31 Ağustos 2010 Salı

BREAKING THE EMMY BAD



















Biliyorsunuz Emmyler dağıtıldı dün gece. Akademinin Mad Men manyaklığını saymazsak ben Lord of The Rings hadisesinin burada gerçekleşeceğini ve Lost'un son bölümü dolayısıyla elde ne varsa tarihin en dandik finallerinden biriyle biten diziye vereceklerini sanıyordum (zamanında yaptığımız drama dizisi oylamasında Lost'un birinci seçilmesi üzerine, "20 yıl sonra bu diziyi kaç kişi hatırlayacak göreceğiz" demiştim, o gün kazan kaldıranların yarısı dizinin o absürd bitişi üzerine isyan bayrağını çektiler tabii, gerçi o zottirik sonu değil 20 sene 40 sene sonra da hatırlarım)...Neyse ki böyle olmadı. Gecenin galibi bana sorarsanız Breaking Bad oldu. Oyuncu ödüllerinin ikisini de alarak damgayı vurdular. Bryan Cranston'ın üstüste üçüncü Emmy'si oldu bu. Zaten ölüm grubu gibi bir adaylıktı. Hugh Laurie, Michael C.Hall ve Cranston....Hugh Laurie'ye üzülüyor insan. Üzerine methiyeler düzülen, kadınların aşık olduğu, erkeklerin "kız olsaydım"la başlayan cümleler kurduğu bir adamın daha Emmysi yok. Michael C.Hall da Altın Küre'yle yetinecek şimdilik. Ancak ortalarda dolaşan "Hugh Laurie'ye ödül vermeyene ne diyeyim" babındaki yorumların da haksız olduğunu düşünüyorum, zira bu söylemlerin sahiplerinin çoğunun Breaking Bad ve Walter White karakterinden bihaber olduğundan eminim. 3 sezon boyunca sürekli evrimleşen karakteri mükemmele yakın Cranston'ın ödülü haketmemesi gibi bir durum söz konusu değildi. Sadece Laurie 7 sezonluk emeğinin karşılığını alabilirdi belki...

Öte yanda Fringe'in Walter Bishop'ı John Noble'ın aday yapılmayarak tam bir rezalet işe imza atılan En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinde, yine Breaking Bad tayfasından Aaron Paul'un alması biraz tepkimizi hafifletti zira adaylar arasında sonuna kadar hakediyordu. E ödüllerin şerefine, bana göre Dexter'ın gelmiş geçmiş en iyi jeneriğinin yanına, gelmiş geçmiş en iyi bölüm girişlerini ekleyen Breaking Bad'in açılışlarından birinde çalan Los Cuates de Sinaloa'dan Negro y Azul şarkısını koyalım.

Kapatırken şunu ekleyeyim bir kez daha, bu Mad Men ne ayaktır.....

ABE VAN DEN BAN







Domenech'in bıyığıyla ilgili söylediğim her şeyi geri alıyorum. Bu adam bu bıyıkla, 100 sene önce Türkiye'de yaşasa, hangi cemiyete gitse kafadan başkanlık koltuğuna oturturlardı. Hangi rüştiyeden mezundur araştırmaktayım.

BİRİ BANA ANLATSIN vol.8: YEŞİL SAHANIN HEDEF TAHTASI



















Simon Kuper’in bugun De Pers’deki yazisi kaleciler uzerine. File bekcilerinin hicbir zaman hakettikleri degeri ne elestiri bazinda ne de maddi kazanc bazinda alamadiklarini ileri suruyor Kuper. Bundan hareketle futbol sahasinda isi en zor olan aktoru tartisalim dedim. Size gore saha kenarindakiler de dahil bir futbol takiminda en zor gorevi olan adam hangisidir? Biri Bana Anlatsin’in bu versiyonunda tartisalim.

Kalecinin isinin zorlugu hakkinda cok fazla ayrintilandirma gerekmese de bazi seyleri hatirlatmakta yarar var. Genelde bir finans sirketinde veya kurumsal bir firmada, isi en zor olan calisanlarin ayni zamanda yuksek maas almasi beklenir. Genelde sorumluluklari ile beraber haklari da fazladir ve calistiklari firmanin maddi gucu oraninda kazanc elde ederler. Kalecilerde de aslinda boyle olmasi beklenir ama isler nedense tersine yurur. Premier Lig tarihinin en pahali kalecisi olan Craig Gordon hakkinda 11 milyon pounda Hearts’dan Sunderland’e transfer oldugundan beri istenilen performansa erisemedigi soyleniyor. Bugun dunyanin en iyi kalecileri olarak bilinen Buffon, Casillas, Van der Sar gibi isimler diger mevkilerin en iyilerinin sahip oldugu hata yapma sansinin cok azina sahipler. Ustelik hep soyledigimiz gibi bu isimler en istikrarli olduklari donemde bile sadece "iyi kaleci" sifatina layik goruluyorlar. Ornegin bu gezegene ait olmadiklari soylenmiyor cok fazla, Bugun dunya tarihinin en iyi kalecileri olarak bilinen Yashin, Zoff, Maier,Banks gibi isimler Pele, Maradona, Platini gibi isimlerin ovgulerini alamadilar. Bu derece buyuk sorumluluk sahibi, sahada kendi disindaki 21 oyuncuyu her daim izlemek zorunda olan ve hatasinin telafisi olmayan bir adamin daha fazla ovgu almasini bekliyorsunuz gorevini layikiyla yerine getirdiginde.

Futbol sahasinin isi zor olan bir baska elemani golculer. Anlayacaginiz gibi bu is gole yakin olmakla alakali. Golu yiyen her an kellesinin gidecegini hissederken golu kaciran da her an giyotinde gibi hissediyor kendini. Tabii buraya kadar anlattigimiz seylerin tumunun yarattigi etkilerin Turkiye’de katlanarak ortaya ciktigini belirtmek lazim. Ornegin kaleci ve forvetlerin aldigi "kotu kaleci" veya "kotu forvet" yakistirmalari bizde "cuval" veya "kazma" olarak karsimiza cikiyor. Aslinda saha ici mevkilerini tartisirken nedense futbol sahasinda hata karsisinda en az zilgit yiyen adamin orta saha oyuncusu olmasi da apayri bir absurdluk. 21. Yuzyil futbolunun en kritik mevkisi haline gelen orta saha oyuncularinin bu kadar sorumluluga ragmen tepkilerden siyrilabilmesini iki kaleye de en uzak mevkii olmasina baglamak cok mu sig olur?

Peki teknik direktorler ? Jose Mourinho gunumuz futbolcularinin isinin oldukca kolay oldugunu, futbol bilgilerinin yuksek olmasiyla beraber, antrenman ve maclarda islerini yapip evlerine gittiklerini, oysa teknik direktorlerin, hayatlarinin uyumakla gecmedigi zamanlarin neredeyse tumunde takimla gectigini, kendi ozel hayatina zaman ayirmayi birakin, esiyle film izlemeye bile vakit bulamadigini soylemisti. Bir de tabii isin bu yonu var. Saha icinde meydana gelen olaylarin yarattigi sorumlulugun yaninda, bu sporun kisinin ozel hayatina etkisi. Buna bir de genelde bir futbol kulubunde isler kotuye gittiginde kapinin onune konulmaya ilk aday olan adamin teknik direktor oldugu gercegini de eklemek lazim.

Bu kisa ozetten sonra mikrofon sizde. Kimdir bir futbol kulubunde isi en zor olan adam ? Birileri bana anlatsin.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

FEDERAL ALMANYA 1990

JAPONYA İYİYDİ DE ÇEVRESİ KÖTÜYDÜ



Bizim Acun şu yarışmayı da bir getirse diyorum Türkiye'ye..Nüfus planlamasında çağ atlarız...

VANDEN STOCK'UN APPRENTICELERİ

















Anderlecht tarihindeki 30. şampiyonluğu kazandı geçtiğimiz yıl. Teknik direktör Ariel Jacobs Constant Vanden Stock Stadyumu'nda oldukça skorer bir takım kurdu. İnsanın 16 yaşında olduğuna inanası gelmediği Romelu Lukaku ve Mbark Boussoufa takımı genel anlamda taşıdılar. Tabii bu gruba hala kimsenin neden Belçika'da futbol oynadığını anlamadığı Arjantinli Lucas Biglia da dahil. Ajax altyapısından yetişmiş olan Boussoufa 13 gol, 17 asistle tamamladı sezonu. Lukaku da normal sezonda 15 gol atarak gol krallığını kazandı. 16 yaşında bir adam bunları yapıyorsa tüm Avrupa peşine düşer ki zaten öyle oldu. İspanyol ve İngiliz kulüpleri oyuncu için sırada. Boussoufa'nın ayrılması ihtimaline karşı Lukaku "kesinlikle bir yere gitmiyorum, daha öğrenmem gereken çok şey var" diyerek transfer tartışmalarına son noktayı koydu. Chelsea, Bayern Munich ve AC Milan sırada bekleyecekler en azından 1 yıl daha. Ancak bu süre sonunda önemli bir bonservis bedeli ödeyecekler. Bu da Anderlecht'in Lukaku örneğinden hareketle genç oyunculara yatırım yapmasını hızlandıracak. Bir yandan Şampiyonlar Ligi'nden gelecek parayı ve muhtemel maddi kaynağı düşünerek güçlü bir kadro kurmayı planlıyorlar. Boussoufa'nın yanında Jelle van Damme, Matías Suarez, Lucas Biglia ve Roland Juhász bir çok Avrupa kulübünün kıskacındaydı. Yakın geçmişte Vincent Kompany (Hamburger SV'ye) ve Anthony Vandenborre (Fiorentina'ya) oldukça genç yaşlarda Anderlecht altyapısından yurt dışına transfer oldular. Biz muhtemel haleflerine bakalım.

19 yaşındaki Senegalli Christophe Diandy ile başlayalım. Ülkesi Dakar takımlarından ASC Yego Dakar takımında futbola başladıktan sonra Gana takımlarından, Michael Essien, Sulley Muntari ve Asamoah Gyan gibi isimlerin geçtiği Liberty Professionals FC'ye transfer oldu. Burada 2 sezon forma giydikten sonra 5 mart 2009'da, Dakar'dan takım arkadaşı ve o zamanlar FC Brussels'de forma giyen Cheikhou Kouyaté'nin tavsiyesi ile Anderlecht'le deneme antrenmanlarına çıkmaya başladı ve sadece 6 gün sonra kulüple sözleşme imzaladı. Anderlecht formasını yeni yeni giymeye başladı. Hücuma dönük orta saha oyuncusu ve sol açık olarak oynayabiliyor. Bu sezon, özellikle de Boussoufa takımdan ayrılırsa daha sık şans bulacaktır. Senegal 21 yaş altı takımının da düzenli oyuncusu.

Bir başka 19 yaşındaki Afrikalı Bakary Bouba Saré'ye geçelim. 19 yaşındaki Fildişili orta saha oyuncusu ülkesi takımlarından Bibo'dan transfer edildi daha 14 yaşında. Aralık 2007'de Mons maçıyla ilk kez sahaya çıktı. Ancak Ariel Jacobs ona pek fazla şans vermeyince medyaya yakınmaya başladı. Jan Polak, Lucas Biglia, Guillaume Gillet gibi isimleri kesmesi gerektiğinden bu yakınmaları bir sonuç vermeyecek gibi görünüyor. En azından bu oyuncular ayrılmadan. Bu sene 13 maç oynadı. 10 yıl boyunca Anderlecht forması giyen Zambialı Charly Musonda'ya benzetiliyor.

Anderlecht sadece Afrika kıtasında değil Güney Amerika'da da bir hayli aktif. Daha önce Rubenilson dos Santos da Rocha'yı transfer etmişlerdi. 20 yaşındaki Brezilyalı defans oyuncusu Renan Felipe Boufleur bu akımın bir parçası. Santos'tan gelen sol ayaklı oyuncu henüz Anderlecht formasını A takımda giyemedi ve rezerv takımda oynuyor. Belçikalıların Güney Amerika'ya yaptıpı bir scout turunda keşfedildi. Brezilya'dan Benelux'e getirilen bir başka defans oyuncusu Chelsea'de top koşturan Alex gibi frikikleri etkili kullanabiliyor. O da bu sezondan itibaren kadroyu zorlayacak.

18 yaşındaki Kongolu orta saha oyuncusu Olivier Mukendi'ye değinelim. Kinshasa doğumlu olyuncu ailesiyle beraber Belçika'ya yerleşti ve 5 yaşında ve ülkenin alt lig takımlarından R. Union Saint-Gilloise formasını giymeye başladı. 10 yıl sonra Anderlecht onu transfer etti. Mart 2009'da ilk maçına çıktı ve henüz 2 maç oynamış durumda. Rezerv takımın gol kralı pozisyonunda. Ama onun da Sare gibi kadroya girebilmesi için kesmesi gereken oyuncular var. Belçika vatandaşlığını seçen oyuncu 18 yaş altı takımında forma giymeye başladı. Şu an Cercle Brugge'da kiralık olarak forma giyiyor.

Aynen Jan Polak gibi, Brno altyapısından yetişen ve 3 ay önce transfer edilen 20 yaşındaki orta saha oyuncusu Lukáš Mareček ve bir başka Brezilyalı, yine Cercle Brugge'da kiralık olan 20 yaşındaki orta saha oyuncusu Reynaldo dos Santos Silva, Jacobs'dan bu sezon ve gelecek sezon için forma bekleyen diğer genç yetenekler.

29 Ağustos 2010 Pazar

ŞAMAR OĞLANI BARTON



Dün 1-1 sonuçlanan Wolverhampton Wanderers - Newcastle United mücadelesi. Newcastle'ın haşarı çocuğu Joey Barton'ın başına gelenlerin açıklaması bir tek "gelen vurdu giden vurdu" ile yapılır. Alan Shearer da aşağıdaki videoda gördüğünüz gibi tek tek oturup sayıyor. Biliyorsunuz Barton hadiseli adamdır, takım arkadaşının gözüne sigara fırlatmışlığı bile vardır. Bunca dayağa rağmen nasıl gıkını çıkarmadı ilginç. Asıl bombası, bütün bu faullerden sonra yaptığı ilk faulde sarı kartı yedi. Adı çıkacağına canı çıksın bir adamın. Maç sonunda MickMcCarthy'e dert yanışla kalmış büyük sürpriz benim için. Bu arada bir not düşeyim. Biz nasıl bizim yorumcularımızdan şikayet edip, dışarıdakilere gıpta ediyorsak Britanyalılar da bizim kadar şikayetçi. Örneğin Alan Shearer'ın berbat bir yorumcu olduğundan, hiçbir başladığı cümleyi bitiremediğinden bahsediyorlar. Misal konuştuğum İskoç bir arkadaşım kendisi için "please for fuck's sake, finish a fuckin' sentence" demişti. Tabii onlar da bizim Şansal'a Erman'a, Gökmen'a bayılıyor mu bilmem?

28 Ağustos 2010 Cumartesi

RICKY VAN WOLFSWINKEL


















Utrecht eyaletinde doğmuş büyümüş bir genç Van Wolfswinkel. Bizim mahallenin çocuğu anlayacağınız. 2002'de 13 yaşındayken, yine Utrecht yakınlarındaki Apeldoorn altyapısına girdikten sonra 2008'de Vitesse'ye transfer oldu. FC Utrecht onu geçtiğimiz sezon başı renklerine bağladı. Geçtiğimiz günlerde yazdığımız Temel ve Harç yazısının en sonunda ondan kısaca bahsettik. Geçtiğimiz sezonun ilk maçında RKC deplasmanında 1-0 galip gelinirken sezonu açtı. Ardından Twente ağlarına 2 gol birden yolladı. Sonrası sessizlik. FC Utrecht'in Aydın Yılmaz'ı olma yolunda ilerliyordu. Sezon boyu ortalıkta görünmedi. Derken sezon sonunda Avrupa Ligi play-off maçlarında canlandı. oynanan 4 maçta rakip ağlara 4 gol bıraktı ve takımı Avrupa'ya taşıdı. Bu sezon geçtiğimiz sezon bıraktığı yerden devam ediyor. Ligde de Utrecht'in sırasıyla 3-1 ve 3-0 kazandığı maçlarda 4 gole imza koydu. İlk hafta Feyenoord deplasmanında 1 golü var. FC Utrecht'in AvrupaLigi'ne kaldığı toplam 6 maçta 6 golü var. Bu demektir ki bu sezon oynadığı 9 maçta 11 gol göndermiş ağlara. Henüz 21 yaşında. Avrupa Ligi'nin en izlenesi gençlerinden birisi olacak. Utrecht kulüp tarihinin Avrupa kupalarındaki en golcü ismi oldu Celtic karşısındaki hat-trick ile. Unvan 5 golle Stefan Tanghe'deydi. Ruud van Nistelrooy'dan beri boş olan "son vuruşçu golcü" kontenjanı için giderek ismi daha yüksek sesle zikredilmeye başlandı.

Utrecht 4-0'lık galibiyetle kulüp tarihinin en farklı Avrupa kupaları galibiyetini de egale etti bu arada. Daha önce 15 Ekim 2003'te MSK Zilina, 16 Eylül 2004'te, Djurgårdens IF 15 Temmuz 2010'da FK Tirana'yı aynı skorlarla mağlup etmişti takım. Ayrıca Avrupa kupalarında üstüste 3. maçını da kazanarak ve bu maçlarda gol yemeyerek üst düzey bir performansa imza attı.

Bu senenin Sinderella hikayesi bizim Utrecht olur mu?

ABERDEEN 1979-80





ABDULLAH AVCI


















26 Ağustos 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

Dünya futbolunda teknik direktör istikrarından bahsedildiğinde artık Sir Alex Ferguson ve Arsene Wenger’in isminden bahsetmek bir moda haline geldi. Neredeyse teknik direktörler arasında bir popüler kültür ikonuna dönüşmüş durumda bu iki isim. Aslında Ada futbolunda onlar gibi bir- çok teknik adam var, zira kulüpler değişimin ve yapıp tekrar yıkmanın yerine var olan yapıyı restore etmeyi daha uygun görüyor. West Ham United kuruluşundan beri geçen 115 yılda sadece 13 teknik adam değiştirdi. Bu neredeyse 9 yılda bir teknik adam değiştirdikleri anlamına geliyor. Onları 113 yılda 18 hoca değiştiren Liverpool ve 105 yılda 17 kez değişikliğe giden Manchester United takip ediyor. Türkiye’deki birçok futbol takımı bu değişiklik rakamına son 10 yılda ulaştı. Son 10 yılda, Fenerbahçe 10, Galatasaray 9 ve Beşiktaş 9’ar, Trabzonspor 12, Ankaragücü 14 kez teknik adam koltuğunda değişime gittiler. Ama bunlardan ayrılan ve son 20 yılda bu ülkede koltuğunda en uzun süre kalmış bir adam var. Geçtiğimiz hafta sonu, bu sezonun “FC Hollywood”u olan Beşiktaş’ı İnönü’de mağlup eden İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un teknik direktörü Abdullah Avcı.

Günümüzün üst düzey teknik adamlarına benzer şekilde futbol kariyeri çok da göz önünde değildi Avcı’nın. 1979 yılında Vefaspor genç takımında başlayan kariyeri Karagümrük, Rizespor, Kahramanmaraşspor, Bakırköy, İstanbulspor, Nişantaşı ile devam edip başladığı yerde bırakacak şekilde 1999’da Vefa ile son buldu. Teknik direktörlüğe Ziya Doğan’ın teşviki ile başlamış bir isim. Sırasıyla Metin Türel ve Aykut Kocaman’ın yardımcılığını yaptı İstanbulspor’da. Ardından 2004’te Galatasaray altyapısındaki görev. “Kadroda 1984’lü oyuncular çoğunluktaydı ama ben gençlerdeki potansiyele güvendiğimden 1987’lilerle oynamayı tercih ettim” diyor Avcı o günler için. Derken Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileri Cem Pamiroğlu’ndan boşalan 17 yaş altı milli takım teknik direktörlüğüne, Galatasaray’dan izin alarak onu getirdi. Bu, kariyerinin dönüm noktasıdır aslında. Tüm Anadolu çapında yapılan araştırma ile Caner Erkin ve Mehmet Yılmaz gibi isimler milli takıma kazandırıldı. Avcı’nın kadrosu 2005 yılında Türk genç milli takımlar tarihinin en çarpıcı performansına imza attı. Takım önce İtalya’da düzenlenen Avrupa 17 yaş altı şampiyonasında finalde Hollanda’yı mağlup ederek Avrupa şampiyonluğuna ulaştı, ardından da aynı yıl Peru’da düzenlenen dünya şampiyonasında müthiş bir performansla dünya dördüncülüğünü elde etti. Özellikle Nuri Şahin, Caner Erkin, Tevfik Köse gibi isimlerin yıldızlaştığı turnuvanın yarıfinalindeki Brezilya maçında, 3-0 geriden gelen Avcı’nın ekibi, 10 kişi kalmasına rağmen maçı 3-3’e getirmiş, Brezilya’nın son dakikalardaki golüne engel olamayıp maçı 9 kişiyle 4-3 mağlup tamamlamıştı. Bu başarılar Abdullah Avcı’nın doğrudan ligdeki bazı takımlar tarafından mercek altına alınmasını sağladı. Gençlerle yaşadığı bu başarıyı iyi analiz eden bir kesim ise onun, bu jenerasyonla geleceğin A milli takımını oluşturabileceğini düşünüyordu. Ancak Peru’daki turnuvadan sadece birkaç ay önce milli takımlar teknik direktörlüğüne getirilen Fatih Terim, Abdullah Avcı’yla çalışma fırsatını değerlendiremedi. O tarihteki gelişmeleri Avcı’nın ağzından bizzat dinleyelim. “Öncelikle Haluk Ulusoy ve TFF Yönetim Kurulu bana son derece olumlu yaklaştılar, benimle çalışmak istediklerini söylediler. Ancak aynı desteği Fatih Terim’den alamadım. Direkt olarak onu suçlamıyorum elbette. Aslında ben de milli takımlarda onun yoluna benzer bir yolda ilerliyordum. Hatırladığınız gibi kendisi de genç ekolle birlikte A milli takımın başına geçmişti. O yüzden önümü açabileceğini düşünüyordum. Bunu kendisinden istemedim, sadece bekledim. Mesleki anlamda bana ne düşündüğümü sormadı

Terim’in ona vermediği destekle ilgili bugün hâlâ birçok iddia var. Egosu oldukça yüksek olduğu bilinen teknik adamın kendi etrafında bu derece başarı potansiyeli olan bir ismi bulundurmama isteği bunlardan birisi. Böylesine büyük bir başarının sahibi olan Avcı’ya yaş grubu atlatılması beklenirken 16 yaş altı milli takıma kaydırılmak istenmesinin mantıklı bir sebebini bulmak kolay değil. Ancak bu süreç ligimizin en istikrarlı teknik adamlarından birisini yarattı. 2. ligdeyken başına geçtiği İstanbul BŞB Spor’u önce 1.lige çıkardı, ardından da 12., 9. ve geçtiğimiz sezon 6. olmak üzere sürekli yukarı tırmandıran bir grafik sergiledi. Üstelik bunu yaparken maç başı 1.000 rakamına bile ulaşamayan bir seyirci ortalaması ve bir futbolcunun kendisinin maça konsantrasyonunun çok güç olduğu bir stadyum ile. Takım bu lig derecelerini alırken hemen her sezon ligin büyüklerine karşı da flaş sonuçlar aldı. Son 3 sezonda, İstanbul’un 3 büyüğüne karşı oynadığı toplam 19 maçta 6 galibiyet, 5 beraberlik ve 8 mağlubiyet aldı. Hiç de fena bir performans değil. Şu an ligde görevine devam eden teknik direktörler arasında aralıksız en uzun çalışan isim ve üst üste beşinci sezonunu yaşaması sebebiyle de son 30 yılda, Türkiye 1. Futbol Ligi’nde aralıksız en uzun süre görev yapan yerli teknik adam.

Galatasaray’ın son 2-3 sezondaki her teknik adam değişiminde akla gelen bir isim olmasına rağmen belki de kendisini henüz hazır hissetmediğinden, belki de başka sebeplerden istikrarı seçti Avcı. Futbolculuk kariyerinin çok parlak olmaması, teknik adamlık kariyerinin emin adımlarla ilerlemesi ve görev istikrarı onu ligin en “özgün” hocalarından birisini yapıyor. Henüz 47 yaşında. Bundan 5 sene sonra onu çok daha farklı bir yerde görebiliriz.

27 Ağustos 2010 Cuma

CİMBOM BAHANE UTRECHT ŞAHANE






















Dedim Fotosporvari bir başlık çakayım. FC Utrecht kulüp tarihinin en büyük zaferlerinden birisi herhalde bu. Dün saat 12 civarlarında istasyondaki bir dolu Utrechtli taraftar, tren bekleyen Celticlilerle kadın erkek demeden dalga geçiyorlardı ve tabii ki polis istasyon kadrosunu mecburi olarak artırmıştı. İskoçya'da 2-0 mağlup olduğunuz takımı rövanşta 4'lüyorsunuz. Maç sonrası Mick O'Connel's Irish Pub'daki bir grup Celticliyle karşılaştım. Hepsi kendini (doğal olarak) içkiye vermiş ve artık dalgaya vurarak "çok kötü yenildik türünden" espriler yapıyorlardı. İrlanda asıllı Barry Maguire'ın füzesi ağlarla buluştuğunda, İskoçlar Şampiyonlar Ligi umuduyla başladıkları sezonun Avrupa defterini bir daha açmamak üzere kapattılar.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

LOS ANGELES AZTECS 1980

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-44




















Dünya Kupası tarihinin ilk kırmızı kartı, 1974 Dünya Kupası'ndaki Batı Almanya-Şili mücadelesindedir. Maçın 67. dakikasında Şili'li futbolcu Carlos Caszely'nin rakibine yaptığı hareket, hakem Doğan Babacan tarafından kırmızı kartla cezalandırılmış. Şilili kupa tarihinin ilk kırmızı kartını görürken Babacan da kırmızı kartını ilk kullanan hakem olarak tarihe geçmiştir. Caszely bu karttan sonra, 1973'te Augusto Pinochet'nin yaptığı darbe sonrası işkence gören annesinin de etkisiyle ülkeden gitmiş ve Espanyol'a transfer olmuştur. 1978'de Colo-Colo ile ülkesine dönen Caszely, 1988 seçimlerinde Pinochet yönetimine oy verilmemesi için, annesiyle beraber televizyonlara çıkmış ve bizzat kampanyalara katılmıştır.

Seyir Defteri

YUNANİSTAN'IN FUTBOL TANRISI: VASSILIS HATZIPANAGIS

























Daha önce Rafları Boş Kalmış Efsane 11 yazısında Jorge Alberto Gonzalez Barillas yani meşhur El Magico'dan bahsetmiştik. Cadiz'de oynadığı yıllardaki yetenekleriyle herkesi kendine hayran bırakan El Salvador'lu için birçok kişi "eğer Arjantin ya da Brezilyalı olsaydı bugün Pele ve Maradona gibi anılacaktı" der. Kendisi hakkındaki videoyu izleyin derim. Bugün bahsedeceğimiz adam da aynı kaderi paylaşan bir adam. Onu ilk kez görenlerin kullandığı cümle hep aynı oluyor. "Adını ilk kez duyduğum oyuncular içinde en iyisi". Kendisine futbol oynadığı dönemde "futbolun Nureyev'i" kalabı takılan (ünlü Tatar balet Rudolf Nureyev'e atıf) Özbek asıllı Yunan futbolcu Vassilis Hatzipanagis.

26 Ekim 1954 yılında Özbekistan'ın Taşkent kentinde doğdu Hatzipanagis. Ailesi Yunanistan'dan Sovyetler Birliği'ne yerleşmiş göçmenlerdi. Futbola 17 yaşında FC Pakhtakor Tashkent takımında başladı. Takım bu genç oyuncudaki cevheri görmüştür ama Sovyetler Birliği yasasına göre eğer ligde forma giymek istiyorsa Sovyet vatandaşlığına geçmesi gerekmektedir. Kulüp yetkilileri Hatzipanagis'in annesi ve babasına bu yönde büyük baskı yaparlar ve sonunda ikna ederler. Futbol başladıktan kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği 19 yaş altı milli takımına çağırılır. Burada hiçbir maç oynamadan 1976 Olimpiyatları'ndaki Sovyetler Birliği takımına dahil edilir.

























Teknik direktör Konstantin Beskovonun yeteneğinin Doğu Bloku liglerinden çok üstte olduğunu söylemesine rağmen Hatzipanagis, vatanı olarak gördğü Yunanistan'da futbol oynamak istemektedir. İlk olarak Panathinaikos takımına tavsiye edilir. Ama PAO yetkilileri komünist bir futbolcuyu (ya da komünist bir ülkeden gelmiş) transfer etmek istemezler. Böylece tarihi bir fırsatı kaçırırlar. 1975 yılında Selanik takımı Iraklis onu transfer eder. Aralık 1975'te ilk kez takımla sahaya çıktığında Kaftanzoglio Stadyumu kapalı gişe çeker ve taraftarlar sahada o güne kadar görmedikleri bir yeteneğe tanıklık ederler. Kısa sürede büyük bir etki yapan Hatzipanagis buna rağmen, o yıllarda serbest dolaşım gibi bir durum bulunmadığından, Yunan futbolcuların yurt dışına transfer zorluğundan etkilenir. Buna rağmen Lazio, Arsenal, Porto, Real Madrid ve VfB Stuttgart gibi takımlar peşine düşerler. Ancak Iraklis kulübü yetkilileri onu satmaktan korkarlar, zira taraftarların dünyayı başlarına yıkacaklarından çekinirler.

16 yıl boyunca Iraklis'te kalır Yunan oyuncu. Bu sürede hiç şampiyonluk yaşayamaz ama 1980 ve 1987 yıllarında Yunan Kupası'nı kazanır takımla. Yunanistan'daki rivayete göre defans oyuncuları "kendilerini bir aptal gibi gösterdiği için" Hatzipanagis'e dava açmayı düşünmüşlerdir zamanında. Kendisi hakkında "bir telefon kulübesinde bile 5 defans oyuncusunu çalımlayabilir", "Futbolun Zeus'u", lafları üretilir. Zira futbolcu da bizzat "karşımda defans oyuncusu gördüğüm zaman, onları geçmek için kendimi kontrol edemiyorum" der. Kendisi hakkındaki videoyu izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.




Mayıs 1976'da Hatzipanagis Yunanistan milli takımı ile Polonya karşısına çıkar. Ancak daha önce Sovyetler Birliği alt yaş gruplarında oynamış olmasından dolayı, o zamanki kurallar çerçevesinde başka bir milli takımda forma giymesi yasaklanır. Defalarca itiraz eder bu karara ama komiteler reddeder yeni taleplerini. Böylece milli takım kariyeri, Apostolos Nikolaidis Stadyumu'nda oynadığı ve herkesi kendisine hayran bıraktığı o maç ile son bulur. 1991 yılı ekim ayında, Valencia ile oynanan UEFA Kupası maçı sonrası, 37 yaşında iken futbola veda eder. 2 kupa şampiyonluğu dışında müzesi boştur. Böyle bir adam bırakın yanlış ülkede doğmayı, doğru dürüst milli olamamıştır bile. Bununla ilgili bir pişmanlık duymadığını açıklasa bile sonrada Yunanistan Ligi dışında bir ligde oynamamış olmasının önünü tıkadığını itiraf edecektir. UEFA'nın 50. yılı için seçilen Yunanistan'ın gelmiş geçmiş en iyi 50 oyuncusu arasında yer alır ama çoğu kimseye göre o 50 ismin tepesindedir. 2008 yılında kulübü tarafından, Selanik'te forma giyen en yetenekli oyuncu ödülü verilir.

ANAHTAR DELİĞİNDEN TESPİTLER – 7: “ÖZGÜRLÜK”



Nostaljik bir yazıya, yazının geçtiği yıllar kadar eski olmayan bir nostalji albümü eşlik ediyor: Knight Errant… albümün adı neydi ya J neyse, zaten tek albümü var, bulmanız zor olmaz. On the green için tıklayınız. Türkiye’de eşi benzeri yapılamamış albümlerden biri. Herhalde Kelt halk müziği melodileri gamları ile yine Kuzey Avrupa metalinin birleşimi bir müzik olarak tanımlanabilir. Hatalıysam 0 532 125 32 41. Yalnız şöyle bir durum var, grup Türk. Zaten Almora’nın ası Soner Canözer de üyeler arasında. Kemancı Ilgın, bu ülkede metal dünyasının gördüğü en iyi yorumları ortaya koyuyor. Tenor vokalin sesi çok güçlü ve scream vokal bile yapıyor. Albümün neredeyse tüm şarkıları güzel. Keman seviyorsanız mutlaka dinleyin. “Knight errant is just a symbol, be yourself and stay yourself”!

Ve pek tabi Bandista...

Bazen çocukluğumu çok özlüyorum. 80'ler... henüz insanların "gözü açılmamış". Kimse daha lüks bir araba, daha lüks bir ev derdinde değil. Çocuklarını yarış atı yerine konmaya başlamamış.

Herkes yaşadığı yerde daracık çevresinde geleneklerin izin verdiği ölçüde küçük sevinçler yaşıyor. Aileler evde misafircilik, biz çocuklar sokakta çamurculuk oynuyoruz. Hangi kanalda hangi dizi izlenecek, yok hayır maç izlenecek çatışması evlere girmemiş. Çocuklar odalarına çekilip internet başında yalnızlaşmamış.... Sobalı bir evde el mahkum herkes bir odada, tek kanalda trt ne arzu ederse o izleniyor. Anne baba birlikte yalan rüzgarı hastası olurken çocuklar da bu karmaşık ilişki yumaklarını çözmeye çalışıyor.

Oyuncak çeşitliliğinden hangisiyle oynayacağını şaşıp en sonunda hepsinden sıkılıp bir dahaki gelecek akrabanın ne hediye satın alıp geleceğinin hesabını yapmıyor çocuklar. Zaten her çocuğa ayrı oyuncak, ayrı kıyafet diye bir şey henüz evlere girmemiş. Abladan abiden kalan neyse o. Koca çocukluğumda ailenin en küçüğü olmama rağmen sadece bir tane bebek alınmıştı. Böyle sarı mı sarı saçlı, mavi mavi gözlü kutusunda İrem yazan bir bebek. O bebeğin benim için değerini, anlamını hala hatırlıyorum. Oysa şimdi yeğenlerimin oyuncaklarına bakıyorum da… offf… Biz koca bebeklerin bayıla bayıla aldığımız, her yeri ayrı oynayan, hem uçak hem de robot olan transformers oyuncağının bacağının çıkması 1 hafta, kafasının kopması ise sadece 35 gün 4 saat 25 dakika sürdü. Parçalarına ara ara evin çeşitli yerlerinde halen rastlamaktayız.

-         - Ablaaaa, tuzluğu getirsene.
-          -Tamaaaam.
-          -Salatayı da ben getiriyorum. Yandım allah!
-          -Noolduuu?!
-          -Offf ayağıma bir şey battı.
-          -Haa o mu, transformersın eli. Dur atayım ben onu.
-          -Sağol!!!!

Kadınlar hangi ayakkabıyı giysem derdinde değil, zira zaten 4 renkte 4 çift ayakkabıdan başka seçenek yok. O yıllarda kıyafetler daha mı sağlam yapılırdı test etmiş değilim ama hatırladığım ve benden daha yaşlılarla konuştuğumda teyit ettikleri üzere kıyafetler ya da ayakkabılar rahat 5 sene giyilebiliyordu. Şimdiki gibi ucuz da değil hiçbirisi. Ama bir tek benim mi dikkatimi çekiyor bilemiyorum, artık pahalı markaların ürettikleri bile 2 sezondan fazla yaşamıyor. İster kuru temizlemeye verin, ister az yıkayın 2. sezonunda tüylenmeye başlıyor tüm kıyafetler. Neyse zaten ne önemi var, 2 sezon giyilir mi bir kıyafet canııım? Moda denen bir şey var! (Tüketim artmalı ki ekonomi canlansın. Canlansın ki habire büyüsün. Büyüsün ki aç kalmayalım. Basit bir ekonomi dersi. Evren genişliyor ya, dünya da genişliyor, doğal kaynaklar otomatikman sürekli artıyor. Doğa tükenmez kalem gibi bir şey. Tükenmez işte… Ye babam ye! Aman ha ekonomi daralmasın, aç kalırız sonra!)

10 senelik otomobil yeni sayılıyor. Habire arıza yapan Tofaş marka arabaları yolda itmek aile bireylerinin asli görevleri arasında. Karda kışta ailecek araba itmek çok da eğlenceli bir faaliyet:

-Anneee, elim çok üşüdü.
- İt kızım daha güçlü it, ısınırsın.
- Anneee, galiba ayaklarım donuyor.
- Yeter bee! Biz eve gidiyoruz, napıyosan yap arabanı!
- Durun, ben napıcam burada, bi yere gidemem. Şu tepenin başına kadar itin bari, boşa alır indirir ordan sanayiye götürürüm.

İlçecek dizi izlemek denen şey ilk o zamanlar icat edildi. İzlediğimiz şeyler toplumu ahlaki anlamda nasıl etkiledi çok tartışılası bir konu. Ama Sam ile Kyle’ın aşkının, efendime söyleyeyim Jacksonların entrikalarının bizim sınıfta olduğu kadar öğretmenler odasında da konuşulduğunu hatırlamak tuhaf bir nostalji hali yaratıyor bende. Düşünsenize! Hayatımızdaki en büyük karmaşa Hayat Ağacı’ndaki ilişkiler. O zamanlar İstanbul’da şimdikine yakın komplike bir dünya vardı belki. Bir sosyete, sosyetenin tuhaf ilişkileri, gittikleri belli mekanlar, o zamanlar ne kadar lüks olabilirse o kadar lüks bir yaşam… Ama Anadolu’nun bundan haberi yoktu.

Tarımın bittiğini söylediğini hatırlıyorum bizim köydeki çiftçilerin. Pek de ilgimi çekmemişti, çünkü ben bildim bileli şikayet etmek su içmek kadar gündelik bir davranış biçimiydi. Ama zamanla köyde tanıdığım herkesin ilçeye göç etmeye başladığını, evlenen gençlerin hepsinin ilçede vasıfsız işçi olarak buldukları her işte çalışmaya başladığını gözlemledim. Köye en son gittiğimde ise eskiden neredeyse 200 hane olan nüfusun 30 haneye düştüğünü öğrendim. Zaten yolda kimseciklerin olmaması, yaz aylarında sararmış buğdayla, yemyeşil yoncayla dolu olması gereken tarlaların boşluğu, artık insan ayağı değmeyen yolların çimlenmesinden o kadar belli ki terk edilmişlik. Kalan 30 hane de ilçeye göç etmek istemeyen ya da bir şekilde göç edemeyen yaşlılar…
Bu arada vakti zamanında kız çocuğu olarak şortla gezebildiğimiz ilçede sokakta neredeyse tek bir kadın bile göremememiz, bunun yerini şalvarlı, sarıklı insanların almış olması başkaca bir gözlem. Çarpık kentleşme, bir diğer değişle kentleşememe de cabası.

Üniversitede ilk yılımız. Pek muhterem hocamız Atilla Yayla “Benim neden mavi saçlı öğrencim yok!” diye yaygarayı koparmıştı. Karpuz kollu ceketten ve faşizan disiplinden yeni sıyrılmış zavallı bir liseli olarak bayılmıştım bu cümleye. Zaten şehirden bağımsız, yaş ortalamasının 20, saç boyu ortalamasının 30 cm ve saç rengi ortalamasının mor olduğu bir kampüse düşmüş olmak beni büyülemişti ve tadını çıkarıyordum. Ama bölümümüzde liboşların yoğunluğu sebebiyle 4 yıl her tür kaypakça fikre feci şekilde maruz kaldıktan sonra özgürlüğün saçını maviye boyamakla pek de ilişkili olmadığını kavramak zor olmadı. Türkiye’ye ilk defa büyük gruplar gelmeye başlamıştı ve birileri İstanbul’a konsere arabasıyla giderken başkaları konser için anketörlük yapmak zorunda kalıyordu.

Yıllar geçti, iş güç sahibi olduk. Hani zorlasan sevdiğin grubu ülkesinde izleyebilecek paraya sahip olmuşsun. Gel gör ki, artık konser hayal edecek hal kalmamış. Müdürünle tartışıyorsun:

-         - Eleman lazım bana, yetişmiyor iş!
-          -Ben seni çok gergin görüyorum bu aralar, özel hayatında sorunlar var senin.
-          -Özel hayat mı? Özel hayat mı kaldı, burada yatıp kalkıcam yakında!
-          -Yok yok, ben seni iyi görmüyorum. Özel hayatında sorunlar varsa kafa izni vereyim 2-3 gün. Git dinlen. Ben sorun etmem böyle izinleri biliyorsun.
-          -Eleman diyorum, mesai diyoruuum, kime diyoruuummmm!!!

Dolaptaki 35 çift ayakkabının bedeli de bu olacak elbet. Her sezon 5 çift ayakkabı alabilmek tadına doyulmaz bir özgürlük! Kim takar konseri, sinemayı, tiyatroyu. İphone’umdan izlerim hepsini.

Klişe sonuç: Başımı alıp gidicem buralardan, çiftliğe yerleşip organik tarımla uğraşıcam…

By Gand

24 Ağustos 2010 Salı

GUY FRAUNIE









Futbolcu, Bordeaux formasını giydiği yıllarda, futbolculuktan arta kalan zamanlarda, part-time olarak, Ümraniye Sapığı olarak da görev yapmıştır....Bu nasıl bir şekil şemaldir....

TOP 10 İĞRENÇ HALI SAHA KARAKTERİ




















Hollanda'da halı saha denen fasilite pek yok. Ya salon kiralayıp parkeler üzerinde koşturuyorsun ya da çim saha kiralıyorsun ki bu ikincisi biraz daha tuzlu ama elbette halı sahaya göre daha tercih edilesi. Zaten bizdeki halı saha kültürünün yerine burada akademi kültürü hakim biliyorsunuz. Bizde, ortaokulda aralarında para toplayıp maça giden çocukların yetenekli olanlarının tümü zaten bir kulübün akademisinde ya da futbol okulunda. Halkın geri kalanı da top tepmek yerine yüzmeyi, bisikleti, yürümeyi, koşmayı, fitness salonunu tercih ettiğinden belki de bizdeki halı sahada 2 hava topuna çıkmış olan her adamın "Frank Rijkaard arkadaşlarını da alsın gitsin" veya "Bu Cana geçen sene Premier Lig'de nasıl 40 maç oynamış abi" şeklinde çıkış yapmasına pek rastlanmıyor. "Ben futbolla pek ilgilenmiyorum o yüzden yorum yapacak kapasitede değilim" veya "ben izliyorum ama o kadar analize dikkat etmiyorum, sırf zevk için bakıyorum, vardır hocanın bir bildiği" diyen uzaylılar da var ülkede. Kahvede okey taşı dizerken yan gözle maç izledi diye La Masia'da Xavi ve Iniesta'yı A takıma yetiştirmiş havasına giren adamlarla dolu bir ülkeden çıktığımdan uzaylı gibi geliyor elbet. Neyse ne diyordum halı saha. Ömrüm boyunca İstanbul'un ve Ankara'nın binbir çeşit halı sahasında top koşturdum, sabah 8'den gece 2'ye kadar olan her türlü zaman aralığında. Dolayısıyla binbir çeşit adam da gördüm. Aşağıda bu adamların en ünlü 10 tanesini sıralayayım dedim.

1-Dankek magma adam: Ömrüm boyunca girdiğim her yeni ortamdan çıkan halı saha maçında bu adama rastladım. İş yerini ele alalım. İş yerinde bir halı saha maçı teklifi ortaya atılır. O teklif ortaya atıldığından itibaren, halı saha maçı için sahaya çıkılana kadar bu adam hafta boyu futboldaki üstün yeteneklerinden, geçmişinde destan yazdığı maçlardan, maçta rakip kaleciyi afedersin nasıl deleceğinden, Galatasaray altyapısına torpili olmadığı yüzünden alınmadığından bahseder. Maç öncesi sahaya herkesten önce çıkar, ısınma koşusu yapar, herkes kaleye şut çekip hevesini alırken o açma germe hareketleri ile "bakın ben kendimi maça saklıyorum, aslında süper adamım" imajını verir. "Lan Hamdi o kıllar ne hehehe gel şurda iki topa vur lan" diyenlerle muhattap olmaz. Maç öncesi "beyler kısa pas, uzun top yok, ayağa kısa pas" gibi takıma felsefe aşılar. Maç başlar, top buna atılır, bizimki topa basıp düşer. Faul bekler, sonraki pozisyona topu kontrol edemez, şut pozisyonunda ıska geçer, İlyas Salman gibi saha ortasında kalır. Zaten geri kalan zamanda topa 4 kere değer. Maç sonrası duşa girer, parfüm sıkar ve bir daha şirkette futbol konuşulan her ortamdan kaçmak üzere evine koyulur.

2-Dayı: Halı saha maç dakikası 59. Halı sahanın bekçisi, yani maçı bitirecek olan "dayı" (ki bu asla abi, amca, birader, hocam olmaz mutlaka "dayı" olur) yavaş yavaş oturduğu yerden kalkar, zili çalmak için makinenin olduğu yere doğru yola koyulur. Dayının göründüğü andan itibaren mağlup olan takım rakip kaleye yüklenmeye başlar. O sırada mağlup takımın kalecisi "dayı çalma ya çalma" şeklinde yalvarırken, galip takım "dayı bitir bitir" diye çirkefleşir. Derken o milyonları yıkan zil sesi gelir, dayı maçı bitirir. Sahaya girer, varsa 2 takımı birbirinden ayıran yelekleri toplar, içeri götürür. Bu dayıların mümkünse 60 yaş üstü olması, kep takması şarttır. Pek farkedilmez ama halı saha dayısı bu alemde milyonlarca gencin hayallerini yıkmıştır. Birçok yağız delikanlı sevgilisinden ayrılırken yaşadığı yıkımın 10 katını dayıyı köşeden çıkıp gelirken yaşamıştır....Dayı bize lazımdır...

3-Nişadır adam: Eskiler anlatır, atlar hızlı koşsun diye arka taraflarına nişadır tozu sürerler böylece o yanma ve kaşınma hissinden kuduran at saatte 100 kilometreyi zorlarmış. İşte dayının çaldığı zille beraber yarattığı etki bazı gençlerde aynı etkiyi yapar. Bu gençler daha bir önceki maçın bitişinde saha kapısının önünde beklemeye başlar. Son 2 dakika kalmışken sahaya girer ve kenarda beklerler. O sırada o kanata yakın top süren adamlar, bu saha kenarındaki gençle karışırlar. Dayı uzaktan çıktığında bu genç daha bir hareketlenir. Zil çaldığında ise, koşar adımlarla 2 takımın sahada bıraktığı veya yenilen takımın bir oyuncusunun sinirle rakip kaleye vurduğu topu alır. Sektire sektire rakip kaleye gider, boş kaleye abanır. Arkasından koşarak gelen arkadaşı bunun ayağından topu kapar, diğer tüm oyuncular sahaya yürüyerek girerken bu ikili saha içinde birbirinden topu kapmak için olabildiğince şebeklik yaparlar. Kovalamaca birinin diğerini yere yatırması ve müsabakanın güreşe dönmesiyle son bulur.

4-Trip adamı: Her mahalle maçında, 3 pozisyon üstüste pas alamadığı için kenara çıkan adamlar vardır bilirsiniz. İşte bu adamlar eli para görünce halı sahaya transfer olurlar. Genelde rota bellidir. Maç başlar, ikinci devrenin ortalarına doğru bu arkadaş, ya takımından memnun olmadığından, ya pas alamadığından ya da rakip takımın sertliğinden sahadan çıkar gider, maç devam ederken "lan Salih gel lan nereye" diye bağıranlara aldırış etmez. Maç devam ederken o içeride giyinir, maç bittiğinde sahadakiler güle oynaya gelirken bu soyunma odasının kapısında bana "ya Salih niye çıktın yaaa" diye sorulmasını bekler ama kimse bu adamı sallamayınca daha da bozulur. Çaresiz eve dönen tayfanın peşine takılır yine. Gelecek hafta hikaye tekrarlanır. Bu adamlar maalesef atsan atılmaz, satsan satılmaz arkadaş takımındandır. Bir de tribi iyice abartıp "ben eve tek gidicem, ben Kadıköy'den gidicem abi" diye sınırları zorlayan ve dayak isteyenler de mevcuttur.

5-Hagi kaleye baktı: Maçın 40-45. dakikalarıdır. Takımının birkaç golünü atmış, bakıldığında ayakları kadar çenesi de çalışan forveti yenilen 4 farktan dolayı sıkılmıştır, zaten pas da alamamakta, doğru dürüst çalım basamamaktadır. Sonunda maçtan umudunu keser, takımının yediği ve farkı kapatılmaz noktaya getiren golden sonra santraya gelir, santra yapılır, topu ayağına alır ve santradan "sokayım böyle maça" tavrıyla kaleye vurur. Uluslararası Futbol İstatistikçileri Birliği'nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye'de bugüne kadar oynanan 64.985.875 halı saha maçında bu şekilde çekilen şutlardan hiçbirisi gol olmamış,hatta bunlardan 12 tanesi dışında hiçbirisi kaleyi tutmamıştır. Kaleyi tutan 12 tanesi de kalecinin kucağında erimiştir. Bu vuruşun ardından şutu çeken arkasını dönüp kendi sahasına yürür ve arkadaşlarına "var mı lan vurdum işte" bakışı atar. O sırada takımın diğer kafa adamlarından "ya Erhan ibnelik yapma aq" şeklinde bir serzeniş yükselir. Akabinde kavga başlar.

6-Şemsi bu adam neyin nesi: Halı saha maçlarının tümünde, aynen trip adamı ve dankek magma adam olduğu gibi bir de şık gol atmak için maç boyunca çabalayan adamlar vardır. Bunları maç içinde izleyen, kenarda Ferguson'la Wenger oyuncu seçiyor sanır. Ayak içiyle uzak köşe doksanına bırakma çabaları, topuk pasları, kaleciyi aşırtarak gol atma çabaları, barajın yanından falsolu gol atma mücadelesi, 2 kişi yanından bacak arası çalımıyla geçme denemesi gibi envayi çeşit cambazlığa girişirler. Halbuki bunlara gerek yoktur zira attığı çalım, yaptığı bacak arası, uzak köşeye vurduğu top Puyol'a, Vidic'e, Lucio'ya karşı değil, Mehmet'e, Necmettin'e, Berk'e karşı yapılmıştır. Dolayısıyla pek bir işe yaramaz. Zaten o hareketler sırasında bileğini döndürmüş, sakatlanmış insan sayısı da bir hayli fazladır. Özelikle ayak içiyle uzak köşe fetişizmi Türk gencinin bir türlü aşamadığı bir problemdir. Zaten küçük olan halı saha kalelerinde, gerçekleşmesi imkansız olan bu hareket niye bin kere denenir anlamam. Halbuki ayı gibi aban ne uğraşıyosun şurada saatine 20 kağıt veriyosun....

7-Son dakika golü: Bu son dakika golü maçta atılan değil maç öncesi atılan. Hani maçtan 15 dakika önce arayıp "ya beyler ben gelemiyorum annem hasta (sanki doktor eşşoğlusu annesine bir yararı dokunacak)", "ya ben gelemiyorum başım ağrıyor", "beyler kusura bakmayın ya bizim hatunun kuzeninin yaşgünü varmış da yerime adam bulun" (sanki kuzeninin yaş günü tarihte ilk gün kutlanıyor, lan yeni mi haberin oldu) diyen afedersiniz denyolar var ya. İşte onlar. Bu arkadaşların bir başka versiyonu, halı saha maçlarından affını isteyen arkadaş çevresi elemanlarıdır. Pezevenk sanki Ryan Giggs milli takımdan affını istiyor. Ulan halı saha maçında neyin affı !!Bunların bahaneleri de komiktir. "Beyler sınav var 2 gün sonra gelemem", sanki elemanı kaçırıp depoya kitleyeceğiz 3 gün. Ne yapalım yahu sınav varsa, gel maçını yap ondan sonra hangi sınava gidersen git. Bütün bu durumlarda organizatör telefona sarılır ve bir alt maddedeki elemanlar aranır.

8-Ole Gunnar Solkjaer: Bugüne kadar sayısız halı saha maçına çıktım. Bunların içinde hayatımda bir daha görmeyeceğim adını bile bilmediğim maça son anda dahil olmuş bir sürü adamla aynı takımda yer almışımdır. Halı saha takımlarının kaderidir eksik kalmak. Yukarıdaki adamların son dakika ibneliği ardından telefonlara sarılınır ve nedense her daim ulaşılabilen, halı sahaya yakın oturan, 24 saat halı saha ayakkabısı ve eşofmanla mı oturduğunu merak ettiğim bazı adamlar sahaya çağırılır. 15 dakika içinde eleman saha içinde yardırmaktadır. Nereden gelir, maç sonu nereye gider, kim tanır, ne yer ne içer hiç anlamamışımdır. Ama tek bildiğim her daim hazır ve nazırdır. Görevini yapar ve maç sonunda sadece "beyler sağolun, iyi akşamlar" diyerek karanlık sokaklara karışır. Bir sonraki eksik adam hadisesine kadar görülmez. Bu adamlar da bulunamadığında başvurulan en rezil yol, saha kenarına izlemeye gelen adamın kot pantolon, mont ve makosenlerle kaleye geçirilmesidir. Bu eleman maçın sonlarına doğru mutlaka top ayağındayken kaleden çalımlayarak açılır, kaptırır ve golü kalesinde görür.

9-Footballer's Wife: İşte bir başka yıkılmaz halı saha geleneği. Saha içinde top koşturan yağız delikanlılardan bir veya birkaçının saha kenarında maçı izleyen sevgilisi. Bir kere bu hadiseyi kafadan acaip bulurum. Erkeklerin saha kenarına kız arkadaş getirme sebebi elbette sahadaki kıllı 15 tane adamı izlettirmek değil, şahsi şovuyla kızı etkilemektir. Zaten "sevgilim ne güzel oynuyor ya" diye övünecek kızla veya hoşlandığı çocuğu futbol oynamasından beğenen kızla benim işim olmaz da (kötü oynadığımdan değil, iş ona kalsa Doutzen Kroes'la Adriana Lima saç saça kavga eder benim için ya o ayrı mesele, yanlış olmasın şşşşş) bu refakatçiliğin bir diğer yan etkisi saha içindeki adamın ekstra bir motivasyonla oynaması ve hatta asabileşmesidir. Zira kendisini madara eden birisi olursa ona takar, kendisine sert girilirse kavga çıkarır, kenara "ben yiğit delikanlıyım" mesajı verir. O sırada kenardan "Erkan yapma, Erkan Erkan diyorum..baksana bana.....Erkaaaaaaaaaaan" şeklinde haykırışlar gelir (sondaki Erkaaaaaan kavganın yumruklaşmaya dönüştüğü andır). Maç biter, kız çıkış kapısına gelir, Erkan'a çıkışır, cevap nettir...."Kızım karışma sen, görmüyo musun bacağın halini".....

10-Kasa: Ve geldik listenin sonundaki adama. Yine onca yıllık halı saha kariyerimde bir kere bile paraları toplayan adam olmadığımı bildirerek bu maddeye başlayayım. Bu adam genelde aynı zamanda sahayı alan, kaporayı yatıran, sahanın sahibin veya dayıyı tanıyan adamdır. Bunlarda maç sonrası sevinç veya üzüntü denen bir duygu yoktur zira varsa yoksa dertleri, saha parasını denkleştirip teslim etmektir. Maç kazanılırsa birkaç sevinç gösterisinden sonraki ilk sessizlikte, "beyler adam başı 20 kağıttan yavaştan toplayalım" diyerek sevincin içine sıçar...Mağlup olunan takımdaysa, o sinirle dayak yememek için, topluca seslenmek yerine tek tek şahıslara giderek "sen verdin mi, sen verdin mi?" diye sorar. Para çıkmadığında, dolmuş şöförü edasıyla "beyler vermeyen var mı?" şeklinde çırpınır. Elindeki paraları sayar. Zaten durumu vahimdir, bir de bazı elemanların "benimkini Hakkı vericek" şeklindeki paslamaları sebebiyle iyice abondone olur. Ekseriyetle paranın tutmaması sonucu cebinden minimum 10 kağıt daha koyar...Şunca yıldır halıda destan yazıyorum, daha şu işe bir kere bulaşmış değilim....

23 Ağustos 2010 Pazartesi

K-9



Köpek olan değil Vega'nın şarkısı olan....Son albüm ne zaman gelecek merak içerisindeyim zira 5 sene oldu Hafif Müzik'ten bu yana...

Yüzüme ne kadar sert,yüzüme ne kadar tatlı bakarsan bak dert
Ya bakmazsan…
“Geldim,gördüm,sen” dediysen
Zor dünyamın takdiriysen
Şimdi sihrim,sonra zehrim olabilirsin

ULTRA KÜLTÜRÜ VE TÜRKİYE




















19 aĞUSTOS 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

“Ultra” son 40 yılda dünya tribünleriyle bütünleşmiş bir kavram. Latincedeki aynı kelimeden geliyor ve en basit anlamıyla, bir futbol takımına gönül vermişliği ileri götürüp stadyumdan düzenli şekilde desteğe vardıran, bunu da tifo (koreografi olarak da bilinir), meşaleler, pankartlarla yapan taraftar grubu olarak tanımlanabiliyor. Tarihte kurulmuş ilk ultra grubu 1950’lerde faaliyete geçen, Hajduk Split’in taraftar grubu Torcida olarak bilinir. Onu Torino’nun ultra grubu Fedelissimi Granata, 1951’de takip etmiştir. Kale arkalarında ikamet etmek, sıkça deplasmanlara gitmek, maçlar sırasında hiçbir zaman oturmamak, maç öncesi ve sonrası toplu halde stadyuma geliş ve gidiş, duvar yazıları, gruba özgü kıyafet tasarımları günümüz ultra gruplarının en fazla kullandığı ögeler. Buna zaman ilerledikçe, felsefelerin uyuştuğu, sınır ötesindeki diğer tribün gruplarıyla kurulan kardeşlikler de eklendi. 20. yüzyılın sonlarında bu harekete yepyeni bir kimlik de eklendi. Artık ultra sözcüğü, sosyalizm veya sol politik kanattaki benzer görüşlere sahip insanların benimsediği bir tribün kültürü olarak görülmeye başlandı. Buna rağmen sağ politik görüşe yakın olan Grobari (Partizan), Gate 13 (Panathinaikos), La Familia (Beitar Jerusalem) ve belki de en ünlüleri Irriducibili (Lazio) gibi gruplar da halen ultra grupları arasında sayılıyorlar.

Türkiye’de bu oluşumun kökeni çok eski değil. Tribün gruplarının organize şekilde, amatör bir ruhla örgütlenmesi ile ilgili tarihimizde çok fazla örnek olmadığı gibi, felsefenin olgunlaşma döneminden çok, nihayete erdiği son 20 yıla denk gelen Türkiye tribünlerinde görülen birçok tribün grubu, futbol ekonomisinin gerçekleri ile beraber ortaya çıktı. Özellikle İstanbul’un 3 büyük kulübünün taraftarları kulüp yönetiminin karar alma süreçlerinin etkileyen değil, tam tersine onun eylemlerine razı olan bir hava içerisine girdiler. Bir kısmı, tribünlerin manipülasyonunda bile kullanıldı.

İstanbul tribünlerinde, sadece stadyumda değil, günlük hayatta oluşturdukları profille diğerlerinden ayrılan Beşiktaş’ın Çarşı grubu, birçok toplumsal eyleme destek veriyor. Ancak bu grubu Ultra akımına dahil etmek de mümkün değil, zira Beşiktaş tribünleri, koreografi, pankart, yabancı tribünlerle kurulan kardeşlik konusunda çok fazla aşama kaydetmediler, zaten böyle bir amaçları da hiç olmadı. Türkiye’de evrensel “ultra” kültürüne en fazla yaklaşan tribünler ilginç şekilde, ülke futbolunun en üst değil üçüncü kademesinde sahne alıyorlar. Adana Demirspor’un tribün grubu Mavi fiimşekler.

Adana Demirspor, 1994-95 yılında, son kez Türkiye 1. Futbol Ligi’nde mücadele ettiğinde, ligi 15 puan gibi kulüp tarihi için utanç verici bir puanla tamamlayıp küme düşmüşlerdi. 5 yıl sonra 3. lige düştüler. 11 yıldır orada mücadele ediyorlar. Kulüp bu süre zarfında bir dolu olumsuzluk atlattı. Özellikle yönetim ve taraftarlar arasındaki çekişme, takımın 2 kez 2. lige çıkma eşiğine gelip, play-off finallerinde kaybettiği döneme denk geldi. Mavi-lacivertli takımın taraftarları 2 kez yaşadıkları yıkıma rağmen takımlarına olan desteği elden hiç bırakmadılar. İçeride takımla olan bağlarını devam ettirirken uluslararası alanda da iyi işlere imza attılar. Öncelikle mavi-lacivert renklerin İsveç’teki temsilcisi Djurgardens’in taraftar grubu Jarnkaminerna ile kurulan dostluk, ardından, dünya çapındaki ultra gruplarının düzenlediği en bilinen organizasyonlardan olan, ırkçılık karşıtı Mondiali Antirazzisti’ye katıldılar. Hem takıma verdikleri kayıtsız şartsız destek, hem kısa süre önceki yönetim değişikliğinde oynadıkları rol hem de evrensel bazdaki eylemleri onları ülkedeki taraftar grupları arasında apayrı bir yere yerleştirdi. Bu nedenle kutlamak lazım.

BunuN dışında, ultra kültürü karşısında Türkiye’nin durumu biraz farklı. Hırvatistan ve Sırbistan gibi ülkelerden daha fanatik taraftarların olduğu bir ülkeyiz ama bu fanatizm hiçbir zaman ultra karakteri kazanamadı. Türkiye’deki tribünlerin profili genelde kendi milliyetçi geleneklerimizle İtalyan ögelerin karışımı oldu her zaman. Türkiye’de var olan ciddi Livorno ve Lazio sempatisinin de sebebi bu, bir şekilde.

Ülke tribünlerinin icraatlerinin genelde diğer tribün gruplarına üstünlük sağlamak için yapılan eylemlerden ibaret olması, onların kulüp yöneticilerini etkilemek, kulüp adına alınan kararlarda rol oynamak gibi önemli konularda zayıf kalmalarına yol açıyor. Örneğin AEK tribünlerinin en önemli grubu Original 21’in kurucularından olan Dimitris Hatzihristos ultras sistemin bile çok ilerisinde bir yapılanmaya imza attı ve 2 sene önce taraftar devrimiyle amatör şubelerin yönetimini de ellerine aldı. Panathinaikos tribünlerinin baskın grubu Gate 13, şu an inşaatı süren stadyumun projesini, kulüp sitesinde açıklanan 10 seçenek arasından seçerek birkaç yıl sonra mabedleri olacak stadyumu seçtiler. Tribünlerimizde eksikliği çekilen bir diğer şey de, bu etkisizlikten kaynaklanan, keyfi uygulamalara boyun eğen tavır. Örneğin Torino derbisinin 2 tarafı Juventus ve Torinolu fanatikler, Berlusconi hükümetinin tribünler üzerinde hâkimiyet sağlamak için uygulamaya koymayı planladığı taraftar kart projesi “Tessera del Tifoso”ya hep beraber sokaklarda tepki koydular. Ancak, Avrupa’nın en pahalı birkaç kombinesinden birisini ödemek zorunda kalan Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarının bu konuda ortak bir çalışmasını veya açıklamasını göremedik.

Arjantin’den, İtalya’ya ve hatta Japonya ile Avustralya’ya kadar, Orta Avrupa’dan yükselen bu ekolü hemen hemen bütün taraftarlar, kendi ülkelerinin kültürleriyle birleştirip eyleme döktüler. Tüm Avrupa çapında stadyum içi özgürlüklerin kısıtlanmaya başladığı bir dönemde, bu kültürün Türkiye’ye neredeyse hiç uğramadan geçecek olması dikkat çekicidir.

DUNDEE UNITED 1981-82

22 Ağustos 2010 Pazar

KICKER'İN NİMETLERİ-1
























Bugün SailParade için Amsterdam'a giderken tren yolculuğunda refakatçi kontenjanını doldursun diye Kicker dergisinin 2010-11 rehberini aldım. 248 sayfalık bu dev eseri okurken düşen kıçımı toplamak için trenin Amsterdam'a değil Münih'e kadar gitmesi gerekirdi ya neyse. Hem Hollanda Ligi için, hem Premier Lig için, hem La Liga için, hem Fransa Ligi için yapılmış ve o ülkenin önemli futbol dergilerinin elinden çıkmış sezon rehberlerini görmüş birisi olarak söyleyebilirim ki Kicker bu olaya noktayı koymuş. Bundesliga'yı okurken daha bir seviyor insan (zaten sevmemek mümkün değil). Ara ara bu rehberden örnekler veririz ama önce Almanya'da geçtiğimiz sezon 3 ligde, lig ve takım bazında, toplam seyirci, seyirci ortalaması ve stadyumun doluluk oranını vereyim. 1. ligi zaten biliyoruz da, 2. lig takımı için 35.000 ortalama nedir yahu?
























Kicker'in bir de Regionalliga için hazırladığı bir rehber var. İnsanın onu da alıp, Almanya 4. ligini dahi okuyası geliyor. Bir de yine derginin Serie A, La Liga ve Premier Lig rehberleri de mevcut şimdi onların peşindeyim. Buyurun seyirci rakamlarına. İlk sütun toplam seyirci, ikinci sütun maç başı ortalama, üçüncü sütun ise stadyumun doluluk oranını gösteriyor. Listenin en altında ise toplam rakamlar, ortalam ve 2008-09 sezonu ile karşılaştırma var.

20 Ağustos 2010 Cuma

WHEN THE WILD WIND BLOWS



Albüm günlerdir dönüyor Ipod'umda. Maiden'ı uzun yazmaya girişirsem her kaçan kelimeye haksızlık etmiş olurum, o yüzden bir sonraki albüme kadar sürekli ısıtıp ortaya getirmek daha hoş benim için. Bu alemde kim progresif öğeleri işin içine katıp melodiyi kaybetmezse başarılı olmuştur. Steve Harris'in Blaze döneminden beri yarattığı en progresif albüm bu. "O 2 albüm için hayatımın karanlık bir dönemiydi" der Harris. O yüzden de tok, ağır bir albümdür. Bu albüm de bir nevi veda..E o da bir ağırlık içeriyor. Albümün uzay temalı şarkılarını izlerken geçtiğimiz yılın müthiş filmlerinden The Moon geliyor aklıma benim ve filme bayılan ben bir de albümü iyice seviyorum. Şarkı yapısı açısından albümü tam ortadan ikiye ayırmak mümkün. 6. şarkıdan itibaren başlayan ikinci yarısı için olağanüstüden başka bir söz kullanılamaz. Hele albümü kapatan şarkı....Her notasına aşık olunacak "When The Wild Wind Blows"....Yukarıda....Bu destansı şarkıyı dinlerken gözleriniz de dahil her şeyi kapatıp kendinizi notalara bırakmanız lazım....2010 yılında yaratılmış en iyi şarkı bana sorarsanız...

PAOK MACI VE FENERBAHCE.



Dun gece Selanik’te oynanan mac, Fenerbahce’nin bu sezon Avrupa Kupalarindaki 3. maciydi ve Fenerbahce’nin rakiplerine karsi henuz galibiyeti yok. Disardan bakildiginda vahim bir tablo aslinda. Ancak Fenerbahce’de birseyler degisiyor ve bu degisim surecinde her ne kadar futbolda bir gercekligi simgelemese de sans faktoru Fenerbahce’nin yaninda degil.

Dunki maci tamamen yuzeysel olarak soyle yorumlayabiliriz. Ilk yaridaki Fenerbahce, uzun yillardir bildigimiz duzendeki ve tempodaki Fenerbahceydi. Gecen yilki takimdan tek fark Caner ve Ilhan di ki, bu oyuncularin Aykut Kocaman’in kafasindaki tempolu futbolu takimda tetikleyen oyuncular olamayacagi asikar. Ikinci devrede ise Niang degisikligi, takimin hizini birkac vites yukseltti.Hatta zaman zaman Alex’in bile hizlandigini gorduk. Ta ki Fenerbahce tekrar ortadan gitmeye calisana dek...

Dunki mac bir kez daha ne Mehmet Topuz'un, ne de Ozer'in kanat oyuncusu olmadigini gostermistir. Bu oyuncular merkezde oynayacak ortasaha oyuncularidir. Mehmet Topuz’un Antalyaspor karsisindaki kanat performansi bir iluzyon yaratmistir. Futbol yorumcularimiz hep bir agizdan hayatlarinda izlemedikleri Dia'nin gereksiz bir transfer oldugunu soyledi durdu Antalya macinin ardindan. Ozellikle Ridvan Dilmen bunu defalarca tekrarladi. Oysa,Turkiye ligi baska bir arenadir. Dia ve Stoch transferleri -yillardir yapilamayan- dogru bir teshisin sonucunda gerceklestirilen transferlerdir. Bu takimin hem Dia 'ya, hem Stoch'a yapilmak istenende kayitsiz-sartsiz ihtiyaci vardir. Hakeza Niang’a da...

Aykut Hoca'nin en buyuk sanssizligi takim kadrosunda Alex'in olmasidir. Alex bu takimin son yillardaki gercegidir, gucudur. Ama su anda yapilmak istenen ile tamamiyla ters dusen adamdir ayni zamanda. Alex’in bu takima verdiklerini elestirmek ya da hice saymanin mumkun olmadigini en iyi bilen adamlardan biridir Aykut Kocaman diye dusunuyorum. Ancak Fenerbahce’nin bu degisimi yasamasi kacinilmazdir. Alex’in oynanmak istenen tempolu futbolda aksayan parca oldugunu sagda Dia, solda Stoch ve ucta Niang oldugunda daha iyi gorebilecegiz.

Daldan dala yazmaya devam ediyorum. Aykut Kocaman’in yaptigi teshisler gelinen noktaya kadar oldukca yerindedir. Fenerbahce takimi bu sezon tam isabet transferler yapmistir(yabanci oyunculardan bahsediyorum). Dia, Stoch ve Niang bu takima muthis bir ivme kazandiracaktir. Bir sonraki adim alanen gozuktugu uzere, orta sahanin merkezine yapilacak transfer olmalidir. Bunun icinde dogru pazar kesinlikle Fransa’dir. Daha once uzerine yazdigim Fransa liginde, aklima bircok aday geliyor ama tam ihtiyaci karsilayacak olan ve Fenerbahce’ye sinif atlatacak adam Toulouse’da oynayan Moussa Sissoko’dur. Bu transferin oldukca zor olacagini dusunursek bir diger adayim Saint-Etienne’de forma giyen Blaise Matuidi’dir. Marsilya formasi giyen Stephane Mbia Fenerbahce’deki acigi kapatacak en onemli oyunculardan bir digeri ama alinmasi tabi ki oldukca zor gozukuyor.

Kadrodaki sakat oyuncularin sayisinin fazlaligi yuzunden gonderilemeyen futbolcular ise bir bir gonderiliyor ki bu da cok dogru bir hamle. Ancak bu temizligin sinirlari iyice derinlere inmeli. Transfer sezonunun kapanmasina bu kadar az bir zaman kalmisken bunun yapilamayacagini dusunuyorum ancak Selcuk ve Cristian’in bu takima herhangi bir katkisi olmayacaktir. Selcuk ve Cristian’in aralarindaki tek fark; birinin birseyler yapmaya calisip takim oyununa zarar vermesi, digerinin de hicbir sey yapmamasidir. Futbolun kalbi olan, ortasaha da boyle bir ikiliyle mac kazanmayi ya da iyi futbol oynamayi beklemek cok iyimser bir beklenti olur. Bu ikilinin uretkenligi neredeyse eksilerde seyretmektedir. Bunun goz ardi edilmesi Fenerbahce’nin degisim yolunda atmasi gereken adimlari bir yerlerde kilitleyecektir.

Fenerbahce’de yapilan son iki transfer Fransa liginden alinan Senegal’li futbolcular oldu. Bu durum Dia ve Niang’in uyum surecini hizlandiracaktir. Bununla birlikte, transfer soylentilerinde birkac Senegal’li veya Senegal asilli Fransiz oyuncunun adi geciyor. Bu durum aklima, Aykut Kocaman’in Ankaraspor’da yaptigi calismayi hatirlatiyor. Hatirlanacagi uzere, Aykut Hoca Ankaraspor da Liberyali oyuncularla ilgili bir calisma yapmis ve oldukca genc iki milli oyuncuyu kadroya dahil etmisti. Bu durumun fantazisini yapacak olursak, savunmaya yapilacak PSG’den Mamadou Sakho veya Metalist’ten Papa Gueye veya Rennes’ten Kader Mangane transferleri oldukca etkili olabilir.

Sozun ozu aslinda sudur ki; Aykut Kocaman’i su asamada elestirmek dupeduz anlamsiz bir durum. Fenerbahce taraftarinin modu oldukca degisken olsa da, sunun iyice kavranmasi gerekiyor ki, degisim arifesinde, henuz Agustos ayinin ortalarindayken bir teknik direktoru elestirmek; istikrar ve degisim istemekle tezat dusmektedir. Bu vizyon, hicbir teknik direktorle memnun olmayi saglamayacagi gibi, onlara zaman taninmamasini doguracaktir. Yonetimin bu kadar yanlis yaptigi bir ortamda, biryerlerini kurtarmak adina yaptigi Aykut Kocaman hamlesi, butun terslikler icindeki tek dogrudur...

by LeFoot

LEONARDO CUELLAR











Tipten anlaşıldığı kadarı ile Hacettepe Edebiyat Fakültesi mezunu Cuellar...

TARİHİ YAZAN BİR TAKIM: 1990-91 SAMPDORIA














Geçtiğimiz yılki 91 ruhu yazısında Sampdoria'nın tarihindeki ilk ve tek şampiyonluğu yaşadığı 1990-91 sezonundaki lig açılışı performansının dahi üstüne çıktığından ve o rüya sezonu tekrarlayabilme ihtimaline sahip olup olmadığından bahsetmiştik. Bu yazıda o peri masalının hikayesini anlatacağız. 1990-91 Scudetto hikayesini. Bu gün hala bir masal gibi anlatılır o sezonda elde edilen şampiyonluk ki Türkiye'de de nice Sampodoria fanı yaratan, Sampdoria'nın o ölümsüz formasını efsane haline getiren de aynı şampiyonluğun hikayesidir.

1990-91 sezonunun başında Sampdoria 1946 yılından itibaren mücadele ettiği Serie A'da üç kez dördüncü olmuş (1960-61, 1984-85, 1987-88 sezonları) ve bu kulübün ligdeki en büyük başarıları olmuştu. Ayrıca 1984-89 arasında kazanılmış 3 İtalya Kupası ve 1988'de final oynanan, 1989'da ise kazanılan Avrupa Kupa Galipleri Kupası da Genoa şehrinin takımının müzesindeydi ama dediğimiz gibi Serie A'da üçüncülük koltuğunu dahi görememişlerdi. 1990 Dünya Kupası'nda İtalya milli takımı kadrosunda bulunan 4 oyuncusu doğru dürüst oynama fırsatı bulamadan üzgün şekilde kupaya veda etmişlerdi. Roberto Mancini ve Gianluca Pagliuca sahaya bile çıkamamıştı. Pietro Vierchowod sadece üçüncülük maçında forma giymiş, Gianluca Vialli ise Azeglio Vicini'nin bir numaralı tercihi olmasına rağmen daha turnuvanın ilk maçında Salvatore Schillaci'nin gölgesinde kalmıştı. O günlerde sadece 3 yabancı futbolcuya izin verilen ligde diğer takımların yabancı oyuncuları arasında şu isimler bulunuyordu. Van Basten, Gullit, Rijkaard, Matthäus, Brehme, Klinsmann, Maradona, Careca, Caniggia, Sosa, Skuhravy, Aguilera, Völler, Berthold, Simeone, Lacatus, Hässler, Aldair, Branco, Taffarel, Martín Vázquez, Brolin, Francescoli, Aleinikov, Kubik, Detari, Alemao, Strömberg. Sampdoria'nın kadrosunda ise Srecko Katanec, Toninho Cerezo ve Alexei Mikhailichenko bulunuyordu. Cerezo 36 yaşındaydı ve sık sık yaşadığı sakatlıklar sebebi ile sadece 12 maçta forma giyebildi. Mikhailichenko sezonun ikinci yarısında çok fazla forma şansı bulamadı ki sadece o sezon Sampdoria'nın formasını giydi. Takımın başında 1986'dan beri bulunan, 1961-62 sezonunda Sampdoria forması da giymiş olan ve birçok takımı dolaşmış Yugoslav hoca Vujadin Boskov, Sampdoria'ya 2 İtalya Kupası ve 1 Avrupa Kupa Galipleri Kupası kazandırmıştı ama Serie A şampiyonluğu kariyerinde eksikti.

Sampdoria'nın bir bütün olarak iğer takımlarla karşılaştırıldığında da kadrosu diğer takımlara kıyasla oldukça zayıftı. Maradona'lı Napoli son şampiyondu. Arrigo Sacchi'nin Milan'ı iki sezon önce Avrupa şampiyonu olmuştu. Aynı sezon Giovanni Trapattoni'nin çalıştırdığı Inter, iki puanlı sistemde 11 puan farkla şampiyon olmuştu. Yeni hocası Gigi Maifredi'nin önderliğinde Juventus da lig öncesi Roberto Baggio, Thomas Hässler ve Julio Cesar transferleri için büyük paralar harcamıştı.

Sezona bu veriler ışığında, Vialli'nin de sakatlığı ile başlayan Sampdoria ilk 5 maçta sadece 3 gol atabildi. Gol atamadıkları 3 maç 0-0 berabere bitmişti.Vialli'siz oynadıkları son maçta, ligin yedinci haftasında Cerezo'nun golüyle Milan'ı San Siro'da 1-0 mağlup etmeleri onların bu zor dönemi iyi atlatmalarını sağladı. Sampdoria Ekim ayında, 1982 yılından beri ilk kez liderlik koltuğuna oturmuştu. Bu 8 yıllık hasretin bitişi sezon sonundaki rüyanın gerçekleşmesiyle ilgili bir haberciydi adeta. 3 hafta sonra son şampiyon Napoli'yi San Paolo'da, 1-0 geriye düştükleri maçta 4-1 mağlup ettiler. Mancini'nin zamanında TRT'nin Avrupa'dan Futbol programının jeneriklerine giren golü de bu maçta atılmıştır. Zaferle geçen haftalardan sonra ligin ilk mağlubiyetini derbide Genoa'ya karşı kendi evlerinde aldılar. Inter, Juventus ve Sampdoria 15'er puanla zirvedeydiler. 14. hafta bir başka büyük kapışmada Inter'i 3-1 mağlup ettiler ve zirveye oturdular. Durum 1-0 Sampdoria lehine iken Mikhailichenko Bergomi'ye orta sahada dirsek atmış ve kırmızı kart görmüştü üstelik. Ancak zirveye oturmalarının ardından aldıkları mağlubiyet geleneği onların peşini yine bırakmadı. İzleyen hafta Torino'ya içerde 2-1 mağlup oldular, daha sonra da Lecce'ye deplasmanda 1-0. Lider Milan'ın 2 puan gerisine düştüler. Bu yattıkları rüyadan uyanmaları anlamına gelebilirdi, ama öyle olmadı.

İzleyen hafta Lazio ile 1-1 berabere kaldıktan sonra gelen 10 haftada 9 galibiyet ve 1 beraberlik aldılar. Bu dönem 1-0'lık Juventus, 92. dakikada gelen Parma ve 2-0'lık Milan galibiyetlerini içeriyordu. Juventus'u mağlup edişleri siyah beyazlıları şampiyonluk yarışının da dışına itmişti aynı zamanda. 26. hafta Napoli'yi bir kez daha 4-1 mağlup ettiler ki bu maç Maradona'nın Serie A'daki son maçı olarak bilinir bir çok kişi tarafından. Aynı hafta oynana Inter-Milan derbisini Milan 1-0 kazanınca Sampdoria ligin bitimine 8 hafta kala Inter'in 3 puan önünde avantaj yakalamış oldu. Ligin 30. haftasına kadar bu puan farkını korudular ve şampiyonluğun kaderini doğrudan ilgilendiren maça da büyük bir avantajla çıktılar. Inter kendi sahasında kazanmalıydı, Sampdoria'ya ise beraberlik dahi yetiyordu. Bu maç İtalya tarihinin gelmiş geçmiş en ilginç maçlarından birisi olarak bilinir.

Maçın ilk yarısında Inter Sampdoria'yı perişan eder. Kaçırdıkları gollerin haddi hesabı olmaz. Klinsmann'ın bir golü ofsayt nedeniyle geçersiz sayılır. Pagliuca devleşir. Rakip kaledeki bir pozisyon sonucu devrenin son saniyelerinde, penaltı tartışmasının ardından Giuseppe Bergomi ve Roberto Mancini oyundan atılırlar. Bu maçın kırılma noktalarından birisidir. Soyunma odasına giderken yıllar sonra Inter'i Serie A şampiyonu yapacak Mancini'ye yabancı madde yağdırılır. Bu maddelerden Bergomi de nasibini alır. Trapattoni'nin takımı ikinci yarıya da Sampdoria'yı paçavra ederek başlar. Ancak maçın 60. dakikasında Vialli'nin orta sahada kaptığı top Giuseppe Dossena'yı bulur. O da ceza sahası dışından Walter Zenga'yı avlar. Maçı İngiliz televizyonundan sunan Martin Tyler şöyle der golden sonra "Would you believe it?"...Zira Sampdoria kalesi 1 saat süren bir abluka altında savaş alanına dönmüştür. 5 dakika sonra ceza sahası içindeki bir karambolde Berti, Cerezo tarafından düşürülür. Penaltı. Matthaus topun başına gelir, vurur, Pagliuca kurtarır. Sampdoria kalesinin o gün gol görmeyeceği belli olmuştur artık. Birkaç dakika sonra Lombardo Zenga'yı geçer vurur, direkten döner, takip edip Vialli'ye çevirir, Vialli'nin vuruşu çizgiden çıkarılır. 76'da uzun bir top atılır, Vialli topu kontrol eder, Ferri'yi geçer, sonra da Zenga'yı geçer ve işi bitirir. 0-2. Sampdoria resmi olmasa da şampiyonluğu bu golle kucaklar. Inter taraftarları stadyumu yakar, Pagliuca'nın başına isabet eden bir maddeden dolayı oyun durur. Maç biter. Maç boyu Sampdoria kalesine 24 şut atmıştır Inter ve 13 korner kullanmıştır. Sampdoria ise sadece 6 şut atıp 1 korner kullanmıştır. Zenga tek bir kurtarış yapmamıştır, Pagliuca ise Matthaus'un penaltısı dahil tam 14 şut kurtarmıştır. Bu muhteşem maçın videosunu gün sonunda vereceğiz.

Son 3 haftada şampiyonluk için sadece 3 puana ihtiyacı vardır takımın. İzleyen hafta Torino ile deplasmanda 1-1 berabere kalırlar. 33. haftada Lecce'yi ilk yarım saatte gelen 3 golle mağlup ettiklerinde bir rüya gerçekleşmiştir. Sampdoria 44 yıllık tarihinde ilk kez Serie A şampiyonu olur. Genoa'daki kutlamalar günler boyu sürer.
















Sampdoria o sezon en çok galibiyet alan (20), en az mağlup olan (3), en çok gol atan (57) ve deplasmanda en az gol yiyen takım (5) olmuştur. Gianluca Vialli 19 golle gol kralı olurken, Roberto Mancini de ona 12 golle eşlik etmiş, ikili takımın 57 golünün 31 tanesine imza koymuştur. Vialli Juventus, Milan ve Inter'e karşı alınan kritik galibiyetlerde atığı penaltı golleriyle de klasını konuşturmuştur. İtalyan oyuncunun o sezon attığı tüm golleri şuradan görebilirsiniz. Bunun dışında takımdaki hiçbir oyuncu 5 gol barajını geçememiştir. 33 yaşındaki Beppe Dossena sezonun tüm maçlarında oynayan tek oyuncudur ve sezon boyu sadece 1 gol atmıştır ama o gol, yukarda aktardığımız efsanevi Inter maçında attığı goldür. Giovanni Invernizzi, Marco Branca, Moreno Mannini ve Fausto Pari gibi oyuncuların attığı gollerin tümü çok kritik gollerdir. Tabi o zamanlarda 24 yaşında olan ikili de unutulmamalı. Gianluca Pagliuca ve kelliğin getirdiği etki ile 24 yaşından çok 40 yaşında bir adam görüntüsü veren unutulmaz sağ kanat oyuncusu Attilio Lombardo. İkili bu muhteşem sezonun ödülünü milli takıma ilk kez seçilerek almışlardır. Takım o sezon kontratak futbolunun da profesörleri olarak anılmıştır ki şampiyonluğu getiren Inter maçında attıkları goller buna çok net iki örnektir.



















Ne ilginçtir ki takım izleyen sezonun başlarında çok kötü günler yaşamış, bir ara küme düşme hattına yaklaşmış ve sezonu ancak altıncı bitirebilmiştir. Bununla beraber ilk Şampiyonlar Ligi'nde gelen final, Wembley'de Barcelona'lı Koeman'ın attığı frikik golüyle ikincilik olarak takıma dönmüştür ki bu muhteşem kadronun son başarısı da budur. O sezon sonu Vialli'nin 12 milyon euro gibi rekor bir ücretle Juventus'a gidişi, teknik direktör Vujadin Boskov'un Roma'nın başına geçişi sonrası da bir daha o günlere ulaşılamamıştır. O sezon şampiyon olan takımın 19 kişilik kadrosu şu şekildedir:

Pagliuca, Mannini, Bonetti, Pari, Vierchowod, Lanna, Invernizzi, Cerezo, Katanec, Mancini, Dossena, Vialli, Lombardo, Mikhailichenko, Pellegrini, Branca, Lanna, Nuciari, Calcagno, Mignani.

Bu oyunculardan 7 tanesi daha sonra İngiltere Liglerinde forma giymiştir. Ivano Bonetti (Grimsby, Tranmere, Crystal Palace, Dundee), Marco Branca (Middlesbrough), Attilio Lombardo (Crystal Palace), Roberto Mancini (Leicester), Moreno Mannini (Nottingham Forest), Alexei Mikhailichenko (Rangers) ve Gianluca Vialli (Chelsea).