Son yıllarda taraftarların tasarladığı kulüp ürünleri artık internette, lisanslı ürünlerden önce görücüye çıkıyor. Tabii reklam anlaşmalarından bağımsız olan bu amatör çalışmalar zaman zaman resmi ürünlerden daha göz alıcı olabiliyor. Özellikle forma tasarım konusunda bir hayli ileri giden arkadaşlar var. RKC Waalwijk kulübü de bu girişimci arkadaşları harekete geçirmek için bir yol seçti ve kulüp sitesine taraftarların göndereceği korner bayrağı tasarımlarından en iyisini kullanıp, buna imza atan taraftara da 1 iç saha maçına bedava giriş bileti verecek. Tabii o biletten önemlisi stadyuma 1 sezon boyunca katkı yapmak. Tabii maç boyu korner bayrağına dalıp gitmemeniz lazım. Muhtemelen taraftarlar kulüp renklerinin ağırlıkta olduğu bir tema seçecekler. Tabii şekil yönünden de bazı sınırlamalar var, korsan bayrağının renklerini RKC Waalwijk renkleriyle değiştirip göndermek çok akıl kârı değil.
31 Temmuz 2012 Salı
12. BAYRAK ADAM
Son yıllarda taraftarların tasarladığı kulüp ürünleri artık internette, lisanslı ürünlerden önce görücüye çıkıyor. Tabii reklam anlaşmalarından bağımsız olan bu amatör çalışmalar zaman zaman resmi ürünlerden daha göz alıcı olabiliyor. Özellikle forma tasarım konusunda bir hayli ileri giden arkadaşlar var. RKC Waalwijk kulübü de bu girişimci arkadaşları harekete geçirmek için bir yol seçti ve kulüp sitesine taraftarların göndereceği korner bayrağı tasarımlarından en iyisini kullanıp, buna imza atan taraftara da 1 iç saha maçına bedava giriş bileti verecek. Tabii o biletten önemlisi stadyuma 1 sezon boyunca katkı yapmak. Tabii maç boyu korner bayrağına dalıp gitmemeniz lazım. Muhtemelen taraftarlar kulüp renklerinin ağırlıkta olduğu bir tema seçecekler. Tabii şekil yönünden de bazı sınırlamalar var, korsan bayrağının renklerini RKC Waalwijk renkleriyle değiştirip göndermek çok akıl kârı değil.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
4. GELENEKSEL FLYING DUTCHMAN BULUŞMASI
Zaman geldi çattı ahali. Ağustos ayının sonunda bendeniz İstanbul yollarına düşecekken geleneği bozmayacağız. 3 senedir mekan olarak oradan oraya dolaştıktan sonra Pera Balık'ta yerleşik hayata geçiyoruz. Tarih 25 Ağustos 2012 Cumartesi. Ramazan ve bayram sonrası kendini masaya vurmak isteyenler için birebir. Masanın demirbaş çökenleri Fenerbasket, Hayatım Futbol ekibi, bu ekipten herhangi birini dövmek isteyenler, eş-dost, okuyucu kim varsa herkesi yine bekliyoruz. Geçen seneki organizasyonun bir özeti aşağıda. Buradan herkese söz veriyorum, 5. senemizde Doutzen Kroes ablanızı masaya getirmezsem bu işi bırakıyorum. Geceye katılmak isteyen aşağıdaki yorumlara dökülebilir, biz de ona göre sayımızı alalım.
Çökenlere özel not: Fenerbasket toplu sayı verebilir...
V.D.E : Varol Döken'den Edit
Hayatım Futbol Sayı 4 sayfa 64'te tanıtımı var merak edenler için, hayır mekan benim değil, hayır reklam için para almıyorum, evet dallaslar beleş.
3. Geleneksel Flying Dutchman Gecesi
28 Temmuz 2012 Cumartesi
CATANIA'YA BELEŞ

Ekonomik kriz malum. Göçmen politikaları, İspanya ve Yunanistan'ın yaşadığı kriz, Batı Avrupa ülkelerinin bu krizi göğüslemek için yardım paketlerini oluşturmaları ama bu yolda da kendi içlerinden aldıkları muhalefet (PVV lideri Geert Wilders aylardır "yılardır yan gelip yatıyorlar biz niye Yunanistan'a yardım ediyoruz" diyip duruyor örneğin) derken durum pek iç açıcı değil. Tabii Güney ve Doğu Avrupa'da gelir durumu çok iyi olmayan bir çok insan, özellikle Avrupa Birliği'ne son 10 yılda üyelik almış ülkelerin vatandaşları önemli bir göç dalgası oluşturdular. Örneğin Hollanda'ya sadece geçtiğimiz yıl 70 bin Polonyalı geldi. Birçok Rus kadın evlilik yoluyla Hollanda'ya kapağı attılar. Türk ve Faslıların gelişi hala sürüyor. Tabii bu iş imkanlarının sabit kalmasından dolayı hatırı sayılır bir işsiz yabancı nüfusu oluşturuyor. Batı Avrupa bununla baş etmek zorunda ama tablo pek iyi değil.
İtalya'da da durum pek farklı değil aslında. Batı Avrupa ile karşılaştırıldığında aylık maaş düzeyi çok umut verici değil. Onlar da Batı'yı olduğu kadar güneyi de vuran zorluklarla karşı karşıyalar. Tabii bu kıtadaki futbol takımlarını da önemli ölçüde etkiledi. Transfer pazarındaki durgunluk, bonservisi elinde olan futbolculara rağbet ve taraftarlar yönünden de kulüp ürünleri ve daha da önemlisi biletlere olan rağbetin azalması. Seyirci yönünden yıllardır sıkıntı çeken Serie A'nın orta karar takımları da bunun üstesinden gelmek için çareler arıyorlar. Catania da bu yolun yolcusu. Bu sezon bilet fiyatları 190 ile 1.600 euro arasında değişiyor. Elefantini de (Catania'nın lakabı "Filler") bu fiyatlar ve mevcut ekonomik durum çerçevesinde maddi durumu kötü olan taraftarlarına bedava kombine bilet kampanyasına başladı. Buna göre taraftarlar kendi aralarında bir oylama yapacaklar ve o tribünlerde tanıdıkları arasında maddi durumu en kötü olan arkadaşlarına bedava bilet verilmesini kararlaştıracaklar. Dolayısıyla bir nevi Robin Hood durumu ama zenginden alma yok, sadece fakire verme durumu var. Böylece tribündeki insanların kendi içindeki hakkaniyeti ve bütünlüğü sağlama görevlerini de yerine getireceklerini düşünüyorlar.
Catania geçtiğimiz sezonu 11. sırada bitirdi.
25 Temmuz 2012 Çarşamba
HAYATIM FUTBOL 42

Çok değil 1 seneyi doldurmaya 10 sayı kaldı. 42. sayı dolu dolu bir sayı oldu ve belki de bugüne kadar yaptıklarımızın en iyilerinden. Uğur Karakullukçu etrafta dolaşan FC Vaslui söylentilerini ve diğer bilgileri doğrudan Romanya'nın içinden yaptığı röportajla açıklığa kavuşturdu. Alper Öcal Zlatan İbrahimoviç güzellemesini sergilerken ben de Olimpiyat oyunlarındaki futbol karşılaşmalarına değindim.
Hayatım Futbol web
Hayatım Futbol iPad
Hayatım Futbol android
22 Temmuz 2012 Pazar
RECREATIVO GENÇ ODASI
Yıl 2003. Rahmetli Ronie James Dio'nun Türkiye'ye ilk kez geldiği Rock the Nations festivalindeyiz. Türkiye sınırları içindeki her konserde olduğu gibi gecikmiş kapı açılma saatini beklemekteyiz. Herkes siyah giymiş tahmin edileceği üzere. Siyah tişört, pantolon bot. Sıcaklık 35 derece. Ben inat edip S.Oliver reklamlı sarı Borussia Dortmund formasıyla gitmişim festivale. En önde dururken güvenlik görevlisi yanıma gelmiş "bu ne forması yaaa?" diye sormuş ben de "Borussia Dortmund" deyince, "çok kötüymüş yaa bir daah böyle gelme almam" demişti. Yukarıdaki formayı giyip gitsem Dio Rainbow in the Dark şarkısını bana ithaf ederdi tahminen. Manchester United'ın formasına "masar örtüsü" muamelesi yapılıyor biliyorsunuz açıklandığından beri. Yukarıdaki formaya da ben kusura bakmazsanız "mahalle kızının bakala gitme eteği" muamelesi yapacağım. Bugünlerde de Çilek genç odasının perde deseni olarak kullanılıyor. İspanya 2. Ligi takımlarından Recreativo'nun önümüzdeki sezon giyeceği deplasman forması. Danimarka firması Hummel'in elinden çıkma. Zamanında tarihin en kötü formaları listesini yapmıştık. Bu listeye kesinlikle aday olabilir.
21 Temmuz 2012 Cumartesi
20 Temmuz 2012 Cuma
THE DARK KNIGHT RISES
Gittik gördük. Elbete spoiler verip blog okuyucularını kızdırmayacağız ve kısa keseceğiz ama bu blogun okuyucusu olup filme gidecekler için söyleyelim ayakları yere basmak lazım. Özellikle son 1-2 aydır poster, fragman, söylenti şu bu derken beklentiler o kadar fazla yükseltildi ki bu beklentileri düşük tutmak lazım. Ortaya kötü bir filmin çıktığından değil The Dark Knight'ın (tabii bu da kişisel bir görüş o ayrı) halen serinin en iyi filmi olarak kaldığından. Bu filmin sonunda saygı duyulacak bir isim varsa bir kez daha Hans Zimmer olacak. Hollywood filmleri Hans Zimmer'ın müziklerinin videolarına dönmeye başladı. Filmi hiç izlemeseniz ve müziklere konsantre olsanız bile "vay ulan" deyip çıkıyorsunuz....Herkese iyi eğlenceler şimdiden...
18 Temmuz 2012 Çarşamba
ALTIMIZ ÇÜRÜKTÜR SEVGİLİ EINDHOVENLILAR
Cruijff "altyapıdan oyuncu çıhmiiir" diye huysuzlanmaya başladığından beri Ajax ligde 2 kez üstüste şampiyon oldu ve zaman zaman 18 kişilik maç kadrosunun 10'u altyapıdandı. Tabii kimse saygısından çıkıp bir şey demedi ama son 5 yıldır zirvede dolaşan aksi ihtiyarlığının bir örneği olarak kaldı. Halbuki gözünü biraz ezeli rakiplere kaydırsaydı işlerin daha vahim olduğunu görürdü. PSV üstüste 4 sezon şampiyon olduktan sonra zirveden uzak. 2007-08 sezonunda son kez şampiyon olduklarında kadrolarında 5 altyapı oyuncusu bulunuyordu ve bunları da çok sık kullandıkları söylenemezdi. Bu rakam yıllar geçtikçe daha da azaldı ve bugün 2012-13 sezonu başlarken PSV altyapısından yetişmiş sadece 1 oyuncu var kadroda. O da 12 yaşından beri Eindhoven'da olan ve bugün 18 yaşındaki Memphis Depay. 17 yaşında iken Austria Karnten'e 70 bin euro ödeyip aldıkları Marcel Ritzmaier de bu sezonun çıkış yapması beklenen oyuncularından. 4.1 milyon euroya Heerenveen'den alınan Luciano Narsingh (yukarıda-Ajax akademisinde oynarken çok üst düzey bir oyuncu olarak görülmediği için Heerenveen'e gidişine izin verilmişti, Ajax onu transfer etmek için PSV ile çekişti) takımın bu sezonki beşinci transferi oldu. Dick Advocaat'ın gelişi ile 4 senelik hanedanı geri getirmeye uğraşacaklar ama Hollanda'da zirveye oynayan takım sayısı her geçen gün artıyor. Transfere toplam 32,3 milyon harcadılar. Aşağıda PSV'nin şu andaki kadrosu ve bonservislere ödenen ücretler var. Rakamlar euro değerinden.
Przemyslaw Tyton: 2,7 milyon
Mathias Jorgensen: Bonservis ödenmedi
Wilfred Bouma: Bonservis ödenmedi
Marcelo: 2,5 milyon
Erik Pieters: 2,5 milyon
Mark van Bommel: Bonservis ödenmedi
Ola Toivonen: Bonservis ödenmedi
Kevin Strootman: 8 milyon
Tim Matavz: 5,5 milyon
Georginio Wijnaldum: 5 milyon
Jeremain Lens: 5 milyon
Atiba Hutchinson: Bonservis ödenmedi
Dries Mertens: 5 milyon
Jetro Willems: 600 bin
Orlando Engelaar: 4 milyon
Luciano Narsingh: 4,1 milyon
Timothy Derijck: 750 bin
Jürgen Locadia: Bonservis ödenmedi
Boy Waterman: Bonservis ödenmedi
Memphis Depay: Bonservis ödenmedi
Stanislav Manolev: 3 milyon
Marcel Ritzmaier: 70 bin
Menno Koch: Bonservis ödenmedi
Ruud Swinkels: Bonservis ödenmedi
Nigel Bertams: Bonservis ödenmedi
Toplam 52,72 milyon euro.
17 Temmuz 2012 Salı
TOP 10 EROTİK FİLM KLİŞESİ
Yazının sonunda göreceksiniz nerede ise tüm film türleri ile ilgili klişeleri yaptık blog tarihinde. Her klişede söylerdim "biz bu türleri bitireceğiz sonunda çirkinleşsek de". Evet yavaş yavaş o moda girelim. Henüz "porno film klişeleri"ne halkımız hazır değil ama ona da sıra gelecek. Zaten bizim o konuda fazla söyleyecek bir sözümüz yok, Magic Box'ta Lastik Kız Yasemin Evcim çıktığı zaman "vay anasını analar neler doğuruyormuş" diye ağzı açık ekrana bakan bir nesildik. Gördüğümüz mal varlıkları Show TV'den Cine 5'ten ibaretti. Bir de o zamanlar bu ablalarımızı ulaşılması zor varlıklar olarak görür üzerlerine tahsis yapmazdık. Şimdiki nesil maşallah Brazzers'daki kel adamın kimle evli olduğunu biliyor. Geçen gün de "Lisa Ann ölmüş" dediler tüm ülke olarak yasa büründük ama asparagas olduğunu duyunca sanki Lisa'yla Who's Nailin Pailin 3 filminde biz oynayacakmışız gibi sevindik. Halbuki gerek yok böyle şeylere, nereden geldiğimizi unutmayalım. İşte aşağıdaki liste nereden geldiğimizi unutanlara hatırlatma, yeni nesile de büyüklerinin ne zorluklardan geçerek bugünlere geldiğinin bir kanıtını sunmak amacıyla yapılmıştır.
1-Etek boyu diz altı: Gece 2, gözler kan çanağı bir mahrem bölge görmek için o ana kadar beklenmiş, filmin başlangıcı sonrası Show TV'nin ekranın sağ altına (sol alt da olabilir) koyduğu kırmızı nokta ile evde bir bayram havası esmiş (ama sessiz esmiş tabii yoksa basılma ihtimali var bkz. 4.madde) gerekli motivasyon sağlanmış. TV'deki 2 karakter kendi aralarında yakınlaşmaya başlar. Bu yakınlaşma yerini somut bir hareketlenmeye bırakır. O andan sonra yoğun bir baskı altına girilir, zira izlenen şeyle ilgilenme bırakılmış Show TV'nin sahneyi hangi anda keseceği beklenmeye başlanmıştır. Elbiseler sıyrılır, olur ya birkaç uzuv görünürse bir anda "ulan bu sefer oluyor galiba" şeklinde bir şaşkınlık yaşanır, tam sıcak dakikalar ekranı alev alev yakacakken 2 şey olur. Ya Show TV'nin "dıbdıbıdıpdıpdıbıdıpdıp" şeklinde başlayan reklam jeneriği girer ve ev küfürle yankılanır, ya da sahne direk 2 karakterin gömlek düğmelerini iliklediği ana geçer. Bu kesmeler sebebiyle 80-90 dakikalık filmlerin Olacak O Kadar skeçlerine döndüğü görülmüştür.
2-Paravanımızı Açıyoruz: Her erotik filmin değişmez klişelerinden birisi jenerik sırasında bir kadının yavaş yavaş soyunması olmadı kırmızı bir paravanın arkasında sadece silüeti görülecek şekilde dansetmesidir. Eğer soyunma varsa bu eldivenlerden başlar, giyinme varsa çoraptan. Jenerik kayarken genelde sansürlenecek bölgelere film kadrosunun isimleri denk getirilir. Eğer kırmızı paravanın arkasında dansetme ritüeli varsa arkada Keny G'nin saksafonu olmazsa olmazdır. Bazı filmlerde filmin geçtiği şehirlerin tarihi görüntüleri de gösterilir ama ben bunun arkasındaki mantığı anlamış değilim. Film Topkapı'da geçse önce surları sonra da Topkapı Sur sinemasını gösterirsin anladık o sinemanın bu sektöre katkıları unutulmazdır ama Vahşi Dürtüler filminden önce Eiffel Kulesi'ni niye gösteriyorsun onu anlamadım. Biz ergenlere "ooo genç kuleyi dikmişsin" mesajı mı verilmeye çalışılıyor anlamadım.
3-Freedom: Gözlüklü karakter dünya sineması için her dalda emek vermiş bir karakterdir. Şişmansa korku filminde kurban olur, uzun ince ise bilimkurgu filminde bilim adamı olur, kısaysa romantik komedide esas oğlanın Allahü Teala tarafından baştan yamuk yaratılmış arkadaşı olur. Bir erotik filmde gözlüklünün görevi ise film boyunca suskun genci oynayıp film sonunda gözlüğü çıkararak ortamın en taş hatununu götürmek ardından omzuna kazağını atıp saçlarına jöle vurarak ortamdan uzaklaşmaktır. Bu genelde yaz kampı, oto yıkama servisi, okul seyahati gibi filmlerde görülür. Bunun karşı cinsteki temsilcisi de elbette gözlüklü kızdır. Bu kız film boyunca bir grup kokona tarafından aşağılandıktan sonra filmin sonunda gözlüğü çıkarır, saçını açar ve evet artık Küskülerin Efendisi olmuştur.
4-Baskın vaaaaar: Bu aslında erotik film klişesi değil erotik film izleyen genç klişesi. Her gencin başından böyle bir hikaye geçmiştir. Bizdeki baskıcı toplum yapısı ile bizim başımıza daha çok geldi elbet. Hadise şöyle gelişir. Ev halkı yatmaya gönderilir ve eve sessizlik bürünene kadar geri sayım başlar. Ardından gerekli ortam sağlanır ve film izlemeye başlanır ancak aynı anda ani bir baskına karşı elde kumanda hazır kıta beklenir. Nedense filmin en can alıcı yerinde genç kendisini salmışken genelde baba olmak üzere aile erkanından birisi içeri dalar, o an toparlanıp kanal değiştirilmeye çalışılır ama nafile, kader ağlarını o an örmüştür çoktan. Kumanda elden düşürülür, kanal değiştirme tuşu çalışmaz, kanal değiştirme yerine hemen yanındaki ses açma tuşuna basılarak ev şehvet çığlıklarıyla doldurulur, kumandanın pili biter vs. vs...Bunun en talihsiz olanı ise değiştirilen kanalda da o an bir erotik film oynuyor olması ve artık köteğin kaçınılmaz olduğudur...O an çevirdiğiniz kanal Samanyolu TV olsa bile siz Tek Türkiye dizisinin tekrarını beklerken karşınıza Tinto Brass filmi çıkabilir. Beni yakan ATV'ydi o ayrı.
5-Cine 5: Türkiye'de erotizm dozunu artıran ilk kanal Cine 5'ti. Elbette bunun bir bedeli de vardı. Maddi bedelin yanında gelen göz problemleri. İddia ediyorum 80'lerin başı ve ortasında doğmuş gençlerden gözlük takanların yarısının şikayeti Cine 5'in şifreye girmeden önceki 5 dakikasına kendini kaptırıp şifre girdikten sonra dahi filmi izlemeye devam etmeleri sonucu başgöstermiştir. Bunların içerisinde "son 5 dakikada da açıyorlar sabrın sonu selamettir" diye tüm filmi o şekilde izleyenler de mevcuttu. Bildiğiniz gibi Cine 5 aynı zamanda vizyondan yeni kaldırılmış filmleri de veren enfes bir kanaldı ama tabii mahallede kimsenin taktığı yoktu. "Beyler babam Cine 5 aldı bize", "oooo Duru 3'lü sabundan da aldı mı eheheheh?"...Lan ne iğrenç veletlermişiz...
6-Devlerin Aşkı: Hollywood vefasız sektör. Bugün zirveye oynayan aktör ertesi gün Michael Dudikoff'un yancısı olabiliyor. Tarih boyunca da bazı aktör ve aktrislerin erotik filmlere düştüğü veya konuk oyuncu olduğu görülmüştür. Patrick Swayze'yi şöhret kendisinden geçtikten sonra böyle bir iflmde görmüştüm. Bu durumun yarattığı kötü bir etki vardır.Ailemizin sanatçısı olan bu abi ve ablaları, makarasına günah bulanmış filmlerde gördüğümüzde içimiz bir hüzün kaplar, "vay be koskoca Patrick nerelere düşmüş, sana bu yapılacak iş miydi?" diye bir toplum sorgulamasına girişilir. Sonunda da ne tat kalır ne heyecan. O nice hayallerle süslenmiş cumartesi gecesi İşte Hayatınız programına döner. Bu çarkın terse işlediği ve erotik filmlerde oynayan oyuncuların "konulu filmlere" geçtiği de olmuştur. Zaten Hollywood'un yarısının bu tür filmlerden geçtiği iddia edilir. Meltem Cumbul'un ünlü olmadan önce çevirdiği film için tıklayın.
7-Banyo: Dünya üzerinde banyo sahnesi olmayan erotik film çekmiş yönetmen varsa gelsin kamerasından öpücem eline bulaşmaya niyetim yok. Bir kere banyo soyunularak girilen bir yer olduğundan herhangi bir senaryoya gerek yoktur, banyo yapılıyordur işte insanlık hali. Genelde bu sahnelerde Kenny G abimiz yine sahneye çıkar. Yerine göre ablamız yerine göre 2 kişilik ekip o banyoda o sıcak sudan kimsenin almadığı elektriği alır, herhangi bir yere yetişme, şofbenin atması, su parası gibi bir kaygıları yoktur, varsın sıcak su vücuda değsindir. Bu tür sahnelerin değişmez finali kapıya dedektifin gelmesi ve akabinde dedektifin bornozlu ablamıza hallenmesiyle son bulur, ya da eve gelen iktidarsız eş ulan bari bize de ekmek çıksın diye kapı aralığından kendi karısını dikizler.
8-Burma bıyık&Çorap: 80'lerde bu bir moda mıydı bilmiyorum ama nedense İtalyanlar bu ekolün önde gelenleridir. Anlayamadığım şekilde bu tür filmlere takım elbise giymiş bıyıklı adamları almaya bayılırlar. O yetmezmiş gibi herhangi bir sevişme sahnesinde asla çoraplar çıkarılmaz. Hadi tamam madem çıkarmayacaksınız o zaman Parizyen'den Müjde'den bir şeyler giyin, yok illa Öztaş Çorap'ın ürettiği yünlü çoraplardan hallice girili lacivertli şeyler giyecekler. Yahu kardeşim bizim de bir estetik anlayışımız var hadi kaytan bıyığı kabul ettik, o çorap nedir? Sanki Göz Zevki filmini çekmiyor da Po Ovası'ndan patlıcan toplamaya gidiyor, kafaya da köylü dedelerin giydiği kepi geçireydiniz bari. Neyse ki İtalyanlar bu tarzda çok fazla ısrar etmedi, ya da etmemiştir herhalde bayılmışım hatırlamıyorum
9-Du Bist Mein Lokomotiv Andreas: Baştan beri anlatıyoruz ya, girişte kesilen Show TV filmleri, ilk ve son 5 dakikasına talim edilen Cine 5 filmleri falan filan. Eldeki malzeme buydu. Ama Cine 5'in henüz uğramadığı yıllarda asıl farkı yaratan evinde çanak anten olmasından dolayı Alman kanallarını izleme şanına şerefine erişen şanslı eşşoğlueşşeklerdi. Zira o yıllarda Pro 7 ve daha da önemlisi Sat 1 bir ekol yaratmıştı. Çatı antenli bir evde yaşayacak bir çocuk için haftalık TV rehberinin en el yakan sayfaları Tutti Furitti'nin programda olduğu sayfalar iken, çanak antenin dayanılmaz hafifliğini tatmış (hoş hafif mafif deil hayvan gibi ağırdı) gençler için Alman ekolünün oturmuşluğu her hallerinden belli olurdu. Pazar günü saat 9'daki sabah maçına yüzünde gülümsemeyle geldiğinde bile belli olurdu bu hava, işte o "siz kumanda elde Venüs Deltası'nı beklerken ben dün Geiler Fick Nach Feierabend'le dördüncü turu atıyordum oğlum" havasıdır.
10-Hayatın İçinden: Erotik filmlerin bir üst kademe filmlere göre bir dezavantajı vardır. Bir pornoda konuya ihtiyaç yoktur zira alıcısının beklentisi bellidir, oynayanların sunacağı bellidir, yönetmenin gayesi bellidir. "Motor" dendikten sonra artık kamera önünde ne olmuş ne bitmiş herhangi bir senaryoya bağlı değildir. Ama erotik film öyle mi? Bir kere yönetmene "bak her sahne en fazla 5 dakika olacak" demişler. Adam filme 5 hadi bilemedin 6 tane sahne koydu diyelim. Etti yarım saat. Ne yapacak eldeki o geri kalan 1 saatle. Elbette bir şey anlatacak. Bu yüzden türün bazı filmlerinde polisiye, bilimkurgu, macera ve hatta mafya temalarına geçiş görülür. İşin içine cinayet karıştırılır, sorunlu evliliklere değinilir bazen kafayı sıyırıp İnkaların döneminden kalma altın bileziğin peşine düşüldüğü de görülmüştür. Ama bu denemelerin sonu genelde şöyle olur. Yönetmen gaza gelip bir senaryo yazar ama kapasitesi belli olduğu için sonunu bağlayamaz. Bu sebeple macera peşinde koşan arkeolog, astronot, kiralık katil, dedektif, overlokçu, sütçü kim varsa ebereey yetti gari deyip filmin esas kızıyla aksiyona girer. Bilezikmiş, uzaymış, katilmiş bir anda unutulur film kendini bulur, bu yüzden bu tür denemelere girmeye hiç gerek yoktur.
bu yazı Hollanda'nın gururlarından, şu aralar gırtlak kanseriyle boğuşan hemşerimiz Sylvia Kristel'e adanmıştır.
Top 10 Hollywood Polisiye Klişesi
Top 10 Romantik Komedi Klişesi
Top 10 Korku Filmi Klişesi
Top 10 Felaket Filmi klişesi
Top 10 Dövüş Filmi Klişesi
Top 10 Canavar Filmi Klişesi
Top 10 Savaş Filmi Klişesi
1-Etek boyu diz altı: Gece 2, gözler kan çanağı bir mahrem bölge görmek için o ana kadar beklenmiş, filmin başlangıcı sonrası Show TV'nin ekranın sağ altına (sol alt da olabilir) koyduğu kırmızı nokta ile evde bir bayram havası esmiş (ama sessiz esmiş tabii yoksa basılma ihtimali var bkz. 4.madde) gerekli motivasyon sağlanmış. TV'deki 2 karakter kendi aralarında yakınlaşmaya başlar. Bu yakınlaşma yerini somut bir hareketlenmeye bırakır. O andan sonra yoğun bir baskı altına girilir, zira izlenen şeyle ilgilenme bırakılmış Show TV'nin sahneyi hangi anda keseceği beklenmeye başlanmıştır. Elbiseler sıyrılır, olur ya birkaç uzuv görünürse bir anda "ulan bu sefer oluyor galiba" şeklinde bir şaşkınlık yaşanır, tam sıcak dakikalar ekranı alev alev yakacakken 2 şey olur. Ya Show TV'nin "dıbdıbıdıpdıpdıbıdıpdıp" şeklinde başlayan reklam jeneriği girer ve ev küfürle yankılanır, ya da sahne direk 2 karakterin gömlek düğmelerini iliklediği ana geçer. Bu kesmeler sebebiyle 80-90 dakikalık filmlerin Olacak O Kadar skeçlerine döndüğü görülmüştür.
2-Paravanımızı Açıyoruz: Her erotik filmin değişmez klişelerinden birisi jenerik sırasında bir kadının yavaş yavaş soyunması olmadı kırmızı bir paravanın arkasında sadece silüeti görülecek şekilde dansetmesidir. Eğer soyunma varsa bu eldivenlerden başlar, giyinme varsa çoraptan. Jenerik kayarken genelde sansürlenecek bölgelere film kadrosunun isimleri denk getirilir. Eğer kırmızı paravanın arkasında dansetme ritüeli varsa arkada Keny G'nin saksafonu olmazsa olmazdır. Bazı filmlerde filmin geçtiği şehirlerin tarihi görüntüleri de gösterilir ama ben bunun arkasındaki mantığı anlamış değilim. Film Topkapı'da geçse önce surları sonra da Topkapı Sur sinemasını gösterirsin anladık o sinemanın bu sektöre katkıları unutulmazdır ama Vahşi Dürtüler filminden önce Eiffel Kulesi'ni niye gösteriyorsun onu anlamadım. Biz ergenlere "ooo genç kuleyi dikmişsin" mesajı mı verilmeye çalışılıyor anlamadım.
3-Freedom: Gözlüklü karakter dünya sineması için her dalda emek vermiş bir karakterdir. Şişmansa korku filminde kurban olur, uzun ince ise bilimkurgu filminde bilim adamı olur, kısaysa romantik komedide esas oğlanın Allahü Teala tarafından baştan yamuk yaratılmış arkadaşı olur. Bir erotik filmde gözlüklünün görevi ise film boyunca suskun genci oynayıp film sonunda gözlüğü çıkararak ortamın en taş hatununu götürmek ardından omzuna kazağını atıp saçlarına jöle vurarak ortamdan uzaklaşmaktır. Bu genelde yaz kampı, oto yıkama servisi, okul seyahati gibi filmlerde görülür. Bunun karşı cinsteki temsilcisi de elbette gözlüklü kızdır. Bu kız film boyunca bir grup kokona tarafından aşağılandıktan sonra filmin sonunda gözlüğü çıkarır, saçını açar ve evet artık Küskülerin Efendisi olmuştur.
4-Baskın vaaaaar: Bu aslında erotik film klişesi değil erotik film izleyen genç klişesi. Her gencin başından böyle bir hikaye geçmiştir. Bizdeki baskıcı toplum yapısı ile bizim başımıza daha çok geldi elbet. Hadise şöyle gelişir. Ev halkı yatmaya gönderilir ve eve sessizlik bürünene kadar geri sayım başlar. Ardından gerekli ortam sağlanır ve film izlemeye başlanır ancak aynı anda ani bir baskına karşı elde kumanda hazır kıta beklenir. Nedense filmin en can alıcı yerinde genç kendisini salmışken genelde baba olmak üzere aile erkanından birisi içeri dalar, o an toparlanıp kanal değiştirilmeye çalışılır ama nafile, kader ağlarını o an örmüştür çoktan. Kumanda elden düşürülür, kanal değiştirme tuşu çalışmaz, kanal değiştirme yerine hemen yanındaki ses açma tuşuna basılarak ev şehvet çığlıklarıyla doldurulur, kumandanın pili biter vs. vs...Bunun en talihsiz olanı ise değiştirilen kanalda da o an bir erotik film oynuyor olması ve artık köteğin kaçınılmaz olduğudur...O an çevirdiğiniz kanal Samanyolu TV olsa bile siz Tek Türkiye dizisinin tekrarını beklerken karşınıza Tinto Brass filmi çıkabilir. Beni yakan ATV'ydi o ayrı.
5-Cine 5: Türkiye'de erotizm dozunu artıran ilk kanal Cine 5'ti. Elbette bunun bir bedeli de vardı. Maddi bedelin yanında gelen göz problemleri. İddia ediyorum 80'lerin başı ve ortasında doğmuş gençlerden gözlük takanların yarısının şikayeti Cine 5'in şifreye girmeden önceki 5 dakikasına kendini kaptırıp şifre girdikten sonra dahi filmi izlemeye devam etmeleri sonucu başgöstermiştir. Bunların içerisinde "son 5 dakikada da açıyorlar sabrın sonu selamettir" diye tüm filmi o şekilde izleyenler de mevcuttu. Bildiğiniz gibi Cine 5 aynı zamanda vizyondan yeni kaldırılmış filmleri de veren enfes bir kanaldı ama tabii mahallede kimsenin taktığı yoktu. "Beyler babam Cine 5 aldı bize", "oooo Duru 3'lü sabundan da aldı mı eheheheh?"...Lan ne iğrenç veletlermişiz...

7-Banyo: Dünya üzerinde banyo sahnesi olmayan erotik film çekmiş yönetmen varsa gelsin kamerasından öpücem eline bulaşmaya niyetim yok. Bir kere banyo soyunularak girilen bir yer olduğundan herhangi bir senaryoya gerek yoktur, banyo yapılıyordur işte insanlık hali. Genelde bu sahnelerde Kenny G abimiz yine sahneye çıkar. Yerine göre ablamız yerine göre 2 kişilik ekip o banyoda o sıcak sudan kimsenin almadığı elektriği alır, herhangi bir yere yetişme, şofbenin atması, su parası gibi bir kaygıları yoktur, varsın sıcak su vücuda değsindir. Bu tür sahnelerin değişmez finali kapıya dedektifin gelmesi ve akabinde dedektifin bornozlu ablamıza hallenmesiyle son bulur, ya da eve gelen iktidarsız eş ulan bari bize de ekmek çıksın diye kapı aralığından kendi karısını dikizler.
8-Burma bıyık&Çorap: 80'lerde bu bir moda mıydı bilmiyorum ama nedense İtalyanlar bu ekolün önde gelenleridir. Anlayamadığım şekilde bu tür filmlere takım elbise giymiş bıyıklı adamları almaya bayılırlar. O yetmezmiş gibi herhangi bir sevişme sahnesinde asla çoraplar çıkarılmaz. Hadi tamam madem çıkarmayacaksınız o zaman Parizyen'den Müjde'den bir şeyler giyin, yok illa Öztaş Çorap'ın ürettiği yünlü çoraplardan hallice girili lacivertli şeyler giyecekler. Yahu kardeşim bizim de bir estetik anlayışımız var hadi kaytan bıyığı kabul ettik, o çorap nedir? Sanki Göz Zevki filmini çekmiyor da Po Ovası'ndan patlıcan toplamaya gidiyor, kafaya da köylü dedelerin giydiği kepi geçireydiniz bari. Neyse ki İtalyanlar bu tarzda çok fazla ısrar etmedi, ya da etmemiştir herhalde bayılmışım hatırlamıyorum
9-Du Bist Mein Lokomotiv Andreas: Baştan beri anlatıyoruz ya, girişte kesilen Show TV filmleri, ilk ve son 5 dakikasına talim edilen Cine 5 filmleri falan filan. Eldeki malzeme buydu. Ama Cine 5'in henüz uğramadığı yıllarda asıl farkı yaratan evinde çanak anten olmasından dolayı Alman kanallarını izleme şanına şerefine erişen şanslı eşşoğlueşşeklerdi. Zira o yıllarda Pro 7 ve daha da önemlisi Sat 1 bir ekol yaratmıştı. Çatı antenli bir evde yaşayacak bir çocuk için haftalık TV rehberinin en el yakan sayfaları Tutti Furitti'nin programda olduğu sayfalar iken, çanak antenin dayanılmaz hafifliğini tatmış (hoş hafif mafif deil hayvan gibi ağırdı) gençler için Alman ekolünün oturmuşluğu her hallerinden belli olurdu. Pazar günü saat 9'daki sabah maçına yüzünde gülümsemeyle geldiğinde bile belli olurdu bu hava, işte o "siz kumanda elde Venüs Deltası'nı beklerken ben dün Geiler Fick Nach Feierabend'le dördüncü turu atıyordum oğlum" havasıdır.
10-Hayatın İçinden: Erotik filmlerin bir üst kademe filmlere göre bir dezavantajı vardır. Bir pornoda konuya ihtiyaç yoktur zira alıcısının beklentisi bellidir, oynayanların sunacağı bellidir, yönetmenin gayesi bellidir. "Motor" dendikten sonra artık kamera önünde ne olmuş ne bitmiş herhangi bir senaryoya bağlı değildir. Ama erotik film öyle mi? Bir kere yönetmene "bak her sahne en fazla 5 dakika olacak" demişler. Adam filme 5 hadi bilemedin 6 tane sahne koydu diyelim. Etti yarım saat. Ne yapacak eldeki o geri kalan 1 saatle. Elbette bir şey anlatacak. Bu yüzden türün bazı filmlerinde polisiye, bilimkurgu, macera ve hatta mafya temalarına geçiş görülür. İşin içine cinayet karıştırılır, sorunlu evliliklere değinilir bazen kafayı sıyırıp İnkaların döneminden kalma altın bileziğin peşine düşüldüğü de görülmüştür. Ama bu denemelerin sonu genelde şöyle olur. Yönetmen gaza gelip bir senaryo yazar ama kapasitesi belli olduğu için sonunu bağlayamaz. Bu sebeple macera peşinde koşan arkeolog, astronot, kiralık katil, dedektif, overlokçu, sütçü kim varsa ebereey yetti gari deyip filmin esas kızıyla aksiyona girer. Bilezikmiş, uzaymış, katilmiş bir anda unutulur film kendini bulur, bu yüzden bu tür denemelere girmeye hiç gerek yoktur.
bu yazı Hollanda'nın gururlarından, şu aralar gırtlak kanseriyle boğuşan hemşerimiz Sylvia Kristel'e adanmıştır.
Top 10 Hollywood Polisiye Klişesi
Top 10 Romantik Komedi Klişesi
Top 10 Korku Filmi Klişesi
Top 10 Felaket Filmi klişesi
Top 10 Dövüş Filmi Klişesi
Top 10 Canavar Filmi Klişesi
Top 10 Savaş Filmi Klişesi
16 Temmuz 2012 Pazartesi
CRUIJFF VE MARLEY

Bob Marley müziğe olduğu kadar futbola da bağlı bir adamdı. Jamaika futbolunun yaşadığı dönemde en önemli oyuncularından olan Allan "Skill" Cole onun çok yakın arkadaşlarındandı ve hatta Cole oınun bir dönem tur menajerliğini üstlenmişti. Cole'un yeteneği dünyanın gözü önüne çıkmamış bir yetenekti halbuki ilk milli maçını 15 yaşında Brezilya'ya karşı oynamıştı. 1960'larda ABD'de Atlanta Chiefs ve 1970'lerde Brezilya'da Nautica takımının formalarını giymiş olan Cole 1976'da Marley'in Avrupa turunda ona eşlik etmektedir. 13 Haziran 1976'da Amsterdam'da veren Marley hayran olduğu Johan Cruijff ile buluşmak ister. Marley'in Avrupa'daki albüm satışlarının dağıtımcısı BMG-Ariola'nın çalışanlarından Evert Wilbrink, ülke içinde çalıştığı şarkıcılardan birisi olan Willy Alberti'den Cruijff'un numarasını alır. Cruijff aranır, Marley'in onunla tanışmak istediği söylenir. 14'ün cevabı pek hoş değildir. "Hayır, o tipler beni pek enterese etmiyor". Marley reddedilir ve o zamanların futbol ve müzikteki ilahının buluşması Hollandalı'nın yüzünden gerçekleşmez.
Marley'in futbola olan düşkünlüğü ve ölümü üzerinde birçok spekülasyon vardır. Bunlardan en yaygın olanı temmuz 1977'de İngiltere'de oynadığı bir maçta, ünlü İngiliz yazar-komedyen Danny Baker'la girdiği bir ikili mücadelede Baker'ın onu ayak parmağından sakatladığı ve bunun Marley'i ölüme götüren kansere neden olduğudur. Söylentilerin aksine bu sakatlık, Marley'de zaten varolan deri kanserini ortaya çıkarmıştır. Marley inançları gereği parmağının kesilmesini reddetmiş bu ona pahalıya malolmuştur. Bu hadiseden 4 yıl sonra ayak parmağından başlayan kanser beynine kadar yayılmış ve 1981'de efsane hayata veda etmiştir.
Bob Marley'in oğlu Rohan Marley (kendisi bir Amerikan futbolu oyuncusudur), yıllar sonra Cruijff'la beraber bir gösteri maçına çıkmıştır.
13 Temmuz 2012 Cuma
THE SCARECROW (WACKEN)
Youtube videolarının altındaki favori yorumdan hallice...Oradaydım...Yüksek ihtimalle Tobias Sammet'in hayatında yaptığı en iyi şarkı...
2011-2012 AVRUPA LİGİ PASTASI
Bu da kupa 2. Şampiyonlar Ligi'nin şampiyonnuna verilen 9 milyon ile Avrupa Ligi şampiyonuna verilen 3 milyon arasındaki fark bu kupanın kalibresinin bir anlamda göstergesi. Toplam dağıtılan para ise Şampiyonlar Ligi'nin 5'te 1'i. 150 milyon euro civarı. Schalke ve şampiyon Atletico Madrid 8 haneli rakamlara ulaşan tek takımlar. En altta listelenmiş ve Şmapiyonlar Ligi gruplarından gelen takımlar elbette bu listeye dahil değil. Beşiktaş 8.8 milyon euro ile çok kazananlardan.Daha çarpıcısı Kara Kartallar'ın Schalke 04 sonrası yayın gelirinden en çok kazanan kulüp olması. Slovan Bratislava'nın da bu kalemden 6 bin 9 yüz avro kazanç elde ettiğini not düşelim.
2011-12 ŞAMPİYONLAR LİGİ PASTASI
Şampiyonlar Ligi'nde 2011-12 sezonunun gelirlerinin dağılımı. UEFA tam 755 milyon euro para dağıtmış geçtiğimiz yıl. Ayak bastı parası ilk sütundaki standart rakam. Real Madrid ilk grup maçlarının en iyi takımı. Gruptan çıkamayan Trabzonspor'un çeyrek final gören APOEL FC'den fazla para almasının sebebi Market-Pool sütunundaki yayın gelirleri. Ancak yine de Kıbrıs takımının kasasına giren 18 milyon euro onları kalkındırmaya yetecek. Chelsea bu alanda lider olduğu gibi toplam 60 milyon euroluk bir gelir ile de listenin zirvesinde. Bu tablo şu anlama geliyor. Şampiyonlar Ligi gruplarından çıkmanız cebinize ortalama 20-30 miltyon euro arası bir rakamın girmesini sağlıyor. Bu rakamla kadronuza kaliteli 4 tane oyuncu katıp mevcut iskeleti korursanız büyüyebiliyorsunuz. Porto yıllardır bu konuda bir ders veriyor, tabii arka bahçesi Brezilyayı kullanabilmesinin avantajıyla. Yine de geçtiğimiz yıl 12 milyon euroluk rakamla çok iyi performans göstermediklerini söylemek lazım.
11 Temmuz 2012 Çarşamba
ÇALIMA GİRMESENE LAN!

Türkiye'de bugüne kadar futbola ve futbol seyircisine zarar veren etkenlerde basını hep güçlü bir öğe olarak tutar ama zirveye yerleştirmezdim. Ben 3 Temmuz sabahından başlayarak, azıtmada doruğa çıkan Türk basınının bu kadar bayağılaştığı bir döneme daha şahit olmamıştım. Nice adını bilmediğimiz adam bu süreç sayesinde meşhur oldular. Dava dosyasına adı karışanlar, futbolcular, taraftarlar...Bunların hepsinin karşılıklı büyüyen nefrette payı vardı ama bu sefer basın benim için en tepede yer aldı. Tiraj kaygısı o kadar iğrenç işler yaptırdı ki... İnsanların özel hayatlarını altüst edecek gizlilikteki diyalogları yayınlamaktan, sezon içerisinde Fenerbahçe ve Galatasaray eksenindeki rekabeti kullanmaya, şahısların üzerine oynamaktan tutun da play-off süresince çıkan trajikomik haberlere kadar. Yıllar önce meşhur "Galatasaray, şampiyon Fenerbahçe'yi alkışlayacak mı?" haberiyle ortama gazı vermişler ve sonra "sulu derbi"de aktif rol oynamışlardı. Bu sezon bu kazı çevirdiler, bu sefer alkışlama işini Fenerbahçe'ye yakıştırdılar. Halbuki 2 kulüpten de ne bu yönde bir açıklama ne de eğilim vardı. Muslera'nın penaltısı sonrası "Volkan, son hafta Galatasaray maçında skor garanti olursa ve penaltı olursa penaltı atar mı?" haberi yapacak kadar açlığa düştüler. Tek bir gayeleri vardı, 2 tarafı da birbirine kırdırarak bu kaostan ekmek çıkarmak. Çoğunluk düştü tabii bu tuzağa...
Son 1 yıldır basın ilkeleri şöyle işliyor Türkiye'de. Kendine bir kutup seç-asparagas haber üret-kutbunu değiştir-diğer kutuptan bir asparagas üret-ikisini karşılaştır-bu yapay gündemi destekle...Transfer sezonu onlar için biçilmiş kaftandı. Yıllardır Türk basını şu "xxx kulübünden yyyyy kulübüne çalım" mantığını işliyor. Bir ülkedeki spor gazeteciliğini yıllar geçtikçe ilerlemesini beklersiniz. Bizde basın bırakın yerinde saymayı geriledi. 20 yıl önce "Galatasaray'dan Fenerbahçe'ye Kosecki çalımı" başlıklarını atanlar, "Gordon'u Nah Alırlar" haberini basanlar, bugün de "Galatasaray'dan Fenerbahçe'ye Altın Gol" çığırtkanlığını yapıyor Hamit Altıntop için. Ortada ne gol var, ne çalım, ne pas...
Zaten gaye ve ortaya çıkan sonuç belli ama anlayamayacakları dilden konuşsak dahi bu yayıncılık ve haberlerin ne kadar saçma olduğunu görüyorsunuz. Birincisi dünyada, transfer sezonunda birçok futbolcuya sadece 1 kulüp talip olmaz. Bu kulüpler farklı ülkelerden olacağı gibi aynı ülkeden de olabilirler. Hatta hatta aynı futbolcu için 2 ezeli kulüp de mücadele edebilir ama bu zaten transferin gereğidir. İkincisi günümüzde, gönül bağlanan renklerle, sırttaki formanın renginin aynı olması beklenen, arzulanan bir şey değil. "Galatasaray o daha vefalı" sözleri Metin Oktay'ın filminde kaldı yıllar önce. Son olarak da menajerlik sistemi oyuncuların bu transferlerdeki rolünün bir kısmını arabuluculara devretti. Durum böyle olunca da rekabeti yükseltmeyi isteyen menajerler bunu en iyi şekilde yurt içinde yapabileceklerini anladılar. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bu "çalım" ne oluyor ben onu anlamıyorum. Kaldı ki alternatifsiz futbolcu kavramının nerede ise yokolduğu 21. yüzyıl futbol şartlarında futbolcuları, peşinde koşulan ve elden kaçırılması halinde kulübü yerle bir edecek Tanrısal yetenekler olarak görmek de çok zayıf bir argüman olarak duruyor.
Peki bütün bunlar varken bizim basın neden hala bu çalım sevdasında?
10 Temmuz 2012 Salı
RUNDSKOP

Başrol oyuncusu Matthias Schoenarts bu film için tam 27 kilo almış ki bu kiloların çoğunun kastan oluştuğunu belirtmek lazım. Onun daimi rahatsızlık veren performansı da filmi zaten rayından hiç çıkarmıyor. İnsanı empati yapmaya zorlayan zor bir film önceden söylemek lazım. Hayatın kötü davrandığı adamlardan birisinin hikayesi, ikame etmek için bitişinde Intouchables falan izlemek lazım ki tekrar dengelenesiniz. Yine de bunların hiçbirisi tavsiye etmeye engel değil. İzleyin, izletin.
FUTBOLUN DEMOGRAFİSİ VE OYUNCU GÖÇÜ-II

İlk bölümde futbolun demografisi üzerine yoğunlaşmıştık. Bu bölümde de oyuncu göçü ve porto örneği ile devam edeceğiz.
Oyuncu Göçü
Günümüz futbolunda, Latin Amerika ve Afrika’dan oyuncu göçleri ön plana çıkıyor ve bunun yönü de Avrupa oluyor. Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin en yetenekli oyuncuları Avrupa’ya gittiği için ülkelerinin liglerinde oyuncuların yaş ortalaması düşüyor ve yerli oyuncuların oranı artıyor. Bugün, Brezilya Ligi’nde yabancı oyuncu oranı %5 iken, Arjantin’de bu %10. İngiltere Premier Ligi’nde bu oran %64 iken, La liga’da %40, Bundesliga’da %49, Portekiz Ligi’nde %57 ve Serie A’da %48.
Brezilya Ligi’nde yabancı oyuncu oranının %5, Arjantin’de bu oranın %10 olması aslında, neredeyse tamamıyla yerli kaynaklara yöneldiklerini gösteriyor ve bu eğilim de endüstriyel futbol ilişkilerindeki oyuncu hareketinden bağımsız değil.
Latin Amerika’da daha küçük yaşlarda profesyonel futbola adım adan oyuncular yeteneklerini sergilemeye başladıklarında ağa takılıyorlar ve artık onlar için de bazen direk bazen de köprü diye niteleyebileceğimiz (bu yönüyle en çok Portekiz Ligi öne çıkıyor) yollarla göç başlıyor. Portekiz’in yanı sıra İspanya’da Latin Amerika’dan kaynaklanan oyuncu hareketinde önemli bir yere sahipken, Hollanda (Latin ve orta Amerika) ve Fransa da (özellikle Afrikalı oyuncuların sömürüsü) oyuncu hareketinde önemli role sahip.
Tabi bu göçü sadece, Afrika ve Latin Amerika kulüplerinden oyuncu alıp, birkaç yıl sonra da Premier Lig, La Liga veya Serie A’daki tekelleşen kulüplere satılması gibi okuyamayız. Oyuncu hareketinde bu taraf çok önemli. Fakat başka bir tarafı da, yine oyuncu hareketin parçası olan ve bulundukları Avrupa ülkesinin pasaportunu taşıyan Afrika ve Latin Amerika kökenli oyuncular oluşturuyor. Bu oyuncular genellikle bulundukları ülkede doğmuş oluyorlar ve sömürgecilik, mülteci hareketiyle ilişkili bir durum söz konusu. Bu yönüyle İngiltere ve İspanya’dan da birçok örnek verilebileceğini söyleyelim ve konumuzda örneklendirdiğimiz Fransa, Portekiz ve Hollanda’dan birkaç örnek vererek devam edelim:
Fransa Ligi’nden İngiltere Premier Lig’e transfer olan en pahalı 20 oyuncunun 15’i Afrika ve Latin Amerika kökenli oyuncular. Bu yirmi oyuncunun içinde Fransa Ligi’nde yetişen, Essien Gana, Drogba ve Cisse Fildişi Sahilleri, Anelka ve Steve Marlet Martinique, Maluda Fransız Guyanasi, Wiltord ve O. Dacourt Guadeloupe, Nasri Cezayir, El-Hadji Diouf Senegal, L.Robert Réunion, Y.Kaboul Fas menşeli oyuncular. Bu durum bile bize, endüstriyel futbolda, Fransa Ligi’nden İngiltere Premier Ligi’ne giden en pahalı yirmi oyuncunun on ikisinin sömürgecilik döneminin ilişkilerden bağımsız olmadığını gösteriyor.
Portekiz Ligi’nden İngiltere Ligi’ne transfer olmuş en pahalı 20 oyuncunun 10’u Afrika ve Latin Amerika menşeli oyuncular. Yine Portekiz Ligi’nden La Liga’ya transfer olan en pahalı 20 oyuncunun 10’u Latin Amerika ve Afrika menşeli oyuncular. Portekiz’in yanı sıra, Hollanda Ligi’nden La Liga’ya transfer olmuş en pahalı 20 oyuncunun 10’u Latin Amerika ve Afrika menşeli oyuncular.
Portekiz Ligi, ülkenin Latin Amerika’yla, oyuncu göçünün girişinde bahsettiğimiz nedenlerden ötürü var olan bağı dolayımıyla Avrupa Ligleri arasında popülaritesini artırıyor. Bunu, Porto’nun son on yıldaki transferleriyle rahatlıkla görebiliriz. Porto son on yılda, Latin Amerika’dan elli üzerinde oyuncu transfer etmiş ve La Liga, Fransa Ligi, Bundesliga, Seri A ve Premier Lig’e de otuz üzerinde oyuncu satmış. 2011 itibariyle Porto’nun kadrosunda 17 Latin Amerikalı bulunuyordu.
Portekiz’le beraber yine, Latin Amerika ülkeleriyle sömürgecilik döneminden beri bağları bulunan İspanya’da, Latin Amerikalı futbolcuların önemli bir durağını oluşturuyor. Bunun yanı sıra, Bugün Arjantin ve Brezilya’lı olup da; yurtdışında oynayan her Arjantinli iki futbolcudan biri Avrupa’da forma giyerken; Brezilyalı olup da yurtdışında oynayan her dört oyuncudan üçü Avrupa’da forma giyiyor.
Bu oyuncular gittikleri Avrupa Liglerinde yabancı oyuncu olarak, yetenekleriyle ligin izleyici sayısını ve pazarlanabilirliklerini artırıyorlar. Premier Lig, La Liga, Seri A ve Bundes Liga’da bunu görebiliyoruz. Bu göç haritası aynı zamanda, bu liglerin pazarını büyütürken, futbolda bir avuç kulübün tekelleşmesini de üretiyor ve böylece endüstriyel futbolun sömürü ilişkileri yeniden üretilmiş oluyor.
Bu liglerin tepedeki kulüplerine geçiş öncesi oyuncular Avrupa’da veya aynı ligde başka takımda oynayabiliyor. Örneğin Alexis Sanchez Barcelona’dan önce Udinese’de, Anderson Manchester United’tan önce Porto’da, Dani Alves Barcelona’dan önce Sevilla’da oynamıştı. Örnekleri çoğaltmamız mümkün. Burada, Latin Amerika’dan Avrupa’ya gelen oyuncuların, ileri kapitalistleşmiş ülkelerin tekelleşen kulüplerine giden yolda, köprü görevi gören kulüplerle Latin Amerika kulüpleri arasındaki ilişkinin, ileri kapitalistleşmiş ülkelerin tekelleşen kulüpleriyle köprü görevi gören kulüpler arasında yeniden üretildiğini vurgulamamız gerekiyor
Oyuncu hareketi birkaç uğrak yerine sahip olsa da, en yetenekli oyuncuların varışı Avrupa’daki ileri kapitalistleşmiş ülke kulüpleri oluyor. Bu kulüplerin Avrupa Kupalarında daha başarılı olmalarını sağlıyor. Diğer kulüplerle aralarındaki eşitsizlik büyüyor. İleri kapitalistleşmiş ülke kulüpleri dünyada bir anlamda insan kaynaklarını sömürüyor. Bunu da uslular arası tanınırlıkları, medya güçleri ve GOÜ’lerin kulüpleriyle kurdukları anlaşmalarla sağlıyorlar. Bu açıdan bugün futbolcu göçü, ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinin tekelleşmesini üretiyor.

Portekiz Ligi’ni domine eden, küresel oyuncu hareketindeki konumundan dolayı artık neredeyse bu ligde tek başına bir tekel oluşturan (Benfica ve Sporting Lisbon katılmaya çalışsa da) ve kurduğu transfer köprüsü rolüyle endüstriyel futbolun en önemli halkalarından birisini oluşturan Porto, örneğin geçtiğimiz yıl Kleber’i A.Minero’dan 2,5 milyon Euro civarı bir bonservis karşılığında transfer etti ve önümüzdeki yıllarda Kelvin’in nasıl bir yol izleyebileceğinizi tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Danilo’yu da bu kategoriye ekleyebiliriz. Porto’nun son 10 yılda Latin Amerika’dan elli üzerinde oyuncu transfer etmiş ve La Liga, Fransa Ligi, Bundes Liga, Seri A ve Premier Lig’e de otuz üzerinde oyuncu satmış. 2011 itibariyle Porto’nun kadrosunda 24 yabancı oyuncunun 17'si Latin Amerikalı oyunculardan oluşuyordu.
Porto (veya Sevilla) gibi kulüplerin varlığı, sattıkları oyuncuları alan kulüpleri üretirken; bütçesi daha yüksek kulüplerin varlığı da, Sevilla ve Porto gibi kulüpleri ve bu kulüplerin Latin Amerika kulüpleriyle kurduğu ilişkileri üretiyor. Sevilla’nın Dani Alves’i Barcelona’ya satması (Örneğin Sevilla Dani Alves’i Brezilya ikinci lig ekiplerinden Esporte Clube Vitória’dan 450 bin avro civarı bir bonservis bedeliyle transfer etmişti, 2008’de Barcelona’ya 36 milyon avroya satmıştı) bu ilişkiyi yeniden üretirken, aynı zamanda Sevilla'nın, sattığı oyuncunun yerine yeni bir oyuncu (genellikle genç yıldız adayı) alıyor olması, Sevilla ile Barcelona arasındaki ilişkinin Sevilla ile başka kulüpler arasında yeniden üretilmesi anlamına geliyor.Porto, forveti Falcao’yu (2009-2010’da River Plate'ten 5.5 milyon euroya almıştı) 2011 ağustosunda 40 milyon euroya A. Madrid’e sattı. Burada, A. Madrid’le arasındaki ilişkinin yeni bir Falcao’yu alması için bir Latin Amerika kulübüyle ilişkiye ön ayak olduğunu görüyoruz. Falcao’yu sattığındaki rolünü bu sefer bir Latin Amerika takımı yeniden üretmiş oluyor. Burada durumu anlayabilmek için öncelikle transferde (veya futbolla ilişkili her olguda) oyuncu alan veya satan kulüplerin içsel bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Kulüpler arasındaki içsel ilişkinin varlığı birbirlerini yeniden ürettiğini bize gösteriyor.
by Osman Bulugil
9 Temmuz 2012 Pazartesi
FUTBOLUN DEMOGRAFİSİ VE OYUNCU GÖÇÜ-I
Demografik araştırmalar, sosyal bilimlerde önemli bir yere sahip. Özellikle nüfus üzerine geniş bir literatür mevcut. Bunun yanı sıra, günümüzde futbol, toplumsal ilişkilerden bağımsız olmayan, demografik özellikleriyle küresel oyuncu göçü hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz ve endüstriyel futbolun ilişki ağıyla küresel sömürünün kolonları arasında yer alıyor. Yazımızın ilk bölümünde futbolun demografisi üzerine yoğunlaşırken, ikinci bölümde oyuncu göçü ve porto örneğiyle devam edeceğiz.
Öncelikle futbolcuları, hareket halinde olan insanları içeren bir meslek grubu olarak niteleyebiliriz. Futbolcuların dünyada izlediği yol haritası oldukça karmaşık. Fakat şunu belirtelim: birincil faktör olarak ekonomik nedenleri koymak ve buradan açıklamak yetersiz kalıyor. Kültürel ilişkiler, aynı dili konuşmak, sömürge döneminden kalan bağlar, kendi ülkesindeki siyasi durum vb. etkenler de belirleyici oluyor.
Bu noktada, ekonomik nedenlerin daha çok öne çıktığı futbolcu göçü, yaşça ilerlemiş, futbolunun son baharında olan ‘eski yıldızlar’ için, Avrupa’dan orta Asya ülkelerine ve Katar’a uzanan bir yol haritasından bahsedebiliriz. Bu yol haritasına Türkiye’de bir uğrak olarak dahil edilebilir. Afrika ve Latin Amerika’dan da Türkiye’ye futbolcu hareketi de mevcut. Fakat ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinin ağına takılmayan oyuncularla sınırlı. Bu yazıda ileri kapitalistleşmiş Ülkelere yönelik oyuncu göçünü irdeleyeceğiz.
Demographic Study 2012 (Roger Besson, Raffaelle & L. Ravanel) raporundan hareketle genel bir değerlendirmeye başlayalım. Geçtiğimiz sezon, Avrupa kulüplerindeki oyuncu transferinde (altyapılardan katılan oyuncular da dahil) sözleşme imzalanan futbolcu sayısında artış dikkat çekici. Oyuncu cirosundaki artışa baktığımızda Avrupa’da ekonomik krizden futbol dünyası pek de etkilenmemiş gibi görünüyor. Araştırmaya katılan 500 kulüpte sözleşme imzalanan genç oyuncular da dahil olmak üzere kulüp başına yeni oyuncu ortalaması 11.1 olarak karşımıza çıkıyor. Buradan da anlaşılacağı gibi Avrupa’da ekonomik krizin etkisi bir daralmadan ibaret değil. Burada ileri kapitalistleşmiş ülkelerin kulüplerinin sömürdükleri bölgeleri, ülkeleri, kulüpleri küçülterek transfer piyasasında spekülasyonlarla belirlenen kısa vadeli bir politikayı yürüttüklerini vurgulamalıyız.
UEFA’nın finansal Fair-Play’ı da aslında bu sömürü ilişkisinin kurallara bağlanıp, güler yüzle (!) yapılacak halini tasvir ediyor. Örneğin alt yapı eğitimine bakarsak, Avrupa’da bu oran % 22.2 olarak karşımıza çıkıyor. Bir önceki sezona göre % 1.1’lik bir artış söz konusu. İlk on birlere baktığımızda altyapının oranı Avrupa kulüplerinde sadece % 19. Altyapıdan takıma en çok oyuncu kazandıran ülke ise Avustralya. Altyapıdan oyuncu kazandırma oranı Avustralya’da 2009-2010’dan bu yana % 17.3’ten % 25’e yükselmiş. Düşüşe baktığımızda da ilk sırada Bulgaristan var. 2009–2010 sezonundan bu yana, % 23.2’ten % 14.1’e düşmüş. Listenin en dibinde de (altyapıdan takıma oyuncu kazandırma) % 7.4 ile İtalya yer alıyor. Bunun yanı sıra yaş ortalamalarına baktığımızda 25 yaşa ortalamasıyla karşılaşırken, Kuzey takımlarının Akdeniz takımlarına göre 1-2 yaş civarında daha genç olduğunu söyleyebiliriz. En yaşlı takım 30 ortalaması ile Milan; en genç takım ise 20.94 ortalaması ile UC Dublin. Milli takıma oyuncu gönderme oranında da,%81 ile Barcelona ilk sırada yer alıyor. Aynı zamanda Barcelona, 1.77 cm ortalaması ile Avrupa’nın en kısa takımı. Real Madrid ise 183.4 cm ile La Liga’nın en uzun takımı. Bu fark da, aradaki futbolun ironik bir göstergesi olsa gerek…
Sömürünün küreselleşmesinin bir boyutunu da eski Doğu Bloku ülkeleri yaşıyor. Polonya örneğine baktığımızda 2009–2010 sezonundan bu yana göçmen oyuncu yüzdesi 18.3’ten % 34.4’e yükselmiş. Yine Macaristan’da bu oran % 23.5’ten % 33.4’e yükselmiş. En yüksek göçmen oyuncu oranı da % 70.3 ile Kıbrıs’ta. Ardından % 55.1 ile Portekiz ve % 54.6 ile İngiltere yer alıyor. Göçmen oyuncuların içinde de en çok % 28 ile Brezilyalılar ilk sırada yer alıyor. İlk olarak Portekiz’in küresel oyuncu göçündeki önemli köprü olduğunu vurgulayalım. Kıbrıs’ın da bu veride yüksek çıkması Yunanistan’la olan oyuncu transferiyle ilişkili. Portekiz de orta ve Latin Amerika’dan oyuncu göçünde köprü görevi görüyor ve bunun başında da Porto kulübü yer alıyor. Portekiz Ligi'ne 2011–2012 sezonunda yurt dışından toplamda 234 oyuncu transfer edilmiş. Bunun 110’unu Latin Amerika ülkelerinin oyuncuları oluşturuyor. Neredeyse Portekiz Ligi’ne gelen her iki oyuncudan biri Latin Amerikalı. Tabi bunun başında da Brezilyalı oyuncular olduğunu unutmayalım.
Göçmen oyuncuların takımlarda oynama oranında Batı Avrupa % 32 ile karşımıza çıkıyor. Doğu Avrupa’da ise bu oran, 2009’da % 27,2’yken 2011’de % 28,8’e yükselmiş. Latin Amerika’da 2009’dan 2011’e bu oran, % 23,3’ten % 22,7’ye gerilemiş. Arjantin gibi ülkelerden sürekli oyuncu gidişleriyle daha genç yaşta as takıma çıkartılan ve parladığında ihraç etmeye çalışan bir politikadan bahsedebiliriz. Bu oranın Afrika’da gerilediğini de ekleyelim.
Yurt dışında en fazla futbolcusu oynayan ülkelerin başında Brezilya’nın gelmesi şaşırtıcı değil. Beli ikinci sırada Fransa olması şaşırtıcı olabilir. Fransa’nın ikinci olması aslında Fransız pasaportu taşıyan Afrika ve orta Amerikalı oyunculardan kaynaklanıyor.
Batı Avrupa’da göçmen oyuncu dağılışına baktığımızda, %15.8’i Afrikalı, %15.4’ü Latin Amerikalı. Tabi burada Fransa, Hollanda, İngiltere, Portekiz, İspanya vatandaşı olup da menşei Afrika veya Latin Amerika olan oyuncular verilere dahil değil. Bu verileri yanıltmasına neden oluyor. Yoksa bu oran %30’lardan çok daha fazla olacaktır.
Kuzey Avrupa’da göçmen oyuncu dağılışında Latin Amerikalı oyuncuların oranı % 9.8 iken, Afrikalı oyuncuların oranı % 9.7. Güney Avrupa’da da Latin Amerikalı oyuncu oranı %30.7 iken, Afrikalı oranı %10.1. Tabii burada Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya vatandaşı olup da menşei Afrikalı olan oyuncular verilere dahil değil. Bu verileri yanıltmasına neden oluyor. Yoksa bu oran daha yüksek olacaktır. Güney Avrupa’da, batı Avrupalı oyuncu oranı %16,9, orta Avrupalı oranı %20.9 bu bile transfer döngüsünü gösteriyor.
Devamı yarın
Öncelikle futbolcuları, hareket halinde olan insanları içeren bir meslek grubu olarak niteleyebiliriz. Futbolcuların dünyada izlediği yol haritası oldukça karmaşık. Fakat şunu belirtelim: birincil faktör olarak ekonomik nedenleri koymak ve buradan açıklamak yetersiz kalıyor. Kültürel ilişkiler, aynı dili konuşmak, sömürge döneminden kalan bağlar, kendi ülkesindeki siyasi durum vb. etkenler de belirleyici oluyor.
Bu noktada, ekonomik nedenlerin daha çok öne çıktığı futbolcu göçü, yaşça ilerlemiş, futbolunun son baharında olan ‘eski yıldızlar’ için, Avrupa’dan orta Asya ülkelerine ve Katar’a uzanan bir yol haritasından bahsedebiliriz. Bu yol haritasına Türkiye’de bir uğrak olarak dahil edilebilir. Afrika ve Latin Amerika’dan da Türkiye’ye futbolcu hareketi de mevcut. Fakat ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinin ağına takılmayan oyuncularla sınırlı. Bu yazıda ileri kapitalistleşmiş Ülkelere yönelik oyuncu göçünü irdeleyeceğiz.
Demographic Study 2012 (Roger Besson, Raffaelle & L. Ravanel) raporundan hareketle genel bir değerlendirmeye başlayalım. Geçtiğimiz sezon, Avrupa kulüplerindeki oyuncu transferinde (altyapılardan katılan oyuncular da dahil) sözleşme imzalanan futbolcu sayısında artış dikkat çekici. Oyuncu cirosundaki artışa baktığımızda Avrupa’da ekonomik krizden futbol dünyası pek de etkilenmemiş gibi görünüyor. Araştırmaya katılan 500 kulüpte sözleşme imzalanan genç oyuncular da dahil olmak üzere kulüp başına yeni oyuncu ortalaması 11.1 olarak karşımıza çıkıyor. Buradan da anlaşılacağı gibi Avrupa’da ekonomik krizin etkisi bir daralmadan ibaret değil. Burada ileri kapitalistleşmiş ülkelerin kulüplerinin sömürdükleri bölgeleri, ülkeleri, kulüpleri küçülterek transfer piyasasında spekülasyonlarla belirlenen kısa vadeli bir politikayı yürüttüklerini vurgulamalıyız.
UEFA’nın finansal Fair-Play’ı da aslında bu sömürü ilişkisinin kurallara bağlanıp, güler yüzle (!) yapılacak halini tasvir ediyor. Örneğin alt yapı eğitimine bakarsak, Avrupa’da bu oran % 22.2 olarak karşımıza çıkıyor. Bir önceki sezona göre % 1.1’lik bir artış söz konusu. İlk on birlere baktığımızda altyapının oranı Avrupa kulüplerinde sadece % 19. Altyapıdan takıma en çok oyuncu kazandıran ülke ise Avustralya. Altyapıdan oyuncu kazandırma oranı Avustralya’da 2009-2010’dan bu yana % 17.3’ten % 25’e yükselmiş. Düşüşe baktığımızda da ilk sırada Bulgaristan var. 2009–2010 sezonundan bu yana, % 23.2’ten % 14.1’e düşmüş. Listenin en dibinde de (altyapıdan takıma oyuncu kazandırma) % 7.4 ile İtalya yer alıyor. Bunun yanı sıra yaş ortalamalarına baktığımızda 25 yaşa ortalamasıyla karşılaşırken, Kuzey takımlarının Akdeniz takımlarına göre 1-2 yaş civarında daha genç olduğunu söyleyebiliriz. En yaşlı takım 30 ortalaması ile Milan; en genç takım ise 20.94 ortalaması ile UC Dublin. Milli takıma oyuncu gönderme oranında da,%81 ile Barcelona ilk sırada yer alıyor. Aynı zamanda Barcelona, 1.77 cm ortalaması ile Avrupa’nın en kısa takımı. Real Madrid ise 183.4 cm ile La Liga’nın en uzun takımı. Bu fark da, aradaki futbolun ironik bir göstergesi olsa gerek…
Sömürünün küreselleşmesinin bir boyutunu da eski Doğu Bloku ülkeleri yaşıyor. Polonya örneğine baktığımızda 2009–2010 sezonundan bu yana göçmen oyuncu yüzdesi 18.3’ten % 34.4’e yükselmiş. Yine Macaristan’da bu oran % 23.5’ten % 33.4’e yükselmiş. En yüksek göçmen oyuncu oranı da % 70.3 ile Kıbrıs’ta. Ardından % 55.1 ile Portekiz ve % 54.6 ile İngiltere yer alıyor. Göçmen oyuncuların içinde de en çok % 28 ile Brezilyalılar ilk sırada yer alıyor. İlk olarak Portekiz’in küresel oyuncu göçündeki önemli köprü olduğunu vurgulayalım. Kıbrıs’ın da bu veride yüksek çıkması Yunanistan’la olan oyuncu transferiyle ilişkili. Portekiz de orta ve Latin Amerika’dan oyuncu göçünde köprü görevi görüyor ve bunun başında da Porto kulübü yer alıyor. Portekiz Ligi'ne 2011–2012 sezonunda yurt dışından toplamda 234 oyuncu transfer edilmiş. Bunun 110’unu Latin Amerika ülkelerinin oyuncuları oluşturuyor. Neredeyse Portekiz Ligi’ne gelen her iki oyuncudan biri Latin Amerikalı. Tabi bunun başında da Brezilyalı oyuncular olduğunu unutmayalım.
Göçmen oyuncuların takımlarda oynama oranında Batı Avrupa % 32 ile karşımıza çıkıyor. Doğu Avrupa’da ise bu oran, 2009’da % 27,2’yken 2011’de % 28,8’e yükselmiş. Latin Amerika’da 2009’dan 2011’e bu oran, % 23,3’ten % 22,7’ye gerilemiş. Arjantin gibi ülkelerden sürekli oyuncu gidişleriyle daha genç yaşta as takıma çıkartılan ve parladığında ihraç etmeye çalışan bir politikadan bahsedebiliriz. Bu oranın Afrika’da gerilediğini de ekleyelim.
Yurt dışında en fazla futbolcusu oynayan ülkelerin başında Brezilya’nın gelmesi şaşırtıcı değil. Beli ikinci sırada Fransa olması şaşırtıcı olabilir. Fransa’nın ikinci olması aslında Fransız pasaportu taşıyan Afrika ve orta Amerikalı oyunculardan kaynaklanıyor.
Batı Avrupa’da göçmen oyuncu dağılışına baktığımızda, %15.8’i Afrikalı, %15.4’ü Latin Amerikalı. Tabi burada Fransa, Hollanda, İngiltere, Portekiz, İspanya vatandaşı olup da menşei Afrika veya Latin Amerika olan oyuncular verilere dahil değil. Bu verileri yanıltmasına neden oluyor. Yoksa bu oran %30’lardan çok daha fazla olacaktır.
Kuzey Avrupa’da göçmen oyuncu dağılışında Latin Amerikalı oyuncuların oranı % 9.8 iken, Afrikalı oyuncuların oranı % 9.7. Güney Avrupa’da da Latin Amerikalı oyuncu oranı %30.7 iken, Afrikalı oranı %10.1. Tabii burada Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya vatandaşı olup da menşei Afrikalı olan oyuncular verilere dahil değil. Bu verileri yanıltmasına neden oluyor. Yoksa bu oran daha yüksek olacaktır. Güney Avrupa’da, batı Avrupalı oyuncu oranı %16,9, orta Avrupalı oranı %20.9 bu bile transfer döngüsünü gösteriyor.
Devamı yarın
by Osman Bulugil
7 Temmuz 2012 Cumartesi
EVLADİYELİK ALBÜMLER-3:ALANIS MORISETTE-JAGGED LITTLE PILL

Yıl 1995. Number One TV Türkiye'ye gelmiş, European Top 20, Mega 5'li, Hit List UK gibi programların müptelası olmuşuz. Müzik bugünkü gibi gözüne güneş gözlüğünü geçirip 2 mısrayı bir araya getiren zirzopların kölesi olmamış. Bunları hatırlayan liseli değildir diyeyim siz anlayın. Bir anda kızların yarısı saçlarını uzatıp kafasının iki yanından aşağıya sarkıtmaya başlamıştı o yıllarda. Ontario doğumlu bir Kanadalı kendi ülkesini bırakıp güneye inmeye ve okyanus ötesine de geçmeye karar verdi. Sonuç 33 milyon albüm kopyası olarak geri döndü. Bu albüm öyle bir albümdür ki Alanis Morissette'i Alanis'likten çıkarıp Alanis Morissette haline getirmiştir. Zira birçok kişi bu albümü onun ilk albümü olduğunu düşünür. Ama aslında kendisi 17 yaşında müzik kariyerine başlamıştır. Ama bir pop yıldızı olarak. 17 yaşında ilk albümü Alanis'i çıkarır. Albüm saf bir dans albümüdür. Ortada rock, grudge falan esamesi yoktur. Yeni nesil için söyleyelim basbayağı bir Robin Sparkles albümüdür bu albüm, bu albümden çıkan Too Hot videosuna bir göz atın derim. O yıllarda şarkıcı Alanis ismini kullanmaktadır. Ardından 1992'de Now Is the Time albümü gelir. Değişen bir şey yoktur, Celine Dion modunda takılır bu albümde de araya serpiştirilen yavaş tempolu şarkılarla. Derken o an kendisini çok üzer ama tüm kariyerini değiştirecek hadise gerçekleşir. 2 albümünü çıkarttığı MCA Records, doğduğu kent Ontario'dan Toronto'ya taşınır. Morissette plak şirketsiz kalır ve bavulunu toplayıp güneye iner, Glen Ballard ile tanışır...sonrası da müzik tarihine geçmiştir zaten.
Jagged Little Pill 1995 yılında piyasaya sürüldü. Tüm dünya çapında listelerin 1 numarasına yükseldi ve 2 yıldan fazla bir süre en çok satılan albümler listesinde kaldı. 33 milyonluk satışı tarihte çok az şarkıcı ve grup tarafından geçilebilmiştir. ki bunlar da zaten efsane statüsündeki isimlerdir. Albüm zaten daha ilk notalarıyla "ben buyum" der. Bir mızıka tınısıyla beslenen elektro gitar melodileri tüm albüm boyunca sürecek yapıyı anlatır bir bakıma. Hiçbir şarkısını ayıramadığınız mükemmellikte albümler vardır ya işte Jagged Little Pill de böyle bir albümdür. Ironic tüm dünyayı kasıp kavurur ama All I Really Want, Oughta Know, You Learn, Head Over Feet, Not the Doctor ve Wake Up gibi bomba şarıların aşağı kalır yanı yoktur. Morissette 21 yaşında milyoner olur. Kanada tarihinin en başarılı müzisyenleri arasına adını yazdırır. Ironic ve Head over Feet kliplerinde sadece Alanis Morissette vardır, ilkinde 4 tane olmak üzere. Morissette bana göre 3 sene sonra çıkardığı Supposed Former Infatuation Junkie albümünde de harika bir işe imza atmıştır ama albüm 7 milyon satınca sanki "kötü bir albüm" olarak lanse edilir halbuki kapı gibi, hem de 17 tane şarkının yer aldığı bir albümdür. Ama tabii ki Alanis turnayı gözünden 21 yaşında vurmuştur ve kabul edelim halen de o albümü geçmeyi, seviyesine gelmeyi bırakın, yanına yaklaşan bir albüm yapamamıştır. Kendisi daha sonra elektronik işlere takıldı, ağustosta yeni albümü geliyor. İlk single Guardian fena durmuyor. Bekleyelim.
Evladiyelik Albümler
6 Temmuz 2012 Cuma
EURO 2012'NİN GETİRDİKLERİ
5 Temmuz 2012 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.
Turnuvayı bitirdik. Daha doğrusu İspanya bitirdi diyelim. Aslında genel anlamda bakıldığında gerek tahmin edilmeyen finali gerekse de grup maçları sırasında gerçekleşen sürprizlerle çok da fena bir turnuva geçirmediğimizi söylemek lazım. Grup maçlarının hiçbirisinin sonunda tabelada 0-0 yazmıyordu ve turnuva boyunca da sadece 2 maç bu skorlarla bitti. Tarihi değiştirenlerle başlayıp ilerleyelim.
Matador Hanedanı
İspanya’nın altın jenerasyonundaki oyuncuların, kulüp ve ulusal takım bazında kazandığı toplam ödül sayısı 233 oldu. Xavi ve Andres Iniesta kariyerlerinin 24. Kupasına ulaştılar ki bunların arasında dünya futbolunun en prestijli turnuvaları mevcut. Carles Puyol, David Villa (her ikisi de turnuvada sakatlıkları sebebiyle forma giymediler), Xavi ve Andrés Iniesta zaten daha önce Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi, La Liga, FIFA Kulüpler Şampiyonası, İspanya Kral Kupası ödüllerini kazanmışlardı. Dün akşamki şampiyonlukla Barcelona’dan takım arkadaşları Valdés, Piqué, Busquets ve Pedro da bu kervana katıldılar. Vicente del Bosque dünya tarihinde kulüpler ve ulusal takımlar bazında 3 büyük kupayı kazanan ilk hoca olurken Alman efsane Helmut Schön’ün de 1 adım önüne geçmiş oldu .
İspanyollar turnuva boyunca kendilerine yapıştırılmaya çalışılan “sıkıcı takım” damgasını final maçında geri döndürdüler ve bir kez daha bu oyunu kendilerinden çok rakibin şekillendirdiğini bize kanıtladılar. Karşılarında onlarla açık alanda çarpışmayı göze alan bir takım olduğunda öldürücü 2 ara pası ile sonuca gidebiliyorlar. Pazar akşamı Jordi Alba’nın takımını 2-0 öne geçiren goldeki olağanüstü koşusu ve Xavi’nin doğru yer ve zamandaki doğru pası onların dikine oyunda da ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Bütün tarihe karşı koyarak onu tekrar yazdılar. Kabul edelim hala bu dünyanın en komplike takımı durumundalar. Top ayaklarında iken pas hatası yapmıyorlar, oyunu istedikleri yönde ve tempoda oynuyorlar, topu kaybettiklerinde çok çabuk geri kazanabiliyorlar ve bunlar yetmezmiş gibi kendi kalelerinde de zor tehlike görüp az gol yiyorlar. Şimdi bütün önyargıları bırakıp şöyle düşünün, kendi takımınızın böyle oynamasını istemez miydiniz? Fabio Capello’nun Milan’ı, 1994 Şampiyonlar Ligi finalinde Cruijff’un Barcelona’sını 4-0’la ezip geçmişti. O Cruijff’un temelini attığı La Masia’dan çıkan çocuklar, 18 sene sonra İtalyanları aynı skorla dağıttılar. İspanya’da Iker Casillas, Álvaro Arbeloa, Jordi Alba, Sergio Ramos, Gerard Piqué ve Sergio Busquets İspanya’nın maçlarının her dakikasında sahadaydılar. Bu onların defans dörtlüsü ile önlerindeki emniyeti hiç bozmadıkları anlamına geliyor. Dikkate alınması gereken bir mesaj daha. Xavi muhtemelen 2014’te bu kadar etkin olmayacak ve La Masia’nın bir sonraki jenerasyonu henüz parlayacak seviyede değil ama hem Del Bosque ulusal takımı Barcelona muhtaçlığından farklı bir yere getirmeye çalışıyor hem de İspanya gerektiğinde evrilmesini biliyor. Üstelik bu kadro Avrupa şampiyonu Juan Mata’ya turnuvada sadece 4 dakika süre aldırıyor ve o 4 dakikada gol attırıyor. “Fantastik” onlar için en güzel sıfat sanırım.
-Euro 2012 en fazla kafa golü atılan Avrupa Şampiyonası oldu. Robert Lewandowski’nin turnuvanın açılışını yaptığı golüyle başlayan seriyi dün David Silva kapattı. Tam 22 gol atıldı bu seride. David Silva aynı zamanda 2 gol, 3 asistle turnuvanın en üretken oyuncusu oldu.
-Turnuva boyunca en çok gol denemesini yapan takımlar Danimarka karşısındaki Hollanda ve Yunanistan karşısındaki Rusya’ydı. İronik şekilde her ikisi de maçlarını 1-0 kaybettiler.
-Fernando Torres ve Juan Mata, Luis Suárez (Internazionale-İspanya, 1964), Hans van Breukelen, Berry van Aerle, Ronald Koeman ve Gerald Vanenburg’dan (PSV, Hollanda 1988) sonra 1 yıl içinde hem Kupa 1 hem de Avrupa Şampiyonası kazanan oyuncular oldular. Mata aynı zamanda Londra Olimpiyatları’nda da İspanya kadrosunda ve İspanyollar altın madalyayı alırsa dünya tarihinde bunu gerçekleştirmiş ilk futbolcu olacak.
-Jordi Alba bir Avrupa Şampiyonası finalinde gol atan ilk defans oyuncusu oldu. Dünya Kupası tarihinde bu başarıya ulaşmış 6 defans oyuncusu var.
-Fernando Torres 2 farklı Avrupa Şampiyonası finalinde gol atan ilk oyuncu olurken Xavi de aynı işi asist yaparak gerçekleştirdi.
-Torres 3 gol ile gol krallığını kazanırken bu,16 takımlı Avrupa Şampiyonası tarihinin en düşük gol kralı performansı oldu. 1984’te Michel Platini, 8 takımın katıldığı turnuvada 9 gol atmıştı. 1996’dan beri 16 takımlı düzenlenen turnuvada gol kralları en az 4 gole ulaşabilmişlerdi.
4 Temmuz 2012 Çarşamba
3 Temmuz 2012 Salı
DIRTY LEEDS AND DIRTY DECISION

Don Revie'nin Leeds United'ıyla ilgili bir hikayeyi anlatmadan önce, biraz şeytanın avukatlığını yapalım. The Damned United filmi başta Brian Clough hayranları olmak üzere birçok kişinin (bunların içinde ben de varım) seyir zevkini ve gururunu okşamıştır. Filmi zamanında yazdık. Ancak belirtelim filmin gerçekleri saptırdığı birçok bölümü vardır. Örneğin oyuncu transferlerinin tarihinde yanlışlıklar vardır, Clough'ın içki ve sigara alışkanlığının olduğundan daha erken başladığı gösterilmiştir, filmin sonunda Don Revie ile bir televizyon programında karşı karşıya gelmekten kaçındığı yanlış olduğu gibi aynı zamanda bu programda ikilinin konuşmaları da gerçeğinden farklıdır, tarihlerde önemli yanlışlıklar vardır ve Don Revie düpedüz bir kötü adam olarak gösterilmiştir. Evet Leeds şampiyon olduğu yıllarda, filmde belirtildiği gibi bir centilmenlik timsali değildir ve disiplin sıralamasında da en kötü tabloya sahiptir ama o Leeds kulüp tarihinin en iyi kadrosudur ve en başarılı yıllarını geçirmiştir. Revie takıma 2 lig şampiyonluğu ve 2 Fuar Şehirleri Kupası kazandırmıştır ki kulüp tarihinin 3 şampiyonluğundan ikisi onun yönetiminde gelmiştir. BBC Spor muhabiri Pat Murphy filmde tam 17 hata bulmuş ve filmde adı geçen futbolculardan Dave Mackay, filmin yapım şirketi Left Bank Pictures'a dava açmıştır.
1968-69'da kulüp tarihinin ilk şampiyonluğunu kazanan Don Revie ve Leeds, ikinci şampiyonluğun kazanıldığı 1973-74 sezonuna kadar geçen aradaki 4 sezonda 3 ikincilik ve 1 üçüncülük yaşamıştır. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Leeds hiçbir zaman sevilen bir takım olmamıştır. 1960'larda takımın lakabı "Dirty Leeds"dir.
1971-72'de Clough'un Derby County'si lig şampiyonu olduğunda, son hafta oynanan Leeds United-Wolverhampton Wanderers maçından önce Revie'nin Wolves'a şike teklif ettiği iddiaları ortaya atılmıştır. "Captain of the Crew" Billy Bremner kavgacı bir adamdır, (nitekim Clough'un takımın başında olduğu ilk maç olan Leeds United-Liverpool Charity Shield maçında Kevin Keegan ile kapışmış ve 2 ay ceza almıştır). Söz konusu Wolves maçında onun da rakibe para teklif ettiği ileri sürülür. 1963-64 sezonunda federasyon Leeds kulübüne "sakin olmaları" yönünde bir uyarı göndermiştir. 1964'te federasyonun yayınladığı bir raporda Leeds'in sezonun en kötü disiplin tablosuna sahip olduğu açıklanmıştır. Revie, 13 yıl boyunca hocalığını yaptığı Norman Hunter'a maçlar öncesi "ilk faul hiçbir zaman kartla cezalandırılmaz, o yüzden rakibine iyi bir tekme salla ki senin maç boyunca onun başına bela olacağını anlasın" demiştir.
Leeds bu unvanını yıllar boyunca korumuştur. Mesela aşağıdaki tablo, Leeds'in David O'Leary yönetiminde son kez parladığı dönemi göstermektedir. Takım Premier Lig disiplin sıralamasında sondan üçüncüdür.
Position | Team | Fouls | Yellow Cards | Red Cards | Points |
---|---|---|---|---|---|
1 | Ipswich Town | 462 | 33 | 2 | 573 |
18 | Leeds United | 641 | 70 | 3 | 869 |
19 | Everton | 658 | 78 | 4 | 916 |
20 | Sunderland | 662 | 76 | 6 | 926 |
Ligin en "dirty" oyuncusu da onlara aittir. Fransız Olivier Dacourt.
Posistion | Player | Team | Fouls | Yellow Cards | Red Cards | Points |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | Olivier Dacourt | Leeds | 94 | 13 | 0 | 133 |
2 | Ashely Ward | Bradford | 95 | 9 | 0 | 122 |
2003 yılında Lee Bowyer ve Jonathan Woodgate, Leeds'deki bir gece kulübünün çıkışında Asyalı bir gence saldırır. Woodgate suçlu bulunur. 2003 yılında Seth Johnson, Porsche arabası ile hız sırınını aştığı için ehliyetine el konulur. Tabii Leeds taraftarlarının bu lakabın kendilerine, Leeds United'ın başarısını kıskananlar tarafından haksızca verildiği yönündeki iddiaları da yok değildir.
Postu kapatırken anlatacağımız olay, işte bu kirli takımın, 1970-71 şampiyonluğuna giderken başına gelen, belki de yıllardır ligdeki diğer takımların taraftarlarının ve basının eleştirileri sonucunda yaşadıkları "iahi ceza"yı andıran hadise. İngiliz vutbol tarihinin hala tartışılan hakem kararlarından bir tanesi.

Leeds 1969'da lig şampiyonluğunu kazanmıştır ama yukarıda belirttiğimiz gibi şampiyonluk kadar, hatta daha fazla ikincilik yaşamıştır. 3 kez lig ikinciliği, 2 FA Cup finalistliği, 2 FA Cup yarı finalistliği, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Celtic'e karşı alınan yarı final mağlubiyeti, 1967'de Fuar Şehirleri Kupası'nda alınan final mağlubiyeti.
1970-71 sezonunda Revie'nin Leeds'i Lig Kupası ve federasyon kupasının dışında kalmıştır. Hatta ikincisi 4. lig temsilcisi Colchester karşısında gelmiştir. Ligin bitimine 4 hafta kala Arsenal ile kıran kırana bir mücadeleyi götürürler. 17 Nisan tarihinde, 16 ay boyunca deplasmanda maç kazanmayan West Bromwich Albion'ı Elland Road'da konuk ederler. 15. dakikada, Jack Charlton'ın hatasını Tony Brown değerlendirir ve WBA 1-0 öne geçer. Maçın büyük bölümünü de oyunda üstün götürürler, ayrıca Leeds United'dan daha iyi oynamaktadırlar. Stoperler John Wile ve John Kaye, Leeds'in forvetleri Allan Clarke ve Mick Jones'u çok iyi durdururlar.
Leeds'e göre ise maçın hakemi Ray Tinkler saahnın en kötü ismidir. Mick Jones'un attığı bir golü ofsayt gerekçesiyle iptal ederler. Asıl ortalığı sallayan hadise ise 69. dakikada meydana gelir. (Görüntü yukarıda) Norman Hunter sol kanatta, topu rakip sahanın ortasına oynamaya çalışırken Tony Brown ayak koyar ve topu kovalamaya başlar. O sırada Leeds yarı sahasında tek başına dolanmakta olan Colin Suggett topa doğru hareketlenir. Yan hakem Troupe bayrağını kaldırır. Aslında top Suggett'a doğru atılmamış, pası kesen Brown'ın ayağından açılmıştır. Leeds'li oyuncular bayrağı görünce dururlar ve tümü elini kaldırırlar. Hakem Ray Tinkler, Suggett'in oyuna doğrudan etkisi olmadığı görüşüne varır ve ofsayt düdüğünü çalmaz (gerçekten de Suggett'in pozisyona pek bir katkısı olmamıştır). Brown bunun üzerine topu 50 metre sürer ve sağ kanattan bindiren Jeff Astle'ın önüne yuvarlar, Astle boş kaleye topu bırakır. 0-2....
Ortalık karışır. Leeds oyuncuları Tinkler'ın etrafını sarar. Taraftarlar sahaya girer, polisler onları kovalar. 26. saniyede ekranın solunda görüleceği gibi ceketli, atkılı bir taraftarı polis ancak durdurur. Bayan bir taraftar da sahaya girer. Don Revie eller cepte sahaya dalar, yan hakem Troupe'u orta hakemle konuşmak için ortaya yönlendirir. Diğer taraftaki Colin Cartlich, tribünlerden atılan bir teneke kutuyla yaralanır. Tedavisini Leeds antrenörü Les Cocker yapar. Allan Clarke durumu 1-2'ye getirir ama Leeds kaybeder. Don Revie 9 aylık emeğin Tinkler tarafından berbat edildiğini ileri sürer. Başkan Percy Woodward sahaya giren taraftarları destekleyen açıklamalar yapar. Federasyon Leeds'e 750 pound ceza verir ve izleyen sezonun ilk 4 maçını kapsayacak şekilde Elland Road'u kapatır. Suggett'in ofsayt pozisyonunda olup olmadığı uzun uzun tartışılır (hatta bazıları sahanın içindeki tüm oyuncuların aktif oyunda olduğunu savunur, zira o yıllar Total Futbol yıllarıdır). Kalan 3 maçı Leeds kazanır ama Arsenal 1 puan farkla şampiyon olur.
Dirty Leeds, hakem hatasına kurban gitmemiştir görüşüme göre, ama gitse dahi kendisine tamamen karşı olan İngiliz toplumu mutlu olmuştur. Revie'nin takımı 1973-74 sezonunda şampiyonluğu ikiler.
MUSIC FROM KEMAL SUNAL MOVIES

Birkaç kez geciktik bu sene gecikmeyelim. Usta aramızdan ayrılalı 12 yıl olmuş...Rahat uyusun yerinde biz de her ölüm yıldönümünde güncellediğimiz yazıyı yine getirelim.
-Madem rahatsız oldun, ilk durakta inersin. İlk durakta inmezsen, ben seni ikinci durakta indiririm.........
-----------------------
3 Temmuz 2000'de aramızdan ayrılmış usta. Tam 12 sene olmuş gideli. Her geçen gün gelmiş geçmiş en iyi aktörü olduğunu düşünüyorum Türk sinemasının. Kemal Sunal hep Şaban, İnek ve bilumum yakıştırmalarla çirkin muamelesi görmüştür ülkece. Bilmiyorum katılır mısınız ama Kemal Sunal çirkin bir adam değildir yahu. Nereden çıkmıştır ilk bu düşünce, kimden çıkmıştır bilmem.
Çok açık söyleyeyim 1 senelik bir koleksiyon çalışmasının ürünü aşağıdaki albüm. Sağdan soldan topladığım ve Kemal Sunal filmlerinde çalan, ismi bilinen bilinmeyen, tanınan veya tanınmamış yabancı-yerli şarkıların en seçkinlerini bir dosyada topladım. Yani bir nevi "Flying Dutchman presents" durumu söz konusu. Gemiye korsan bayrağı çekiyoruz affınıza sığınarak. Aşağıda şarkıların isimlerini ve hangi filmlerde yer aldığını gösteren tracklist var. Umarım beğenirsiniz. Ben dinlerken zevkten dört köşe oldum belirteyim. Favorim Osman Ismen Orkestrası'nın "Varyata" ve Biddu Orchestra'nın "Eastern Journey" parçaları. Hatta Eastern Journey'e rastlamam bir Buddha Bar albümü sayesinde olmuştur. Aslında üzerine çok şey konuşulacak şarkılar ama sadece müziklere bırakıyorum sizi. Link burada. Aşağıdaki şarkıların sadece birini bile duyunca Kemal Sunal aklına gelmeyen adam da dükkan açmasın. Ağırlık efsane film Korkusuz Korkak'ta tabi. Bana göre Yedi Bela Hüsnü ile birlikte Türk sinemasının diyalogları en komik filmi.
Mülayim, Allah belanı versin Mülayim.......
01-Intro - Gulyabani (Süt Kardeşler)
02-Osman Ismen Orkestrası - Varyata (Korkusuz Korkak Soundtrack)
03-Biddu Orchestra - Eastern Journey (İyi Aile Çocuğu)
04-Kemani Sebuh - Kürdili Hicazkar Longa - Süt Kardeşler (film version)
05-Cahit Oben - En Buyuk Saban Soundtrack
06-Durmuş Çiğdem - Şiki Şiki Baba (Atla Gel Şaban)
07-Elias Rahbani - I love you nina (İyi Aile Çocuğu)
08-Vladimir Cosma - Nai Nai Nai (İbo ile Güllüşah)
09-Zafer Dilek - Sakar Şakir Soundtrack
10-Kemani Sebuh - Kürdili Hicazkarr Longa (second version)
11-Lionel_Richie - All Night Long (Ortadirek Şaban)
12-Cahit Berkay - Davaro
13-Cihat Askin - Nihavend Longa (Korkusuz Korkak)
14-Osman İşmen Orkestrası - Nihavend Longa (Korkusuz Korkak film version)
15-Hasan Cihat Örter - Flirting Shadows (Tosun Paşa)
16-Elias Rahbani - Smile For Me (İyi Aile Çocuğu)
17-Herbie Mann - Yavuz (Gerzek Şaban)
18-Kanlı Nigar - Theme
19-Kemal Sunal - Tokatçı Film Müziği
20-Cahit Berkay - Koltuk Belasi (Theme)
21-Osman İşmen Orkestrası - Mevlana (Korkusuz Korkak)
22-Cahit Berkay - Koltuk Belasi (Theme 2)
23-Cahit Berkay - Öğretmen (Çile)
24-Herbie Mann - Dance Of The Semites (Gerzek Şaban)
25-Cahit Berkay - Kılıbık (Theme)
2 Temmuz 2012 Pazartesi
HAPPY BLUE MONDAYS
Ne zamandır yazmam gerekiyordu ya bugüne artık yazayım. Üniversitede aynı sıraları paylaştığım, duvara kopya yazma konusunda kendisini aşmış şahıslardan olan Ankara'lı bir dostum bir süredir şahane bir blog yürütüyor. Çok sık güncellenen enfes bir alternatif, Godard'ın Yeni Dalgası'nın blog alemindeki temsilcisi bu blogu okumanızı tavsiye ediyorum.
Happy Blue Mondays
ORDA BİR SİVAS VARDI UZAKTA
12 yaşındaydı Koray Kaya diri diri yandığında. Bugün 31 yaşında olacaktı. Benim yaşımda. Bir okula gidecekti, bir kızı sevecekti, belki çocuğu olacaktı, arkadaşları olacaktı. Sadece aldığı nefesi ondan çalmadılar, bu hayatın tümünü çaldılar. Bir grup aşağılık herif onun apaydınlık olabilecek hayatını kapkaranlığa mahkum etti. Aynen kendi hayatları gibi. Tek farkı o ebediyen aramızda olmayacaktı, bu parazitler ise halen aramızda. Otel alevler içerisinde kavrulurken yardım isteyenlere "yanın orospular" diye bağıran adamlar. O gün vali kalabalığı dağıtmak istediğinde "Bir defa şunların ruhuna önce bir Fatiha okuyalım" diyen dönemin Refah Partisi Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu halen aramızda. "Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu, Sivas'ta yıkılacak" şeklinde slogan atanlar da. Hepsi yıllardır aynı hikayeyi anlatıyor. "Hırsızın hiç mi suçu yok?" Hırsız dedikleri Aziz Nesin. O gün o oteli yakanların içerisinde toplasanız 5 tane adam çıkmazdı Aziz nesin'in konuşmasını dinlemiş olan. Bazıları muhtemelen onun kim olduğunu bile bilmiyordu. Aynen otelde alevlerin arasında can veren Hollandalı gazeteci Carina Cuanna Thuijs'ı tanımadıkları gibi. Belki azıcık oturup kitaplarını okusalar suratlarında bir tebessüm belirecek, insanlıktan nasiplerini aldıkları ender anları yaşayacaklardı. Ama onlar aşağıya aldığım, Pir Sultan Abdal Derneği'nin kente gelişinden günler önce şehirde dağıtılan bildirinin etkisindeydi çoktan.
Kafirler şunu iyi bilmeli ki:
İslam’ın Peygamberini ve Kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. Gün; Allah’ın vahyi Kuran-ı Kerim’e Allah’ın meleklerine, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’e Onun ailesine ve ashabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulma günüdür.
İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kafirler de tabut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır(Nisa, 76).
Ne Aziz Nesin'in o günkü konuşmalarında ne de muhafazakar kesme yakınlığı ile bilinen İhlas Haber Ajansı ile yaptığı röportajda "tahrik olacak" hiçbir söz çıkmamıştır ağzından Nesin'in. Röportajın ana hatları şöyledir.
Muhabir : Şenlik kapsamında Kütür Merkezi’nde bir konuşma yaptınız, “Ben dinsizim” şeklinde ifadelere yer verdiniz. Tabi bazı insanlarımız, bilhassa Müslüman camia bundan rahatsızlık duyuyor.
Nesin : Niye ben mecbur muyum Müslüman olmaya? Böyle bir şey var mı, niye rahatsız oluyorlar? Ben Müslümanlardan rahatsız olmuyorum. Onlar niye benden rahatsız oluyorlar?
Muhabir : Şuna bağlıyorlar; Salman Rüşdi’nin kitaplarından siz tercüme ediyorsunuz, yazıyorsunuz, Aydınlık gazetesinde çıkıyor. Peygamber Efendimizin...
Nesin : Aydınlık gazetesinde çıkan Salman Rüşdi bana ait değildir. Ben Müslümanlardan hiçbir zaman rahatsız değilim. Müslümanlar da alışsınlar, benden rahatsız olmasınlar. Ben Müslüman olmaya mecbur değilim. Ama Müslümanlara ve dinlere saygım var. Çünkü ben çok Müslüman bir aileden geliyorum. Ama ben İslam ve İslami hareketten yana değilim. Bu benim sorunum. Medeni insanlar, kendisine yapılan haksızlığa karşı yanıt verirler. Öyle saldırarak, öldürerek, hırlayarak değil.
Muhabir : Bakın bu Sivas’ta dağıtılan bir belge, sizinle ilgili yazılar var burada, tahrik olduklarını söylüyorlar.
Nesin : Olsunlar, ne yapalım. Medeni insanlar, tepkilerini yazı ile konuşarak, bildirerek anlatırlar. Böyle hart diye saldırmazlar. Adam öldürmeye kalkmazlar. Bakın bunlar herhalde Müslüman gazeteler. Kesin yalan söylüyorlar. Bunlar nasıl Müslüman? Bunlar Salman Rüşdi’nin yaptığından daha alçaklık yapıyorlar. Ben hiçbir peygamberin ailesine, hatta bugün yaşayan insanların ailesine saldırmaktan yana değilim. Böyle bir şey olmaz. Saldırıldı diye düşünceyi yasaklamaktan ve o adamı öldürmekten yana da değilim.
Muhabir : Ama efendim Salman Rüşdi’nin yazdığı kitapta Peygamber efendimizin zevcelerine dil uzatma var. Bu nasıl tartışma zemini olabilir ki? Ayet var bu konuda.
Nesin : Tabii ayet var. İki taraf da ayetlerini, kanıtlarını ortaya koyarlar...Ben hiçbir peygamberin ailesine, hatta bugün yaşayan insanların ailesine saldırmaktan yana değilim. Böyle bir şey olmaz. Saldırıldı diye düşünceyi yasaklamaktan ve o adamı öldürmekten yana da değilim.
Muhabir : Siz hiç Kuran’ı Kerim’in tefsirlerini okudunuz mu?
Nesin : Tefsirleri okudum. Kuran’ı çok okudum. Bundan sonra kendime göre bir yol seçtim. Hiçbir söz yoktur ki, kimin sözü olursa olsun bin yıl geçerliliğini korusun.
Muhabir : Ama bu Allahu Teala’nın sözü.
Nesin : Sizin Allahu Teala’nız benim için yok. Onun için diyorum ki hiçbir söz, nerden gelirse gelsin değerini sonsuz dek sürdüremez.
İşte aslen bu insanlık suçuna "ama hırsızın tahrikinin hiç mi rolü yok?" diye yaklaşanların kaynak aldığı sözler bunlardır. Aziz Nesin ne bir dine, ne bir peygambere hakaret etmiş, birkaç kez saygısından bahsetmiş ve son olarak Tanrı inancı olmadığını belirtmiştir. Ancak buna rağmen yaşananların ve oluşan nefretin mahiyetini anlamak mümkün değildir. Madımak olayları sonrası, aşırı sağcı basının yayın organlarından Taraf gazetesi, aşağıdaki satırlara yer vermiştir.
Sivas Katliamı ve Şanlı Sivas Kıyamı yaygınlaşarak devam edecektir. Sivas’lı kardeşlerimize destek olmak, onların yaktığı meşaleyi yurdun her tarafına taşımak boynumuzun borcudur. Sivas’ta insanlarımız, yargılama ve cezalandırma hakkını kullanmıştır. Yargılama ve cezalandırma hakkı, ancak Müslümanlarındır, bunun lam’ı cim’i yok. Yasadışı T.C.’nin hiçbir hakkı yoktur. Dinsiz Cumhuriyet’i yakma yolunda en önde giden Sivas’ın yiğit Müslümanları’na teşekkürü borç biliriz. İki, üç....daha fazla 2 Temmuz, daha fazla Sivas. Cumhuriyet Devrimi’nin hesabı sorulacak
Olay gününden önce dağıtılan bildiriler sayesinde halkın yukarıda da belirttiğimiz son derece kolay yönlendirilebilen dini duyguları tam da gerçek anlamıyla istismar edilmiş ve adeta bir kışla görünümüne bürünen camide kılınan Cuma Namazı sonrası halk Madımak Oteli önüne kadar getirilmiştir. Burada son bölümde açıkladığımız kitle kültürünün pratikteki an açık yansımalarından birini görmekteyiz. Dikkat edildiği üzere dağıtılan bildirilerde Laiklik ve Cumhuriyet hedef alınmıştır (laik ve iki yüzlü T.C. Devleti). Kendi başlarına, şahsi olarak bu değerlere karşı herhangi bir eylemde bulunmaya cesaret edemeyecek olan bireyler, ancak bir topluluk içerisinde kabul gördükleri Müslüman Kimliğini de boyunlarına astıktan sonra böyle bir harekete cesaret edebilmişlerdir. Tabii ki, bu kitleyi yönlendirecek, istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlayacak güçler o gün kalabalığın içerisinde çoktan organize olmuş halde bulunmaktaydı. Aynı zihniyet bildirilerin dağıtımında, katliam sonrası olayların yorumlanmasında şanlı Sivas kıyamı diyecek kadar ileri gidebilecek olan basında da karşımıza çıkmaktadır. Evet, belki, Vali Karabilgin’in söylediği gibi olaylar Sivas Halkı’nın tümünün organize bir hareketi sonucunda ortaya çıkmamıştır, ama kanaatimizce organize olmuş bir güç merkezinin kendilerini yönlendirmelerine izin verdikleri için onlarla aynı ölçüde sorumlu olmaları gerekir. İşin acı tarafı bahsettiğimiz bu organize gücün bu gücünü hükümet etme erkini elinde bulunduran kurumlardan almasıdır. Burada sadece, Belediye Başkanı veya diğer yerel sorumlulardan değil, yaptıkları açıklamalarla adeta katliamı meşrulaştırmaya çalışan devletin en üst kademesindeki yöneticilerden de söz ediyoruz.
Olayların gerçekleşmesi sırasında Emniyet Kuvvetleri’nin bazı elemanlarının, itfaiye erlerinin ve belediye meclisi üyelerinin tavırları, otelin içinden yardım isteyen kişilere karşı halkın tavrının üzerine sorulması gereken bir başka soru vardır? Bir birlik halinde tek vücut olduğu iddia edilen Türk Halkının bireylerini birbirine bu kadar düşman eden kuvvet nedir? Ya da bu kuvvetin etki alanı ne kadardır? İşte bu sorudan hareket edilirse, ne Demirel’in ne de Çiller’in görmezden geldiği, belki de gelmek istediği tehlikenin kapsamı hakkında bir fikir elde edilebilir. Demirel olaylar sonrası, maktullerin ve çeşitli kesimlerin olayların aydınlatılması ve gerçeklerin ortaya çıkarılması şeklindeki tepkilerine “halkımı karşı karşıya getirmeyin” şeklinde bir demeçle cevap verirken, acaba halkın Sivas’ta çoktan karşı karşıya getirildiğinin farkında değil midir?
Açık olan bir gerçek vardır. Türkiye’de din olgusunun her zaman ve nedense aynı siyasi gruplar tarafından bir iktidar aracı olarak kullanılması yıllardır değişmemekte, hatta artarak devam etmektedir. Bu politika görünürde demokrasiye ulaşmanın bir aracı olarak lanse edilmektedir. Ancak, problem bu olguyu kullanışın, gerçekten demokrasiye ulaşmakta bir araç olarak mı kullanıldığı (ki bu yöndeki bir kullanış bile dini siyasetin alanına sokmaktadır ve bu en baştan bir sakıncayı oluşturmaktadır), yoksa sözünü ettiğimiz, görmezden gelinen rejim ve laik sistemin tasfiyesi için mi kullanıldığıdır. Kanımızca, Sivas Katliamı bu iki seçenekten ikincisine biraz daha yakın duran bir hadisedir ve 33 insanın Ortaçağ’daki cadı avlarını hatırlatan görüntülerle yakılması hafızalardan silinmeyecek bir kara leke olarak T.C. Hükümetinin ve Toplumunun üzerinde kalacaktır.
Yukarıdaki yazının önemli bir bölümü şahsım tarafından üniversitede hazırlanan ödevden alınmıştır. Ödevin tamamı için buradan buyurun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)