28 Mart 2013 Perşembe

TSUBASA ÖNÜME ÇIKMA KIRARIM



Dostlar uzun süre yokuz ortada. Skinoski son bölümde intikamını aldı mı, Manço şehir efsanesinde dendiği gibi "vajina" anlamına geldiği için mi bu adam bu kadar çok sevildi, çok suşi yeyince beyinde kurt çıkıyor mu, fugu balığını yiyip ölmeyince bütün kızlar teklif ediyor mu, nedir bu liseli hayranlığı, kızlar dedim de niye kusmalı porno yapıp adamların penisini sansürlüyorlar, birbirlerinin kız arkadaşını nasıl karıştırmıyorlar, Wakabayashi'ye o golü Tsubasa mı attı, Misaki mi bir karar verin, şeklindeki konuları açıklığa kavuşturmak için Japonya'ya gidiyoruz. Nisan sonunda tekrar görüşmek üzere. さようなら (Sayonara diyoz lan)

27 Mart 2013 Çarşamba

HOŞ GELDİN MODA SAHNESİ


Sene 1985 ya da 1986.

Fonda Çengelköy.

Bir zamanlar, sahile giden yolun dönüşünde, sokak arasında bir açık hava sineması vardı. Kim bilir, sonradan otopark mı oldu, apartman mı dikildi yerine? O kadar yolum düştü, hiç dönüp bakmamışım o tarafa.

O gün, küçük yeğen kontenjanından, ilk kez sinemaya gidiyorum. Vizyonda 1970'li kuşakların iyi bileceği, Hülya Avşar'lı "Sekreter" filmi var.

Bir kaç nesle elektrik prizlerine dair bambaşka şeyler düşündürmeyi başaran bu yapım "Sinema, sinema dedikleri bu mu şimdi?" sorusuyla birlikte geliyor el kadar zihnin hatıratına.

"Çizgi film yok mu?" diye sormak istediğim büyük abiler "ronta dikiz" sahnelerinde ayran budalası oluyor, ben de sanat denen şeyin yedincisiyle, beşinci yaşımda tanışırken, sıkıntıdan patlıyorum.

Üzerinden iki yıl geçmeden, Mehmet Karamancı İlkokulu'nda bir okuma bayramı... Siyah önlükle şahmışız, fosforlu yeşil pantolon ve beyaz gömlek ile şahbaz olmuşuz.

Kafaya büyükçe bir çorba kasesi geçirilmiş gibi traşıyla sahnede bendeniz; kimseyi selamlamadan girip , adam tokatlar gibi şiir okuduktan sonra, perdeden içeri, geri dalıyorum. Günün sonuna doğru, herkes sahne arkasına merdivenden yürüyerek giderken benim tırmanma uğraşım da cabası. Velhasıl, sanat Seferoğulları'ysa, ben hâlâ Tellioğullarıyım.

Yine Mehmet Karamancı İlkokulu. Artık 5 olmuşuz, gidiyoruz. Hababam Sınıfı değiliz ama biz de temsil yapacağız. Bana da rol verme gafletinde bulunulmuş.

Konumuz Kurtuluş Savaşı...

Yunan işgalinde gam ve kederden sakalları ağarmış, fakat tam da beyazlık yukarı doğru giderken Trakya ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni duyunca, ümide kapılıp, saçları ak pak olmaktan kurtaran bir amca gibi geziyorum sahnede. Sakal dursa bıyık kayıyor, bıyık dursa sakal oynuyor. Cepheden kaçmak için kendine dede süsü vermiş piyade sıfatımla, Serdar Ortaç'ın seneler sonra hayata soracağını, ben sanata soruyorum:
"Beni neden yoruyosun?"

Sanat, tabii ki efendiliğini bozmuyor ve "Siktir git lan, zorla mı tutuyoruz sahnede?" demiyor. Sanat mutedil, sanat çelebi, sanat kalender... Lâkin o günden sonra da "sahne tozu" yutmuyorum. Yeteneksiz topçuya, erken jübile.

Tiyatro denince, aklıma Nâzım Hikmet'in Kuvayı Milliye Destanı'ndaki Şoför Ahmet geliyor.Ve "Sen İstanbullu, sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan şaşarsın İstanbullulara : Ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin" dizeleri.

Zanaat erbâbı ve sahne üstâdı insanlar, her zaman lal eden bir hayranlıkla izlediğim şeyler oldu. Özellikle ince işlenen büyük mimari eserlerin ve her türlü sanatın, insanın mucizesi olduğuna inandım.

Uzun zaman görüşmedikten sonra ekranda "Bu o mu?" diye görüp, peşinden tiyatro sahnesinde izlediğim (Mehmet Karamancı İlkokulu'ndan sınıf ve Turşucu Deresi'nden mahalle arkadaşım) Timur da bu minvalde bir mucizedir benim için.

O ve diğer mucize arkadaşları, Kadıköy'de yeni bir kültür merkezini vücuda getiriyorlar. Şu haberde göreceğiniz gibi, Moda Sahnesi açılıyor.

Tiyatrosuz kalmış bir memleket için tek bir cümle söylenir:
İyi bilirdik!

Bu dostlara da söylenecek tek şey var:
Sefalar getirdin, sefa geldin, Moda Sahnesi.
Bezme revnak verdiniz, sefa geldiniz dostlar.

by Canarino (Duhuliye.com)

25 Mart 2013 Pazartesi

İSTİFA EDİYORUM...HAYIR BEN KOVUYORUM


Bu Brezilya'daki lig ve turnuvaları ben halen çözmüş değilim. Eyalet şampiyonası var, o eyalet şampiyonalarının devrelerinin de ayrı isimleri var. Misal Campeonato Carioca, Rio de Janeiro eyaletinin turnuvası. Ama ilk devresine Taça Guanabara, ikinci devresine Taça Rio deniyor. Bir de biliyorsunuz tüm ülkenin katıldığı Campeonato Serie A var. Bir de o eyaletin büyük takımlarının karşılaştığı Torneio Super Clássicos var, eyaletlerin de kendi içinde turnuvaları var falan da filan. FM'de hiç Brezilya'dan takım çalıştırmadığım için bu işlerin ayrıntısını da öğrenemedik. Bunu bilse bilse bizim Alper Öcal bilir.

Clarence Seedorf'un takımı Botafogo Rio eyalet şampiyonasının ilk devresi olan Taça Guanabara'yı şampiyon olarak tamamladı. Taça Rio'da da kendi gruplarında lider durumdalar. Takım dün Madureira deplasmanındaydı. 2-1 kazandılar. Seedorf'un 1 gol 1 de asisti var ama maçta olanlar ve hakem Philip Georg Bennett'in yaptıkları ayrı bir hadise. Öncelikle penaltı. Yarım saat oynanmışken Seeodfr nefis bir pasla Rafael Marques'i görüyor, o da ceza sahasına dalıyor ama Fernando tarafından indiriliyor. Hakem Bennett çalıyor penaltıyı. Seedorf topu alıyor, beyaz noktaya koyuyor, tam atışı kullanacaken Bennet gelip topu alıyor "dur diyor fikrimi değiştirdim, penaltı değil ofsayt"...Pozisyon tekrar izlendiğinde görülüyor ki hakikaten Seedorf ofsayt pozisyonunda topla buluşmuş (gerçi ıska geçen Madureira'lı defans oyuncusunun bir müdahalesi var mı tartışılır), ama yan hakem bayrağını kaldırmıyor, oyun devam ediyor ve hakem Bennett, penaltıdan ofsayta nerede ise 2 dakika sonra dönüyor. Videosu yazının girişinde

Botafogo Seedorf'un 42'de kullandığı serbest vuruşa Doria'nın vurduğu kafa ile 1-0 öne geçtikten sonra Hollandalı 67'de bizzat takımını 2-0 öne geçiriyor, o golün videosunu da aşağıda izleyebilirsiniz. Ardından Madureira Rodrigo'nun atılması ile 10 kişi kalıyor.


Asıl bomba ise son dakikada. Seedorf oyundan çıkmak istiyor. Hakem Bennett onun yakın olduğu taç çizgisinden çıkmasını istiyor. Seedorf diretince de basıyor sarıyı. Hollandalı "madem sarıyı gördük ben normal taraftan çıkarım" diye kulübeye koşmaya başlayınca Bennett giderayak bir kart daha yapıştırıyor. Sonuç kırmızı kart, Seedorf kulübeye oturduğuyla kalıyor. Bu onun koca kariyerinde gördüğü 2. kırmızı kart. Milan'da da daha önce 1 kırmızı kart görmüştü. Bu acaip olayın videosu da aşağıda.




23 Mart 2013 Cumartesi

İLK PORTAKALLAR


Tarih 14 Nisan 1907. Hollanda, Antwerp'e gidiyor Belçika ile oynamak için. Ülkenin tarihindeki ilk milli maçı  30 Nisan 1905'te yine Belçika'yla oynanmış ve Hollanda beyaz üzerine kırmızı-mavi-beyaz şeritlerin bulunduğu bir formayla maça çıkmış. 2 yıl sonra Antwerp'teki maç portakal rengi formanın ilk giyildiği maç. Tabii o zamanki fotoğrafçılık teknolojisi ile çekilen fotoğrafta renk yok. Ama poster yukarıda. Hollanda maçı 3-1 kazanıp ülkeye dönüyor. 

22 Mart 2013 Cuma

ÇOK PİŞMANIM TAHKİM BEY





















21.03.2013 tarihinde BirGün gazetesindeki Uçan Hollandalı köşesinde yayınlanmıştır

---------------------------------------------


Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu geçtiğimiz hafta sonu Galatasaray’lı Gökhan Zan’ın, Gençlerbirliği maçında rakibe yaptığı hareket sonucunda gördüğü kırmızı kart sonrasında aldığı 2 maç cezayı 1 maça indirdi ve 1 yıl erteledi. Bu, aynı mahiyette verdikleri ilk karar değil. Daha önce Beşiktaş maçı sonrası İbrahim Toraman ile saha içinde kavga eden Karabükspor’lu Lua-Lua’nın 2 maçlık cezası da ertelenmişti. Özellikle yakın tarihli kararın, Gökhan’ın oynadığı takımın stoper sıkıntısı çektiği dönemde gelmesi manidar ama bu tür komplo teorileri bizim işimiz değil, biz kararları esas açısından değerlendireceğiz.

2 futbolcuya “hediye edilen” 1 yıl süreyle ertelemesi kararının gerekçesinde belirtilen ifadeler genelde şöyle: Ceza tipinin ertelenebilir cezalardan olması, futbolcunun aynı sezon içinde tekerrür etmiş disiplin ihlalinin bulunmaması; futbolcunun eyleminden duyduğu pişmanlık ve üzüntüyü ısrarla ve samimi olarak ifade etmiş olması; bizzat katıldığı duruşma esnasında ve sunduğu yazılı beyanlarında, tekrar disiplin ihlali gerçekleştirmeyeceği yönünde oluşan kanaat ve cezanın alt sınırdan ayrılmadan verilmiş olması.

Aslında bu gerekçelerin hiçbirisinin elle tutulur bir yanı olmadığını söyleyebiliriz. Ertelenebilir ceza tipi tahkim kurulu ve federasyonun kendi sınıflandırması, ama Gökhan Zan’ın kırmızı kart görme sebebinin rakibe topla alakası olmayan bir pozisyonda vurması olduğu göz önüne alınırsa (hareketin yapılıp yapılmadığı başka mesele, karar yanlış olsa dahi bu affedilmesinin bahanesi olamaz) bu hareketin nesinin ertelenebilir olduğu merak konusu. Gökhan Zan’ın aynı sezon içinde tekerrür etmemiş disiplin ihlalinin bulunmaması çok normal, çünkü Gökhan birkaç hafta önceye kadar doğru dürüst sahaya çıkmıyordu. Pişmanlık, üzüntü ve sonradan ihlal gerçekleşmeyeceğine dair tahkim kuruluna verdiği güven ise Engin Baytar’ın Cüneyt Çakır’ın yakasına yapışması sonrası televizyonlara bağlanıp “gözüme uyku girmedi, kimsenin yüzüne bakacak halim yok” duygu sömürüsüne benziyor. Futbol dünyasında rakibine yaptığı kasti hareketlere sahip çıkan adamlar, Roy Keane, Eric Cantona, Vinnie Jones gibilerinden pek bulamıyoruz. Eğer pişmanlık ve üzüntünün ısrarla belirtilmesi ceza ertelemesine temel oluşturacaksa hakemlerin cebinden kırmızı kartı almak da güzel bir fikir gibi gelebilir.

Böyle bir erteleme kararının dünyada ilk örneklerini vermek Türkiye Futbol Federasyonu’na nasip oldu. Kararın gerekçeleri kadar ortaya çıkardığı sonuç da hakkaniyeti son derece ihlal eden bir durum teşkil ediyor. Lua-Lua ve Gökhan için verilen kararlar önümüzdeki dönemdeki benzer durumlar için bir emsal teşkil ediyor. Şampiyonluğu ya da küme düşmeyi doğrudan etkileyen bir maçtan önceki hafta, takımlardan birinin oyuncusunun gördüğü kırmızı kart için aynı uygulamaya başvurmak zorunda kalabilir tahkim kurulu, acaip olan ise kendilerini bu duruma kendilerinin sokması. Üstelik bu 2 oyuncu için verilen erteleme kararları oyun devam ederken yapılan hareketler sonucu verilmediler, bu yüzden pekala Bobo da Galatasaray maçında gördüğü kırmızı kartın ertelenmesini isteyebilir. Halbuki futbolun yönetenleri illa iyi niyeti ödüllendirmek istiyorlarsa bu buram buram sahtelik akan pişmanlıkları değil, gerçek iyi niyetleri değerlendirebilir, mesela ilk 17 maç sonunda sadece 1 sarı kart görmüş oyuncuların kartlarını silebilir.

Tabii yukarıdaki hadiseyi yorumlarken de mantık sınırları içinde kalmak gerekiyor. Üzerinden nerede ise 1,5 yıl geçen 3 Temmuz sürecine atıf yapmak da en az federasyonun yaşadığı akıl ve mantık noksanlığının benzeri. Kısacası hepimize okkalı bir kırmızı kart gerekiyor.

21 Mart 2013 Perşembe

SARI KARTA 10 DAKİKA CEZA


























Çarşamba günü, Hollanda Amatör Futbol Federasyonu Başkanı Anton Binnenmars, geçtiğimiz aralık ayında 41 yaşındaki hakem Richard Niuwenhuizen'ın Nieuw Sloten'lı birkaç futbolcudan yediği dayak sonucunda önce hasteneye kaldırılması sonra da hayatını kaybetmesi üzerine bir şeylerin yapılması gerektiği sonucuna vardıklarını ve bunun üzerine bir süredir tasarladıkları yeni futbol kuralları paketini açıkladı. Paket her hafta Hollanda'da oynanan maçların % 75'ini kapsayan amatör futbolu baştan aşağı değiştirecek. Tabii medyanın (ki bizim medyaya da en çok yansıyan maddesi bu oldu) üzerinde en çok konuştuğu madde sarı kart gören futbolcunun 10 dakika kenarda bekleyeceği oldu. Bu haberi Twitter'a yazdığımda ilk gelen tepkiler, sarı kartı gören oyuncusu sebebiyle 10 kişi kalan takımın, bu 10 dakikayı yerde yatarak ya da başka şekilde zamandan çalarak geçirmesinin nasıl engelleneceği oldu. Biz aşağıda alınan 10 yeni kararı açıklayalım.


1-Sarı kart gören futbolcu 10 dakika boyunca kenarda bekleyecek: Bu sarı kart kayıtlara geçmeyecek ve eza sisteminde kullanılmayacak. Aynı futbolcu aynı maçta 1 sarı kart daha görürse, oyundan çıkacak ama yine sonraki maçları etkileyen bir durum yok. Ancak doğrudan görülen kırmızı kartın, sonraki maçlarda oynamama cezasına yol açması gibi bir durum var.

2-Genç futbolculara Futbol IQ testi: Kariyerlerinin başında olan minik oyunculara, çocuk yaşlarda Futbol IQ testi uygulanacak ve böylece kurallara çok küçük yaşlarda alışmaları sağlanacak. Bu test futbol tarihinden bilgiler de içeriyor. Testi şuradan incelemek mümkün.

3-Saha içerisinde şiddet sebebiyle ceza alan oyuncuya davranış kursu: Maç içerisinde kendisine, rakibe veya seyircilere gösterdiği şiddet sebebiyle ceza alan oyuncular gençlerde 9 ay, yetişkinlerde ise 18 ayı kapsayan bir davranış kursuna katılacak.

4-Yardım hattı: Saha içinde veya etrafında meydana gelebilecek istenmeyen olaylara karşı 24 saat açık olan bir telefon numarası tahsis edilecek. 48 saat içinde federasyon olaya bir yetkili atayacak, olayın mağrurları dinlenecek ve konuyla ilgili ilk araştırma yapılacak.

5-Bilgi paylaşım sitesi: Federasyon kullanıcıların maçlarda şahit oldukları olumsuz olayları paylaşabilecekleri bir internet sitesini kullanıma açtı.

6-Gözlemciler: Federasyon maç günlerinde aslen "observer" olarak tanımladıkları personellerini görevlendirecek ve bu görevliler tehlikeli taraftar grupları ya da oyunun gidişatını bozacak her türlü olayı yetkililere bildirip önceden önlem alınmasını sağlayacak. Bu isimler gerektiğinde federasyonla da doğrudan bağlantı kurabilecek.

7-Ceza disiplini: Kuralara aykırı davranan bir kulübe önce iyileşmeleri yönünde cezalar uygulanacak. İyileşme gözlemlenmezse liglerden men edilebilecek.

8-Kuralların şeffaflığı: Federasyon yeni kuralların tüm personele dikkatlice anlatılmasını ve kulüp binalarında rahatlıkla okunabilecek yerlere asılmasını istiyor.

9-Kaptanlardan imza: Her maç sonrası sadece hakem değil, takım kaptanları da maç raporunun altına imza atacak. Bu yolla federasyon tek sorumluluğun hakemlere yıkılmamasını hedefliyor.

10-Basın açıklamaları: Federasyon maçlar sonucu alınan her türlü kararlar, cezalar veya ödülleri ayrıntıları ile beraber kamuoyuna duyuracak.

Açıkçası, sansasyonel olan 1. maddenin yanında, 2, 3 ve 5 numaralı yeniliklerin oldukça iyi düşünüldüğünü söylemek lazım. Hollanda Futbol Federasyonu, yenilik yapabileceği amatör futbolda bu şansını kullanarak sorunların çözümüne yeni bir perspektif getirmek istiyor. Şunu hatırlatalım "amatör" kelimesi Hollanda'da çok geniş bir alana hitap ediyor çünkü ülkede sadece ilk 2 lig profesyonel ve 3.ligden başlamak üzere piramidin sonuna kadar tümüyle amatör futbol kapsamında. Kısacası geniş bir uygulama alanı ile karşı karşıyayız. 

18 Mart 2013 Pazartesi

AKDENİZ:GÜNEY- KUZEY İTALYA GÖÇLER VE FUTBOL























Blogun devamlı destekçilerinden Osman Bulugil bizi futbolun coğrafi dağılımı ve bölgesel farklılıkları üzerine bir yazı ile selamlıyor....

-------------------------

Bu yazıda öncelikle Kuzey ve Güney diye bir kavramsallaştırmada, coğrafi prensiplerin etkisi göz önüne alınmakla beraber; temel belirleyici politik-ekonomik dönüşümler ve buna bağlı olarak da göç olgusu işlenecektir.

Sadece coğrafi prensiplere dayalı bir algılama, öncelikle sınırları meydana getirecektir. Bu da kuzeyin içindeki güneyi, güneyin içindeki kuzeyi görmemizi engelleyecektir. Temel dayanağımız sosyo-ekonomik süreçlerin etkisiyle yaşanan hareket olacak. Bu hareket üzerinden İtalya’nın analizini Akdeniz’le bütünleştirmeye çalışacağız ve son olarak bu hareketin İtalya futboldaki görünümlerini ele alacağız.

Akdeniz ve Futbol

Kısaca Akdeniz’le başlayalım. Akdeniz’i tek bir uygarlık olarak ele almak yetersiz kalıyor. Birbiri üzerine yığılmış uygarlıklar bütünü diyebiliriz: Akdeniz, gemiler hareket ederken, üzüm hasadını yapan veya sürülerini yaylaya çıkaran köylülerin eşlik ettiği bir türküdür kulaklarda… Barselona’dan İstanbul’a; Sicilya’dan Pireneler’deki yaylalara; İber Yarım Adası’ndaki çobandan Giritli balıkçıya kadar… İnsanlığın tarih boyunca tam da egemenliğini kurduğunu düşündüğü yerde, aslında hiç de egemen olamadığı bir coğrafya Akdeniz.
Uygarlıklar bütünü Akdeniz’in bugünkü fotoğrafı pek de hoş değil. Kuzeylilerin koşa koşa geldikleri Akdeniz’de, turizmlerinin/tüketimlerinin nesnesi olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz tarzı yaşama, bir gerçeğe katılır gibi katılmadıkları ve tatilleri biter bitmez düzenli bir biçimde döndükleri kuzeydeki (artık fosil haline gelmiş yaşamları ve parayla satın alınan yazların sahte yaşamı) yaşamları… Bu noktada bugün endüstriyel futbolun seyircisinin de futbol turisti olduğunu söyleyebiliriz. Braudel’in bahsettiği kuzeyli turistin Akdeniz’i istilasının stadyumlardaki hali, bugünün futbol seyircileri…

Bugünün seyircileri de artık, işçi sınıfının elinden kayıp giden stadyumların istilacıları… Futbol turistleri de, stadyumların istilacıları olarak var olmaya başladıklarından beri sahadaki oyun artık başka bir şeye karşılık geliyor: Futbol turistinin fosil haline gelmiş yaşamlarında, oyuna -bir gerçeğe- katılmaktan öte, oyunun parayla satın alınmış sahte yaşamlarının bir parçası haline dönüşmesi…

İtalya: Akdeniz’de Bir Göç Hikâyesi

Akdeniz tarih boyu önemli göçlere sahne olmuş, olmaya da devam ediyor. Bu noktada İtalya’da 20. yy daki göçlere dikkat çekmek adına Braudel’den yapacağı alıntı anlamlı olsa gerek:

(…)Hem Amerika’nın hem de faşizmin uyguladığı kısıtlamaların, öte yandan 1930’lardaki ekonomik krizin etkisiyle göç hareketi yavaşladı, neredeyse durdu. Savaştan sonraysa daha da şiddetli olarak, Kanada ve ABD’den çok İsviçre ve Almanya’ya yönelerek yeniden başladı: 1960 yılına doğru endüstrileşmiş Avrupa’da el emekçisi gönderen ülkelerin başında yine İtalya vardı. Fakat gerçekleşen ‘ekonomik mucize’ ile birlikte neredeyse geleneksel hale gelen bu göçün yerini daha şiddetli ve birincisine rakip ikinci bir göç aldı; bu kez söz konusu olan göç ülke içine, Kuzey İtalya’ya, Lombardiya’ya ve Piemonte bölgelerindeki kentlere ve fabrikalara doğru yapılıyordu; hatta Güneyliler, Kuzey’deki köylüler tarafından terk edilen verimli topraklara yerleşiyorlardı. Yirmi yıl içinde (1951-71) Güney’den ayrılan kadın erkek yirmi bir milyon insandan yalnızca bir milyonu yurtdışına çıktı” .

Artık Kuzey’in kent çeperlerini ‘getto’lar sarıyor; sosyal bilimcilere, kriminoloji uzmanlarına yeni ‘işler/inceleme alanları’ ortaya çıkıyordu. Faşist pratiklerle örülen ötekileştirme ağı, Güneyli insanları her gün, güneydeki yaşamalarıyla (Akdeniz tarzı yaşam diyelim) başlayan bir aşağılama mekanizmasına dahil ediyor, her suçun zanlısı ilan ediyor, hatta suç kavramsal düzeneğinin Güneyli insanların yaşantılarıyla bağdaştıran bir ırkçılıkla, burjuvazinin o ‘steril’ semtlerinden insanları kovuyorlardı. Göçün bir hareketlilik, (çevirim de diyebiliriz) olduğunu unutmadan Sicilya’da Kuzey’e göç eden insanlardan, boşalan kırlara da çalıştırılmak üzere (daha ucuz işgücüyle) Tunus’tan işçiler getiriliyordu.

Hemen bütün Akdeniz’de benzer örneklerine rastlayabileceğimiz ‘kriz’, Türkiye’de, 1950’lerde başlayan kırlardaki yapısal dönüşümün, 1960’lardaki başlayan göç hareketini anımsatıyor (Ordunun üç binin üzerine köy ve köy altı yerleşme boşalttığını unutmayalım). Bugün artık Akdeniz’de aynı bağımlığının iki yüzü karşımıza çıkıyor: Güneşi ve işgücü…

Bugün Akdeniz’de üniter devletlerin baskısı altındaki halklar, uygarlık gramerinde Akdeniz tarzı yaşamın temel dinamiğiyle direniyor: Özerklik. Katalonya, Sicilya, öteki Akdeniz’in Kürdistan’ı… Ulus devletler Akdeniz’de boğulmaya başladı bile… Fransızları hatırlayalım: Cezayir’de giriştikleri sömürgecilikten sonra, şimdi Fransız kentlerinde belki de birer direniş odağı haline gelen Cezayir nüfusu… Bu yönüyle 2006 Dünya Kupası Finali’nde ‘oyundan’ atılan Zidane’nin, sahadan çıkarken, yanında geçtiği kupaya bakmaya bile tenezzül etmemesini bu düzlemde düşünmek gerek…

Barcelona - Real Madrid maçında Katalan taraftarlarının afişi…

















Irkçılığın futboldaki görüngülerine karşı en başta gelen direniş odaklarından birisini oluşturmaya devam ediyor Akdeniz… Ne kadar farklı yönelimleri, iktidara eklemlenenleri görsek de, Akdeniz’de futbol en önemli mücadele alanlarından birisi ve hareket her geçen gün, iktidarın kolonlarını sallıyor.

Kuzey’in Futbolu, Güney’in Futbolu

İtalya’da futbol, toplumdaki iktidar ilişkileri ağından farklı bir düzlemde değil. Kuzey’in patronalarının kulüpleri, Güney’in kriminolojinin kavramsal düzeneğiyle meşrulaştırmaya çalıştıkları küçük, ‘mafyanın’ elinde olan, holigan taraftarlara sahip kulüpler… Futbol, İtalya için anlattığımız göçün, ötekileştirmenin, sömürünün tam da göbeğinde yer alıyor. Bu noktada tespitimizi açabilmek adına Negri’nin kapısını çalalım:
Eskiden Kuzey’in büyük kulüpleri karşısında Güney’in kulüpleri vardı: Palermo, Cagliari,  Bari Lecce, Avellino. Özellikle de Napoli. Yalnızca yerel büyük kulüpler değildi bunlar, Güney’in bütünleşmesinin en önemli sembolleriydiler. İtalya’nın birliği için futbol Garibaldi’den fazlasını yapmıştır! Ve iç göç yoğunlaştıkça güney’in taraftarları Kuzey’in büyük takımlarının müttefiki oldular.”
























Bugün İtalya futbolunda Güney’in sözü yok. Göçün yarattığı etkiler, Kuzey’deki Güney’in içinde var olan insanların ötekileştirilmesine ve böylelikle dönüştürülmesine karşılık geliyor. Güneyin var olma savaşında, Maradona’yı selamlarken, Napoli’ye ayrı bir parantez açalım. 2010/2011 sezonunda son haftalardaki kayıplar olmasa şampiyon olmaları içten bile değildi. 2011/2012 sezonunda da Ligi beşinci bitirdiler. Kadrolarında Hamsik, Cavani, Pandev gibi ofansif futbolun önemli oyuncuları mevcut. İtalya Ligi’nde Milan, Juventus ve İnter gibi hem masa başı hem de saha içi ayak oyunlarını iyi bilen tekelleşmiş kulüplere karşı durabilme şansı az gözüküyor ama kaybetmesi de imkânsız! Napoli, İtalya Ligi’nde pek de rastlamadığımız (Palermo hariç) futbol oynamaya yönelik bir oyun sergiliyor. 2012/2013 sezonunda 20 takımlı İtalya Ligi’nde, 17 takım kuzeyden. Güney’li üç kulüp Napoli, Palermo, Cagliari Seri A’da yer alıyor. 17 Kuzeyli içinde de Milan, İnter ve Juventus tekelleşmesi ve onlara eklemlenmeye çalışan küçük kardeşleri Roma… Örneğin, İtalya'da FDL’nin fesih sürecinde Berlusconi’nin bilet fiyatlarını arttırma politikasını hatırlayalım. Tekelleşen kulüplerde direniş çok kolay olmayacak. Kuzey’deki güneyli, Livorno tribünleri direniyor. Apolitikleştirmek için hemen her yola başvurdukları taraftar, Kuzey’in İtalya’sında şimdilik sessiz ve ‘holigan’ kavramsallaştırması içine hapsedilmeye çalışılıyor. Fakat buradan çıkacak bir politik özne de, Kuzey’in İtalya’sını Kolezyum’la beraber başlarına yıkacak.

by Osman Bulugil

SAKLAMBAÇTA YAKALARSA AFFETMEZ









Yakında anne karnında çocuğun nasıl tekme attığına göre aileyle sözleşme imzalamaya başlayacaklar. Archie Shepherd. Yaş 4. West Ham 6 yaş altı takımında (evet böyle bir takım var) forma giyiyor, mayıs ayında da Chelsea akademisinde çalışmalarına başlayacak. İngiliz basını ondan bahsederken "the attacking winger" diyor, sanki profesyonel futbolcudan bahsediyor adamlar. Peşinde Chelsea, Manchester City, Arsenal hangi devi ararsanız var. "Mini-Messi" diyorlar ona (sanki Messi çok maksi imiş gibi) ama babası "onun idolü Ronaldo" diyor. Formadan da belli zaten. Acıdığım, çocuğu 4 yaşında en fazla saklambaç olmadı evcilik oynayacakken başka mecralara sürüklemeleri. Hoş kendisinin de bir şikayeti yokmuş. Ben 4 yaşında amcalara pipimi gösterme dönemini yeni kapatmıştım eleman İngiliz basınına poz veriyor. Mukadderat.... 

16 Mart 2013 Cumartesi

ARSENAL'İN ZEPLİNİ
























1930 FA Cup finali, Wembley ve Hindenburg Faciası'na kadar o dönemler pek bir revaçta olan Zeplin...Arsenal finalde Huddersfield Town'ı 2-0 mağlup edip kupayı müzesine götürmüştür. 

15 Mart 2013 Cuma

MÜZİK TARİHİNİN TAVAN ARASI-4: BOB DYLAN




24 Ocak 1961 tarihinde Wisconsin eyaletinin Madison şehrinden, 4 kapılı bir Pontiac yola çıkar. Sürücü koltuğunda 20 yaşında Robert Allen Zimmerman adında bir genç oturmaktadır. Amacı, idolü olan, Huntington hastalığından muzdarip Woody Guthrie'yi hastanede ziyaret etmektir. İstikamet New York City'dir. Yaklaşık 1000 kilometrelik yolu teper ve Cafe Wha'da genelde Guthrie şarkılarını çaldığı bir performans sergiler. Bu kafe, Bruce Springsteen, Jimi Hendrix gibi efsanelerin de kariyerlerine başladıkları yerdir. Tam 3 ay sonra, 24 Nisan 1961'de, o 20 yaşındaki genç, Harry Belafonte'nin Midnight Special şarkısında armonika çalmaktadır ve bu onun ilk albüm kaydıdır. Ama son olmayacaktır. İsmini Bob Dylan olarak değiştirir ve müzik efsaneleri arasında yerini alır....Midnight Special'i dinlemek için buradan.


Müzik Tarihinin Tavan Arası Serisi

UEFA KATSAYI LİSTESİ 15.03.2013






















İspanyollar Şampiyonlar Ligi'nde İngilizler Avrupa Ligi'nde yollarına 3 takımla devam ediyorlar ve bu alanda lider durumdalar. Tabii İngilizler Avrupa Ligi'nde 3 takımla devam etmek yerine, Şampiyonlar Ligi'ne 1 takımla gitmeyi yeğlerle ya o ayrı mesele. Katsayı listesinin ilk 6 sırasında fire yok, Ukrayna ise Shakhtar'ın da vedası ile bu sezonu kapattı. İspanyollar bu sezon en çok puan toplayan ülke ve onları Almanlar takip ediyor. Kupaya devam eden ülkeler arasında  klasmanın en altındaki ülke 13. sıradaki İsviçre, onun üstünde de biz geliyoruz ve bu 13 ülke içinde bu sezon tam bir hayal kırıklığı yaşayan Hollanda en az puanı topladı. 4.214 puan geçen sezonki 13.600'ün yanında çöküş olarak değerlendirilebilir. Hollanda Rubin Kazan'ın da turnuvaya veda etmesini bekleyecek ve gelecek sezon başladığında 7. sırada olmayı umacak. Yine de değişen bir durum yok çünkü 7, 8 ve 9. sıradaki takımlar Şampiyonlar Ligi'ne 2 (1'i doğrudan olmak üzere), Avrupa Ligi'ne de 4 takım gönderiyor. Rusya, Ukrayna ve Hollanda'nın 3. Şampiyonlar Ligi takımı için Portekiz'e yetişmesi gerekiyor ki işleri çok zor. Bizim ise ilk 9 arasına girme hedefimizin gerçekleşmesi için her sezon bu sezonki gibi her 2 kupanın son 8 takımı arasına 2 takım sokmamız gerekiyor. Hatta ve hatta 12. sıradaki yerimiz de garanti değil çünkü Basel'in topladığı puanlar onları halen ensemizde tutuyor. Örneğin şu andaki puanlarla geleceksezon başladığında onların altına iniyoruz. Katsayı listesi aşağıda.


#Ülke08/0909/1010/1111/1212/13PuanTakım
1SPA13.31217.92818.21420.85716.42886.7393/ 7
2ENG15.00017.92818.35715.25014.57181.1063/ 7
3GER12.68718.08315.66615.25015.21476.9002/ 7
4ITA11.37515.42811.57111.35714.25063.9812/ 6
5FRA11.00015.00010.75010.50011.41658.6661/ 6
6POR6.78510.00018.80011.83310.58358.0011/ 6
7UKR16.6255.80010.0837.7509.50049.7586
8RUS9.7506.16610.9169.7509.41645.9981/ 6
9NED6.3339.41611.16613.6004.21444.7297
10BEL4.5008.7004.60010.1006.50034.4005
11GRI6.5007.9007.6007.6004.40034.0005
12TUR7.0007.6004.6005.1008.60032.9002/ 5
13ZWI2.9005.7505.9006.0007.62528.1751/ 4
14CYP6.3334.2503.1259.1254.00026.8334
15DEN8.2004.4006.7003.1003.30025.7005
16OOS2.2509.3754.3757.1252.25025.3754
17TSJ2.3754.1003.5005.2508.50023.7254
18ROE2.6426.0833.1664.3336.80023.0245
19ISR1.7507.2504.6256.0003.25022.8754
20WRU4.0003.3755.8753.1254.50020.8754
21POL5.0002.1254.5006.6252.50020.7504
22KRO4.3333.0004.1253.7504.37519.5834
23ZWE2.5002.5002.6002.9005.12515.6254
24SCH1.8752.6663.6002.7504.30015.1915
25SER3.0003.0003.5002.1253.00014.6254
26SLW4.8332.5003.0002.3751.50014.2084
27NOO2.5002.1002.3752.3004.90014.1755
28BUL2.2503.1254.6251.5000.75012.2504
29HON1.0002.7502.7502.2503.00011.7504
30SLO1.3331.3751.5002.2503.2509.7084
31GEO1.1661.7501.8752.8751.5009.1664
32AZE0.6661.5002.0001.3753.0008.5414
33FIN1.8331.3751.8001.5002.0008.5085
34BOS1.8331.7501.8751.1251.2507.8334
35MOL0.6662.1252.1250.5002.2507.6664
36IER2.5001.3751.0001.5001.0007.3754
37LIT2.5001.2500.6251.0001.1256.5004
38KAZ0.8331.2500.8751.6251.3755.9584
39LET1.1662.2500.5000.6251.2505.7914
40IJS1.1661.2500.3751.3751.2505.4164
41MON0.5001.1251.7500.5001.3755.2504
42MAC0.5000.5001.3751.6251.2505.2504
43ALB0.6661.0000.8750.8750.7504.1664
44MAL0.0000.7501.5000.8330.8753.9584
45LIE0.0001.0000.5002.0000.0003.5001
46LUX0.0000.2500.6251.1251.3753.3754
47NIE0.3330.1251.1250.5001.0003.0834
48WAL0.3330.2500.8750.6250.5002.5834
49EST0.3330.8750.2500.3750.3752.2084
50ARM0.0000.5000.2500.1250.8751.7504
51FEI0.3330.0000.2500.5000.5001.5834
52SMA0.0000.5000.1660.0000.0000.6663
53AND0.0000.5000.0000.0000.0000.5003



13 Mart 2013 Çarşamba

MİKROFONLAR ATEYİZLERDE

























26 Ekim 1958. Yeni papa seçilir. 28 Ekim 1958 Barcelona 4-0 Real Madrid
14 Ekim 1978 Barcelona 4-0 Las Palmas. 16 Ekim 1978. Yeni papa seçilir
19 Nisan 2005. Yeni papa seçilir. 23 Nisan 2005. Malaga 0-4 Barcelona
12 Mart 2013. Barcelona 4-0 Milan. 13 Mart 2013. Yeni papa seçilir

12 Mart 2013 Salı

EKVADOR'LU HAKAN ABİ





















Hakan abi vardı bizim mahallede.Öyle birkaç yaş büyük olduğundan değildi abiliği adam bildiğin abiydi. Yaşı 30'u geçmiş, bıyıklı, evli çoluk çocuk sahibi, sigaradan dişleri sararmış benim başta "ulan abi diyoruz ama ya adam amcaysa" diye düşündüğüm bir şahsiyetti.

Kendisiyle tanışmamın hikayesi de ilginçtir. Apartmanın ön tarafına bakan muhitteki çocuklarla futbol oynamaktan sıkıldığımdan bir süre de arkasına bakan muhitteki çocuklarla basket oynayayım, hem Efes'le basketbol camiasına da girdik (bkz. Kadın Gibi Kadın: Magdalena) ortamlardan uzak kalmayayım diye odak noktamı değiştirmiştim o yıllarda. Yaş 16-17 civarı. Bir kere mahallede ortamlara dahil olmak, özellikle de yeni taşınmış bir çocuk olarak dünyanın en seçkin gece kulübüne girmekten daha zordur ama bu başka yazının konusu, zaten ben de yeni taşınmış değil arkadaş çevresini değiştirmeye karar veren adamdım o yüzden alemin çömezi olmadığımdan doğrudan tek pota basket maçlarına dahil oldum. Gel gör ki Hakan abi'yle tanıştığım gün farklıydı, o gün kendisi köşeden çıkıp gelmiş, 10-16 yaşları arasındaki bir dolu çocuk etrafını sararak "Hakan abi ne yaptın?", "Hakan abi çok özledik", "Hakan abi nerelerdeydin ya?", "Hakan abi az önce Hikmet bir basket attı görmedin uffff" şeklinde kendisini aralarına almış, o da herkese gülerek karşılık vererek basket sahasının yanındaki merdivenlere oturmuş sigarasını yakmıştı. Oyuna başladığımız zamansa acaip bir şey oldu. Kendisi merdivenlerde sigara içen haliyle, sahaya direktifler yağdırıyor, "oğlum yapsana ekstra pası", "adam adama değil alana dönün gençler", "Can, Onur'u sen savun gibi" şeklinde taktikleri benim takım arkadaşlarımca harfiyen uygulanıyordu. Hatta kendisi gazını alamayıp hayatında ilk kez gördüğü bana "mavi tişörtlü hadi tempo tempo" demiş benden bir "noooluyo moğa goyim" bakışı almıştı.

Şimdi dostlar açık söyleyeyim o gün benim ibneliğimin tuttuğu günlerden biriydi, gerek şutlarımın girmemesi, gerekse gıcık olduğum çocuğun o gün her attığının deliksiz girmesi, gerekse de hiç görmediğim bıyıklı bir adamın direktifleri sebebi ile ergen damarım kabardı ve bir pozisyon sonrası bana "Fırat steps ver ver ver" diyen elemanın birisine sinirlenip topu ayakla degajladım. Bir anda ortada buz gibi bir sessizlik oldu. Normalde "ne ibnelik yapıyon olm", "tamam beyler bitirelim böyle olucaksa" şeklinde gelecek salvolar gelmedi. Sadece kenardaki abi kalkıp "sen ne artiz adamsın lan" dedi. Bakışlar ilk kez gördüğü önemli şahsiyet bir adamdan "artiz" damgası yiyen bana döndü ve herkes gözleriyle "aha emir büyük yerden geldi sktir git şimdi" tavrını takındı. Ben de gidip kenara oturdum ve maçı izlemeye devam ettim. 

O sırada yanıma gelen mahallenin bacaksızlarından birisi "Fırat abi Hakan abi'nin dediklerini yapmadın mı, ondan mı çıktın?" deyince, "lan Hakan abi kim lan, teknik direktörünüz mü?" (evet dostlar o zamanlar basketbol takımlarının koçına halen teknik direktör diyordum) şeklinde cevap verdim ve karşılığında beni dumurlardan dumurlara koşturan cevabı aldım: "Abi evet, o bizim hocamız, hep gelip taktik verir".  Belli ki Hakan abi allahın Ümraniye Yavuztürk mahallesinde kendi Stefanel Milano'sunu, Pau Orthez'ini kurmuş at koşturuyordu. Şimdi olsa bu kadar çoluk çocuğu sırf kenardan izlemek için her akşam basket sahasına gelen adama pedofil derim, ama o zamanlar aklımız bu kadar çalışmıyordu. 

Bundan sonraki 1 ay basket oynayan çocuklardan hangisinin onun yeğeni, hangisinin oğlu olduğunu anlamamla geçti, zira elemanın bütün çocuklarıyla arası iyiydi ve her an 2 ağaca tutunup Earthsong'u söyleyecek bir hali vardı. Kızamıyordun adama ve ben de bir süre sonra onun dediklerini yapmaya başladım. "Fırat sen biraz dinlen" dediğinde sanki Phil Jackson demiş gibi oyundan çıkıyor, "Fırat al sazı eline" diye rakibin kalemini kırdığı zaman John Stockton'a taş çıkartıyor, "beyler triple-double yalnız sayın" diye gövde gösterisi yapıyordum. 





















Gel zaman git zaman bir gün, Hakan abi, yılların verdiği birikimle, "gençler bugün ben de oynayayım" dedi. Onu tanımamdan bu yana nerdeyse 6 ay geçmiş, onu bir kez bile topu potaya atarken görmemiştim ama öyle bir hava yaratmıştı ki Larry Bird bıyık bırakıp Ümraniye'ye gelmiş ve hayatını gençlere adamış gibi bir imajı vardı. Oyuna girdi, bizimle 5 dakika oynayabildi. Potaya attığı 3 top hiçbir şeye değmedi, 2 kez blok yedi, 2 kez hatalı yürüme yaptı, 1 kere de topu bacağıın arasından geçirmek isterken top giydiği kot pantolonun apış arasına takıldı, bu da topu kontrol etmek isterken yere düştü, rezilliği iyice abartıp yerde yatarken potaya atmak istedi ve düşmanından kaçan kirpi gibi debelendi. Sonunda da kenara çıkıp aktif basketbol kariyerini noktaladı ve sigarasını içmeye devam etti.

 Ben bunu niye anlattım, Ekvador'un 1998 tarihinde kurulan Manta FC kulübünün 28 yaşındaki başkanı Jaime Estrada Medranda, geçtiğimiz hafta takımının  El Nacional ile oynadığı maçta sahaya çıktı ve 1 de gol kaydetti. Kulübü kuran kişi babası Jaime Estrada Bonilla'ydı ve kendisi de Manta'nın genç takımlarında forma giymişti. Ancak 18 yaşında rüyasını rafa kaldırıp üniversiteye gitti ve Yönetim Bilimi dalında lisans yaptı. Sonra da diplomasını alıp yarım bıraktığı işi bitirmek üzere kulübüne döndü, başkanlık koltuğunu babasından aldı, ülke tarihinin en genç kulüp başkanı oldu. 3 yıl boyunca başkanlık yaptıktan sonra sahaya çıkmayı özlediğini hatırladı ve kararını verdi. Ancak Ekvador Futbol Federasyonu kurallarına göre bir kulüp başkanının futbolcu olarak sahaya çıkması yasaktı. Çocukluk hayali ağır bastı ve Medranda başkanlıktan ayrıldı. El Nacional maçının 86. dakikasında takımı 3-0 önde iken oyuna girdi ve 2 dakika sonra takımının 4. golünü kaydetti. Maça girişi ve attığı golün videosu şurada. Medranda'ya helal olsun, bizim Hakan abiye selam olsun,

10 Mart 2013 Pazar

MICHELIN MONTTAN ÖNCE (M.M.Ö)






















1983-84 sezonu, önümüzdeki haftalarda kendisi ve Beveren'de yaptıkları üzerine ayrıntılı bir yazı bulacağınız, Fildişi Sahili'ndeki Académie de Sol Beni'nin kurucusu Jean-Marc Guillou'nun teknik direktörü olduğu AS Cannes. Guillou orta sıranın en sağında...En solunda ise yardımcısı...

8 Mart 2013 Cuma

BALE HOTSPUR FC






















Gareth Bale futbolculuk kariyerinin en iyi sezonunu geçiriyor ve Tottenham'ın kulüp rekorlarını zorlayan bir hale geldi. Perşembe günü Tottenham Avrupa Ligi'nde çeyrek final biletini alma mücadelesinde Inter'i 3-0 mağlup ederken maçın açılış golünü Galli oyuncu kaydetti. Bu son 14 resmi maçtaki 14. golü demekti Bale'in. Aynı süreçte onu geçebilen 2 futbolcu zaten hali hazırda dünyanın zirvesinde oldukları kabul edilen ikili. Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo, son 14 resmi maçta 15 gol kaydettiler. Bale aynı zamanda son 5 Premier Lig maçını da hiç boş geçmedi ve toplam 7 gol attı. Böylece kulüp tarihinde üstüste 5 lig maçında gol atan Robbie Keane, Teddy Sheringham ve Van der Vaart'ı yakaladı. Pazar günü Liverpool deplasmanında gol kaydederse kulüp rekorunu ele geçirecek. Tabii bu onun göz diktiği tek rekor değil. 1992'de oynanmaya başlayan Premier Lig'de bir sezonda ondan daha fazla gol atan sadece 4 oyuncu var. Jurgen Klinsmann ve Teddy Sheringham 21 gol ile zirveyi paylaşıyorlar. Klinsmann bu 21 gol için 41 maça ihtiyaç duymuştu ve bu yüzden 1.sırada. Bale şu anda 16 golde. Ama asıl önemlisi bunu yaparken bir forvet oyuncusu olmadan (ki üzstündeki 4 oyuncu da forvet olarak görev yapıyordu) bunu başarabilmesi. Tabii aslen sol açık olarak oynayan oyuncu Villas-Boas tarafından başka yetkilerle donatıldı ve serbest oynayan bir oyuncu haline geldi.Aşağıda Spurs'un bir sezonda en çok gol kaydeden oyuncularının listesi var.



7 Mart 2013 Perşembe

VELİEFENDİ'NİN EFSANELERİ 7/10 : FAIR TAIL (DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÖZEL YAZISI)














2013'ün Dünya Kadınlar Günü'nü idrak edeceğimiz şu 8 Mart'ın arifesinde, Türkiye'nin en başarılı kadınlarından bir tanesini hatırlayalım istedim:

Cossack Guard'dan olma, Burnelle'den doğma, dişi İngiliz atı Fair Tail.

Ne var arkadaşım?

Metrobüste sevgilisine "Bana hayatım deme. Sen Ceyda hakkında öyle konuşamazsın. Ben onunla çok özel şeyler paylaşıyorum" diye avaz avaz bağıran kadından çok daha fazla hak ediyor Fair Tail bu günü kutlamayı. Bir de oturduğu yerden kıçını kaldırmadan kadına şiddeti eleştirdiğini zanneden plaza kadınları var, onları zaten saymıyoruz.

2 yaşında; 4 birincilik, 2 ikincilik, 2 üçüncülük

3 yaşında; 2 birincilik, 2 ikincilik, 1 üçüncülük, 1 dördüncülük

4 yaşında; 1 ikincilik, 2 üçüncülük, 3 tabela dışı

5 yaşında; 1 birincilik, 2 tabela dışı

Toplam; 23 yarışta, 7 birincilik, 5 ikincilik, 5 üçüncülük, 5 tabela dışı.

Belki bazıları “Bu performansın nesi efsane lan?” diyecektir. Ama kazandığı yedi yarıştan üç tanesinin adını sayınca, bu soruyu soran atçı bile kendine “Höst” der. Sakarya, Dişi Tay Deneme ve tabii ki Gazi Koşusu.

Fair Tail, kariyerinin tamamını İstanbul çim pistinde geçirdi. Başka hiçbir yerde koşmadı. Bir çeşit evden işe, işten eve...

İlk üç yarışını, üzerinde (bir futbol ekolü olsa İtalyan denebilecek) Tınay Adışen ile geçirdi ve ilk yarışını, “İsmi çok güzel lan” diye karaladığımız Majestic Colt’un ve tabii ki “Halis atlamış” diyerek koşulduğumuz Tarabya’nın önünde birinci bitirdi, turkuaz efsane.

Bundan sonra sadece beş yarışında Kısa Vade’ye düşecek, onun dışında sürekli Grup koşularında çim tepeleyecekti.

1996’nın yaz aylarında Fair Tail fotoyu bir daha önde geçemedi. Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında birer koşuda iki kez Süleyman Akdı idaresindeki Daphne’nin (ki Daphne bunlardan sonra yarış kazanamadı) bir kez de Mümin Çılgın’la koşan "Lord of The Short Distances" Islambol’un arkasında kaldı.

Dördüncü koşusunda Selim Kaya'nın idaresine geçti. Ve bundan sonra “en büyük başarısı” olan Gazi Şampiyonluğu ve “son birinciliği” hariç bütün koşularını Selim Kaya ile kazandı.

Eylül ayı başında Halis Karataş’ın bindiği, Atman ekürisi atı, Hilal’e 1400 çim pistte geçildikten sonra, 1996’yı üst üste üç yarış kazanarak kapattı.

Fair Tail, Selim Kaya ile ikinci ortaklığında, Safkan İngiliz Atı Yetiştiricileri ve Sahipleri Derneği Koşusu’nu 10 küsur ganyanla indirip, yarışseverleri komaya sokarken, kendisini daha önce üç kez geçen Halis “The Altın Çocuk” Karataş’lı Hilal ve Süleyman “The İmparator” Akdı’lı Daphne, yarışı ikili bitirmişlerdi. Sonuncu ve sondan bir önceki olarak...

Ekim ayında, yarış koyunca milletin aklını başına getirdiği için 1 Liralara düşen ganyanı ile yeniden piste çıkıp, 1400 ve 1800 metre yarışlarını da kazanarak yılı kapattı.

Bu yarışlarda, geleceğin Anafartalar ve Mimar Sinan galibi Van Damme’ı önce kısada, sonra da uzunda (Sakarya Koşusu) sollayınca, her ganyan geyikçisinin, yarış kazanan her 2 yaşındaki İngiliz atı için yaptığı “Bu atın Gazi’de geliri çok” yorumuna muhatap oldu. O herifler kesin, 30 Haziran 1997’de en az bin kişiye hatırlatmışlardır bu sözlerini. Biz hatırlatmıştık, oradan biliyoruz.

1997 yılı Fair Tail için Bak bak üzerine Ertül gelmiş. Çakaaaal. Sezdi Gazi'yi kazanacak atı" sözleriyle başladı. Gazi Koşularının gediklisi Ertül Cankılıç’ı “Veliefendi Efsaneleri” serisinde, şurada anlatmıştık hani.

Bu ilahî (!) işarete rağmen, Engin Talay koşusunda “yarış hayatının son koşusunu” kazanan Sam Holme’un arkasında ikinci olması, nefessiz olmasına, yani uzun aradan sonra yeni koşmasına bağlandı.

20 gün sonra, dişi atların ilk Gazi provası olan Dişi Tay Deneme’de Samtaş Stud’ı ve kalite Bella Otero’yu paralayıp birinci olurken “Selim Kaya ile” beşinci yarışında dördüncü ve son birinciliğini aldı.

Haziran başında, takvim Gazi’ye doğru koşar adım giderken, ona en yakın mesafe, 2100 metre “Kısrak” koşuldu. Selim Kaya’nın idaresi ve Fair Tail, bu kez Arslan Birdal’dan Halis Karataş’a terfi eden Bella Otero’ya yenildiler. Bu yarışta, o güne kadar sadece bir tane maiden yarış kazanmış, kumcu Private Tender’ın yavrusu Halayık da Fair Tail’i üçüncülükte bırakıp ikinci olunca şampiyon kızın “Gazi” şansı aşağı yukarı belli olmuştu : Sürpriz.

O Gazi gününü bir diğer efsaneyi, Trapper’ı anlattığımız yazıdan araklayalım. Sonra da yarışın videosunu koyalım.

“Bir sonraki durak Gazi Koşusu oldu. Yine Ertül Cankılıç vardı Trapper’ın üzerinde. 2100’den 2400’e uzayan mesafede oldukça cazip bir at konumundaydı Trapper. Ama Ertül’den daha sempatik gelen bir jokeyi, Deterjan Akın Özdeniz’i Fair Tail’in üzerinde görünce tek atmadık Trapper’ı. 15-16-17-18 yazdık kupona. Sırasıyla, 4.-10.-5. ve 1. oldu, Trapper, Wood Pecker, Bella Otero ve Fair Tail. Şimdi bakıyorum da. Ne işi var Gazi’de Bella Otero ve Wood Pecker’in.”



Fair Tail bundan sonra, bir daha herhangi bir yarışı birinci bitirdiğinde, aradan tam iki sene geçmiş olacaktı ama Halis Karataş için “Bold Pilot’tan sonra Bold Bid mi? Nereden nereye?” denen, Trapper’ın “Siz durun, ben size neler edeceğim” diye hislendiği, Islambol’un “Ulan benim ne işim var 2400’de?” şeklinde isyan ettiği, Bella Otero’nun Selim Kaya ile tabela dışı kaldığı, Mandrake’nin, Green Peace’in ve Kurttay’ın çimden çok kuma gideceğinin anlaşıldığı yarışı kazanması, onu tarihe “Şampiyon ve Efsane” olarak yazdırdı.

O güne kadar sadece kendi yaşıtlarıyla koşan Fair Tail, 1997’nin son iki yarışında (Başbakanlık ve TJK) büyükleriyle birlikteydi.

Airman, Binba Star, Damista, Kazbek, Keyif, Princess Sera gibi atları geçmek kolay değildi. Fair Tail de zoru başardı.

Fakat yarış hayatını 21 birincilik, 4 ikincilik, 2 üçüncülük, 2 dördüncülük ve sadece 1 tane tabela dışı ile bitiren Gazi rekortmeni Bold Pilot’ı geçmek olay olurdu. Olmadı. Bold Pilot Fair Tail'e geçilmedi.

1998, yani yarış kazanmadan geçireceği tek sezon, Fair Tail için ilk koşusunda sonunculukla başladı. Damista’nın kazandığı T.S.Y.D. koşusunda, yaşıtları Nikomedia, İslambol ve Mandrake’ye de geçildi.

Bir sonraki yarış İsmet İnönü Koşusu’ydu. Trapper, Tek Adam'ın rövanşıyla birlikte Bold Pilot’ı da harcayıp İkinci Adam kupasını alırken, Fair Tail tabela dışında kalıyordu.

Diğer yakın tarihten mülhem koşular (Zübeyde Hanım, Fevzi Çakmak ve Celal Bayar) Fair Tail için plaseye demir attığı yarışlardı. Bilhassa Fevzi Çakmak Koşusu “Hepsi kazandı” denecek kadar güzel bir yarıştı. Trapper burunla Fair Tail’i, o da burunla Bold Pilot’ı geçti.

Bu yarıştan tam bir ay sonra, “Neydi, ne oldu?” dedirterek 1998 senesinin son koşusunu koştu Fair Tail ve bu da sezonun ilk yarışı gibi sonunculukla bitti.

Fair Tail için pistten ayrılık zamanı 1999'da geldi.

Klasik sezon arasını verip sahaya çıkarak tabela dışı kaldığı yarışı, geçtiğimiz sene çok ağır bir sakatlıkla karşı karşıya kalıp bütün camiayı üzüntüye boğan Yalçın Akağaç’ın idaresinde koştu.

“Biz daha ölmedik” diye bağırdığı Zübeyde Hanım Koşusu, 1600 metre çim pistte koşuldu. Damista, Bella Otero, Villa Real, Rüzgarın Kızı, Nicomedia, Maralcan ve Limousine efsanenin arkasında sıraya dizildiler.

Veda manîdardı.

Müthiş yeteneğiyle, kariyerinin doruklarından inmeyen şampiyon jokey Halis Karataş, son yarışında Türkiye yarışçılığının en özel atlarından Fair Tail'e eşlik etti.

Koşarken çok sevindirdin, Fair Tail.

Giderken çok hislendirdin, Fair Tail.

Necip Fazıl seni görse, senfonide bir kaç satır da sana ayırırdı, Fair Tail.

by Canarino (Duhuliye.com)

Veliefendi'nin Efsaneleri


6 Mart 2013 Çarşamba

MÜZİK TARİHİNİN TAVAN ARASI-3: URIAH HEEP



















1971 yılında bas gitarist Gary Thain, Keef Hartley Band'de çaldığı sıralarda grup, Uriah Heep ile beraber bir turneye çıkar. 1994'te gruba dönecek olan Mark Clarke, 1972'de Uriah Heep'ten ayrılır. Grup da zaten kendileri ile turlayan Keef Hartley Band'deki Thain'e teklif götürür ve o da kabul eder. Sonradan Hansi Kursch ve Jon Schafer'in ortak projesinin isim babası da olan albüm Demons&Wizards'da da kadroda olan Thain 15 Eylül 1974'te Dallas Mood Coliseum'deki konser sırasında yoğun elektrik akımına maruz kalır ve ciddi şekilde yaralanır. Bu kazadan kurtulmayı başaran Thain, "şans bana güldü" demez ve bir türlü çözemediği uyuşturucu problemi sebebiyle gruptan kovulur ocak 1975'te. Heyhat, elektoşokun öldüremediği Thain'i uyuşturucu öldürür. Aralık 1975'te, uyuşturucu komasına girer ve hayatını kaybeder. Bu ne sürpriz ki, 27 yaşındadır ve 27 yaşında hayata veda eden "rocker" kulübünün ilk üyelerinden olur.

Müzik Tarihinin Tavan Arası Serisi

KADIN GİBİ KADIN: MAGDALENA
















Lisede Erkan vardı bizim sınıfta uzun boylu. Allah boy vermiş gerisini koyvermiş modunda adam değildi ama, (o moddaki ortaokul sınıf arkadaşım için bkz. Mehmet Kurt), dersleri de zehir gibiydi. Herkesin çözmek için 3 saat uğraştığı Türev, Integral sorularını çözer, sonra da "beyler değer verin şuna, teori yapmayın değer verin, üniversite sınavı çoktan seçmeli verin değeri çıkın işin içinden" derdi. Tabii benim gibi lisede matematik notları 0 ile 1 arasında değişen, "hocam verilenleri yazsam kaç puan alırım?" gibi sorularla haşır neşir olan bir adam için bırakın değer vermeyi, türevi, integrali, fonksiyondan sonrası matematik David Lynch filmleri gibiydi, 8 kere okusam da "limit niye 0'dan 1'e gidiyor arkadaş?, ver bana Mohaç Meydan Muharebesini, ver Tecahül-i Arif sanatını ezberleyeyim" modundaydım. Yıl muhtemelen ya 1996 ya 1997, Efes'in önce Koraç Kupası'nda sonra Euroleague'de başarıdan başarıya koştuğu daha sonra da Delaney Rudd'ın bir Final Four eşiğinde orta sahadan attığı üçlükle bizi kahrettiği yıllar. Bunun hikayesini de ayrıca bir seride yazmıştık. Anlatacağım hikaye Koraç Kupası sezonundan olduğu için 1996 elbet. Efes kupanın çeyrek finalinde Fenerbahçe ile eşleşmiş. O zamanlar Efes'li olmak modaydı, basketboldan az buçuk çakan herkes rezil olmasın diye Efes'i tutar, çirkin kızlar da gıcığına Ülkerspor'a gönül verirdi. İşte bu Erkan bir gün sınıfta herkes moda olduğu üzere "futbolda Galatasaraylı, baskette Efesliyim hocam?", "futbolu sevmem ama Efes'i tutuyorum" lafları arasında sıra buna gelince "sporun her dalında Fenerbahçeliyim hocam" diyerek tam bir Fenerbahçe faşisti olduğunu herkese göstermişti.

Ne diyorduk çeyrek final. Efes ilk maçı 28 sayı farkla kazandı ki bu maçta Petar Naumoski afedersiniz, Altar Tunçkol'u tavşana çevirmiş, hatta Murat Murathanoğlu'nun ağzından "Naumoskiii cross-over dribble ile sıyrıldı" lafını duyan ben "ya Rab ya Muhammed, ya erenler" diye duaya oturmuştum. İkinci maçta ise Fenerbahçe maça yine afedersiniz hayvan gibi başlamış ve farkı açarak biz çakma Efeslileri korkutmuştu. Neyse ki Erdal Koşan sahneye çıktı ve Efes 18 sayı farkla mağlup olsa da turu geçti ve Teamsystem Bologna'nın rakibi oldu. İşte o 2.maça gitmek bizim arkadaşlar arasında bir hedefti. Zira madem Efesliydik, o maça gidecek ve futbolun kokuşmuş ortamından kurtularak elit bir basketbol atmosferinde hem hidayete erecek hem de o zamanlar bizim lisede kız tavlama aracı olan "basketbol maçlarına gitme" fonksiyonunu da kullanacaktık.



















Hatırlıyorum, o ocak ayında kar fena bastırmış yerler buz tutmuştu. Ben eve İsmet Badem'in "biz basketbolu seviyoruz" sloganını sayıklayarak gelmiş, anne-babaya "ev halkı ben çarşamba Efes maçına gidiyorum" demiş, babamın da o içimdeki sevinci, o Efes tutkusunu ve kız tavlama sevdasını hiçe sayan vurdumduymazlığı ile "nereye gidiyorsun, gitme yok" demesiyle bir anda yıkılmıştım. Hayatımda evden kaçmayı ilk kez o zaman düşündüm, planı kurmuştum ama sonraki hafta harçlık lazım olunca ne bok yiyeceğimi bilemediğimden maça gitmedim. Anlaştığımız arkadaşların hepsi maça gitti ve ben de sanırım o günkü inat yüzünden Efes'e bağlanmış oldum. Stefanel maçı için Abdi İpekçi önünde -5 derecede 8 saat beklemek ancak böyle açıklanabilir.

Biz o günlerde evden Zeytinburnu'na gidemezdik ama herkesin kaderi öyle değil. Polonyalı Magdalena Warszawska, 11 Mayısta Lech Poznan-Widzew Lodz maçıyla bir yolculuğa çıkıyor. Tam 2 yıl sürecek ve dünya üzerinde 100 maçı izleyeceği bir yolculuğa. 27 yaşında bir kadın taraftar olarak bunu yapması hem çok rastlanır bir durum değil hem de birçok futbol sevdalısının hayalinde olan bir şeyi gerçekleştiriyor. Kendi anlattığına göre 1992 Avrupa Şampiyonası sırasında (o sırada 7 yaşında oluyor), tüm kız arkadaşları bebeklerle oynarken o televizyon başındaymış. 100 gün boyunca çizeceği yol aşağıda. Umarım Türkiye'den geçerken, (bunu söylemeyi içim elvermiyor ama) kazasız belasız geçer ve geçmişteki bazı yolgezer kadınlara benzemez sonu.



5 Mart 2013 Salı

OPEL FEYENOORD






















1984-89 yılları arasında Rotterdam kulübüne sponsor olan Opel, 24 yıl sonra tekrar forma sponsoru ve gelecek sezondan itibaren De Kuip'e dönüyor. Soldan sağa Opel Hollanda Direktörü Karl Howkins, 1983-84 sezonunda Feyenoord ile şampiyonluk yaşamış, o dönemki Opel reklamlı forma ile Ben Wijnstekers, gelecek sezondan itibaren giyilecek forma ile milli oyuncu Jordy Clasie ve teknik direktör Ronald Koeman. Ayrıca ekibin solunda ve sağında 1984 model ve son model bir Opel bulunuyor. 

4 Mart 2013 Pazartesi

SARI BIYIK MICK









Çok çekici adamsın Mick, o zamanlar da ortalığı yakıyormuşsun, şimdi de yakıyorsun, hiçbir şey değişmemiş. 

SÜPER BABA TOTTI


























Yukarıdaki 2 çocuğunun elindeki tişörtlerde "dünyanın en iyi babası" yazıyor onun için. Francesco Totti Genoa karşısında 3-1 kazanılan maçta penaltıyı ağlara gönderdiğinde İtalya Ligi tarihinin en çok gol atan 2. oyunusu unvanına erişti, daha doğrusu 1948-58 arasında AC Milan ve Roma formalarıyla toplam 225 gol atan İsveçli Gunnar Nordahl'ı yakaladı. Nordahl bu 225 golü 10 sezon futbol oynadığı İtalya'da 37. yaşına kadar atmıştı, zaten Milan'a geldiğinde çoktan 28 yaşındaydı. Totti ise 36 yaşında ve 20 yıldır Serie A'da forma giyiyor. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi zirvede 274 golle Silvio Piola var. İtalya'da, 1929-54 yılları arasında forma giydiği 5 farklı kulüpte 537 maça çıkıp 274 gole ulaşan Piola'yı yakalaması için Totti'nin çok uğraşması lazım. Attığı 225 gole 525 maçta ulaştı. Kalan 49 gole ulaşması için en azından 40 yaşına kadar oynaması gerekiyor ve sezon başına da 15 golün üstüne çıkması gerekiyor ki Totti bunu son 10 sezonda sadece 2 kez yapabildi. O da hadisenin bilincinde ki "Piola'ya ulaştığım gün futbolu bırakacağım ama param olsa bunun üzerine oynamazdım" diyor.




















Totti'nin Genoa maçında elde ettiği unvan sadece gollerle alakalı değil. 525. maçına çıkması aynı zamanda Serie A tarihinde en çok forma giyen ilk 10 oyuncu arasına girmesi anlamına da geliyordu. Paolo Maldini 647 maçla zirvede. İkinci sırada ise yaşayan bir efsane Javier Zanetti var. 1995 yılından beri 595 maça çıktı ve 2 sezon daha Inter'de kalırsa Maldini'nin rekorunu kıracak. Üçüncülükte de 1987-2007 arasında 592 maça çıkan kaleci Gianluca Pagliuca var. Eğer Totti bu sezon ve gelecek sezon maçların tümünde oynamayı başarırsa Gianni Rivera (527), Enrico Albertosi (532), Silvio Piola (537) ve Roberto Mancini'yi (541) geride bırakacak.






3 Mart 2013 Pazar

LIFE OF PI

























Daha açılış jeneriği ile sizi içinize alan bir film Life of Pi. Bize gözümüzün önünde arz-ı endam eyleyen alemi gösteriyor.Çeşit çeşit hayvanların bize sunulduğu bu jeneriğin aslında hikayeyle bağlantısının olduğunu ve kahramanımız "Pi"nin ailesinin bir hayvanat bahçesi sahibi olduğunu anlıyoruz. Sonrası sizi 2 saatlik bir görsel şölenle beraber karşılayan çok net bir beyin fırtınası. Ang Lee'yi 21. yüzyılda dünya insanlarının yüksek sesle tartışmaya açtığı 2 konuyu, 2 birbirinden çok farklı filmle gündeme getirdiği için tebrik etmek lazım (Brokeback Mountain, Lif of Pi). Elbette son izlediğimiz çok daha büyük bir tartışma konusu. Filmin tamamında anlatılan fantastik bir hikaye var. Seyircinin, anlatıcının, film içinde dinleyenin, kısacası herkesin inanmak istediği, hatta anlatıldığı sırada sorgulamadığı. Derken son 10 dakikada Pi başka bir hikaye anlatıyor bize ve biz o zaman uyanıyoruz. Ama sonunda bir soru da fırlatıyor bize. Bu hikayelerin hangisi gerçek? Pi'yi dinleyen yazar bize sadece birkaç ipucu veriyor ilk hikayede anlatılan hayvanların ikinci hikayedeki kimleri sembolize ettiği hakkında. Sonrası bizim seçimimize kalmış.

İtiraf etmek lazım Ang Lee eğer hikayelerin yerini değiştirseydi (tabii şunu söylemek lazım bu bir kitap uyarlaması yani Ang Lee'nin böyle bir şeyi yapmasına pek imkanı yoktu) ve biz eğer filmin sonunda anlatılan hikayeyi görüp, meşhur kaplanlı hikayeyi hastane yatağında dinleseydik kimsenin o fantastik hikayeye inanması mümkün olmayacaktı. Hoş kaplanlı hikayenin anlatımı sırasında da gerçekliğin sorgulandığı bir dolu an var. Etobur bir hayvanın 200 gün boyunca denizde hayatta kalması, ölen hayvanların kemiklerinin ortada olmaması, Vishnu şeklindeki etobur bir ada, hayvanların kafeslerinden kurtulup okyanusa saçılmaları, Pi'nin okuduğu notlarda zaman geçirmek için "kendi kendinize bir hikaye yaratın" tavsiyesi ve daha nicesi. Ama tabii işin bir başka yönü var, National Geographic filmle ilgili tartışmalar o kadar büyüdü ki, birinci hikayede anlatılan şeylerin gerçek olabileceğini madde madde anlattı, hatta muzların su üstünde kalabileceğine kadar.

Film bütün bunların ötesinde bir inanç ve Tanrı sogrulaması. Pi, hastane yatağında kendi inandığı ve yaşadığı şeyleri içeren hikayeye inanmayan 2 kişiye onların inancına uygun, onları mutlu edecek bir senaryo hazırlıyor. Filmin zaten seyirciye bu çok ciddi soruyu sorduğu an da son 10 dakikası. Hangi senaryoyu tercih ediyorsunuz? Doğaüstü gibi görünen ama annenin yemek masasında belirttiği kalbinize hitap edebilecek tek şey olan inancı simgeleyen ilk hikaye mi, yoksa annenin öldürüldüğü, denizcinin hayatta kalmak için yendiği, cinayet işlenen ikinci hikaye mi? (gemiye çıkan anne orangutana "yavrunu geride mi bıraktın?" diye soruluyor, yani sulara gömülen ikinci kardeşi). Aslında filmin güzel yanı bu ya, hangi hikayeyi seçerseniz seçin Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu yine de savunabilirsiniz.

Ang Lee'nin insanlık tarihinin en karmaşık tartışma konularından birisini, bu derece hoş simgelerle net olarak vermesi ve bunu yaparken sizi harika bir görsel şölene davet etmesi takdir edilesi. Benzer bir görsel şölen ve anlatım tarzını bize sunan The Fall ile karşılaştırırken şunu mutlaka aklımızda bulundurmamız lazım. The Fall temelinde bir aşk hikayesini konu alıyordu, bu film ise varolmanın hikayesini ele alıyor. Bilinmeyen okyanusta gördüğümüz her şeye inanıyoruz film boyunca. Sonra da soruyor Lee? Madem ikinci hikayeye inanıyorsun, ilk hikayede hayran olduğun o düzenin arkasındaki hayranlığın kime? Bana değil herhalde

İzlemeli, izlettirilmeli ve üzerine konuşulası bir film.

ŞEYTAN BARTON









France Football'un geçtiğimiz hafta 2 kez oynanan PSG-O.Marseille maçlarından önceki kapağı. Sıkıyorsa gidin bu kapağı Barton'a elden verir, ne oluyor o elinize. 

KNOCK KNOCK! WHO'S THERE? SİNGAPUR SİLAHLI KUVVETLER FC





























Bu Amerikan filmlerindeki çözemediğimiz espri furyasının en nadide örneklerindendir "knock knock", "who is there?" şeklinde giden diyalog. Bugüne dek bir tanesine bile gülmüş değilim. Aslında bizdeki "seni büdü sordu", "hangi büdü?", "iyyakenabüdü" tarzında espri ama bunu İngilizceden Türkçeye çevirdiğinde bir halta benzemiyor. Şişman kadın şarkı söylemedi muhabbetinin bir benzeri. Aslında bir ara şu Amerikan komedilerinde geçen ve o ülke dışında kimsenin anlamadığı esprilerden de bir liste yapmak lazım.

Singapur Ligi'ni nasıl bilirsiniz. Ben arada sırada açıp FM'de oynarım ancak o kadar bilirim. Onda da sadece Singapur'u değil bütün Uzak Doğu liglerini katarım ki bir şeye benzesin. Bunun dışında gerçek hayattaki ligde durum şöyle oluyor. Nasıl teknik direktörler sezon başında fikstürü ellerine aldıklarında oturup her maçın yanına hedefledikleri puanları yazıyorlar, Singapur'da da bahis mafyası aynı şeyi yapıyor. Alıyorlar fikstürü ellerine sezon başında, 12 takımlı toplam 242 maçın olduğu ligde hangi maçı alta hangi maça üste hangi maçı karşılıklı gole bağlarız hesaplıyorlar. Sonra da futbolcularla bağlantı kurulup olay bağlanıyor. Hayır şikenin bu kadar revaçta olduğu bir ülkede Singapur Futbol Federasyonu ne mantıkla 2 tane kupa 1 de Charity Shield çıkarmış onu çözemedim, gerçi onları da bizim meşhur mafya üyelerinin baskısıyla yaratmışlardır, adamlar ekmek paralarını kazanacak 12 takımlı ligle o ocaklar yanmaz. S-League 1996'da kuruldu ve Singapore Armed Forces 8 şampiyonlukla en çok şampiyon olan takım. Adlarını bu sene Warriors FC olarak değiştirdiler.

Tabii bütün bu yozlaşmışlığa taraftarlar da rağbet etmiyorlar. Hiç olmazsa her şeyin kurmaca olduğunu bilen Amerikan halkının hala Amerikan Güreşi denen saçmalığı para verip izlemeleri gibi değil.  Singapur Ligi'ndeki maçların seyirci ortalaması 932. Zira Singapurlular kendi liglerini stadyumda izlemek yerine Premier Lig maçlarını televizyonda izlemeyi tercih ediyorlar. 2013 sezonu başlayalı 2 hafta oldu ve takımlar tribünlere taraftar çekmek için alternatif yollara gitmeye başladılar. Balestier Khalsa takımının futbolcuları artık ev ev dolaşarak insanları maçlara çağırmaya başlamışlar. Başkan "eğer futbolcuları karşılarında görürlerse belki gaza gelirler, bizim şehrin nüfusu 100 bin, yüzde 3'ü gelse kapalı gişe oynarız" diyor da (stadyum 3.900 kişilik) yaptıkları reklam içler acısı. "İngilizleri televizyonda görmektense gelip stadyumda ülkenin en iyi oyuncularnı görün".