31 Mart 2010 Çarşamba

ÇİÇEK ÇOCUKLARI, ERIC CARTMAN VE SERDAR GÖKHAN




















Hippies.They're everywhere. They wanna save the earth, but all they do is smoke pot and smell bad.

I hate hippies! I mean, the way they always talk about 'protectin' the earth' and then drive around in cars that get poor gas mileage and wear those stupid bracelets - I hate 'em! I wanna kick 'em in the nuts!

They're hippies, they don't have any money!

Yea, hippie and a terrorist is the same thing.

I've kept this town free of hippies since I was five and a half.

Eric Cartman




















Bir çiçek çocuk: İğrenme sevmenin öteki yüzü gibidir, tıpkı barışla savaş gibi
Serdar baba: Barışı karıştırma...

ve ardından



Defolun defolun pis alışkanlıklarınızı iğrenç yaşantınızı da alıp defolun gidin memleketinden uleeaaaaayn

Meğer Matt Stone ve Trey Parker'ın fikir babası Serdar Gökhanmış...Video için Alkışlarla Yaşıyorum ahalisine candan teşekkürler...

1988 MİLANO



Yıl 1988. Arrigo Sacchi'nin önderliğindeki Milan 9 yıl sonra ilk kez Scudetto'yu evine götürmüş. Üzerine Rijkaard da kadroya katılmış. Milanlılar sokakta. Oyuncular podyumda. Tek tek tanıtılıyorlar. Sırasıyla Paolo Maldini, Arrigo Sacchi, Frank Rijkaard, Marco van Basten ve Ruud Gullit.

MASKOTUN ÇİLESİ



















Özel günlerde, yılbaşılarında, tatil köylerinde, o günle alakalı sembolik adamların kıyafetlerini giymiş adamlar vardır. Noel Baba kostümü, palyaço kostümü, mickey mouse falan da filan. Bu tiplere dışarıdan bakınca, içinde de nur yüzlü bir adam olduğu sanılır ama genelde, içki parası çıkarmak için Noel Baba kılığına girmiş, Tecavüzcü Coşkun'dan hallice tipler bu kostümlere girerler. Özellikle Kuzey Avrupa kulüplerinde bu maskotların yeri ayrıdır. Hemen her takımın görevli bir maskotu vardır ve maçlar öncesi seyircileri coşturur. Bizim de bir kaplanımız var, her maçta tribünleri dolaşıyor da içindeki nasıl bir zattır onu bilemiyorum. Zaten minikler takımının adı da Junior Tigers. Özellikle ada futbolunda, bu maskotlar zaman zaman bazı hadiselerde başrollerde olurlar. Gretna, batmaya yakın, oynatacak futbolcu bulamazken takımın maskotu, Rocky The Rooster isimli tavuğun kaleye geçeceği konuşuluyordu (tabii tavuk kostümüyle değil). 2010 Dünya Kupası'nın maskotu leopar Zakumi'yi de inceledik daha önce. Galatasaray'ın her maç sahada dolaşan Twiggy terlikleri var ama onlar maskot değil reklam malzemesi. Türk futbolunda bu tür uygulamalara pek rastlanmıyor. Bizde direk şampiyon olunduğunda sahaya gerçek aslanı getirip, 30 bin kişi ve patlayan binlerce flaş sonucu hayvanın Allahını şaşırtma taktiği var. Ada futbolundaki şu ilginç maskot hadiselerine bakalım.

Geçtiğimiz yıl blogda yer verdiğimiz Billy the Badger olayıyla başlayalım. Şubat 2008'de, Roy Hodgson'ın Fulham'ın başındaki ilk maçında, Aston Villa karşısında, Londra kulübünün maskotu, porsuk Billy the Badger, ikinci devrenin başında taraftarları coşturmak için ceza sahasında break-dance yapmaya başlamış, hakem Chris Foy da onun yanına giderek "senin yüzünden maç başlayamıyor" ayarı çekip ona saha dışına kadar eşlik etmişti.

Derby County'nin, kulübün armasında da yer alan koçtan esinlenerek işe aldığı Rammie'yle devam edelim. Rammie the Ram, futbol tarihinin ilk tam zamanlı maskotu. Yani ek iş olarak maskotluk yapmıyor. Kulübün maaşlı çalışanı, özel günlere katılıyor, kulübün çocuklarla olan ilişkisinde aracılık yapıyor vs. Ancak Rammie'nin başı geçtiğimiz yıl kasım ayında derde girdi. Derby'nin Reading'i konuk ettiği maçta, sakatlığı sebebiyle tedavi gören Brian Howard'ın yanına 30 metre koşarak gelmiş, yere yatarak onun numara yaptığını belirten jestlerde bulunarak Howard'la dalga geçmişti (aşağıda). Howard'ın daha sonra çenesinin kırıldığı anlaşıldı ve hastaneye kaldırıldı. Bu hareket Derby kulübüne ve Rammie'nin içindeki şahsa büyük tepki gelmesine yol açtı.



















Bury'nin, polis kıyafetli maskotu Robbie the Bobby ile devam edelim. Robbie 2001 yılında tam 3 kez hakemler tarafından sahadan atılmıştı. Önce Bristol City ile oynanan maçta, Bury'nin attığı bir gol sonrası rakip tribünün önüe gidip göğsüyle kayarak onları kızdıran Robbie, ardından aynı sevinci Stoke City taraftarlarına karşı yapmış oyundan atılmış, ancak uslanmamış Cardiff City taraftarlarına da aynı tarifeyi uygulayınca yine oyundan atılmıştı. Robbie kovulmadan önce (tabii kostümü giyen şahıs) Peterborough maskotu Barclay the Bluebird ile maç içerisinde kavga etmişti. Bolton'un maskotu, Lofty the Lion (aslan), birkaç yıl önce Wolves taraftarlarını tahrik etmiş, sahaya kendisine isabet ettirilmek amacıyla atılan sosisli sandviçlerin bazılarını mideye indirmişti. Barnsley'in maskotu, bir köpek olan Toby Tyke da bir çok maçta, takımının gollerinden sonra rakip tribünün önüne gidip ayağını kaldırarak işeme hareketi yapmıştır.

Hakem kararıyla oyundan atılan maskotlar da var. Örneğin şubat 2005'te Queens Park Rangers maskotu Jude the Cat,yardımcı hakemi ofsayt pozisyonlarında rahatsız ettiği gerekçesi ile oyundan atılmış, maç sonrası Rangers başkanı Bill Power "Jude'un adını temizleyeceğiz" diye meydan okumuştu. 2008'in sonlarında QPR'nin yeni patronları, Jude'un kötü şans getirdiği sebebiyle (kendisi kara bir kedi), onu bir süreliğine "tatile" çıkardılar (ilk resim). Bu hakem kararlarının en meşhurlarından birisi 30 Nisan 2007'de yaşandı. Reading ile Newcastle arasında oynanan maçta, Reading'in maskotu, aslan Kingsley Royal hakem Mark Riley tarafından, sahaya çok yakın durduğu, oyuncularla karıştırıldığı, hatta yardımcı hakemin bir keresinde az daha onun için ofsayt bayrağı kaldıracak duruma geldiği gerekçesi ile sahadan atıldı (aşağıda). 2000 yılında da Charlton Athletic'in maskotu Chaddy the Owl (baykuş) benzer gerekçelerle sahadan atılmıştı. Bu alanda FC Dumbarton'un maskotu fil Pellie, Raith Rovers'la oynanan bir maçta sadece 4 dakika sonra, giydiği sarı formanın futbolcularla karışması sebebiyle oyundan atılması sonucu rekoru elinde bulunduruyor.














Swansea City'nin, yine armadan hareketle kullanılan maskotu Cyril the Swan (kuğu), İngiliz futbolunda rakip maskotlar ve güvenlik görevlileri ile birçok kavgaya girişmiş bir isim. BBC'nin Match Of The Day dergisi tarafından En İyi Maskot seçilen Cyril, bir Millwall maçında, rakip takımın maskotu Zampa the Lion (aslan) ile kavga etmiş (aşağıda) ve onun kafasını kopardıktan sonra yerde tekmelemişti. Olay sonrası, Zampa'ya "kuğularla uğraşma" (Don't fuck with the swans) dediğini belirten Cyril 1.000 pound ceza almıştı. Preston North End'in maskotu, şişman bir ördek olan, Deepdale Duck bir Sunderland maçında, rakip kaleciyi çok fazla kızdırınca, kafasına bir su şişesi yemiş, sonra da hakem tarafından oyundan atılmıştı. Deepdale kararı protesto için, sahadan çıkarken hızla kanatlarını çırpmıştı.
















Saha dışındaki icraatı sebebiyle işinden olan da var. Aston Villa'nın aslan maskotu Hercules, kulübün sevilen siması Debbie Robbins'e askıntılık yaptığı için işinden olmuştu. Yine Oldham maskotu Chaddy the Owl'dan bir hadise var. Carlisle ile oynanan maçta, saha kenarında bir BMX bisiklete atlayıp akrobatik hareketler yaparken, kontrolü kaybetmiş ve bileğini kırmıştı (aşağıda).


















Maskotlar arasındaki bu bitmek tükenmek iblmeyen rekabeti azaltmak için 1999 yılında, ilişkileri yumuşatacak bir organizasyon planlandı. Maskotların çeşitli yarışmalara katıldıkları (tabii kostümleriyle), bu organizasyonun 2007 atletizm yarışını şuradan görebilirsiniz. Ancak bu organizasyon tarihlere baktığınızda gördüğünüz gibi hiçbir işe yaramamış görünüyor. Misal, 2001 organizasyonundan hemen sonra Cyril the Swan , köpek kostümü giymiş bir bayana cinsel tacizde bulunmuş, olayı önlemek isteyen Harry the Hornet'ın da (eşek arısı) iki kaburgasını kırmıştı. Gerçi arada dostluk gösterileri de oluyor. 2000 yılında Harry the Hornet, Harriet the Hornet'le yine bir Wolves maçı sonrası sahada yapılan bir törenle evlenmiş ve nikah şahitliğini Wolfie yapmıştı.

YES MINISTER



Bugünlerde tüm seriyi tekrar izlemeye başladığımdan yazayım dedim. 1980'lerin sonunda önce TRT'de daha sonra TRT-2'de gösterilmeye başlandığında henüz 10'lu yaşları atlatmış halde bakarken anlaşılması zor olan diyalogların yanında fiziksel komikliklere tebessüm ediyorduk. Derken yıllar sonra "Emret Bakanım" adlı diziyi bir başka kanalda yakaladım, şimdi de deliler gibi tüm bölümlerini izlemeye uğraşıyorum. "Married With Children" ve "Coupling"le beraber tepeye yerleştirdiğim bir seridir.

1980-84 arası "Yes Minister" 1986-88 arası "Yes, Prime Minister" adıyla yayınlanmış bir dizi, aslında bakıldığında toplamda sadece 5 sezon sürmüş, ama her bölümünü bugün alıp tekrar tekrar izlemek gerekiyor. Neredeyse 30 yıl önce dünya politikası ve sosyal konular üzerine yapılmış saptamaların hepsi bugün hala geçerli. Eğer elit sit-com diye bir şey olsaydı herhalde "Yes Minister" bu dalın açık ara birincisi olurdu. İnanılmaz kaliteli, zekice yazılmış, harika oynanmış diyaloglar ve karakterler. Sir Nigel Hawthorne'un canlandırdığı Sir Humphrey Appleby karakterini ayrı bir köşeye almak lazım. Muhteşem bir oyuncu olan Hawthorne'un olduğu her sahnede ağzının içine bakıyorsunuz. Paul Eddington ve DerekFowlds'un da hakkını vermek lazım. Bugün Hawthorne ve bakan James Hacker'ı oynayan Eddington artık hayatta değiller. Kesinlikle başyapıt niteliğinde bir komedi serisi. Ayrıca "English Rumour" denilen şeyin yine İngilizler tarafından kendilerine karşı kullandıldığını görmek de bambaşka bir zevk.

Bir kaç videoyu buraya koymadan geçemezdim. Sir Humphrey'in politik ve sosyal anketlerin nasıl saptırılabileceği ile ilgili denemesi, İngiliz savunma politikası ve İngiliz diplomasisi hakkındaki yorumları ve tabi ki Bakan Hacker'ın İngiliz basını hakkındaki saptamaları. Hepsi tekrar tekrar izlenmeli. En güzeli de yukarıda dediğimiz gibi, hala bu doğruların geçerli olması.

Jim Hacker: Don't tell me about the press. I know exactly who reads the papers:
The Daily Mirror is read by people who think they run the country;
The Guardian is read by people who think they ought to run the country;
The Times is read by people who actually do run the country;
The Daily Mail is read by the wives of the people who run the country;
The Financial Times is read by people who own the country;
The Morning Star is read by people who think the country ought to be run by another country;
And the Daily Telegraph is read by people who think it is.

Sir Humphrey: Prime Minister, what about the people who read the Sun?

Bernard Woolley: Sun readers don't care who runs the country, as long as she's got big tits.

BÜYÜKBAŞ GALİBİYET PRİMİ


















Bugün komşudan haber veriyoruz genelde. Maşallah kayışı koparmış başkan çok Bulgaristan'da. Prim konusunda egzantrik denemeler yapanları yazdık daha önce birkaç kez. Valladolid'li oyunculara vaat edilen ananasları, İspanyol milli takımına Euro 2008 sonrası bağışlanan ağırlığınca birayı, Xabi Alonso'nun her gol attığında arkadaşlarından aldığı levreği, Atletico Madrid'lilerin şarabını, Real Oviedolu oyuncuların gol başı aldığı ıstakozu ve Osasunalılara geçtiğimiz yıl kazanacakları maç başına teklif edilen 12 domuzu anlattık. Bulgarlar bu trendden geri kalmadılar. PFC Beroe Stara Zagora 1916 yılında kurulmuş ve tarihinde sadece 1 kez şampiyonluğa ulaşmış bir ekip. Onu da 1985-86 yılında kazandılar. Şu anda ligde 10. sıradalar. 1973-74'te de Kupa Galipleri Kupası'nda çeyrek finalleri var es geçmeyelim. Bulgar Kupası'nda 4 kez final oynadılar ama hiç mutlu sona ulaşamadılar. Bu sene çeyrek finaldeler. Rakip kaynayan kazan CSKA Sofya. Takımın taraftarı olan Bulgar işadamı Boyan Stankov futbolcuları motivasyon için primi açıklamış. Yarı finale çıkılması halinde futbolculara adam başı bir dana verilecek. Bu Stankov'un ilk prim çıkışı değil. Ligde CSKA'yla 0-0 berabere kalıp 1 puanı alan oyuncularına adam başı 3 kuzu vermişti. Şimdi sıra danada. Kupa kazanılırsa da büyük ihtimal 2 öküz bağışlar.

MEDRANO SİRKİ SOFYA















CSKA Sofya kulübündeki kargaşayı geçtiğimiz hafta gündeme getirmiştik. 2 hafta önce takım PFC Lokomotiv Mezdra deplasmanında 1-0 mağlup durumdayken taraftarları sahaya girmiş, maç yarıda kalmış, bunun üzerine Bulgar federasyonu maçın sonucunu 4-0 olarak tescil etmiş kulübe de 3 iç saha maçını tarafsız sahada oynama ve 10.000 dolar para cezası vermişti. Tarafsız saha ile kurtardığı için şükretmesi gereken başkan Dimitar Borisov a takımı ligden öekmekle tehdit etmişti federasyonu. Aynen bizdeki "ligden çekme" tehditlerinin içi boş çıkması gibi CSKA da hafta sonunda paşa paşa maçına çıktı. Hem de derbiye Levski deplasmanına. Maç 0-0 bitti. Lider Litex de ligden ihrac edilen Botev Plovdiv deplasmanından otomatik bir 3 puan alınca CSKA'ya 8, Levski'ye 12 puan takmış oldu. Bulgaristan'da Litex, Lokomotiv, CSKA ve Levski birbirlerine 4'er puanlık fark yapmış şekilde sıralanıyorlar.
















Aslında CSKA'da bu ay yaşanan hengame, ay başında CSKA'nın 30 yıllık stadyumu Bulgarska Armiya'nın (Ordu Stadyumu) içler acısı hali üzerine kulüp yetkililerinin 30.000 kişilik yeni bir stadyum inşa etmek istediği, ancak ekonomik kriz ortamında devletten ne destek ne de izin alabildikleri basına yansıdı. Stadyumdan bir fotoğraf yukarıda. Ardından Kamerunlu kaleci Daniel Bekono, birkaç antrenmanı kaçırınca disiplinsiz davranışları sebebiyle kovuldu. Ardından 10 gün önceki Mezdra deplasmanındaki meydan muharebesi meydana geldi. Cezalar yüzlerinde patladı. Başkan takımı ligden çekme tehditi savurdu. Ama asıl komedi birkaç gün sonra geldi. Takımın 21 yaşındaki kanat oyuncusu Orlin Orlinov, Bulgaristan'da TV yıldızlarından olan Katherine Vacheva'yı kaçırdı (şu ablamız). Polis tarafından tutuklanan Orlinov'un Vacheva'yı uzun süre evinde alıkoyduğu, burnunu kırdığı bildirildi. Vacheva'nın polise verdiği ifadede "beni yerde sürüklerdi, bana 'güzel bir kadınsın, güzel kadınlar da dövülmeyi hakeder' diye bağırdı" şeklinde sözler var. Hafta sonundaki derbide 1.400 polis Sofya'da görev yaptı bu gelişmeler üzerine.

CSKA zamanında da teknik direktörü olan Dimitar Penev'i kovmuş, yerine yeğeni Luboslav Penev'i getirmişti hatırlarsınız. Kulüp değil Medrano Sirki.

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 73



















Dünya Kupası tarihinde İngilizler 73 kez oyuncu değişikliğine gittiler toplamda. Bu değişikliklerde oyuna doğrudan, skora ise dolaylı katkı yapanların sayısı fazladır muhakkak, ancak skora doğrudan katkı yapan sadece 3 oyuncu oldu bu 73 değişiklik içerisinde. David Platt, Michael Owen ve Steven Gerrard. Özellikle David Platt bu oyuncular içerisinde en etkili ve kritik golü atan oyuncu oldu. Platt, 1990 Dünya Kupası 2. tur maçında Belçika maçında oyuna sonradan girerek 119. dakikada vurduğu voleyle takımı çeyrek finale taşıdı. Oyuncu Bobby Robson tarafından 73. dakikada Steve McMahon'ın yerine oyuna girmişti. Bu goller onun Kamerun'la oynanan çeyrek final, Almanya ile oynanan yarı final ve İtalya ile oynanan üçüncülük maçında ilk onbirde sahaya çıkmasını sağladı doğal olarak ve Platt Kamerun ile İtalya'ya 1'er gol attı. Aynı zamanda Almanların finale yükseldiği yarı finaldeki maç sonu penaltı vuruşlarında bir vuruşu ağlara gönderdi.

Michael Owen'ın hikayesi ise farklı. Owen 1998 Dünya Kupası'nda Romanya maçında oyuna sonradan girip golünü attığında Pele'den sonra Dünya Kupası tarihinde gol atan en genç oyuncu unvanını aldı. Bu gol onu sonraki maçlarda ilk onbire yerleştirirken Teddy Sheringham'ı yedek kulübesine gönderdi (Owen aynı turnuvada Arjantin'e müthiş bir gol atmıştı). Öte yandan yedek kulübesine gönderdiği Sheringham, milli takım tarihinde, Dünya Kupası finallerinde en fazla sonradan oyuna giren futbolcu unvanını elinde bulunduruyor. 2002 Dünya Kupası'nda, 36 yaşındayken Emile Heskey'in yedeği olan Sheringham tam 4 kez oyuna sonradan girdi ama hiç gol kaydına muvaffak olamadı.

Oyuna sonradan girip gol atabilen son İngiliz oyuncu Steven Gerrard ise, 2006 Dünya Kupası'nda İsveç ile oynanan maçta oyuna 69. dakikada Wayne Rooney'in yerine girmiş ve 85. dakikada takımını 2-1 öne geçirmişti. Maç Henrik Larsson'un 90. dakikadaki golüyle 2-2 bitti. Aşağıda İngiltere milli takımının oyuna sonradan giren oyuncularının ufak bir raporu var. Sol taraftaki oyuna girme, sağ taraftaki ise gol sayısı.

30 Mart 2010 Salı

SIR'LER DE HATA YAPAR















Maçtan sonra tüm herkes gibi NOS'un stüdyo sunucusu Jack van Gelder da bir İngiliz takımıyla Alman takımının maçının son dakikada yön değiştirmesi sonucu Gary Lineker'in lafına atıf yaptı. Gerçi bu laf yıllar geçtikçe işlerliğini kaybetti biraz. Euro 96'dan beri Almanların uluslararası turnuvalarda şampiyonluğu yok. 1974-90 arasında 4 Dünya Kupası finali oynayıp 2'sini kazanan Almanlar yok artık. Neyse ben Lineker'ın bizim eskilerin bir lafını gündeme getireceğim hem onun geçerliliği evrensel. Topla oynamayı çok seven oyuncular için kullanılır, hatta Hasan Şaş bu lafı çok yemiştir kariyerinde. "Bir top da ona lazım"...Aslında normal şartlarda bu akşam Ribery'nin oynadığı futbol için bu lafı kullanmak lazım ama ben o lafı bu maç için değiştirmek ve "Bayern'e bir top daha lazım" demek istiyorum. Fransız, 2. dakikada perdeyi açan Rooney'in maç içi kişisel averajını eşitlediği ve kendi kalesine yönlendirdiği o topa vuran adamdı ama maç boyu takım arkadaşlarıyla inanılmaz bir iletişimsizlik içindeydi. 21 yaşındaki Badstuber da tamam biraz acemi kaldı ama gerek Ribery'nin defansif anlamda çok görünmemesinden, gerekse de bitmek tükenmek bilmeyen top alma sevdasından o kadar çok bocaladı ki, diğer tarafta sakin ama daha sağlam işleyen Lahm-Hamit işbirliğini sağ tarafta yaratamadılar. Ribery sadece Badstuber'la iletişim kopukluğu yaşamadı. Basbayağı kendi başına farklı bir maç oynuyor gibiydi. Robben'le arasında bu alanda önemli bir fark olduğunu düşünüyorum. Ferguson da durumun böyle olacağını tahmin etmiş miydi bilinmez, kendi sağ tarafında Evra'nın önüne çizgiyi boylu boyunca ileri geri katedebilen Park'ı yerleştirmişti. Bayern'in sağ kanadındaki iletişimsizliğin üzerine sol tarafta Evra-Park ikilisinin duvarı dikilince ilk yarı Bayern'in yaratabildiği tehlikeler Hamit'in ortaya kıvrıldığı ve Van Bommel'in topla katettiği pozisyonlarla oldu. Burada Bayern'e bir övgü parantezi açmak lazım. Hücum hattında çok kreatif değillerdi ama en azından her şeyi denediler. Sol kanat akını, sağ kanat akını, ara paslar, ortadan katedişler, uzak şutlar, yan ortalar vesaire...Bu önemli bir erdemdir. Türkiye Ligi'nde bunların tümünü aynı maç içinde deneyebilen bir takımımız yok hala.

İkinci yarı Ferguson hafta sonundaki maçı düşündü elbet. Zira United'ın fikstürü de çok rahat değil. Onlar da gelecek haftaki rövanş öncesi Chelsea'yi konuk edecekler cumartesi günü. Skoru korumak için gömüldükçe gömüldü ve ilk yarıda Nani ve Rooney'e sık sık yardıma giden Fletcher, Carrick, Scholes üçlüsü artık nöbetleşe birer birer ileriye çıkmaya başladı. Burada Rooney'e bir parantez açmak lazım. Tek forvet görevini çok iyi yapıyor İngiliz oyuncu. İleriye atılan serseri topları kontrol ediyor, çok acele etmeden yavaş yavaş rakip alana topla geçip yardımı bekliyor ve geldiği anda da arkadaşına verip boş alana hareketleniyor. United'ın antrenmanlarda bu az kişiyle etkin hücum setini defalarca çalıştığı çok belli. Bu plan United'ı galibiyete taşayacaktı neredeyse ve Kırmızı Şeytanlar Bayern'i o meşhur Şampiyonlar Ligi finalinden sonra ikinci kez mağlup edebileceklerdi. Ama Ribery'nin vurduğu o top oyunun gidişiNi değiştirdi. Sir Alex bile hata yapıyor mu bunca yıl sonra? Yapıyor bana göre. Carrick-Park / Berbatov-Valencia değişikliği fahiş bir hataydı bana sorarsanız. Özellikle Carrick-Berbatov tarafı. Orta sahada Van Bommel ve Pranjic'i frenleyen Carrick çıktığı anda bu ikili rakip kaleye biraz daha yaklaştılar. Oyuna giren Berbatov da Rooney'in arkasında neredeyse "hiçbir şey" yapmayınca United ileri uçta atıl bir kuvveti bulundurmaya başladı, zira Rooney açıkça yorulmuştu. Mutlaka Berbatov girecekse Rooney oyundan çıkabilirdi. Bu hata, 90+2'de pahalıya patladı Fergie'ye. Evra'nın bir anlık konsantrasyon hatasıyla topu ayağına dolaştırması yine bence maçın kötülerinden Olic'in, haddinden fazla soğukkanlı vuruşuyla Bayern'e avantajı getirdi. Bence o son dakika golü kadar, maçın sonundaki Rooney'in sek sek oynayan görüntüsü Manchesterlıları daha çok düşündürmüştür.

















Şeytanlar hala yakın tura tabii. Old Trafford'dan turla çıkmak her yiğidin harcı değil. Avrupa'da son 2,5 sezondur o stadyuma gelip turla ayrılan bir takım yok. Van Gaal yine maç sonu mağrur şekilde "oyundan çok memnunum" diye konuştu tabii. Turun diğer maçında da Olympique Lyon'un ironisi var. 7 sezon üstüste şampiyon olurken Lyon, her Avrupa macerasında gruplarda ortalığın tozunu atıyor, ancak çeyrek finali geçemiyordu. Fransa'da hanedanlarının son bulduğu sezonun ardından ilk kez yarı finale çıkacaklar bu gidişle. Futbol ilginç oyun. Lloris de müthiş maç çıkarmış belirtelim.

12 GÜNLÜK SIRAT KÖPRÜSÜ

















Bu akşam Allianz Arena'daki Bayern Munich-Manchester United maçıyla başlamak üzere, teknik direktörlük kariyerinin en kritik dönemlerinden birisini yaşayacak Louis van Gaal önümüzdeki 12 günde. Çok kötü başlayan ve Van Gaal'in bile kendi koltuğundan şüphe eder hale geldiği ardından raya oturan bir sezon, 3 kupayla muhteşem bir şekilde de bitebilir, Van Gaal bu 12 günün sonunda elinde sadece Almanya Kupası finaliyle de kalabilir. Bu akşam Manchester United'ı konuk ediyor Bavyera Aslanı. Ardından hafta sonu cumartesi günü lider Schalke 04 deplasmanına gidiyor. Kaybetmesi halinde Schalke'nin 5 puan gerisine düşecek. Kazanırsa son 5 hafta ortalık toz duman olur. Ardından çarşamba günü Old Trafford'a gidiyor Şampiyonlar Ligi çeyrek final rövanşına. Oradan sonra sırat köprüsü bitiyor mu? Hayır. Cumartesi günü Bayer Leverkusen deplasmanında bu 12 günlük fikstürü bitiriyor. En kötü senaryo Manchester United'a elenerek Avrupa defterini kapatması ve ligde şampiyonluktan kopup ve hatta Leverkusen'in arkasında üçüncülüğe düşmesi. En iyi senaryo Barcelona ile beraber Şampiyonlar Ligi'nin en güçlü adaylarından birisi Kırmızı Şeytanlar'ı kupanın dışına itmesi, ligde de Schalke ve Leverkusen'i tokatlayıp zirveye oturması. Açıkçası her şeyin olabileceği bir 12 gün bu. Ben serinin sonunda şimdikinden daha kötü durumda olacaklarını düşünüyorum. Bu akşamki maçta yapacakları başlangıç çok önemli. 15 yıl önce hocası olduğu ve beraber Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandığı Van der Sar'ı mağlup etmeye çalışacak öğrencileri.

Bugüne kadar 2 takım Avrupa kupalarında 7 kez karşı karşıya geldi. 4 beraberlik, 2 Bayern galibiyeti ve sadece 1 Mancunian zaferi var. Ama ne zafer! 1998-99 Şampiyonlar Ligi finali ve Solskjaer desek gerisini anlatmaya sanırız gerek yok.

KÜÇÜK JOHANN



















1937'den beri Amsterdam'da uygulanan "öğrenci kartı" adındaki uygulamaya göre, tüm öğrenciler, öğretim hayatları boyunca gittikleri okullaırn yazılı olduğu bir belgeyi bulundururlar. Yukarıdaki Johann'ın, Cruijff ailesi Akkerstraat 32 numarada otururken sahip olduğu belge. 25 Nisan 1947 damgası tepede doğum tarihi. Aşağıdaki ise Cruijff'un 15 Haziran 1967 tarihinde Ajax'a imza attığı kontrat.

WELCOME TO DONGMAKGOL

























8 milyon dolar bütçeli bir film Welcome to Dongmakgol. Kore iç savaşı sırasında cephede yolunu kaybeden Kuzey ve Güney Koreli 5 asker ile, uçağı Kore toparaklarına düşen 1 Amerikalının, medeniyetten uzakta olduğu için, medeniyetle birlikte savaşın da uğramadığı bir köydeki yaşamlarını anlatıyor. İçinde yine bir dolu altmetin barındıran bir Kore filmiyle karşı karşıyayız. Filmi izlerken The Thin Red Line'da zirveye çıkmış insanoğlunun sadece birbirine değil, etrafında bu savaştan habersiz olan doğaya da zarar verdiğinin, ateşin başında yenilen yemekte, birbirine düşman olan hatta dilini bile konuşamayan insanların o halde birbirlerine düşman olacağı gibi aynı sofrada da oturabileceğinin, No Man's Land'de de hissedilen, askerlerin içinde bulundukları savaşın sadece bir piyonu olduklarının ve savaşın nasıl çıktığından dahi haberleri olmadığının ve bütün bu hengameden uzakta şiddet ve savaştan bihaber insanlarn, etraflarındaki bu hadiseye nasıl masumca baktıklarının dışavurumu var filmde. Örneğin Kuzey ve Güney Koreli hangi ülkenin diğerini ilk olarak işgal ettiğini dahi bilmiyorlar ve bir tanesi diğerine "Güneye gittim çünkü beni oraya gönderdiler" diyor. Filmi The Thin Red Line'la çok fazla benzerlik içerdiği için oldukça sevdiğimi ve her Kore filminde görülen o dinginliği bu sefer savaşın antitezi olarak kullanılmasının çok isabetli bir seçim olduğuu söylemeliyim. Bu dinginliği anlatan nefis sahneler de var. Savaşın insan ruhunu ve kalbini çelen Dongmakgol köyüne düşlen 6 asker, The Thin Red Line'daki er Witt misali oradan ayrılmak istemiyorlar zira, o barış havası onları cepheye göndermekten alıkoyuyor ve hatta bir süre sonra ülkelerinin değil barışın askeri olmaya karar veriyorlar.

Kore filmlerine zaafı olanlar kaçırmasın elbet, "ya ben o Japon filmlerini izleyemiyorum ya adamlar konuşmaya başlayınca gülüyorum çok komik konuşuyolar" diyenler de Tears of the Sun isimli efsane savaş filminde Monica Bellucci'nin göğüs şovuna buyursun.

JUVENTUS'UN APPRENTICELERİ



















Juventus 2006 yılında, Luciano Moggi'nin yediği naneler sonucu küme düştüğünde, önünde yeni bir başlangıç yapmak için fırsatları vardı. 2004-05 ve 2005-06 şampiyonlukları elerinden alınmış, sonuncusu Inter'e verilmişti. Inter'in Juventus'un elinden aldığı tek şey şampiyonluk da değildi. Zlatan Ibrahimovic'i de Inter kaptı. Bunun yanında Lilian Thuram Barcelona'ya, Fabio Cannavaro ise Real Madrid'e transfer oldular. Buffon, Nedved, Trezeguet, Del Piero gibi isimler ise Old Lady ile kalıp onu tekrar Serie A'ya çıkardılar. Bunu başaran Dider Deschamps'ın görevden ayrılmaso çok büyük bir hataydı gözümde. Claudio Ranieri göreve getirildi ama 2 sene boyunca hiçbir varlık gösteremeden görevi Ciro Ferrara'ya bıraktı.O Ranieri'yi de arattı ve görevi Zac'a devretti. İtalyan yasalarına göre, bileğinin hakkıyla kazandığı son şampiyonluk 2002-03 yılında olan takım bu sezonu da boş geçecek şampiyonluk açısından. Hatta Şampiyonlar Ligi derecesini bile elde edemeyebilirler. 2003'ten beri geçen yaklaşık 10 yılda Juve kadroya yeni yıldızlar kazandırmayı denedi aslında. Sebastian Giovinco, Claudio Marchisio, Paolo De Ceglie bunlardan bazıları ama oldukça azınlıkta kaldılar. Marchisio bugün 24 yaşında ve 2009 yılında Lippi onu milli takıma davet etti. Giovinco ve De Cegle de davet bekliyorlar. Marchisio'nun "İtalya'daki kulüpler genç oyuncuları oynatmaya bir rsik olarak bakıyorlar ve buna pek yanaşmıyorlar, takımın küme düşmesi aslında bizim yararımıza oldu" şeklinde bir demeci var. Haksız sayılmaz. Biz küme düşmenin olmasa da uzun süre şampiyonluktan uzak kalmanın yararlı olabileceği isimlere bakalım.

Yukarıdaki lafları boşuna söylemedik. Juventus tarihinde hiç olmadığı şekilde altyapıdan oyuncu yetiştiriyor şu günlerde. Birçok futbolcu rezerv takımlarda forma giydikleri gibi kısa süreli kira sözleşmeleri de imzalıyorlar. Juventus'un şu anda, yakın sürede A takıma girebilecek 10-15 tane genç oyuncusu kirada. Bulgar kaleci Mario Kirev (20-FC Thun), defans oyuncuları Lorenzo Ariaudo (20-Cagliari), Salvatore D'Elia ve Marco Duravia (20-Figline), orta saha oyuncuları Luca Castiglia (20-Reggiana), İsveçli Albin Ekdal (20-Siena), Somalili Ayub Daud (20-Lumezzane), forvet Cristian Pasquato (20-Triestina) bu oyunculardan bazıları. Bunlar önümüzdeki yıldan itibaren kadroda kendisine yer bulabilir. Ancak yakından inceleyeceğimiz birkaç oyuncu da var. Ekdal kardeşimiz biraz da yakışıklı bir kardeşimiz, sizden yakışıklı olmasın.

İspanyol Iago Falqué Silva ile başlayalım. 19 yaşındaki hücuma dönük orta saha oyuncusunu Juventus Barcelona B takımından transfer etti. Iago, Barcelona kentinde Giovani Dos Santos, Sergi Busquets, Pedro ve Bojan Krkic'in takım arkadaşıydı. 2008'de ülkemizde yapılan 17 yaş altı turnuvasında İspanya kadrosundaydı. Bu sezon Bari'de kiralık olarak oynadıktan sonra ocak ayında Torino kentine geri döndü ve rezerv takımda forma giymeye devam ediyor. A takıma yükselmek içni fırsat bekliyor.

Aynen Iago gibi, sol ayaklı, hücuma dönük bir orta saha oyuncusu olan Fausto Rossi ile devam edelim. 19 yaşındaki oyuncu daha 10 yaşındayken Juventus altyapısına girdi. Teknik, hızlı, defansın arasına driblinglerle dalabilen bir oyuncu. Juventus ile 2013 yılına kadar kontratı var. Fizik gücü ise henüz doğal olarak yetersiz. Kendi yaş grubundaki diğer isimlere göre de boyu biraz kısa.

2009 yazında, Arsene Wenger'in kıskacında olan Ciro Immobile ile devam edelim. 20 yaşındaki golcü, 2008 yılında C2 takımlarından Sorrento'dan transfer edildi. Geçtiğimiz yıl mart ayında Mologna karşısında ilk kez Juventus formasını giydi. Kasım ayında da Bordeaux karşısında Şampiyonlar Ligi mücadelesine çıktı. İtalyan milli takımı alt yaş gruplarında forma giyiyor.

Son olarak Luca Marrone'yi ele alalım. 19 yaşındaki orta saha oyuncusu da çocuk yaşlardan beri Juventus kadrosunda. Ciro Ferrara onu bu sezon önce A takım kadrosuna dahil etti. Sezonun ilk maçında Chievo maçında 20 dakikalık bir süre alarak ilk kez forma giydi. Güçlü, son vuruşları iyi ve özellikle pozisyon alma konusunda oldukça yetenekli bir oyuncu. O da İtalya milli takımında alttan yükseliyor.

68 YAŞINDAKİ TRANSFER ÇALIMI
















Türk futbol takımlarının transfer politikası ile ilgili daha önce yazdığımız bir dolu yazıda, bazen balık tutmaya çok fazla para harcamak yerine bir balık tutma öğretmeni kiralamanın daha kârlı olabileceğini, yani oyuncu seçimi konusunda çok fazla yetenekli olmayan kulüp yöneticilerinin karavana vuruşları yerine futbolcu transferlerinde uzman olan kişilerin tavsiyesini almanın daha yararlı olduğunu, kelimenin tam anlamıyla "scout" mekanizmasının eksikliğinden bahsetmiştik. Yurt dışında asılfutbolcu transferlerine para harcanıyorsa, bu futbolcuları keşfeden adamlara da para veriliyor ve kulüpler arasında transfer oluyorlar. Urbain Haesaert bunlardan sonuncusu. Ajax'ın Belçika scoutuydu 2004 yılından beri. Jan Vertonghen, Thomas Vermaelen, Tom de Mul, Toby Alderweireld ve daha birçok oyuncuyu Ajax'a getiren oydu. Bugün 68 yaşında. O yaşta transfer yaptı. Ülkesi takımlarından Anderlecht yetenek adaylarına işkembeden para saçmak yerine bilen birisini işin başına getirmek için Haesaert'le anlaştı. 1 Temmuzdan itibaren Anderlecht scout ekibinin başında olacak kendisi. Kulüp direktörü Herman Van Holsbeeck bu transfere Anderlecht'in geleceği açısından çok önemli bir adım olarak bakıyor. Haesaert, daha önce Lokeren, Berchem, Beringen, Waregem, Germinal Ekeren, Antwerp, Oostende ve Eendracht Aalst takımlarından antrenörlük yapmış. 1998-2004 yılları arasında da Germinal Beerscho'da altyapı scoutu olarak görev almış ardından Ajax'a transfer olmuştu.

STAMFORD'DA SAĞNAK


















Chelsea'nin cumartesi günkü bombardımanını izlemişsinizdir. Aston Villa ve Martin O'Neill'in paçavra olmasından çok Brad Friedel gibi bir adam eleğe döndü ona üzüldüm. Lampard'ın 4 golünü de bir kenara not düşmek lazım, her ne kadar bir tanesi kötü bir penaltı olsa da. Chelsea takım olarak 32 maçta 82 gole ulaştı. Chelsea böylece 1992 yılından beri oynanmakta olan Premier Lig'de kulüp bazındaki gol rekorunu şimdiden kırdı. Üstelik bunu bir İtalyan hocayla yapmaları da başka bir ilginç nokta. Takım 2004-05 ve 2005-06 sezonlarında 38 maçta 72 gole ulaşmıştı. Ligin bitimine 6 maç daha var ve Chelsea sadece 1992'den itibaren değil, tüm kulüp tarihinin rekorunu yanileyebilir. Maviler tam 49 yıl önce 1960-61 sezonunda, 42 maçta 98 gol atmışlardı. Önlerinde 6 maç var ve 17 gol daha atmaları lazım. Zor görünüyor. 90 barajını aşacaklardır ancak tahminim 94-95 civarında bitirirler. Bu da 2009-10 sezonunu tüm zamanlar listesinde ilk üçe sokacaktır. Liste aşağıda.

Atılan 82 golün en çok pay sahibi olan adamları Didier Drogba ve Frank Lampard. Fildişili oyuncunun 24, İngilizin 17 golü var.

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 74
















Johann Neeskens'in 1974 Dünya Kupası finalinde Almanya filelerine, maçın 2. dakikasında penaltıdan attığı gol halen bugün bir Dünya Kupası finalinde atılan en erken gol olma unvanını koruyor. Neeskens aynı zamanda o turnuvada Hollanda'nın en çok gol atan futbolcusuydu ki attığı 5 golün 3'ü penaltıdan gelmişti. 1978 Dünya Kupası'nda ise penaltıcılık görevi Rob Rensenbrink'e verilmiş ve Anderlecht'de forma giyen oyuncu da turnuvada attığı 5 golden 4'ünü penaltıdan kaydetmişti. Rensenbrink, sadece Hollanda'nın Dünya Kupası tarihindeki penaltı kralı olmakla kalmadı, aynı zamanda tüm oyuncular bazında da ondan daha fazla penaltı golü atan oyuncu yok. 1966 Dünya Kupası'nın gol kralı Portekizli efsane Eusébio ve Arjantin milli takımının kupa tarihinde en fazla gol atan oyuncusu Gabriel Batistuta da bugüne kadar 4 penaltı golünün altına imza koydular. Eusebio tüm penaltı gollerini 1966 Dünya Kupası'nda atarken Batigol golleri 1994 ve 1998 Dünya Kupası finallerine paylaştırmıştı. Johan Neeskens de listede ikinciliği 2 penaltı ustası ile paylaşıyor. Hristo Stoitchkov ve Fernando Hierro. Stoitchkov, gol krallığını Oleg Salenko ile paylaştığı 1994 Dünya Kupası'nda 3 penaltı golü atmıştı. Fernando Hierro ise 1998 Dünya Kupası'nda 1 2002 Dünya Kupası'nda da 1 penaltı golü atmıştı. Aşağıda listenin görünümü mevcut.

29 Mart 2010 Pazartesi

DÖRDÜNCÜ HAKEMDEN TORPİL

Erman Toroğlu'nun futbolu bırakış hikayesini duymuşsunuzdur. Bir Ankaragücü maçı sırasında hakem sarı kartı olan Toroğlu'nun genelde olduğu gibi sert oyununu devam ettirmesi sonraıs hocasına giderek "Erman'ı oyundan al, yoksa onu atacağım" der. Bunun üzerine teknik direktörü onu oyundan alır. Toroğlu da olayı öğrenince, "sen beni hakemin demesiyle oyundan alıyorsan ben de futbolu bırakıyorum" der ve kramponlarını asar. Hatta hakem olma kararını da bu olay sonrası almıştır. Hafta sonu Eredivisie'de de benzer bir olay yaşandı. Ancak bu sefer işin boyutu biraz fazla. VVV Venlo-PSV maçında, maçın hakemi Tom van Sichem 38. dakikada, PSV'nin İsveçlisi Ola Toivonen'a sarı kartını gösterdi. Ancak Toivonen bu sarı kartla akıllanmayıp ikinci karta da yaklaşınca beklenmedik bir şey oldu. Maçın dördüncü hakemş Edwin van de Graaf, PSV hocası Fred Rutten'a yanaşarak Toivonen'ın sert oynadığını böyle giderse ikinci sarıyı göreceğini söyledi. Rutten da devre bitmeden onu kenara alıp Nordin Amrabat'ı sahaya gönderdi. Maç sonu Rutten "zaten asistanımla onu uyarmayı düşünüyorduk, dördüncü hakemin uyarısı da kesin kararımızda etkili oldu" diyor. Tamam da Toivonen saha içinde aldığı sarı kartla zaten uyarılmıştı. Dördüncü hakemin Rutten'a oyuncunun görme tehlikesi olan ikinci sarı kart nedeniyle uyarı yapması tartışma konusu. Venlo hocası Jan van Dijk olaya büyük tepki gösterdi tabii ki. Hakemlerin görevi saha içinde futbolcunun hakettiği cezayı kesmek, onları bu cezayı kesmek yerine kenara "bu adamı çıkarın yoksa atarım" demek değil. Belki de Toivonen görebileceği bir kırmızı karttan kurtulmuş oldu. PSV maçı deplasmanda 4-2 kazandı.

Bu arada kapatırken Erman Toroğlu'nun wikipedi sayfasından bir alıntı yapmak sitiyorum. Kendisi hakıkında kısa bilgiyi okuduktan sonra son cümleye geliyorsunuz...."Ayrıca ağzı çok bozuk bir insandır".

FUTBOLUN OBLOMOV'U




















Yıl 1992, Ümraniye...

FD: Anne ben maç yapmaya gidiyorum
Anne: Oğlum sabah yaptınız ya!!!
FD: Bu akşam maçı, o sabah maçıydı
Anne: Utanmasanız orada yatacaksınız be oğlum!!!

2000'ler, Londra...Yatanı var...

PARENT CLUB-FEEDER CLUB

Geçtiğimiz ay içinde Diyarbakırspor'un yönetim kurulundan bir ekip Londra'ya giderek Tottenham Hotspur kulübü Uluslararası Gelişim Departmanı Sorumlusu Fran Jones ile White Hart Lane'de bir görüşme gerçekleştirdiler. Kulüpten yapılan açıklama Tottenham ile özellikle altyapıya yönelik konularda birkaç anlaşma yapıldığı. Diyarbakırspor'un Portsmouth'la da görüşmeler yapacağı söyleniyor. Türk basınına doğru dürüst yansımadı bu haber. Aslında çok önemli bir adım bu. Aşağıda bunu ayrıntılandırmadan evvel şu parent club-feeder club hadisesinden bahsetmek lazım. Dünya üzerindeki büyük takımların her birinin, yurt içinde ve çoğunlukla da yurt dışında ilişkide oldukları, gerektiğinde oyuncularını tecrübe kazanmaları için gönderdikleri kulüpler vardır. Ajax, Güney Afrika'dan Ajax Cape Town'la böyle bir ilişkide örneğin. Manchester United-Avustralya takımı Wollongong Wolves ve Belçika takımı Royal Antwerp, Hearts-FBK Kaunas, Tottenham Hotspur-Supersport United, Celtic-Ujpest FC, Manchester City-Grasshoppers ve Chester City, Charlton Athletic-MyPa benzer örnekler. Bu takımlarla ilgili tam listeyi şuradan görebilirsiniz. Türkiye'den yakın zamana kadar bildiğimiz tek 2 örnek vardı. Galatasaray-Beylerbeyi ve Trabzonspor-MVV. Ancak her iki ilişkide birer pilot takım mahiyetinde değildi. Beylerbeyi ve MVV, Galatasaray ve Trabzonspor'un oyuncularını kiraladığı ve beğendiğinde futbolcularını transfer ettiği kulüplerdi ama kağıda dökülmüş bir pilot takım anlaşması mevcut değildi.

Liverpool ile Belçika kulübü Racing Genk 2 ay önce benzer çerçevede bir anlaşmaya vardılar. Anlaşma 2014 yılına kadar geçerli. Genk kulübünün genel direktörü Dirk Degrae, Rafael Benitez ile bir görüşme yaparak ayrıntıları netleştirdi ve 4 saatlik bir görüşme, akabinde Liverpool'ın genç oyuncuları ile ilgili bir bilgi bankası araştırması sonucu, birkaç oyuncuyu içeren listeyi Liverpool'a sundu. Genk teknik direktörü Frank Vercauteren de İngiltere'ye giderek Benitez ile görüştü. Listeden bazı genç oyuncular, yakında Genk formasını giymeye başlayacaklar. Kimbilir bizim de Lauri Dalla Valle'yi izleme şansımız olur. geçtiğimiz hafta içinde bununla

Türk takımları Diyarbakırspor'un yaptığı girişime benzer şekilde Avrupa'dan bir büyük takıma pilot takım olmayı neden hiç düşünmezler merak ederim. Özellikle Bank Asya 1. Ligi'nde, 24 yaşında kadar yabancı oyuncu oynatma serbestisi ve ayrıca ilave 5 Türki cumhuriyetten alınabilecek 2 futbolcu kontenjanı varken Avrupalı kulüpler ve hatta Güney Amerikalı kulüpler için çok çekici bir pozisyona gelebilirler. Bruno Mezenga-Orduspor kesişmesi önemli bir örnektir mesela. Bruno 20 yaşında Orduspor'a kiralandı, müthiş bir performans gösterip Flamengo'ya geri döndü. Bu tür oyuncuların gidiş geliş trafiğine süreklilik kazandırarak, Anadolu kulüpleri önemli kazançlar elde edebilirler. Örneğin ortalama bir Premier Lig kulübüyle yapılacak anlaşma çok önemli kazançlar sağlayacaktır. West Ham United akademisinden çıkmış 18-19 yaşlarındaki 2-3 oyuncu, örnek veriyorum Antalyaspor'da forma giyebilse, bu işten iki tarafın da kâr edeceği muhakkak. Tabii Premier lig ekiplerinin oyuncuları yurt dışına salmak yerine, yurt içinde alt liglerde tutmayı tercih ettiğini not düşelim. Bizimkisi sadece bir örnek. Diğer ülkeler de denenebilir.

DİLİ KESİLMİŞ BİR ADAM



















Buradan defalarca yazdık şu Galatasaray teknik direktörünün tercüme işini ve tüm açıklamalarının İngilizce yapılmasını. Şimdi dün akşamki maçtan sonra da basın toplantısını izlemiş birisi olarak söylemem lazım, o basın toplantısını izlemiş olan her Hollandalı adamın İngilizceyi kullanırken kıvrandığını görür. "Rijkaard'ın kendisi İngilizce konuşmak istiyor" diye bir laf var biliyorsunuz. O lafı kim diyorsa ben bu haberi nereden veya kimden duyduğunu sormak istiyorum. Bu adam maç sonu demeçlerini Hollandaca-Türkçe çeviri yapabilecek bir tercüman aracılığı ile Hollandaca olarak vermeli. Hadi Rijkaard demeçlerde zorlanıyor, yanındaki Mert Çetin'in İngilizcesi yeterli düzeyde mi hayır? Futbolda tercümanın rolü aslında hissedilmediği kadar önemlidir. Tercüman demek aslında teknik adamın bir başka dildeki versiyonu demektir. O adamın söylediği her kelimeyi birebir Türkçe anlamıyla çevirmeli, birebir olmasa da bile genel fikri ortaya koymalı ve kelimeleri değiştirip bambaşka açıklamalar yapmamalıdır zira onun ağzından çıkan sözler aslında teknik adamın ağzından çıkmış gibi anlaşılır. Dün basın toplantısını izliyorum. NTV'deki arşivde mevcuttur sanırım siz de açıp izleyin. "Takım Fenerbahçe maçında normal bir maç yapıyormuş gibiydi, konsantrasyon olarak hazır değildi" şeklindeki soruyu "normalde bu şampiyonluk için önemli bir maçtı, mental ve konsantrasyon olarak hazır değildik" diye çevirdi. Ardından Frank Rijkaard'la Servet arasında suni bir söz düellosu oluşmasına sebep oldu ki Rijkaard soru üzerine "'ben çok çalıştık' demedim 'çalıştık' dedim, soruyu anlamadım" diye konuştu. Hatta orada Mert Çetin'in "didn't fight" ile "couldn't fight" arasındaki devasa farkı es geçerek yaptığı çevirinin de büyük payı var. Ve daha sonra da en büyük hatayı yaptı.

Basın mensubunun dahi, Çetin'in tercümesindeki hatayı farkedip Servet'in yaptığı açıklamayı tekrar etmesi üzerine Servet'in "takım halinde iyi mücadele etmedik" lafını İngilizce "takım halinde zorluk çekmedik" şeklinde çevirdi (struggle). Bu fahiş bir hatadır. Nitekim Rijkaard da bu hengameyi "tamam dilden kaynaklanan bir anlaşmazlık olabilir, ama dürüst olarak soruyu anlamadım" dedi. O anlamamasının sebebi yanındaki adam ve daha da ötesi stüdyodaki herkesin kendi dilinin dışında konuşması. Galatasaray'ın basın toplantıları lise hazırlığındaki İngilizce sözlülere benziyor. Soran türk, cevap veren Türk ama ikisi de İngilizce konuşuyor, kendilerine ait olmayan bir dili. Üstelik bu durumda Rijkaard'ın bir de kendi dili var konuşabileceği. En azından bir adamın kendi dilinde konuşması sağlanabilir. Bu konunun acilen çözülmesi ve Rijkaard'a Hollandaca'yı çok iyi bilen bir tercüman bulunması, illa bu işi İngilizce yapacaklarsa da kelime hazinesi geniş bir adam bulmaları gerekiyor. Bu iş zira uluslararası maçlarda daha büyük basın toplantısı facialarına dönüşebilir.

14



















Johann Cruijff'dan bugüne Ajax'ın 14 numaraları. Rijkaard bu formayı çok kısa süre giydi, kariyerinin başında, 1983-1997 arasında ise yedek oyuncuların kendilerine ait bir numarası yoktu ve genelde değişiyordu.

1973-1974 Zoltan Varga
1974-1975 Jan Mulder
1975-1976 Geert Meyer
1976-1978 Frank Arnesen
1978-1979 Tscheu la Ling
1979-1980 Karel Bonsink
1980-1981 Frank Rijkaard
1981-1982 Sonny Silooy
1982-1983 Marco van Basten

1997-1999 Dani
1999-2000 Martijn Reuser
2000-2001 Brutil Hose
2001-2002 Shota Arveladze
2002-2003 Jan van Halst
2003-2004 Jelle van Damme
2004-2005 Thomas Vermaelen
2005-2006 Maxwell
2006-2007 Roger

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 75
















Dünya Kupası tarihinde toplamda mücadele etmiş ülke sayısı. 2006 Dünya Kupası'nda bu listeye Afrika'dan Fildişi Sahili, Togo, Angola, Gana, CONCACAF'tan Trinidad/Tobago, Avrupa'dan Ukrayna katıldılar. Bu sayı 2010 Dünya Kupası'nda 76 olacak. Zira listeye yeni katılacak tek isim Slovakya. Onlar da Çekoslovakya'nın 1993'te bölünmesinden sonra ilk kez mücadele edecekler. Bu ülkelerden bir tanesi artık varlığını sürdürmüyor. 1938 Dünya Kupası'nda, bugünkü Endonezya'yı oluşturan Hollanda Doğu Hint Adaları (Dutch East Indies) Macaristan'la karşılaşarak elenmişti. Maçın sonucu 6-0'dı. Eski Hollanda kolonisi aynı zamanda kupa tarihinde tek bir maç oynayan tek takım olma özelliğini sürdürüyor. Kupanın günümüzdeki statüsü ele alındığında da sonsuza dek sürdürecek gibi.

28 Mart 2010 Pazar

9 AYLIK PREMATÜRE BİR TAKIM





















Adnan Polat'ın kazandığı Galatasaray olağan kongresi şu saatlerde yapılsa sonucu ne olurdu bilinmez açık söyleyeyim. Galatasaray'ın Mario Jardel transferinin olduğu 2000-01 sezonuyla beraber tarihinde en fazla paranın harcandığı sezonu büyük bir ihtimalle kupasız ve ileriye dönük olarak umutsuz kapatacak camia. Bunun dışavurumu elbette olur her ülkede. Burada da olacaktır. Önce maçla ilgili birkaç kelam etmek lazım.

Maçın daha 10. saniyesinde Mustafa Sarp'ın soldan topla girdiği bir pozisyon var. O pozisyonun gelişimi, Galatasaray'ın bugün neden dördüncü sırada olduğunun ve Rijkaard'ın neden 9 aydır Mehmet Topal-Mustafa Sarp-Elano üçlüsünden bir Iniesta-Xavi-Ronaldinho üçlüsü yaratmaktaki ısrarının yersiz olduğunun göstergesidir aslında. Pozisyonu gözlerinizin önüne getirin. Mustafa topla soldan fişek gibi girdi, yani top ona atılmadı, topu durarak almadı, önündeydi ve sürüyordu. Dolayısıyla vuruş seçimi tamamen ona aitti. Volkan'ın 2 metre önüne kadar girdi. Sarp orada golü atabilecek nitelikte bir oyuncu olduğunu hissetseydi emin olun ayağının üstü veya sağ ayağının dışıyla hafiften dibine doğru girer ve tavana asmaya çalışır ya da sol ayak dışıyla veya sağ ayak içiyle uzak köşeye bırakmaya çalışırdı (Tümer*'in 2005-06 sezonu 33. haftasında Galatasaray'a attığı goldeki gibi). Ama o topu içeriye çevirmeyi tercih etti ve Galatasaray'ın 90 dakikadaki en net pozisyonu olacak atak böylece heba oldu.

Fenerbahçe Emre'nin yokluğunu oldukça fazla hissetti maçın başında. Zira Alex Galatasaray'ın orta sahası tarafından iyi kitlenmişti ama orada farkında olmadan bir avantaj elde etmiş oldular. Zira Alex'i asimile etmek için neredeyse tüm takım sahanın orta bölümüne doğru kanalize olduğundan Wederson, Gökhan Gönül, Andre Santos gibi isimler rahat hareket alanı bulabildiler. Bu rahat hareket alanı bulmaları rakip sahada daha fazla görünmelerine neden oldu. İşte o anda Galatasaray'ın İstanbul'daki Atletico Madrid maçı ve ligdeki Ankaragücü maçının ikinci yarısındaki oyununun birebir benzerini gördük. Atletico Madrid bunu iyi kullanmış Galatasaray'a o bölümde 2 gol atmıştı. Ankaragücü doğru dürüst pas dengesi bile tutturamadığından yararlanamadı. Kalite olarak bu 2 takımın ortasında yer aldığını söyleyebileceğimiz Fenerbahçe ise, ileri ucundaki Guiza'nın artık istikrar kazanan formsuzluğu sebebiyle bir türlü topu forvetine atıp, kendisini rakip kaleye indirecek fırsatları bulamadı ama yine de rakip kalede daha fazla göründüler. Sarı kırmızılılar da kronik sorunlarına döndüler. Hücumda, defans hattıyla arasında hiçbir bağlantı olmayan 3 adam, defans hattındaki oyuncuların kendi aralarında yaptıkları yan paslar sonrası seçimsizlik sebebiyle daha maçın başında ileriye doğru atılan anlamsız uzun toplar. Bir takımın, maç boyunca yaptığı pasların % 50'si, taç çizgisi kenarında, çizgiye paralel olarak yapılmış paslarsa bu takım kendi alanını daraltıyor ve sıkıştırılmış bir oyun stiline mahkum oynuyor demektir. Galatasaray bunu 3 aydır sergiliyor. Üstelik büyük bir meziyet gibi gösterilen hücum hattındaki oyuncuların sık yer değiştirmesi de bunu daha da kötüleştiriyor. Keita, Arda, Jo, Santos gibi adamlar sürekli bir arayış ve gereksiz trafik içindeler. Bu yüzden de bulundukları mevkiyi düzenli tehdit edecek bir oyun karakteri oturtamıyorlar. Caner ve Sabri sürekli önlerindeki yüzün değiştiğini görüyorlar.

Fenerbahçe'de Alex'in bu kısır oyunda her şeye rağmen ısrarla sakinliğini koruması ve Galatasaray defansının boşluklarını kollaması önemli. Gökhan Gönül ve Lugano da Galatasaray'ın savruk hücum akınlarını önlemekte çok zorluk çekmediler. Hem de maçın sonlarına doğru Bilica'nın topu ayağında anlamsız şekilde uzun süre tuttuğu anlarda bile. Hücum varyasyonları bu derece zayıf olan bir takım için de sahada performansını vasatın üstünde tutan bir kaç oyuncu puan için yeterli oldu. Bu "puan"ı "puanlar"a çeviren de Selçuk'un tavşanı oldu. İlk yarıda çok kötüydü Selçuk, zira tüm Galatasaray orta sahası Alex'in başına çullanmışken, kendi sahasına çekilmişken ve hücum elemanları da birbirine 20 metre uzaklıkta seyreylerken biraz daha ileriye adım atıp aktif olabilirdi. O kötü Galatasaray'ın ateşleneceği golü önlemeyi tercih etti.

Rijkaard'la ilgili bu blogda o kadar uzun yazılara ve analizlere imza attık ki tekrarlamanın manası yok sanırım. Burada sorgulanması gereken bir dolu şey içinde dikkat çekilmesi gereken, daimi savrukluk, sezon başında ve devre arasında "Galatasaray hücum hattına bir dolu adam transfer etti ama savuması zayıf kaldı" denilen bir takımın hücum hattının bu derece sönük kalması yanında en iyi sezon transferinin Lucas Neill isimli savunma oyuncusu olması, oyun içindeki anlaşılmaz keyfilik ve belirsizlik (Caner Erkin'in geçtiğimiz haftaki kötü kornerleri sonrası Galatasaray'ın ilk yarım saatteki 3 kornerini sırasıyla Dos Santos, Keita ve Elano kullandılar, bu takımın çalışılmış bir duran top taktiğinin dahi varolmadığını gösteriyor) ve en önemlisi de Rijkaard'ın ısrarla kafasında bulunan optimum sisteme takımı oturtma ısrarı sebebiyle oyuncuların taktik bütünlüğü sağlamak bir yana bireysel anlamda da yeteneklerinden çok şey kaybetmeleri. Açık konuşalım, Galatasaray son derece kısır, yaratcılığın neredeyse hiç olmadığı, plansız bir oyunu oynuyor ve bunun adı "güzel futbol" değil emin olun.

Bu maçtan 24 saat önce Schalke 04 Bayer Leverkusen karşısındaydı. Felix Magath ile Frank Rijkaard'ın takımlarının başında bulundukları süre aynı. Bayern Munich'in yaptığı transferlerle ve kurduğu kadroyla karşılaştırıldığında ortalama kalan Schalke 04, Bundesliga'da zirveye oturdu. Gelecek hafta kendi evlerinde Bayern'i mağlup ederlerse ligin bitimine 5 hafta kala büyük bir avantaj yakalayacaklar. Geçtiğimiz sezonu sekizinci sırada bitirdi Schalke. Felix Magath denen adam bu takımı sadece 9 ayda Avrupa'nın 5 büyük liginden birinin tepesine oturttu. Cumartesi günü attıkları golleri izlemek lazım. Alman televizyonunun 3 boyutlu görüntülerle takımın sahada nasıl tek bir kütle halinde hareket ettiğini gösteren analizlerini keşke buraya taşıyabilsem. Takım oyunu anlamında değil sadece, yukarıda değindiğim bireysel anlamda da aşama kaydetti Schalke oyuncuları. Kevin Kuran'yi'nin "kariyerimin en iyi sezonunu geçiriyorum" lafı önemlidir. Bütün bunları 9 ay içinde yaptı Magath. Bunları niye anlatıyorum? Magath, Rijkaard'dan iyi hocadır demek için mi? Hayır hep tekrarladığımız şey için. Frank Rijkaard bir gün Galatasaray'ı çok iyi yerlere getirebilir. Ama bunun için takımın, kendi istediği seviyeye gelmesini beklerse Galatasaray o seviyeye gelene kadar çok şey kaybedebilir. Magath'ın bu sezon şampiyon olmasa bile Schalke'de değiştirdiği birçok şey var. Bunlar gözle görülüyor ve elle tutuluyor. Bu yüzden de Gelsenkirchen'deki insanlara 4 yıllık kontratı süresince umut sağlıyor. Biz de Rijkaard'dan umutluyuz tabii. Bu blogda defalarca istikrarın, teknik direktöre sabrın başarı için gerekli koşullar arasında olduğunu savunduk. Peki elimizde umut için ne var? Kenarda Rijkaard'ın Neeskens'le beraber oturması ve bu 2 adamın geçmişlerinde futbolcu olarak parıltılı, birisinin de teknik direktör olarak önemli işler başarması dışında...Yani geçmişleri dışında, bugün bize umut veren bir şey var mı? Ya peki orada da bir sorun varsa...Bu sorunun ciddi anlamda sorulması lazımdır.

Kapatırken ekleyelim. Alex'e atılan su şişesi için yorum yapmaya gerek yok sanırım, herkes aynı fikirde. Halka açık pet şişe sergisi yüzünden 5 maç sahasını kapatan bir takımın taraftarı hala sahaya hem de aynı takımla karşılaşırken su şişesi atıyorsa o adama takılacak en kibar sıfat "moron" olur. Ama benim lafım Keita'ya. Trabzon maçındaki tiyatrosunu bugün de devam ettirdi. Trabzon maçında sahaya su şişesi atan, en az yukarıda bahsettiğimiz adam kadar suçlu ve bugün Mehmet Topuz un yaptığı hareket de faul. Buna lafımız yok da, Keita'nın olayları kullanmasına hem de bunu herkesin farkettiği bir üçüncü sınıf açıkgözlülükle yapmasına gerek yok. Rivaldo'ya 2002 Dünya Kupası'ndaki tiyatrosu için lanet okuyanlar bu konuda da dürüst olmalı. Hakan Ünsal'ın Rivaldo'ya topu vurması hata mıydı? Hataydı elbet. Ama Rivaldo'nun bunu bir ortaoyununa döndürmesi daha kötü bir görüntüydü. Keita'nınki de aynı derecede oluyor ve sevimsiz duruyor. Özellikle yere düşerken yüzünün bir tarafını, düştükten sonra da diğer tarafını tutarak işin içine bir de Ben Affleck'ten beter oyunculuğu katınca.

*Sergen-Tümer düzeltmesi için yorumcu arkadaşlara teşekkürler...

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 76


















Seride ilk kez numarayı bir "yaş" örneğinde kullanacağız. Efsane Fransız forvet Just Fontaine bugün 76 yaşında. Fontaine 1958 Dünya Kupası'nda 13 gol atarak bugüne kadar Dünya Kupası tarihinde bir kupada en fazla gol atan oyuncu unvanını almıştı. Fontaine yarı finale gelene kadar tüm maçlarda gol atmış ve Brezilya'ya yarı finale 5-2 mağlup oldukları maçta 9 gole ulaşmıştı. Söz konusu maçta Pele de hat-trick yapmıştı. Ardından da üçüncülük maçında Batı Almanya'yı 6-3 mağlup ettikleri maçta 4 gol atarak 13 gole ulaştı. Fas doğumlu bu efsane Fransız 21 kez milli takım forması giymiş ve toplamda 30 gol kaydetmiştir. Aşağıda 1958 DünyaKupası'ndaki gollerinin dağılımı mevcut.

27 Mart 2010 Cumartesi

SUAREZ KEZMAN'IN ENSESİNDE

























Pazar günü Eredivisie'nin 2010 yılındaki en iyi takımı Amsterdam Arena'da karşı karşıya geliyorlar. Ajax 2010 yılı içinde 11 maçta 9 galibiyet 2 beraberlik alırken, Groningen da 8 galibiyet 1 beraberlik ve 2 mağlubiyet aldı. Bu arada belirteyim RKC de 11 maçın 11'ini de kaybetti ve Jupiler League'e doğru emin adımlarla geriliyor. Ajax'ın bu performansında "dalgıç" Suarez'in de payı var tabii. Bu sezon 27 lig maçında 29 gol attı. Bu performansı onu, Mateja "Are you player?" Kezman'ın rekoruna yaklaştırıyor. Kezman 2002-03 sezonnda PSV ile 33 maçta 35 gol atmıştı ve Eredivisie tarihinin en golcü yabancı oyuncusu unvanını almıştı. 2006-07 sezonunda 34 gol atan Brezilyalı Afonso Alves ona çok yaklaşmış ama geçememişti. Toplamda, bir sezon içnide 30 gol barajını aşan 5 yabancı var lig tarihinde onlar da aşağıda. Suarez aynı zamanda pazar günü Ajax formasını giydiğinde kariyerindeki 150. maçına çıkmış olacak. Uruguaylı kariyerine başladığı ülkesi takımlarından Nacional'de 29, onu Hollanda'ya getiren FC Groningen'de 29 ve Ajax'da 91 kez forma giydi. Bugüne kadar,eEski takımı Groningen'e karşı oynadığı 5 maçta 2 gol atmıştı.

Bu arada hafta içindeki Hollanda Kupası maçlarından sonra finalin aıd belli oldu. Hollanda'nın en büyük ve en hadiseli maçı Hollanda Kupası finalinde karşımıza çıkacak. Feyenoord-Ajax. Kupa finali önceden belirlenmiş olan De Kuip'da. Yani Rotterdam'da. Bu 2 kulübün maçlarında taraftarlar arasında çıkan olaylar sebebiyle 2014'e kadar, takımların birbirleriyle oynadıkları maçlarda deplasmana seyricilerini götürmesi yasaklanmıştı. Ancak Rotterdam belediye başkanı Ahmed Aboutaleb, bu maçın bir kupa finali olması sebebiyle istisna olduğunuve Amsterdamlıların finale gelebileceklerini açıkladı. Ajax tarafı De Kuip'a 15.000 taraftar götürmek istiyor. Olaylı bir maç bizi bekliyor şimdiden söyleyelim.

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 77

























92 numarada buna benzer bir tabloyu yayınlamış ve Almanya ile Brezilya'ya gönderme yapmıştık. 77 numarada İtalya'ya gönderme yapmanın zamanı. Bu rakam İtalya'nın bugüne kadar Dünya Kupası'nda oynadığı maç sayısı. Takdir edersiniz ki bu maçların sonuncusu 9 Temmuz 2006'da Berlin'de kaldırılan kupayla oynanmıştı. İtalya Fransa'yı normal süresi 1-1 biten maçta penaltı atışları sonucunda 5-3 mağlup ederek kupaya uzandı. Bu, onların 1934, 1938 ve 1982'den sonraki dördüncü şampiyonluğu oldu aynı zamanda. İtalya kupa tarihinde oynadığı toplam 77 maçın 44'ünü kazandı, 19 maçta berabere kaldı ve 14'ünde mağlup oldu. Toplamda 122 gol attı ki Brezilya, Almanya ve Arjantin ile beraber 100 gol barajını aşan 4 takımdan birisi.

26 Mart 2010 Cuma

ONE COLD SPRING'S NIGHT








Bugünü erken kapatıyoruz, herkese iyi tatiller. Akşam Tilburg diyarında Kamelot'u dinleyeceğiz. Pazar günkü derbiyi, aynı akşam konuşuruz. Maça gidecek arkadaşlar kendilerine mukayyet olsunlar. Selametle...

DÜNYA KUPASI GERİ SAYIM: 78

























Hollandalılarla devam ediyoruz 78 numaraya. E anlamışsınızdır 1978 Dünya Kupası'na gidiyoruz. Hollanda'nın milli takım tarihinde oynadığı ikinci ve son Dünya Kupası finaline. Johann Cruijff'un forma giymediği turnuvada (ki bu forma giymemenin sebeplerini etraflıca anlatacağız yakında) , teknik direktör Ernst Happel'in takımının yükünün çoğunluğunu üzerine alan Rob Rensenbrink daha grup maçlarında İran karşısında 3-0 kazanılan maçta tüm gollerin altına imza koymuştu. Rensenbrink'in grubun üçüncü maçında, İskoçya'ya karşı alınan galibiyette attığı penaltı golünün milli takım tarihi için ayrı bir önemi var. Zira o gol Dünya Kupası tarihinde atılan 1000. goldü. İlk gol 1930 Dünya Kupası'nda, Fransa ile Meksika arasında oynanan açılış maçının 19. dakikasında Fransız Lucien Laurent'in takımı adına attığı golle gelmiş, Fransa o maçı 4-1 kazanmıştı. Rensenbrink 1978 Dünya Kupası'nda Hollanda adına 5 gol kaydetti ki bunların 4'ü penaltıdan gelmişti. Böylece Rensenbrink, 1974 Dünya Kupası'nda 5 gol atmış olan Johann Neeskens ile skoru eşitledi. Ancak futbolcu, maçın son dakikalarında Hollanda'ya kupayı getirecek mutlak bir golü de kaçıran adamdı. Ancak ev sahibi Arjantin uzatmada Kempes ve Bertoni'nin golleriyle kupaya uzandı. Maçın görüntüleri burada, Dünya Kupası'nın kilometretaşı gollerini atanlar da aşağıda.

25 Mart 2010 Perşembe

THE TALE OF SCROTIE MCBOOGERBALLS



















Zaten 14. sezona nefis bir başlangıç yapmışlardı ama 2. bölümle biz hala bu alemdeki en iyi işlerden biriyiz mesajını verdiler Trey Parker ve Matt Stone denen adamlar. The Catcher In The Rye'dan hareketle insanların okuduklarına tamamen kendi kafalarında görmek istedikleri şeye göre şekil vermelerine, sembolizme, medyaya, ziyan Kardashian ailesine kadar herkese fena gönderme var ama ben TV dünyasında birisinin bu kadar, afedersiniz, itin götüne sokulduğunu birkaç kez hatırlıyorum. Zaten bunlar da yine South Park'ın John Edwards'a, Bono'ya ve Scientology dinine soktuğu laflardır. 14. sezonun 2. bölümü The Tale Of Scrotie McBoogerballs'da Sarah Jessica Parker'ın düştüğü duruma söyleyecek söz bulamıyorum. Kendisi hakkında bölümde yapılan en masum eleştiri, "travesti eşeğe" benzediği yönündeki sahnedir. Söz konusu sahne aşağıda.






Reporter
[to Matthew Broderick about Sarah Jessica Parker]: And Matthew, how come a transvestite donkey witch is standing next to you and wearing a dress?

Cartman: You were sleep walking again and dressed Sarah Jessica Parker in a moose suit and you left her in the forest and she got shot by a hunter.
Butters: What? Oh no.
Cartman: You're gonna have to come down and admit it was you.
Butters: I got her killed too? Owell, at least she was ugly.

Kısacası izleyin, izlettirin...

MOWBRAY KAPIYI GÖRDÜ

















Tony Mowbray'in saha kenarındaki yeteneklerini ortaya çıkartan bir yeşil beyazlı takım Hibernian'dı. Takımı 2004-06 yılları arasında yönettiğinde Avrupa'ya taşımıştı. Bir başka yeşil beyazlı takım Celtic onu kapının önüne koydu bugün. 2000 sonrası görev yapan Martin O'Neill'in 5, Gordon Strachan'ın 4 sezonluk maceralarından sonra Mowbray'in ömrü 1 sezon bile sürmedi. Dün akşam St. Mirren deplasmanında 4-0'la bozguna uğramışlardı. Avrupa Ligi'nden erken elenme ve lider Rangers'tan 2 maç fazlası olmalarına rağmen 10 puan geride olmanın üzerine bir de bu sonuç gelince İngilizin ipi çekildi. Geçtiğimiz yılı West Bromwich Albion ile küme düşerek kapattığı göz önüne alınırsa, Mowbray'in bundan sonraki takımının İngiltere olması halinde Premier Lig'den olmayacağını tahmin ediyorum. Takımı Leicester City ve Celtic'in eski oyuncularından Neil Lennon hafta sonundaki Kilmarnock maçına hazırlayacak. Sonrasını göreceğiz.

AVUSTRALYA'DA SYDNEY FC ŞAMPİYON



















Avustralya Ligi Hyundai A-League'in normal sezonu bitip play-off maçlarına geçildiğinde bir yazı yazmış ve sezon bittiğinde ligden haberleri ileteceğimizi bildirmiştik. Geçtiğimiz cumartesi ligin finali oynandı ve Sydney FC , geçtiğimiz yılın şampiyonu Melbourne Victory'i, normal süresi ve uzatmaları 1-1 biten maçta penaltı atışları sonucu 4-2 mağlup ederek, ligin beşinci sezonundaki ikinci şampiyonluğuna ulaştı ve Melbourne Victory'i yakaladı. 1 ay önceki yazıda, play-off eşleşmelerini bildirmiştik sizlere. 18 Şubatta ligin birincisi ve ikincisi (yine aynı 2 takım) Melbourne'da karşılaştı ve ev sahibi rakibini 2-1 mağlup ederek cumartesi günü oynanan büyük finale kalmış oldu. Sydney FC ise 2-6 sıralardaki takımların aralarında yapacağı maçlardan gelecek takımı beklemeye başladı. Yeni Zelanda temsilcisi Wellington Phoenix, önce Perth Glory'i, ardından da Gold Coast United'ı mağlup eden Newcastle Jets'i eleyerek Sydney FC'nin karşısına dikildi. Sydney FC 4-2 kazandı ve büyük final içni tekrar Melbourne'un karşısına dikildi. 63. dakikada Mark Bridge takımını 1-0 öne geçirdi ama 81'de Adrian Leijer maça eşitliği getirdi. Uzatmalarda eşitlik bozulmayınca penaltılara geçildi ve Sydney FC rakibin 4-2 ile mağlup ederek mutlu sona ulaştı. A-League tarihinde ilk kez bir takım Büyük Final'i deplasmanda oynamasına rağmen kazanmayı başardı. Böylece John Aloisi'nin ülkeye dönüşünün de boşa olmadığı ortaya çıkmış oldu (finalde sakatlığı sebebiyle yoktu). Türk takımlarının gündemine gelen ve 2010 Dünya Kupası'nda Yeni Zelanda'nın en büyük umudu olacak Shane Smeltz 19 golle ligin gol kralı oldu.


















2010-11 sezonunda ligde yeni bir takım olacak. Melbourne Hart. Takımın teknik direktörlük görevini, 1988 Avrupa Şampiyonu Hollanda kadrosunda olan ve uzun süredir Marco van Basten'in Hollanda milli takımı ve Ajax'taki döneminde yardımcılığını yapan John van t'Schip yürütecek. Böylece bir de Melbourne derbisi izleyeceğiz.

Finalin özet görüntüleri

Penaltılar