarından geçen nehir Trent. Uzaklıkları 1 km civarı. Yürüyerek birinden diğerine 15 dakikada ulaşabiliyorsunuz.