30 Haziran 2010 Çarşamba

2013'E KADAR TADİLATTAYIZ

























Her Dünya Kupası'nın ardından, başarısız olan takımların kendi ülkelerinde gördükleri kötü muameleden bahsedilir. Kolombiya'lı Andres Escobar'ın 1994 Dünya Kupası'nın ardından ülkesinde öldürülmesinin sırrı bugün hala çözülmüş değil. 1986 Dünya Kupası'ndan sonra Irak'lı futbolcuların Uday'ın elinden çektiklerini hala konuşuyor dünya. Teknik direktör kovulmaları bir yana, kupada takımlarından çok şey bekleyen Afrika halkları ve politikacılardan ilginç aksiyonlar gelmeye başladı. Nijerya devlet başkanı Goodluck Jonathan (sırf bu isim üzerine 1 yazı yazılır ya, adam seçime girerken seçim afişlerine sadece ismini yazsa bile kazanır), Güney Afrika'da 2. turu göremeden ülkeye dönen Nijerya milli takımını, 2 yıl boyunca uluslararası futboldan yasakladı. Sebep bu 2 sene boyunca büyük bir revizyon yaparak yepyeni bir takım oluşturmak. Bu kararın sonucu olarak, takım 2012'de Gabon ve Ekvator Ginesi'nin ortak düzenleyeceği Afrika Kupası'nda mücadele edemeyecek. FIFA'nın bu karara nasıl bir tepki vereceği merakla bekleniyor.

BLIND GUARDIAN DÖNÜYOR

























Hansi saçını kestirdi, ses tellerinden ameliyat oldu, falan filan derken Blind Guardian 30 Temmuzda 9. stüdyo albümü "At The Edge Of Time" ile piyasalara dönüyor. 1988-90 arasında 3 albüm piyasaya süren ardından albümlerin arasını birbiriyle giderek açan Orta Dünya'nın Kralları, 2006'daki A Twist In The Myth'den 4 yıl sonra tekrar stüdyoda. Benim için BG çizgisi Somewhere far Beyond'dan sonra aşağı doğru gitmiştir. Aslında bu albümden sonra gelen Imaginations from the Other Side, aynen Iron Maiden'ın Seventh son of a Seventh Son ile Somewhere In Time albümleri gibi birbirine çok yakın olan ama ilkinin daha iyi olduğu bir albümdür. Grubun ardından piyasaya sürdüğü Forgotten Tales bir cover albümüydü, dolayısıyla onu bir kenara ayırmak lazım. 1998'deki Nightfall In Middle Earth onların karanlık sulara girip, progresif tatlara bulaştıkları ilk albümdü. 2002'deki A Night at the Opera'da progresiflik ilk kez Power'ın önüne geçti. 2006'daki ATITM bu çizginin devam ettiği bana göre vasat kalmış bir albümdü. Turn the Page, Fly, Otherland, Another Stranger Me dışında sınıfı geçen bir şarkı yoktu..Skalds and Shadows, A Past and Future Secret'in bir tekrarı gibiydi. Blind Guardian diskografisinin en altında yer alan albüm onların formsuzluğunu çok net gösteriyordu ki birçok hayran Thomas "Thomen" Stauch'un davulları genç Frederik Ehmke'ye devretmesinden (sağlık problemleri) rahatsızdı.

Yeni albümün ilk single'ı A Voice In The Dark piyasaya sürüldü. Çok iyi sinyaller aldığımı söyleyemem. Ben albümün çift disklik özel versiyonunda bulunacak John Farnham coverı "You're the Voice"ı daha çok beğendim söyleyeyim. Gerçi elemanda böyle ses olduktan sonra Verka Serduchka'dan Dancing Lasha Tumbai'yi söylese bile enfes şarkı olur ya o ayrı.Aşağıya da onu aldım. 30 Temmuzu bekliyoruz. BG bu dönemeci geçemezse, Helloween gibi yaş işlerledikçe kaliteyi düşüren gruplar kontenjanına girecek gibi görünüyor...

Son not: Blind Guardian yeni albüm turuna 26 Eylülde Tilburg, Hollanda'da başlıyor...

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-39




















1970 Dünya Kupası sırasında, Meksika'nın yüksek rakımı ile sıcağından korunmak isteyen ve turnuvanın açılış maçını ev sahibi Meksika ile oynayacak olan Sovyetler Birliği, turnuva öncesinde Azteca Stadyumu'nda yapılan, tüm takımların katılmak zorunda olduğu ve 30 dakika sürecek açılış törenlerine yedek takımını göndermiş ve 22 kişilik kadronun ilk onbirini otelde tutmuştur. Böylece diri kalan futbolcular açılış maçında ev sahibine gol şansı vermeyerek 1 puanı almış, ardından da grup lideri olarak çeyrek finale çıkmıştır.

Seyir Defteri

WRITE THE DISSAPPOINTMENT



Geleceği yaz, oldu sana "hüsranı yaz". The Guardian okuyucuları saptamışlar. Nike belki de futbol tarihinin en iyi reklamını çekti. Ama nasıl bir lanettir ki reklamda oynayan futbolcuların neredeyse hiçbirisi çeyrek finali göremedi. Sırasıyla Didier Drogba, Fabio Cannavaro, Wayne Rooney, top isteyen Theo Walcott (kadroya bile giremedi), onu kovalayan Evra, topu kapan Ribery, Rooney'in durumuna gülen Tim Howard ve Landon Donovan, Ronaldinho (kadroya bile giremedi) ve Cristiano Ronaldo....Hepsi başları önde evlerine döndüler. Reklamda oynayıp hala kupada olan 3 isim var. Rooney'in yükselişini yazan gazeteleri fırlatıp atan Iniesta, Pique ve Fabregas. Ama bireysel olarak da turnuva onlar için çok çok iyi geçmiyor. Fabregas sadece 59 dakika oynayabildi 4 maçta, Pique çok parlak bir performans göstermedi ve hatta İsviçre maçında burnunu kırıyordu neredeyse, Iniesta da sakatlığı sebebiyle 1 maçta forma giyemedi.

Yani 2012 ve 2014 turnuvaları öncesi futbolculara mesajdır. Milyar verseler Nike reklamında oynamayacaksın.

saat:16.48'de gelen edit...Reklam Federer'i de yuttu...

ROTTERDAM'LI ROBIN VAN PERSIE MESELESİ















Hollanda-Slovakya maçını BirGün ekibiyle izledik sağolsunlar davet ettiler. Maçın sonlarına doğru Robin van Persie'nin numarası göründü değişiklik tabelasında. Van Persie daha ismini görür görmez elini 2 yana açtı. Söylene söylene kenara geldi ve oyundan çıktıktan sonra teknik direktör Bert van Marwijk'ın yanına gelip Hollandalı dudak okuyucularının açıkladığına göre "Sneijder'ı değiştirmen lazım" diye isyan etti. Hollanda'da bu olay 2 gündür konuşuluyor. Van Persie "isim kullanmadım" diyor. Olayın aslında 2 yüzü var. Birisi Van Persie'nin Sneijder'dan bağımsız oyundan çıkışına gösterdiği tepki, diğeri de bu açıklama sonrası zaten geçmişte Sneijder ile arasında var olan çekişmenin ortaya çıkışı. Zira bu ikili bundan 2 yıl önce Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında kazanılan bir serbest vuruşu kimin kullanacağı konusunda saha içinde tartışmaya girmiş konu uzadıkça uzamıştı. Sneijder'ın şu ana kadar konuyla ilgili bir yorumu yok. Bert van Marwijk büyük ihtimalle bu işi dışarıya sızdırmadan çözecek. Hollandalılar ona "iyi bir kriz yöneticisi" diyorlar ama olayları hasır altı yapmak iyi kriz yönetmek anlamına gelmiyor. Daha önce de yazmıştık bloga. Sneijder'ın kahvaltı masasında kendi maaşıyla ilgili böbürlenmelerini de yalanlama yoluna gitmişti.















Bu ikilinin arasındaki rekabet dışında Van Persie'nin çıkışının arkasında başka şeyler de aranabilir tabii. Hollanda'nın ileri ucundaki oyuncuların üst düzey yeteneğe sahip olmaları ve sürekli övülmeleri sebebiyle meydana gelen ego şişkinliği, oyuncunun uzun süren bir sakatlıktan sonra tekrar düzenli oynama isteği, arkasında Afellay'ın oynaması halinde daha yüksek performans göstereceğini düşünmesi ancak şu ana kadar bu ikilinin sadece 5 dakika beraber oynaması ve Van Marwijk'ın 4 maçın 4'ünde de onu ezberlemiş gibi kenara alması gibi nedenler sayılıyor. Tabii bir noktaya parmak basmak lazım, takım çok kolay manipüle edilebilecek özel hayatlara sahip oyunculardan oluşuyor. Hollanda'nın 2 yıl üstüste en seksi kadını seçilen Yolanthe Cabau van Kasbergen'le evlilik planları yapan Sneijder'ın özel hayatı oldukça gündemde ve kurcalanıyor. Rafael van der Vaart kendisinden 5 yaş büyük eşi Sylvie ile evlendiğinde Hollanda bu konuyu bir hayli konuşmuştu. Sylvie'nin yakalandığı göğüs kanseri ikiliyi yine gündemde tuttu uzun süre. Van Persie 2005 yılında Rotterdam'da bir otel odasında bir kadına tecavüz ettiği gerekçesiyle tutuklandı ancak aklandı. Van Bommel bizzat Van Marwijk'ın damadı. Bütün bu, geçmişi hadiseli, medyanın gözünün önündeki oyuncuları idare etmek oldukça zor görünüyor. Hollanda, Brezilya karşısında havluyu atarsa mutlaka Van Persie'nin isyanı çok konuşulacaktır.

1+1


















Yer Isparta...6+2, 6+2+2, 3+1 opsiyonlu, 4+1 sobalı şu bu hikaye...ben bundan güzel kombinasyon görmedim...1 daire alana 1 bedava....karpuz mu satıyorsun arkadaş? diye sorarlar adama

29 Haziran 2010 Salı

KENARA İŞE KENARA


Mario Gomez'in Stuttgart'tan Bayern'e transferinin perde arkası. Para, şöhret şu bu hikaye... Martin Lanig'in hadım teşebbüsü...

28 Haziran 2010 Pazartesi

FUTBOLUN EVRİMİNİ YAKALAMAK

























Evrim denen şey, sadece insanın varoluşu ile ilgili bir tartışma konusu değil. Onun yarattığı şeylerin de tarih boyunca geçirdiği değişimi belirtmek için kullanılıyor. Futbol, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, sistemli biçimde ve yarışma kültürüyle beraber insan hayatına girdiğinden beri değişiyor, kabuk değiştiriyor ve “ekol” denilen, futbol sporunu icra etme biçimleri, meşin yuvarlak dönmeye başladığından itibaren nöbetleşe yer değiştiriyorlar. Futbolu yorumlayanların bu değişimleri görmesi, üzerinde karar alanların da onlara ayak uydurması gerekiyor. Türkiye liginde görev yapan teknik adamların bir çoğu, 21. yüzyılın ilk yarısında olmamıza rağmen, hala 1970 veya 82’nin Brezilyası gibi oynamadığı için eleştiri alıyor. Futbol büyük kitlelerin ilgisini ilk çektiği yıllarda bir eğlence aracıydı. 3 direk ve kale çizgisi arasından geçen her top, bu yeni eğlence aracının daha fazla taraftar toplamasını beraberinde getiriyordu. O günlerde hücum hattında kalabalık oyuncu bulunduran 2-3-5, 3-3-4 gibi taktiklere çok sık rastlanıyordu. 1934 ve 38 Dünya Kupası şampiyonu İtalya’nın hocası Vittorio Pozzo defans hattında görece daha fazla oyuncu bulundurarak, 2-3-2-3 taktiğiyle başarıya ulaşan ilk takım oldu. Bu, futbolda kontrol noktasının hücumdan orta sahaya kaymasını da beraberinde getirdi. 1960’la beraber yetenekli orta saha ve kanat oyuncuları kendilerini göstermeye başladılar. 1970 ve 82 Brezilyasının göz hoş gelen futbolunun arasında şahit olunan 1974’ün Hollanda icadı Total Futbolu, 90’lara yaklaşan futbolun son hücum ağırlıklı örnekleriydi. Ancak 1990 yılıyla beraber dünya futbolunda, para yönetiminin önemli bir konu haline gelmesi ve kulüplerin, bu sporu, aynı zamanda kendilerini ekonomik açıdan refaha kavuşturacak bir araç olarak görmeleri, ne ilginçtir ki futbol sahasında da eli sıkılığı beraberinde getirdi. 2000 yılı sonrası artık daha fazla hücum eden değil, daha tutarlı savunabilen ve fırsatçı olanlar kazanmaya başladı. 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan milli takımı, futbolun kötü adamının iyi adamları teker teker mağlup ederek şampiyon olabileceğini gösterdi herkese. Bu, birçok takımın, riske girerek, yaratıcı işlere imza atmayı denemesi yerine, risksiz, garantici oyunları tercih etmesine ve bunun uzantısı olarak da yetenekli oyuncular yerine daha sağlam, gösterişsiz görev adamlarının çoğalmasına sebep oldu. Son 10 yılda, istikrarlı olarak 30 yıl öncesinin futbolundan örnekler verebilen Arsenal, Manchester United ve Barcelona dışında bir takıma rastlanmadı.

Futbolun 150 yılını, tek paragrafa sığdırma çabamızın sebebi, futbolu yorumlayan ve izleyenlerin de bu evrimi kafalarının bir köşesinde bulundurmaları. Hücum etmek, rakibin üzerine gitmek, sürekli gol aramak artık riskli bir oyun planı olarak görülmeye başlandı. 1974’ün rakibi 10 oyuncuyla aynı anda boğan Hollandası, 2004’ün şampiyonu Yunanistan ile oynasa büyük ihtimal karşısında pres yapacak kimseyi bulamayacaktı, zira tüm Yunan takımı rakip sahada onları bekliyor olacaktı. 2008 Avrupa Şampiyonası’nda, grup maçlarında attığı goller ve oynadığı futbolla büyük beğeni toplayan ve yine Total Futbol söylemlerini hortlatan Hollanda, 1988’deki Sovyetler Birliği’ni andıran mekanik Rusya karşısında neredeyse hiçbir varlık gösteremedi. Belki de bugünün yıldızlarıyla asla karşılaştırılamayacağı düşünülen Pele, Maradona, Platini gibi oyuncular, bugünün kontrol futbolunda, vasatın üstünde oyuncular olarak yetişeceklerdi. Bu, aynı zamanda yıldız futbolcuların yeteneklerinin, oynadığı dönemdeki futbolun genel yapısına gore değerlendirilmesi gerektiğini de gösteriyor.

Futbol o son 10 yılda o kadar fazla değişim geçirdi ki ve saha içi kontrol ve konsantrasyon o kadar önemli bir hal aldı ki, futbolda çok büyük bir zaaf olarak kabul edilen sayısal eksiklik, istikrarlı takımlar için büyük problem olmamaya başladı. 7-8 sene önce, 5 büyük ligde maçın başında 10 kişi kalan takımlarda yüzde 10 olan maç kazanma oranı 14’lere fırladı. Kamerun, 1990 Dünya Kupası açılış maçında Arjantin karşısında 10 kişi kaldıktan sonra öne geçtiğinde bunu kupa tarihinde yapabilen ilk takım olmuştu. Ancak daha sonraki 4 kupada buna benzer 10’dan fazla örnek görüldü. 1994 Dünya Kupası’nda Arrigo Sacchi, 10 kişi kaldıkları Nijerya ve Norveç maçlarında kafasındaki sistemi daha iyi uygulayabildiğini açıklamıştı. 2004 Şampiyonlar Ligi yarı final mücadelesinde, Monaco-Chelsea maçında durum 1-1’ken rakibinin eksik kalmasını fırsat bilen Chelsea hocası Ranieri, daha fazla atak yapmak adına saha içi dengeleri bozdu ve bu ona 3-1’lik mağlubiyete patladı. Inter bu yıl büyük bölümünü eksik oynadığı Milano derbisini kazanmayı başardı ve 9 kişi kaldığı Sampdoria maçını kaybetmemeyi başardı. Bordeaux bu sezonun sonlarında, takipçisi Montpellier karşısında 30. dakikada 10 kişi kalmasına rağmen 1-0 öne geçti ve maçtan 1 puan almayı başardı. Futbol, artık alanları iyi parselleyenin başarılı olduğu bir spor, daha fazla hücum edenin değil. Bu yüzden zaman zaman sahadaki performansınız kadronuzdaki bir oyuncuyu “artık” hale getirebiliyor. Bu, çok değil 15-20 yıl önce akla gelmeyecek bir durumdu.

Yeşil sahadaki topun etrafından koşturanların ve oyunun kendisi, bu derece hızlı değişirken, onu izleyen ve yorumlayanların da aynı süratle kafalarındaki standartları değiştirmeleri gerekiyor. Futbol bir sanat değildir, dolayısıyla da futbolcunun halktan önde olması beklenemez. Halkın onunla beraber kendi yorum kanallarını da daha ileriye gidecek şekilde evrimleştirmesi gerekir.

18 Mart 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayımlanmıştır...

27 Haziran 2010 Pazar

FOOTBALL'S COMING HOME!

















It's coming home
It's coming home
It's coming
Football's coming home

Everyone seems to know the score
They've seen it all before
They just know
They're so sure

That England's gonna
Throw it away
Gonna blow it away
But I know they can play
Cos' I remember

Three lions on the shirt
Jules Rimet still gleaming
30 Years of hurt
Never stoppped me dreaming

So many jokes, so many jeers
But all those oh so nears
Wear you down
Through the years

But I still see that
Tackle by Moore
And when Lineker scored
Bobby belting the ball
And nobby dancing

Three lions on a shirt
Jules rimet still gleaming
30 Years of hurt
Never stopped me dreaming

I know that was then
But it could be again

It's coming home
It's coming home
It's coming
Football's coming home

Three lions on a shirt
Jules rimet still gleaming
30 Years of hurt
Never stopped me dreaming

26 Haziran 2010 Cumartesi

LİG RADYO




















Bu hafta sonu da cumartesi-pazar 16:00-18:00 arası Berkin Özgeneci ile Lig Radyo'da Dünya Kupası'nı konuşuyoruz.

SONISPHERE İLK İZLENİMLER

O'sunu busunu bilmem, Rammstein'ın sahne şovu unutulmazdı...





By Gand

25 Haziran 2010 Cuma

KAYT KÜYT KUYT KUYTU KIYT















Tüm spikerlerin ve yorumcuların dikkatine sunulur, Hollanda milli takımı telaffuz rehberi, düzeltmeler için BlackPearl'e teşekkürler:

Maarten Stekelenburg: Maartın Stekelenbürkhkhh
Gregory van der Wiel: Gregori fan dır Vil
John Heitinga: Con Heytingkhkha
Joris Mathijsen: Yoris Matheyssın (matiisen değil)
Giovanni van Bronckhorst: Ciovani fan Bronkhorst
Mark van Bommel: Mark fan Bommıl
Dirk Kuijt: Dirk Keüyt (kayt, küyt, kuyt değil....keyt hiç değil)
Nigel de Jong: Naycıl dı Yong
Robin van Persie: Robin fan Persi
Wesley Sneijder: Vesli Snaydır (Şnaydır değil)
Arjen Robben: Aryın Robbın
Khalid Boulahrouz: Khalid Bulahruz....Halit Buluruz'u da kabul edebilirim..
Andre Ooijer: Andrey Ooyır
Demy de Zeeuw: Demi dı Zeew
Edson Braafheid: Edson Braafheyd
Michel Vorm: Mişel Form
Eljero Elia: Elyero Elia
Stijn Schaars: Steyn Skhkhaars
Ryan Babel: Rayin Babıl
İbrahi Afellay: İbrahim Affilaay
Klaas-Jan Huntelaar: Klaas Yan Huntılaar
Sander Boschker: Sandır Bosskhkhır
Rafael van der Vaart: Rafael fan der Faart

Teknik direktör Bert van Marwijk: Bert fan Marveyk (marvik değil)
Yardımcısı Frank de Boer: Frank dı buur (de boer değil)

Her hakkı mahfuzdur

GENERAL VE ASKERLERİ

24 HAZİRAN 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

Bugün dünyanın en çok kazanan ve en sansasyonel teknik adamı Jose Mourinho 47 yaşında. Kariyerinde 3 farklı takımla 6 lig, 2 Şampiyonlar Ligi, bir UEFA Kupası ve 3 Federasyon Kupası şampiyonluğu var. Kupa 1 tarihinde iki farklı takımla mutlu sona ulaşmış 3 adamdan birisi Jose Mourinho. Bugünkü yazıda ise o 3 ismin bir başkasından bahsedeceğiz. Kariyerinde, örneğin Mourinho kadar övgü almamış, dünya çapında sansasyon etkisi yaratmamış olmasına rağmen hemen hemen aynı başarıları kazanmış ve şu anda da devam eden Dünya Kupası’nda dehasını gösteren Alman teknik adam Ottmar Hitzfeld’den. Bu köşede ayrıntılı ele aldığımız Martin O’Neill gibi hak ettiği değeri görememiş teknik adamların başında gelen isimlerden.

Yukarıdaki başarı künyesiyle karşılaştırma açısından 61 yaşındaki, “General” lakaplı Hitzfeld’in 3 farklı takımla 9 lig, 2 Şampiyonlar Ligi, 2 Kıtalararası Kupa ve 5 Federasyon Kupası şampiyonluğu bulunduğunu belirtelim öncelikle. Bu şampiyonluklardan ilkini kazandığı İsviçre Ligi’ne 1971 yılında profesyonel futbolcu olarak adım atmıştı Hitzfeld. Zaten İsviçre sınırına çok yakın olan, Almanya’nın Lörrach kasabasında doğup büyümüştü. Henüz 22 yaşındaydı ve kariyerine 2 Alman amatör takımında başlamıştı. FC Basel’in dikkatini çekti ve komşuya transfer oldu. 4 sezon sonra ülkesine geri döndü. O yıllarda ikinci ligde mücadele eden VfB Stuttgart’ın hücum hattının değişmez oyuncularından birisi oldu ve takım önce birinci lige yükseldi, daha sonra da ilk sezonunda dördüncü sırayı aldı. Buna rağmen ikinci vatanı gibi gördüğü İsviçre’ye transfer oldu tekrar Hitzfeld. Kariyerini FC Lugano ve FC Luzern’de oynayarak bitirdi. Bitirir bitirmez de yine İsviçre’nin FC Zug takımında teknik direktörlüğe başladı. 1984’te İsviçre birinci ligi takımlarından FC Aarau’nun başına geçti ve 1985’te kazandığı kupa ile ilk hocalık başarısına imza attı. 1988’de Grasshoppers onu takımın başına getirdi ve ilk iki lig şampiyonluğunu başkent takımıyla kazandı Hitzfeld. Artık ana vatanına dönme zamanı gelmişti. Borussia Dortmund onu Almanya’ya getirdi. Hitzfeld de onları önce 31 yıl sonra Bundesliga şampiyonluğuna, daha sonra da tarihlerinde ilk kez Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaştırdı. Klos, Sammer, Kohler, Riedle, Moller, Chapuisat ve Lars Ricken gibi isimlerin bulunduğu kadro Dortmund’a kulüp tarihinin en iyi dönemlerinden birisini yaşattı. Hitzfeld 1997’de Yılın Teknik Direktörü ödülünü aldı. 1997’de göreve 1 yıl ara verdikten sonra Almanya’nın devi Bayern Munich’in başına geçerek kariyerine devam etti.

Bayern Münih’te tam anlamıyla kariyer zirvesini yaşadı Hitzfeld. İlk 3 senesindeki 3 şampiyonluğun yanı sıra 2000-01 sezonunda Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldular. Üstelik 1999’da yine Hitzfeld yönetiminde M.United’ın kazandığı efsane şampiyonluktaki tramvayı atlatarak. Oliver Kahn’ın kaleyi koruduğu Kuffour, Sagnol, Jeremies, Salihamidzic, Lizarazu, Hargreaves, Effenberg ve Elber kadrosu aslında Alman hocanın görevde kaldığı illk 3 yılda oluşturduğu kadro istikrarının bir sonucu olarak Münih’e şampiyonluk getirdi. 2002-03’te bir lig şampiyonluğu daha kazandırdıktan sonra görevden ayrıldı. 3 yıl boyunca kulübelerden uzak kaldı Hitzfeld. Tekrar oraya döndüğünde Bayern’in başındaydı yine. Bu sefer sadece 1 sezon görev yaptı ama lig ve kupa şampiyonluğu yine getirdi Bavyera’ya. UEFA Kupası şampiyonluğuna giden Zenit’in onları Rusya’da 4-0 mağlup ettiği maç Hitzfeld’in kariyerinin dip noktalarından birisidir bunu da not düşelim.

2008’de Bayern’in başından erken ayrılmasının sebebi aslında bu UEFA kupası hüsranından çok, 2. vatan İsviçre’den gelen teklifti. İsviçre’yi 2006 Dünya Kupası’na götüren Kobi Kuhn’un, Euro 2008 sonrası göreve bırakmasıyla Hitzfeld ipleri eline aldı. Kuhn’dan aldığı savunma gücü yüksek ve az gol yiyen takımda büyük değişiklikler yapmadı. Aslında takım eleme grubuna bir beraberlik ve ardından kendi evinde Lüksemburg’a aldığı 2-1’lik mağlubiyetle başladığında Hitzfeld’in kariyerinde uzun süredir yaşamadığı bir hüsrana yol aldığı söyleniyordu. İsviçre basını felaket haberlerini sunmaya başlamıştı. Ancak ardından gelen 5 maçı kazanıp liderliğe oturdular ve bir daha da bırakmadılar. Hitzfeld’in Eren, Frei ve Nkufo’dan oluşturduğu forvet hattının uyumuna, gruptaki son 6 maçta sadece 2 gol yemeleri eklenince Afrika vizesini aldılar.

Birçok takım onları İspanya ve Şili’ye göre daha zayıf buluyor hatta, Honduras’la üçüncülük için çekişeceklerini düşünüyordu. Ama ilk maçta İspanya’yı 1-0 mağlup ettiler. Birçok kişi bu maçtan sonra İspanya’nın hüsranını ön plana çıkardı. Bu aslında Hitzfeld’in kaderiydi. Onun dehası yine ikinci planda ele alındı. 35 yaşındaki Nkufo’yu kullanışı, takımın çok önemli oyuncusu Frei’nin sakatlığını aşabilmesi ve İspanya’nin en büyük 2 organizasyon kozu Xavi ve Iniesta’yı, Euro 2008’de onları şampiyonluğa götüren taktik olan defansın arasına sızma imkanından mahrum bırakması, Villa’nın etkinliğini sıfıra indirmesi üzerine pek fazla konuşulmadı. İkinci maçta Şili’ye maçın başında maruz kaldıkları haksız bir kırmızı kart ve ince bir ofsayttan gelen golle mağlup oldular ama bunlar Hitzfeld’in yarattığı sapasağlam takımı hafife almamıza sebep olmamalı. İspanyollara karşı, turnuvanın genelinde gördüğümüz tek forvetli sistemlerin aksine net bir 4-4-2 sistemiyle İspanya’yı teslim alması çok önemli. Üstelik bunu yaparken, genelde hücumda etkili olan takımlar yaratan bir hoca olmasına rağmen kendisini sonuca gidecek şekilde değiştirebilmeyi başarmıştır 60 yaşını geçmiş bir teknik adam olmasına rağmen.

Hitzfeld, futbolculuk kariyerinin sonunda öğretmenlik yapmak isteyen bir adamdı. Bugün ise oyuncu yönetimi, maç içi hamleleri ve her hatasından ders alma konusunda ihtisas yapmış bir efsane teknik adam. İsviçre bu turnuvada nereye kadar giderse gitsin, “General ve Askerleri” hatırlanacaktır.

ŞAİR CEKETLİ ÇOCUK



"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

Kazım Koyuncu

23 Haziran 2010 Çarşamba

METAAAAAAL




















Sonisphere şerefine..Zamanında sansürü protesto için Günün Yorumu'nda ağzına bant takıp TV'ye çıkmıştın ya Engin'im...Hiç çıkarmayaydın keşke...Osie Osborne kim la?

CRUIJFF'UN DEVAMSIZLIK RAPORU

























Johan Cruijff'un 1978 Dünya Kupası'na gitmeyişi Hollanda'da yıllardır tartışılan, hala asıl sebebi bulunmamış olan ve ortaya her atıldığında her kafadan farklı sesin çıktığı bir konudur. Geçtiğimiğiz yıl bloga bununla ilgili Cruijff'un, bizzat Hollanda'da bir radyo programına verdiği demeci taşımıştık. Sarı Fare 1977 yılında, eşi Dany ile beraber evindeyken (o sırada Barcelona'da forma giyiyordu), evine silahlı adamların girdiğini kendisini, kafasına silah dayayarak tehdit ettiklerini ve bu olaydan sonraki ruh halinin Dünya Kupası'nda gitmesine engel oluşturduğunu söylemişti. Hatta Cruijff ailesinin evini 4 ay boyunca polisler korumuş, okula giden çocuklarına polisler eskortluk etmişti. 1978 Dünya Kupası'nda, finalde ev sahibi Arjantin karşısına çıkan Hollanda maçı uzatmalarda 3-1 kaybetmişti. Periyodik olarak gündeme gelen bu konu, geçtiğimiz aylarda, 1974-76 yılları arasında Hollanda'nın başında olan, bugün 87 yaşıne gelmiş George Knobel'ın açıklamalarıyla yine gündeme yansıdı. Knobel, Cruijff'un Arjantin'e gitmeme sebebinin, bahsettiği olaydan değil, tamamen Danny'nin izin vermemesinden kaynaklandığını ileri sürdü. Bunun üzerine Hollanda'nın, söylenti, fısıltı gazetesi gibi şeylerin yarattığı kurmaca gerçekleri araştıran web sitesi www.leugens.nl konu ile ilgili bir makale yayınladı. Buna göre Hollandalı yıldızın kupaya gitmeme sebebi 6 farklı noktada toplanabilir.

Birincisini yukarıda açıkladık. Kaçırılma hadisesi. Cruijff ailesini, Rotterdam'da yaşayan bir İspanyol, silahlı şekilde rehin almıştır. 1979 yılında, saldırgan 7 yıl hapis cezasına çarptırılır. Olay gerçekleştiği sırada Cruijff bir basketbol maçı izliyordur, kapının ardındaki ses, postaneden geldiğini ama yüzyüze görüşülmesi gereken bir hadise olduğunu söyler, kapı açıldığında da Cruijff'un kafasına silahı doğrultarak içeri dalar. Cruijff'u bağlar, bu sırada karısı Danny komşulara çaktırmadan haber verir ve polis olay yerine ulaşarak bir faciayı önler.

Havuz ve çıplak kızlar hadisesi. Yani nam-ı diğer maşhur "nackte Mädchen" olayı. 1974 Dünya Kupası'nın finalinden birkaç gün önce basına sızan bir habere göre, Hollandalı futbolcular, otelin havuzunda Alman kızlarla bir parti yaparlar. Alman kızların üzerinde de tesadüfe bakın ki çok az elbise vardır. Hollandalı bazı oyuncular finalde beklenenin altında performans gösterirler ki buna Cruijff da dahildir aslında. Hollanda adına sahanın en iyisi olan Willem Van Hanegem'ın takımın yakışıklılık açısından çok şanslı olmayan adamlardan birisi olması tesadüf müdür artık bilemem. Bu olay üzerine, Danny Cruijff kocasının Arjantin'e gitmesine muhalefet şerhi koymuş, Cruijff da Metin Oktay'ın Ajda Pekkan'a verdiği ayarı verememiştir.


















Fiziksel ve mental açıdan kendisini rahat hissetmemesi. Bu tamamen kişisel bir hadise. Bunu futbolcunun kendisinden başkası bilemez. Dolayısıyla bu yıllarca basının Serı Fare'ye saygısından ötürü çok kurcalamadığı bir konu oldu.

31 yaşında futbolu bırakmak istemesi. Cruijff dünya kupasının yapılacağı sezon Barcelona'daki beşinci senesini bitirir ve kulüpten ayrılır. 31 yaşındadır ve futbolu bırakmayı düşünmektedir. O yüzden de Arjantin'e gitmek istemez. Daha, 1974'te verdiği bir röportajda, 1978'de 31 yaşındayken futbolu bırakmak istediğini belirtmiştir. Ekim 1977'de milli takımla son maçını Belçika'ya karşı oynamıştır. Gerçekten de futbolu bırakır. Ama 1 sene sonra, 1979 mayıs ayında Los Angeles Aztecs takımıyla futbola geri döner. 36 yaşına kadar futbol oynar.

Askeri darbe. Bu pek ihtimal vermediğim bir sebep. Cruijff Hollanda'da hiçbir zaman siyasi kişiliğiyle öne çıkmış bir adam değildir, ama bazı kesimler onun Arjantin'de 1976'da gerçekleşen askeri darbeyi protesto için Dünya Kupası'na gitmediği öne sürüyorlar (darbe zamanında olan olaylar için bakınız Olimpo Garajı filmi).

Son olarak, bir kesime göre de, Cruijff'un kupaya gitmeme sebebi, yakın tarihte olan bir olaydan değildir ve Hollandalı buna daha 1974'te karar vermiştir.

Hollanda'da son birkaç yılda, bu olayı Cruijff'un dünya kupasına gitmek için bir bahane olarak kullandığı. Aslında İspanyol saldırganın, Cruijff'un Hollanda milli takımındaki rolü ile hiçbir alıp veremediği olmadığı söyleniyor. Cruijff ailesi 30 yılboyunca bu olay hakkında konuşmaktan kaçtılar. Geogre Knobel'ın açıklamalarıyla konu tekrar gündeme gelmiş görünüyor.

19 Haziran 2010 Cumartesi

OLGUNLUK ÇAĞI



Her ölüm bir doğum

Yaratmak için katlediyor hayat.

Yollar aşındırmak için sandın

Oysa…

Dönüp geldin yine kendine.

Hepimiz yalnızız

…yalnızlığımızda birlikteyiz.

Masumduk

Korku ektiler

Sudaki aksinle vurdular seni.

Özgürlüktü korktukları

Kırdılar kanatlarını.

Güç, yenmek demekti,

Kirlenmekti;

“Büyük” değildim o kadar

Ezildim.

***

Sevdiğim kadınlara: Özgül'üme, Selda'ma...

6.6.2010


By Gand

18 Haziran 2010 Cuma

2. GELENEKSEL FD İSTANBUL BULUŞMASI

















Organizasyon bu akşam dostlar. Mekanın adresini geçeyim hemen. Rezervasyon, blog adına olacak. Yalnız görevli arkadaşlara "Flying Dutchman gecesi için geldim" demek mavi ekran verdirebilir (hayır geçen sefer yaşandı biliyorum). FD Gecesi veya bahçedeki ekip demeyi tercih ediniz. Son anda katılmak isteyenler bugün öğle saatlerine kadar maille bize ulaşabilirler. İngiltere-Cezayir maçı da aşağıda yer almayan menünün mezelerindendir.

Şefik Bey Sokak No:1 Kadıköy
Şükrü Saracoğlu Stadyumu yanı

Başlangıç: 19:00-20:00 gibi toplanacağız.
Fiyat: Limitsiz içki + Yemek 50 TL.

Akşam görüşmek üzere.

Menü


FD Org.

18/Haziran / 2010 Cuma Ön Bah. 19:00 – 00:30

Soğuk başlangıçlar:

Barbunya pilaki, haydari, beyaz peynir, domates, salatalık, salam, Şakşuka

kısır, zeytinyağlı biber dolma.

Ara Sıcaklar: Pastırmalı Paçanga Böreği

Mevsim Salata

Ana Yemek: Ballı hardallı Izgara tavuk veya Kuzu Şiş

Meyve Mevsim meyveleri

Çay ve kahve (likör eşliğinde ) ikramı

Limitsiz yerli içecek 50 tl

17 Haziran 2010 Perşembe

HOLLANDA'DAN GOL HABERİ Mİ VAR???
































Az sonra 12 günlük Türkiye tatili için Hollanda semalarına havalanacağız. Zaten 1-2 gündür farkettiğiniz şekilde bu tatil ve Dünya Kupası'nın sonuna kadar blogu nadasa yatıralım. Kupa bitip, ortalık durulunca biz tekrar eski tempoya oturturuz. Yayında ve yapımda emeği geçen arkadaşlarım adına ben Flying Dutchman hepinize mutlu günler diliyorum efendim...Esen kalın.

16 Haziran 2010 Çarşamba

25 YIL, HİÇ DURMADAN!


















Grup Yorum'un 25. yıl konserinde onlara eşlik eden Ladies & Gentlemen topluluğunun üyesi Gand sunar:

---------------

Hikaye, kendi çalışmalarına ara vermiş Ladies & Gentlemen müzikal topluluğuna gelen “Grup Yorum’un arkasında söyleyeceğiz” maili ile başlar ve olaylar gelişir…

Apar topar provalar başlar. Koca bir deste Yorum şarkıları sözleri dağıtılır. Bir yandan Orhan Şallıel’in koro için yazdığı notalardan bir yandan da Grup Yorum tarafından hazırlanmış mp3’lerden çalışmaya başlanır. Biz daha doğru düzgün çalışamadan ikinci prova gelir çatar. Yorum üyeleri çalışmaya katılır. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, korsana karşı olmadıklarını kendileri açıkça söyledi ve hatta tüm mp3’lerini indirebileceğimiz bir web adresi bile verdiler :)

Grup Yorum ile ilgili tüm koroda bıraktıkları izlenim, ne kadar mütevazi, yardımsever ve can insanlar olduklarıydı. Prova yaptığımız yere kadar akşamın bir saatinde gelip şarkıları bizimle tek tek çalışmaları, bu sırada gösterdikleri sabır ve yardımseverlik, molalarda -55.000 kişiyi toplayan grup onlar değilmiş gibi- bizimle kaynaşıp sohbet etmeleri özellikle grubu tanımayan koro üyeleri arasında unutulmaz bir izlenim bırakmalarına sebep oldu. (Ne yalan söyleyeyim, ben de bu kadar tevazu beklemiyordum.) Sanatın insanoğlunun kendini ifadesi için yalnızca bir araç olduğunu, sanatçının ya da hiç kimsenin hiçbir sebepten ötürü diğer insanlardan daha üstün olamayacağının bilincinde olanlar için şaşırtıcı olmayacak bu tevazu, daha önce “assolist kaprisi”nin doruklarında müzisyenlerin arkasında söylemiş koristler için tapılası bir hal olabiliyor…

Zaten konserde sahnede yer alan yüzden fazla müzisyeni tek tek sayıp kendi isimlerini zikretmemeleri ve sürekli vurguladıkları Grup Yorum kolektivizmi ile tevazuları tam anlamıyla bir tutarlılık örneğiydi.

Konser sahneden nasıl görünüyordu bir bakalım:

















*Konserin 2. kısmı için sahneye çıktığımızda, tüm seyircileri ellerinde maytaplarla bulduk. Binlerce ateş böceği gibi görünüyorları... büyüleyiciydi...

Saat 18:45’te yapılacağı belirtilen soundcheck için Mecidiyeköy’den taksiye atladım. Daha önce izlediğim tek stadyum konseri Metallica olduğundan, bir analitik mantık hatası yapıp, izleyici olarak hesaba katabildiğim kalabalık ve trafiği, konser katılımcısı olarak yapamamıştım. Sonuçta daha Barbaros Bulvarı’ndan başlayan trafik nedeniyle sounchecke geç kaldım. Bereket, içeriye girmiş arkadaşlar souncheck olmayacağını haber verdiler.

Her neyse, İnönü Stadyumu’na vardığımda sadece stadın önü değil yollar bile insan kaynıyordu. Beşiktaş taraftarı 1 Mayıs 2010’da Taksim Meydanı’nda olduğu gibi yine düşmüştü yollara ve Gündoğdu’yu söyleyerek stada doğru ilerliyordu. Çoluklu çocuklu binlerce insan kah merdivenlere oturmuş köfte ekmek yiyerek konseri bekliyor, kah kuyruklarda içeri girmeye çalışıyordu. Gerçekle yüzleşmeye başladıkça, 35.000 kişinin (beklenen sayı buydu) önünde söylemeyi tam da tahayyül edememiş olduğumu fark ettim. Sahne arkasına girdikten sonra sürekli dolan tribünleri, saha içini gördükçe heyecanım da bana ilk göründüğünden farklı bir şekle girmeye başladı. Kalbim çarpmaya başladı… O an net kavrayamasam da, şimdi sakin kafayla düşününce fark ediyorum ki Türkiye’li solcuların bir çoğunun yaşadığını düşündüğüm yalnızlık hissi nedeniyle, oraya toplanması beklenen binlerce insanın beni mutlu edeceğini, umut aşılayacağını hesaba katamamış, sıradan bir konser gibi düşünmüştüm. Yüreğimde filizlenen bu coşku, Devrim Yürüyüşümüz Sürecek’teki yaylılar ve vokal eşliğimizle gittikçe arttı ve en son İsmail’in Uğurlama’yı söylemeye başlaması ile kopan alkışla doruğa ulaştı…

Yukarıda bahsettiğim, grubun mütevazı tavırları, bir an için Grup Yorum simgesinin ihtişamını bana unutturmuş olmalı. 15 yaşımdan bana kalan, gitarda ilk çaldığım şarkılardan, Bolu’nun Anıt Parkı’nda devasa Atatürk heykelinin hemen arkasında konuşlanıp, küçük solcular olarak içip içip bağıra bağıra söylediğimiz Haziran’da Ölmek Zor’lar, Sıyrılıp Gelen’ler yavaş yavaş içimi gıcıklasa da, konserin ülkenin içi buruk solcularına ne ifade edeceğini tam kavrayamamışım. Oysa 55.000 kişi bunu alkışlarıyla, zafer işaretleriyle, muhtemelen Taksim’den Tophane’ye, Beşiktaş’tan Nişantaşı’na kadar yankılanan sloganlarıyla, şarkılara yaptıkları ve bizim sesimizi bastıracak denli güçlü eşliklerle, bir futbol sahasını dolduracak kadar çok insanın halay çekmesiyle öyle bir hatırlattılar ki, konserin başlamasından 24 saat sonra bile hala kafamı toparlamakta zorlanıyorum. Aslında kim olursanız olun, böyle bir kitle ile tek bir ses şarkı söylemek, onların alkışını almak, onları heyecanlandırmak, umutlandırmak insanı büyüleyecek bir şey. Yine de bu konseri, diğer stad konserlerinden ayıran önemli bir fark vardı: Sadece müzik ve eğlence için değil, orada toplanmış onbinlerin on yıllardır farklı yoğunluklarda (kiminin açıkça, örgütlü ve sistematik, kimilerininse özgür tutsaklar, beyaz yakalılar, mavi yakalılar olarak kendi küçük dünyamızda) yürüttüğü haklı ve zorlu bir mücadelenin yarattığı yorgunluk kadar coşkunun da, hep beraber dışavurumu için bir araya gelinmiş olmasıydı. Orta Doğu ile Avrupa arasında sıkışmış, yeryüzünün en verimli ve muhtemelen de bu nedenle en kanlı topraklarında, yüzyıllarca kul olarak yaşamış bir toplumun çocukları, imparatorluk torunları olmalarına rağmen, tüm insanların eşit olduğu bir dünya hayaline inanacak kadar cesur insanların gövde gösterisiydi…

Konserden hemen sonra erkek vokalist ile teşekkürleşip el sıkışırken “Çok güzeldi, emeğinize sağlık, inanılmazdı, konuşamıyorum!” demesi, akşamın büyüsünün en güzel tarifiydi…











Beni en çok gururlandıran, 25. Yıl kutlamasına Grup Yorum ve sanatçı dostlarının, danslarla, gösterilerle, konuşmalarla, sloganlarla, maytaplarla böylesine güzel bir gösteri ile hazırlanmış olmalarıydı.

Tuncel Kurtiz’in stadı inletecek bir coşkuyla, yüreklerimizi titrerek okuduğu “Geçit Yok” şiiri, Suavi’nin “Mümkün olanın sınırlarına, ancak imkansızı deneyenler ulaşabilir.” diyerek yaptığı, hafızalarımızı tazeleyen, yüreğimize kocaman bir umut bırakan güzel konuşması, “Şişli Meydanı’nda Üç Kız” ve “Defol Amerika”da eşlik eden sanatçılarla, Özgür Tutsaklar adına sahneye çıkıp konuşanlar… her biri, bu gövde gösterisinde, hayallerin günah olduğu bu ülkede içine kapanan gerçekçi hayalperestler için nasıl bir birlik duygusu, umut uyandırdı… tarifi zor…

Kolektivizmi anlatan bir dansla açılan konserde, Gecekondu Gökdelen şarkısında sahneye gelen dansçıların sunduğu tiyatral gösteri, Umudun Zeybeği’ndeki gösterişli oyun ve muhtemelen saymayı unuttuğum diğer gösteriler, sahneden kısıtlı görüş açımla beni bile bu kadar heyecanlandırmışken izleyici tarafında yarattığı coşkuyu tahmin bile edemiyorum.

Yine söylemeden geçemeyeceğim, ülkemin çok popüler şarkıcılarının Harbiye Açık Hava gibi çok büyük konserlere nasıl bir lakayıtlık içinde, çok az prova ile, sadece sahne tecrübesi ve arkalarında çalan iyi müzisyenlere duydukları güvenle, bir görevi gerçekleştirircesine, heyecansız hazırlandığını gördükten sonra, Grup Yorum ve dostlarının disiplini, heyecanı bende sadece saygı uyandırmakla kalmadı, etik değerleri kaybetmemenin yüceliğini bir kez daha hatırlattı. Tabi, Grup Yorum’unki olması gereken, lakayıtların tavrı -yazık ki- koyun sürüleri kadar şuursuz pop dinleyicisine tam da koyun muamelesi yapmaktır… bunlar benim naçizane görüşlerim…

Durgun ve hüzünlü şarkılarla açılan konserin ilk ve ikinci yarısında halay potborileri seyircileri de bizi de öyle bir coşturdu ki, durduğumuz yerde kollarımızla çektiğimiz halayla seyircilerin coşkusunu paylaşmak çok keyifliydi. Unutulmaz anlardan biri de, Sen Olacağız’da “Sen rahat uyu yoldaş, işte burada” diyerek sağ ellerimizi yüreğimize koymamızdı. Amatör bir müzisyen olarak, dinleyicilerin coşkusunu sadece ses performansı ile paylaşmanın yetmediğini, beden diliyle de coşkuyu ifade etmenin nasıl büyük bir ihtiyaç olabileceğini böylece tecrübe etmiş oldum…

Bize Chavez’in selamını getiren Venezuela’lı Ali Primera eşliğinde söylediğimiz, Che için yazılmış iki güzel şarkı (Victor Jara’nın El Aparecido’su ve Carlos Puebla’nın Hasta Siempre’si), Güney Amerika’ya şen bir selamdı adeta. Yasemin Göksu’nun Bir Görüş Kabininde performansı unutulmazdı… Güzel sesli insan çoktur. Bir çok insan şarkı söyleyebilir. Ama yorumculuk, sözleri hissederek ve hissettirerek söylemek, herkesin harcı değildir. Yasemin Göksu’nun performansı, iyi yorumculuğun net bir örneğiydi.

Bu konserin DVD’sinin yayınlanacağını belirtmeden geçmeyelim. Böylesi bir coşkunun ölümsüzleşmesi, çok sevindirici.

İşte böyle…

By Gand

15 Haziran 2010 Salı

HOLLANDA'DAN RAKAMLAR VE KIM JONG-IL


















Birkaç rakam vereceğiz Hollanda ile ilgili. Danimarka ile oynanan maçta sahaya çıkan Hollanda onbiri Dünya Kupası tarihinde sahaya çıkmış onbirler içinde, milli olma açısından en tecrübeli onbirdi. 11 oyuncunun milli olma rakamı toplam 602 ediyordu ki bunu 11 oyuncuya böldüğünüzde kişi başı 54,73 gibi bir sayıya ulaşıyorsunuz. Giovanni van Bronckhorst, 100. kez milli oldu ve bu kadronun en çok milli olan oyuncusuydu. Sağ bek Van der Wiel ise 11 kez ile en az milli olan oyuncuydu. Aşağıda listenin tümü var.


















Hollanda-Danimarka maçı seyirci açısından da önemli br temel taşıydı milli takım tarihinde. Final maçının da oynanacağı Johannesburg'daki Soccer City Stadyumu'nda maçı 83.465 kişi izledi ve bu Portakalların tarihindeki en yüksek 5. seyirci rakamı oldu. Listenin tepesinde 1957'de Estadio Bernabéu'da oynanan hazırlık mücadelesi İspanya-Hollanda var. Maçı 105.000 kişi izlemişti. O liste de aşağıda.

















Hollanda dünkü maçla üstüste 20. kez sahadan mağlubiyet almadan ayrılmış oldu. Daniel Agger'in kendi kalesine attığı gol, Dünya Kupası'nda Hollanda adına tabelaya 289 dakika sonra gol yazılmasını sağladı. Son golü, Ruud van Nistelrooy, 2006'da Fildişi ağlarına göndermişti (2-1 galibiyet). Ayrıca bu gol, Hollanda'nın rakibin ayağından kazandığı ilk golüydü kupa tarihinde.

Kapatırken Kim Jong-Il ve Kuzey Kore hakkında da bir şeyler söylemek lazım. Evet uzaktan davulun sesi hoş geliyor belki de. Mazlumun, güçsüzün yanında olan Türk insanının psikolojisiyle sempati duyuyoruz bu adamlara. Hepimiz duyuyoruz. Ama o sempatiyi duyarken şunu da aklımızın bir köşesinde bulundurmak lazım. Kuzey Kore'deki insanlar, kendi takımlarının, 44 yıl sonra oynadığı bu Dünya Kupası maçını izleyemediler, zira Jong-Il, maçın yayınının birçok emperyalist felsefenin ürünü olan markayı vatandaşların evine taşıyacağını düşünüyordu, reklam panolarından, tribünlere kadar. Maç Kore'nin kazanması halinde, banttan, bu markalar sansürlenerek yayınlanacaktı. Hiçbir zaman bu maçı izleyemeyecekler. Kendinizi o insanların yerine koyun. 2002 Dünya Kupası'nda, 48 yıl sonra gittiğiniz kupada, Brezilya ile oynadığımız ilk maçı hiçbir zaman seyredemiyor olsaydınız ne hissederdiniz ve sesiniz ne kadar çıkardı?

Maç öncesi antrenmanlarını gösterdi takımın. 1970'lerden kalma tekniklerle çalışıyorlardı. Birbirini sırtına alma, birdirbir oynama, birbirini kaldırma vs. Kendisini tamamen dış dünyaya kapatan Jong-Il belki kendi istediğini yaptı ama bu akşam sahadaki oyuncular (aslında pas denemelerinden futbol zekaları olduğunu göstermelerine rağmen), güney komşuları gibi yeteneklerini geliştirememenin ve muhafazakarlığın sonucu olarak Brezilya'yı çok fazla zorlayamadılar. Maç 2-1'e geldiğinde ne yapacaklarını bilemediler, çünkü bu duruma hazırlıklı değillerdi.

Evet sempati, içten içe bir destek bu duyguları anlayabiliyorum ama bu durumu, Kuzey Kore'den kalkıp Güney'e ya da dış dünyaya yerleşmiş bir Koreliyle bir konuşmayı deneyin. Size çok iyi şeyler anlatmayacak emin olun.

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER - 6: BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?!?!!!


















Bu geleneği kim, nasıl başlatmıştır kestiremiyorum. Ama toplumumuzda, büyüklerin, Yenitanışılançocuklarasorulmasızorunlusualler diye bir batıl inancı olduğunu düşünüyorum. Çocukken beni feci şekilde bunaltan sorulardan biri olan “En sevdiğin ders ne?” sorusuna “matematik” diye cevap vermenin nasıl da itibar kazandırdığını, “Karnen nasıl?”a “hepsi pekiyi” demenin bu stresli konuşmayı en kısa yoldan kesmenin yegane metodu olduğunu kısa zamanda kavradığımı net hatırlıyorum. Ama aralarında bir tanesi vardı ki, allem etsem kalem etsem de kimseye beğendiremiyordum: “Büyüyünce ne olacaksın!

Sana ne! Sa-na-ne! Hatırladıklarımdan biri de, bu cevabı verebilmek için yanıp tutuştuğumdu… Ama o zamanlar şimdiki çocuklar gibi yetiştirilmiyorduk ki… Büyükler seni ciddiye almasa da, dinlemese de sen onların tüm sorularına o çocuk aklınla en ciddi ve tatmin edici cevapları verebilmeliydin. Doktor olucam! Hayır, avukat! Kaymakam ol, kaymakam! Uzunca bir zaman düşündükten sonra doktor olmanın çok sıkıcı bir şey olduğunu, zira sınıfımdakilerin %90’ının zaten doktor olacağını; avukatlığınsa fazla stresli, insanlarla fazla haşır neşir olmakla eş anlamlı olduğunu fark edip kaymakam olmaya karar vermiştim. Ama hey hat! Hayatımı değiştiren bir şey gerçekleşti! Cesur ve güzel diye bir dizi başladı ki, güzel güzel kadın kaynıyor… eh biz de 3 kız olduğumuza göre hemen kendimizi birileriyle eşleştirmeliydik. Evin sarışını (küçükken hepimiz sarışın oluyoruz ya) olduğum halde sırf yaşı büyük ve küçükkardeşidövebiliteye sahip olduğu için yıllarca, Sam Brown’lığı benden çalan büyük ablamın arkasında koyu kumral back vokali canlandırmak zorunda kalmanın intikamını, Cesur ve Güzel’in yegane başrol sarışını Brooke’u kaparak almıştım. İşte o an hayalimdeki mesleği de bulmuştum. Elimde deney tüpleri ile çılgın icatlar yapan bir kimyager olacaktım. Evet evet! Doktorluktan binlerce kez daha orijinal, avukatlıktan kat be kat daha az stresli şahane bir meslekti ve işin en güzel yanı, yaşıtlarım kimyagerin ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Farklı olmak neden bu kadar önemliyse daha paçalı don giyerken…

Demem o ki, bence bu toplumda çocuklarda ciddi travmaya neden olan “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna, 28 yaşıma gelince ancak bir cevap bulabildim: Öncelikle bir şey olmak için büyümeye ihtiyacım yok. Hali hazırda zaten bir şeyim! Ayşeyim! Fatmayım! İsmailim! Hakanım! Sırf bu yüzden seni lanet olası, büyürken aklını ve hayal gücünü küçültmüş zavallı yaşlı, bir şey olmak için senin gibi büyümeyi beklemeyeceğim. Meslek sahibi olmanın bir şey olmak değil olduğun şeyi kaybetmek anlamına geldiğini kavramak için 20 sene acı çekmeyeceğim. Karnını doyurmak için zamanını satmak zorunda olduğun yani modern köle olduğunu, etiketler altında boşu boşuna ezildiğini, tüm bunların insanoğlu denen kıt beyinli bir güruh tarafından uydurulmuş saçma sapan kurallar olduğunu, bunlarsız hayatın çok daha güzel olacağını ve senin gibi bir çok zavallıların inandığının aksine, yaşamı, dünyayı yönetebilmek için hiç de böyle saçma kurallara ihtiyaç olmadığını, şu tertemiz zihnimle daha şimdiden görebiliyorum. İlla ki bir cevap istiyorsan söyleyeyim: Ben büyüyünce ne olmayacağımı gayet iyi biliyorum. Toplumun dayatmalarına boyun eğip, kendine sunulan uyduruk elbiseyi, içine sinmediği halde, giyebilmek için yıllarca kendiyle mücadele edecek, bu uğurda türlü çeşit depresyona sorgulamaya sürüklenecek bir hıyar olmayacağım. Yedimde neysem yetmişimde de o olacağım. Başka türlüsüne neden gerek olsun ki? Ben, benim yahu… sırf bu yüzden saygıyı ve yaşamayı hak ediyorum. Tanıdığın herkesi -sana göre- yüksek mevkilerde görmek gibi sapıkça bir obsesyonun varsa, kesinlikle bir doktora görünmelisin.

Amerikan filmleriyle büyüyüp de o filmlerdeki çocuklar gibi hazır cevap davranamamanın intikamını işte böyle alacağım. 28 yaşında 7 yaşına dönüp, daha o zamanlar kavradıklarımı yeniden hatırlayacak ve saçma kurallarınızın hiçbirini ciddiye almayacağım. Davranışımı iş hayatında amatörce, özel hayatta ise terbiyeden yoksun bulacaksınız. Kınayacaksınız ama en çok da “Ben kurallara uyarken o nasıl uymaz!” diye içten içe ifrit olacaksınız bana. Üzgünüm ama, kurallara uyup toplumun dayatması rolleri oynamaya çalışmanız sizin ezikliğiniz. Kendinize duyacağınız saygının, yaptığınız rolleri başkalarının beğenmesine bağlı olması nasıl da kısıtlayıcı bir şey olsa gerek… oysa özgür olmayan bir canlının odamdaki masadan ne farkı kalır? Masasın (bankacısın) ve görevini yap. Orda dur (tüm gün otur), rengin kahverengi olsun(takım elbise giy), şeklin dikdörtgen (davranışın profesyonel). Değerinse masif(London School of Economics diplomalı) ya da mdf(Hacettepe mezunu) olmana göre değişsin. Parayla ölçülebilen bu değer(maaş), aldığın hammadde sertifikalarıyla(mba) belirlensin… Oldu canım!

Cinsiyetimden dolayı çocukken nasıl eziklik hissetmediysem, şimdi de hissetmeyeceğim. Bacağını ayırıp oturmanın neden erkeklere has bir hak olduğunu bana o yaşlarda açıkça anlatamayacak kadar, cahil (çünkü muhtemelen sebebi üzerine siz de kafa yormadınız) ya da ezik (yordunuz da bulduğunuz cevabı beğenmediğiniz için her baskıcı toplum bireyi gibi hastalıklı bir ket vurma eylemiyle bulduğunuzu unuttunuz) olduğunuz halde, öyle oturmamam gerektiğini söyleyebilecek kadar despot olabildiğinizi 28 yaşında bir çocuk olarak, bacağımı ayırıp oturarak size anlatacağım. Garipseyen bakışlarınıza gözlerimi doğrudan dikerek utandıracağım sizi.

Oh be, rahatladım!

*Fotoğraftaki çocuğun İ. Melih Gökçek’e benzerliği beni benden aldı…


Bay Gand :)

VUVUZELA VİRTÜÖZÜ INIESTA

14 Haziran 2010 Pazartesi

ARTIK TOTAL'INI GÖMELİM FUTBOLA BAKALIM

















Yazının başında bir hatırlatma yapayım. İnternet aleminin en güzide bloglarından Borges'in yaratıcısı O.U. (Clark Kent mode on), Mustafa Sapmaz ile Ali Ece'nin hazırladığı ve Lig Radyo'da yayınlanan Total Futbol programının konuğuydu bugün ve anladığım kadarıyla yarın da olacak. Hoş bir futbol sohbeti dinlemek isteyenler programı kaçırmasın derim. Yanlış bilgi vermeyeyim ama program TSİ 18:15-20:00 arasında (Ali Ece uyardı düzeltelim).

Hollanda sahadaydı bugün. Outsider deyin, favori deyin ne dersiniz deyin turnuvanın en çok şey beklenen takımlarından birisiydi zira ileri ucunda her turnuvada olduğu gibi, bireysel anlamda oldukça yetenekli oyunculardan kurulu ve bunların ikisi son Şampiyonlar Ligi finalinde takımlarını taşıyan isimler olan bir kadroya sahipti. Bununla beraber yine sıkça yapılan yorumlarda, Hollanda'nın defans hattının problemli olduğundan, hatta forvet hattı ne kadar güven veriyorsa savunma hattının da bir o kadar S.O.S. verdiğinden dem vuruluyordu. Bu 2 birbirinden farklı yorumlara maruz kalan hat, adeta bu maçta kalite açısından birbirine yaklaştı. Hollanda savunması ilk yarıda Nicklas Bendtner'in 1 kafa vuruşu 1 de gol pası ile zorlaması dışında çok fazla sıkıntı çekmedi. 2. yarıda ise daha da rahat bir maç çıkartılar. Ancak öte yanda hücum hattı beklenilen yaratıcılığının oldukça uzağındaydı, zaten maç bittiğinde birçok kişinin yaşadığı hayalkırıklığının sebebi de bu.

Hollanda basını ve insanı kendi milli takımı konusunda milliyetçidir biraz. Genelde korumacı bir tutum takınırlar ve eleştirilerini de oldukça yumuşak tutarlar. Örneğin Bert van Marwijk'ın, "Marco van Basten o takımın başındayken ben milli takımda yokum" diyen damadı Mark van Bommel'i, 2 sene önce göreve gelir gelmez form durumuna bakmadan milli takıma almasını pek konuşmazlar. Bu olayı Türkiye'de herhangi bir hocanın yapması halinde neler olacağını biliyorsunuz (Fatih Terim'in Emre Belözoğlu'nu milli takıma alma sebebinin, kızlarından birisiyle ilişkisi olduğunu iddia eden bir dolu insan vardı hatırlamak lazım). Halk bugünkü maçtan sonra kazandığı için çok mutluydu, o yüzden çok fazla eleştiri işine girmediler. Basın da büyük ihtimalle yarın işin eleştirel tarafına bakacak. Ancak son 2 haftadır işaret edilen bazı tehlikelerin gerçekleştiğini gördük. Bu da Euro 2008'de, son Dünya Kupası'nın 2 finalistine 7 gol sallanmasını sağlayan 4-2-3-1 sisteminin içinde bulundurduğu problem, yani defansın önünde bulunan ikilinin defansla, forvetin arkasında bulunan üçlünün forvetle birleşerek aradaki bağlantının kaybolduğu ve bu sebeple de 6-0-4'e dönüştüğü problemi.

















Bu sonucun 2 sebebi vardır kafaca. Birincisi defans oyuncularınızın hücum özelliklerinin olmaması bir yana aslen, bu eksikliklerini kapatacak şekilde hücuma destek verememeleridir ki Mark van Bommel, Bayern Munich'de Van Gaal yönetiminde oynadığı futboldan çok uzaktı, sahanın Elia ile birlikte en iyi 2 oyuncusundan birisi olmasına rağmen. Rakip kaleyi 1 kez yoklayabildi. Nigel de Jong ise onun kadar dahil olamadı bile. Bu da beraberinde Hollanda'nın, Fatih Terim'in ikinci Galatasaray dönemindeki "Felipe'li Galatasaray" esintilerini göstermesine sebep oldu. Yani Sneijder'ın kendi sahasının ortasına gelip topu almasına, çalım ve driblingle rakip sahanın ortasına getirip ileri ucu görme denemeleri. Ama orada da bir sorun vardı zira Robin van Persie kariyerinin en kötü maçlarından birisini oynadı. Öyle ki, oyundan alınmasına yakın basit pas trafiklerinde bile aksıyordu. Neredeyse maç boyunca çalışmayan hücum hattına 2 hediye oldu. Birisi Danimarka'dan. Futbolda 90. dakikada atılan ve sonuca etki eden gol bir kenara bırakılırsa gol atmak için en iyi zaman ikinci devrenin başıdır. Zira, rakip teknik adam, son 45 dakika için kafasındaki planı oyuncularına aktarmış ve o şekilde sahaya göndermiştir. Ancak 46. dakikada atılan bütün bir 15 dakikalık devre arası aksiyonunun boşa gitmesine sebep olur zira bambaşka bir plan lazımdır artık. Poulsen'in indirdiği, Agger'in sırtıyla tamamladığı gol de bunun getirdi Hollanda'ya. Abondone olmuş bir takımı kendine getirmek için, normalde yapmayı düşünmediği 3 ofansif değişiklik yaptı Morten Olsen ama nafile.

Hücum hattına ikinci hediye ise kenardan, Bert van Marwijk'dan geldi. Eljero Elia. Twente'de ilk parladığı günlerden esintiler verdi ve adeta Hollanda resitali için ekran başına toplanan taraftarların ağzına bal çaldı. Van Marwijk, ikinci maçta onu takıma nasıl monte edecek göreceğiz. Japonya'nın bugün Kamerun ağlarına gönderdiği golün sol taraftan gelişen bir akınla geldiğini unutmamak gerek.

Beklentilerin altında kalan bir Hollanda var karşımızda şimdilik. Orta sahanın gerisi ve ilerisindeki 2 hat arasındaki bağlantıda önemli kopukluklar olduğu, bu kopuklukların Sneijder'ın ekstra bir çaba göstermesi sebebiyle onun etkinliğini azalttığı bir tablo var. Sneijder 3 hafta önce Şampiyonlar Ligi finali'ne çıktığında arkasında, takımı itebilen hem de bireysel anlamda yaratıcı işler yapabilen Cambiasso ve Javier Zanetti gibi 2 oyuncunun eksikliğini çekti açıkça. Hollandalılar Robben'ın eksikliğini çok fazla dile getiriyorlar ama sorun sadece hücumdaki derinlikte değil. Robben elbette orayı hareketlendirecektir ama bu hareketlilik, temelde yatan sorunları ancak çeyrek finaldeki muhtemel Brezilya eşleşmesine kadar etkiler orası açık.

Son yaklaşırken, maç sonucunda yaşadığı hayal kırıklığı ile Total Futbol'a ağıt yakanlara kısaca değinmek lazım. Futbol önüne geçilemez bir hızla evrimleşiyor. 1974 Hollandasının mirasını, sırf adı Hollanda diye sahada aramak yersiz. O Total Futbol'la baş etmesi imkansız gibi gelebilecek Euro 2004 Yunanistanı evine bir Avrupa şampiyonluğu götürdü. Ama futbolun evrimi onları da yuttu. Sadece 5-6 yıl sonra artık işlemeyen, ileri adım atamamış ve "antik" bir futbol sistemi haline gelmişti o 6 yıl önce şampiyonluk getiren sistem. Ayrıca birçok takıma da bizzat o 2004 şampiyonluğundan etkiler yapmıştı. Futbola böyle bakmak lazım. 1974'ten sonra insanları en fazla eğlendiren ilk takım olan 1982 Brezilyası, Enzo Bearzot'un "çirkin" ama sahada ne yaptığını bilen İtalyasından 3 gol yedi. Bugün göz alıcı videolarla bize hatırlatılan, 10 kişinin aynı anda rakibi ofsayta düşürmek için ileri çıktığı, 1 kişiye 3 kişinin bastırdığı 1974 Hollandası, Mourinho'nun Inter'i ile karşı karşıya gelse, skor tabelası ne olur üzerine düşünmek lazım. Düşünürken de sürekli futbolun değiştiği ve bu değişimin, macera arayan gol sayısını artırmaya yönelik köklü değişikliklerden ziyade, alçakgönüllülük, ayrıntıcılık ve hata kollamaya yönelik küçük hamlelerden ibaret olduğunu da hesaba katmak.

Gio van Bronckhorst 100. milli maçına çıktı Hollanda formasıyla.

13 Haziran 2010 Pazar

INGILTERE'DEN DUNYA KUPASI IZLENIMLERI

















Kesinlikle farkli bakis acilari var Ingilizlerin futbola... Aslinda farklilik onlarin eglence anlayisindan kaynaklaniyor. Belki de bu durumdur holiganizmi doguran. Neyse... bu konulara girmenin hicbir alemi yok. Basligin da anlatacagi uzere Ingiltere’den Dunya Kupasi izlenimlerim. Peki Ingiltere’nin neresinden derseniz? Sunderlend. Kuzey-dogu Ingiltere. Peki bunu neden soyluyorum. Sunun icin. Buralar Londra’ya ya da Ingiltere’nin guney tarafina pek benzemiyor. Bilen bilir. Burasi Ingiliz yogunlugunun hissedildigi bir alan. Yabanci sayisi oldukca az ve bu durum da onlari biraz daha milliyetci hatta bazen irkci yapiyor.

Neyse dunun ikinci maci olan Nijerya-Arjantin macini universitenin maclari yayinladigi salonda izlemek icin Arjantin formasiyla yola ciktim. Onceki yazilarimi hatirlarsaniz, Afrika futboluna olan bagliligimi bilirsiniz. Ama kupa genelinde Arjantin’i destekledigimden bu durum kacinilmazdi. Bu yuzden kendi icimde Nijerya’yi esit oranda destekleyordum. Ama birazda Nijeryali arkadaslari kizdirmak icin cektim uzerime formayi. Maci izledigimiz salonda yaklasik 30 Nijeryali arkadas vardi ve neredeyse tamamini taniyordum. Beni gorduklerinde verdikleri tepki icin Nijerya Ingilizcesiyle tanismaniz gerek oncelikle =)

Macin hemen basinda Heinze’nin muthis goluyle Nijeryali kalabaligin icinde Arjantin formasiyla iyice dikkat ceker konuma geldim. Ilk yaridaki zevksiz futbol, ikinci yarida yerini daha izlenilebilir bir futbola birakti. Ancak Nijerya takiminin ofansif oyuncularinin tamami cok kotuydu. Obasi, Obinna, Yakubu adeta sahada yoktular. Lagerback’in Martins, Uche ve Odemwingie hamleleri de seyri degistiremedi. Hele Uche’nin kafasi guzeldi bilmiyorum ama adeta kabus gibiydi. Tabi Nijeryali arkadaslara takilmamak olmazdi! Viktor Ikpeba kadroda mi? Kanu hala futbol oynayabiliyor mu? tarzinda sorularla onlari iyice kizdirmak isin tadiydi. Unutmadan, Manager oyunlarinin efsane kalecisi Enyeama da, oyun database’ini haksiz cikarmayacak bir performans gosterdi. Turnuva sonrasi Israil’de kalmaz diye dusunuyorum. Macin ilerleyen dakikalarinda Messi ve Tevez ile baski kuran Arjantin’in ikinci golu bulacagindan herkes emindi neredeyse. Nijeryalilar, kendi oyuncularina “use your body” diye bagirdikca millet guldu :)

Sozun ozu, Nijerya bu kadroyla bundan fazlasini oynamali ve Arjantin bundan iyisini oynamazsa, kupayi kazanamaz.

Gecelim gunun son macina. Ingiltere-ABD macinda atmosferi daha derin hissedebilmek icin Pub’a gitmeye karar verdik. Alkol konusunda Ingilizlerin tavan yaptiklari saatlerdi. Sokaklarda sacma sapan yuruyen insanlar. Kicini gostermek icin elinden gelen herseyi yaparcasina giyinmis kadinlar... Derken tam Pub’in kapisindan iceri girerken Gerard’in golu geldi ki, ne oldugumu anlayamadim. Sozde Ingiltere’yi destekleyecektik macta ortama ayak uydurmak icin ama beklemedigim anda gelen golle sadece etrafta olup biteni izlemekle yetindim. Ilerleyen dakikalarda artik onlardan biriydim ama bir yanim ABD’yi de desteklemiyor degildi hani.

Ilk yari oynanan futbol o kadar ayrintisizdi ki... Alkolunda etkisiyle kiz arkadaslarinin kicina temasta bulunabilmek icin sacma sapan hareketler yapan Ingilizleri her yerde gormek mumkundu. Elinden icki siselerini dusurenler, siseyi birakmamak icin olacak ki butunuyle yere dusenler... =) Ingilizlerin uyanmaya ihtiyaci vardi ve onuda kaleci Green yapti. Alda at dercesine gelen topu, alamadi ama atti. Ingilizler sok icerisindeydiler. Devre arasinda millet maca uyanmisti. Bende bu arada mekani degistirdim. Baska bir Pub’a gecis yaptim devre arasinda... Yeni gittigim pub (Varsity, bilenler olabilir) Heskeysevmezgillerden olusuyordu ki bende tam yerine gitmisim. Ingiltere milli takimi bir kalecisizlikten, birde forvetsizlikten cok cekiyor da... yine de Heskey’den iyileri var yani. Adam Owen’in parladigi yillarda milli takimda oynuyordu, Owen gitti, Heskey hala orda... Ikinci yari zaman zaman hareketlense de oyun zevksiz bir macti butunuyle. Ingiliz taraftarlar Heskey’den, James Milner’den hep sikayet ettier mac boyu... ABD tarafinda ise Onyewu’nun ve Altidore’un performanslari etkileyiciydi. Onyewu, neredeyse tamamini sakat gecirdigi sezonun ardindan oldukca iyi bir futbol oynadi.

Benim adima gunun en kotu olayi ise, fotograf makinesiz evden cikmis olmamdi. O yuzden bu yaziya fotograf ekleyemiyorum. Ama bir sonraki izlenimler yazisi mutlaka bol fotografli olacak.

by LeFoot

DÜNYA KUPASI BAŞLANGIÇ
















Birkaç gün sonra Türkiye semalarına uçacağımızdan Dünya Kupası yorumlarına hiç başlamak istemedim zira gerisi gelmeyecekti. Bir de bir şeyler yazma motivasyonunu en az hissettiğim turnuvalar Avrupa ve Dünya şampiyonalarıdır ki sadece oturup izlemeyi, maç sırasında kısa yorumlar yapıp zevk almayı tercih ederim. Bu turnuvada da böyle olacak. 11 temmuzda finalin son düdüğü çaldığında genele bakıp sonuçlar çıkarmayı, o genel sonuçardan tekrar geriye gidip tümdengelim uygulamayı tercih ediyorum ben. Bir de belki de normal sezon içinde çok şey yazdığımızdan bu dönemde yazmaktan çok okumayı tercih ettim. Maçları gayet güzel, eş zamanlı yorumlayan arkadaşlar var, onlara kulak ve göz veriyorum diyeyim.

İlk 2 günün bize gösterdiği gerçek turnuva öncesi yapılan herhangi bir takımın ağır basacağı ve şampiyonluğa gideceği şeklindeki tahminlerin içinin boş olduğu ve henüz turnuvanın geneline ağırlığını koyacak bir takım mesajını alamamış olmamız. Bugünkü Almanya maçı favorilerden diğeri hakkında fikir verecek. Sonra da Brezilya, Portekiz, İspanya, İtalya ve Hollanda'yı göreceğiz. Turnuva en çok aşama kaydeden ve yüksek kalitedeki futbol düzeyine yaklaşma yönünde atılım yapan takımların işine yarayacak gibi görünüyor. Güney Kore'nin Hiddink'in kurduğu temelin üzerine gitmesi (oyuncuların bir çoğu teknik direktör Huh Jung Moo dahil tüm ekip Hiddink'le yakın ilişkiler içinde hala) ve Yunanistan maçındaki yapışkan, pes etmeyen oyunun nasıl turnuvanın şu ana kadar en net oynayan takımını ortaya çıkardığını gördük. Arjantin ve İngilizler kendilerini favori gösterenleri memnun etmediler. Çarşamba akşamı tüm maçlar bittiğinde bu duyguyu hissedenlerin sayısı artacaktır mutlaka. İlk maçların böyle geçmesinin normal olduğu ve takımların giderek açılacağı yorumlarına katılıyorum ama tüm takımlar için değil. "Turnuva takımı" ifadesinin dünyada birkaç takım için kullanılmasının sebebi de burada yatar. Açılmasını beklediğiniz takımlar bir anda kendilerini son 16'nın dışında dahi bulabilirler. Dolayısıyla ilk maçlar mutlak surette çok önemlidir ve genellikle de kupanın ilerleyen günleri hakkında fikir verirler. Arjantin-Güney Kore maçında Maradona'nın kenarda Nijerya maçından daha sıkıntılı dakikalar geçirebileceğini görebiliyoruz örneğin.

2 gün içinde oynanan 5 maçtaki en güzel anlar, Kore'nin Park'la bulduğu ikinci gol ve maçın sonlarına doğru sol kanattan geliştirdiği baskınvari hücumdu. Kore tarafındaki rüzgarın Kuzey'e de etki etmesini diliyoruz. Bugünkü Slovenya-Cezayir maçı da dahil hiçbir maçı küçümsemeden bu şölenden zevk almak lazım. Dün Amsterdam'da İngiltere-ABD maçı sırasında büyük dalgalanmalar olduğu söyleniyor. Bu 2 milletin insanları Amsterdam'da önemli bir nüfus oluşturuyorlar. E maçı İskoç, İrlandalı, Gallisi de takip ediyor. Tüm Arjantin restoranları, (en kıytırık olanları da dahil), mekanlarına dev ekran koydurmuş durumda. Dünyanın en enternasyonel şehirlerinden birisi olan Amsterdam'a yolu düşen olursa kupa maçını barlardan birinde izlemeden geri dönmesin. Şölen devam ediyor.

Not: Valla Erdoğan ne maç oluyo ama di mi?....

12 Haziran 2010 Cumartesi

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-38





















Arjantin bundan önceki dünya kupalarında, kupa maskotunun şapka takmadığı hiçbir turnuvayı kazanamamıştır. Arjantin'in şampiyon olduğu 1978 ve 1986 turnuvalarında maskotlar Gauchito ve Pique'nin şapkası vardır. Dolayısıyla şapkası olmayan 2010 Dünya Kupası'nın maskotu Zakumi Diego Armando Maradona'nın önünde önemli bir engeldir.

Bilgi:: Gary Lineker, Match of the Day, 12.06.2010

Not: Dünya Kupası'nda maskot uygulaması 1966 İngiltere'den beri uygulanmaktadır.

EZELİ REKABET-66

11 Haziran 2010 Cuma

KASAP ET, KOYUN CAN



















Düny azdık kupanın sosyo-ekonomik etkisiyle ilgili bir yazı. 2 farklı uçtan 2 hikaye ile devam edelim. Birincisi Honduras'tan. Ülkedeki forma galeyanı üzerine 2 yazı yazmıştık daha önce. Birçok ülke iş yerlerinin çalışma saatlerinde düzenlemeler yaptı. Güney Afrika'daki maçlar biliyorsunuz, Güney Amerika saatiyle sabah oynanacak. Dolayısıyla bizim Japonya'da yaptığımız gibi spor severler sabah kalkıp kahvaltısını edip ekran başına kurulacaklar. E bunun hafta içi maçı var işi ve güçü var. Bu yüzden Honduras Çalışma Bakanı Africo Madrid (adamın ismi üzerine ayrıca bir yazı yazılır ya) , kupa boyunca Honduras maçlarının olduğu saatlerde toplam 200.000 işçiye izin vermiş. 16 haziranda takımın Şili ile oynayacağı ilk grup maçını izlemek için saat 10'dan önce işe gelmeme serbestileri var. Aynı politika İsviçre ve İspanya maçlarında da uygulanacak. Ancak o maçlar öğleden sonraya denk geliyor. Böylece, 12:30'da çalışanlar paydos edip evlerine gidecekler. Honduras ekonomisi bir hayli darbe yiyecek tabii bu işten ama 3 yarım günlük yükü de kaldırırlar Dünya Kupası uğruna.

Dünyanın bir ucunda, bakanlıklar çalışanlarına maç izlemek için izin verirken öbür ucunda insanlar kupayı izlemek içni yağmur duasına çıkıyorlar. Nasıl mı? Nepal'deki elektrik enerjisinin kaynağı ülkeye yaz mevsiminde düşen yağmurlar. Televizyon izlemek için de elektrik lazım doğal olarak. Yağmur yağmayan mevsimlerde zaman zaman elektrik kesintisi günde 18 saate ulaşıyor, hatta zaman zaman gün boyu sürüyor. Haziran ayında başlaması gereken yağmurlar hala başlamamış ve ülkede elektrik kesintileri sürüyor. Cumartesi yağmur yapması bekleniyor ülkede ve herkes duacı. Yoksa Dünya Kupası'nı izlemek yalan olacak. Futbol sevdalıları hükümete, önemkli maçların olduğu saatleri ve günleri gönderip "bu zamanlarda kesinti yapmayın, Rooney'i Kaka'yı, Torres'i izleyeceğiz şurada" diye istek yapmışlar ama hükümet "suyla mı dönüyor bu ülke....yok lan doğru suyla dönüyor, ama su yok vatandaşlar söz vermeyelim" demiş....Kasap ve koyunun hikayesine buyurun.