29 Temmuz 2008 Salı

WACKEN'A GİTTİM GELİCEM





Pele "Wacken'a gitmeyen kendisine metalci demesin" demiş zamanında.....Yok pardon onu üniversiteden arkadaş Orhan demişti. Pele "Wembley'de oynamayan tam anlamıyla futbolcu değildir" demiş. Ona Wacken desen "kaçıncı ligde oynuyor" der. Neyse uzatmayayım, hacı olmaya gidiyoruz Hamburg yakınlarındaki bu heavy metal cennetine. Pazartesi, dönüşte umarız fotoğraflar ve yazılarla karşınızda oluruz. O arada blogu diğer 3 yazarımıza gözüm kapalı emanet ediyorum. Gözüm açık geri alırım söyleyeyim. Herkese iyi tatiller.

HOLMESDALE ULTRAS




































İngiliz tribünleri son yıllarda endüstriyel futbola stad içerisindeki davranışlarıyla büyük kolaylıklar sağladılar. Özellikle taraftarları maç günü kendi koltuğuna oturup, devre arasında kulüp büfesinden tüm ailesine yemek satın alan, maç sonunda da aynı şekilde kulüp mağazasından bir dolu ürüne para ödeyen birer para makinesi olarak gören anlayışın temelleri ilk olarak İngiltere'de atıldı. İspanya'nın büyük kulüpleri bu yola girmiş durumdalar. Almanya, Fransa ve İtalya buna direniyorlar. Tek tük onlarda da kaleler yıkılmaya başladı. Bizde de bir örneğini Aziz Yıldırım gösteriyor. Yıldırım Malcolm Glazer örneğini birebir Kadıköy'e taşımış durumda. Geçen hafta kendisinden bahsettiğimiz FC Twente başkanı Joop Munsterman'ın "kulüp kültürünü değil sadece finans hamlelerini örnek alıyoruz" dediği Manchester United'ın tüm yönlerini Aziz Yıldırım Şükrü Saraçoğlu insanlarına dikte ettirmek üzere. Üstelik zaman zaman bu akımın mucidi United'ın oyuncuları (Roy Keane) ve teknik direktörü (Sir Alex Ferguson) bizzat taraftarları eleştirip onların havasını cenaze törenine benzetmişken.






































Holmesdale Ultras, bu akıma İngiltere'de karşı koyan en ciddi oluşumlardan bir tanesi. Londra kulübü Crystal Palace'ın taraftar grubu.
Kulübün stadı Selhurst Park'ın kale arkasındaki The Holmesdale tribününde, kısacası İngiliz Stadlarının kop tribününde yer alıyorlar. İngiliz tribünlerinde bu tür koreografileri, bayrakları ve yüze sürülen boyaları görmek imkansıza yakın artıkç O eller son 2-3 senedir jambonlu sandviç, hamburger ve kola tutuyor çünkü. Grup mümkün olduğunca kendisini kulübün ve polisin kontrolünden uzak tutmaya çalışıyor. Aslında bunun bir diğer sebebi Güney Londra derbisindeki ezeli rakip Milwall'ın da oldukça ateşli bir taraftar grubuna sahip olması. Ancak Holmesdale Ultras'ı diğerlerinden ayıran onların İngiliz tribün geleneği "casuals" kültüründen sıyrılmaları. Casuals, kulüp ürünlerini kullanmayan, genelde günlük elbiselerle stada gelen ve maç öncesi çıkardıkları olaylarla tanınan kısacası "Football Factory" filminden aşina olacağınız taraftarları barındıran bir kültür. Bu anlamda Palace tribünleri Kıta Avrupası'na daha yakın bir karakter gösteriyorlar. Kulüp son 2 senedir 18.000 civarı bir ortalamaya oynuyor ki bu 26.000 kişilik bir stad için çok kötü bir rakam değil.






















Bu arada belirtelim Crystal Palace'ın ismi Londra Hyde Park'ta bulunan aynı isimli camdan yapının inşaatında çalışan işçilerin kulübün kurucuları olmasından ileri geliyor ki, söz konusu yapı 1936 yılında çıkan yangında büyük bir hasar görüyor ve kalıntıları da yıkılıyor.

ATARİ SALONLARININ EFSANE OYUNLARI : 2/10 FINAL FIGHT


Seriye Haggar olarak da bilinen Final Fight ile devam ediyoruz. Cody, Guy ve Haggar’ın kader birliği yaptığı oyunda bu karakterlerden sadece ikisiyle aynı anda oynanabiliyordu. Cody, mavi “501” üstüne beyaz t-shirt ile en karizma, yumruk atarken elinin tersini kullanan Guy ise turuncu ninja giysi ile bence en silik elemandı. Zangief’in amcaoğlu Haggar ise eskinin güreşçisi şimdinin belediye başkanıydı.

Zaten oyunu da Haggar’ın kaçırılan kızını kurtarmak için oynuyorduk. Altı bölümden oluşan oyunda her bölüm sonunda kızı kaçıran şebekenin azılı bir elemanı ile kapışırdık. Oyun boyunca fıçı, varil, telefon kulübesi gibi eşyaları parçalayarak enerji verecek et sandviç, kola, puan kazanmamıza yarayan para, mücevher, saat ya da gelen elemanların kafasına indirmek ve böğürlerini deşmek için boru, kılıç, bıçak gibi silahlar alınırdı.

İki kişi oynarken enerji ve puan kavgalarının yanı sıra, “olm açmasana ekranı, zaten enerjim az” naralarına sıkça rastlardık. Oyunun üreticisi Capcom’un bonus stage fantezisi bu oyunda da araba parçalama şeklindeydi. Arabayı parçaladıktan sonra sahibi gelip hüngür hüngür ağlardı. (Bu bölümü yapan arkadaşın nasıl bir ruh halinde olduğunu çok merak ediyorum.)

Oyunda bazı taktikler de vardı, benim hatırladığım trenin sonundaki fıçıların üzerine çıkıp hiç inmeden bir süre bekleyip, bölümü bitirmekti. Geçen süre boyunca elemanlar hiçbir şey yapamadan aval aval bakarlardı. Bu taktiğe genelde son hakkımız ise ya da akimento (para) bittiği zaman başvururduk. Taktiği yeni öğrenip, beklenecek süre boyunca başkalarının oyununa salça olanlara bugün olsun ağız burun dalmak isterim.

Oyunun sonunda tekerlekli sandalyedeki son adamı gökdelenden aşağı attıktan sonra, büyük başkan Haggar kızına kavuşur, babasıyla hasret gideren kız, çocukluk aşkı Cody’ye koşar. Bu sırada başçavuşun eşşeği konumunda kalan Guy çok sinirlenir ve Cody’ye iki üç yumruk atıp mekanı terk eder.

by gorky



2008-09 FORMA TASARIMLARI


























Hıncal Uluç'un bir lafı vardır yıllardır, "Manchester United'ın formasını çarşıya giderken de giyebiliyorsun, t-shirt gibi giyilen forma yapmadıkça merchandisingin anlamı yoktur" der. Bunun tercümesi şu, düz renkli forma yapacaksın. Zira Celtic t-shirtü yeşil sahada enfes bir kompozisyondur ama hafta sonu kayınvalide ziyaretine onunla gidilmez. Ama Liverpool'ın kırmızı klasik formasını sırtına geçirip gidersin. Öndeki Carlsberg'i de dondurma reklamı yaptın mı tamamdır. Ama Uluç'un atladığı bir nokta var, merchandising sadece bu değil tabi. Zira formaların her ne kadar günlük hayatta giyilebilme özelliği aransa da, bir başka özellikleri daha olmalı. Takımın taraftarları tribünlerde o formayı giydiklerinde stad sadece o renkleri içeren bir mabede dönmeli. Bu yüzden ya baskın renkler ya da baskın tasarımlar kullanacaksınız. Tasarım açısından yine Celtic'in klasik yatay çizgili forması, renk açısından da İsveç milli takımı ve Hollanda milli takımı formaları örnek verilebilir. Tabi bir de şu reklam hadisesi var. Ben vodafone'un AIG'den çok daha fazla United formasına uyduğunu düşünmekteyim. Thomson Tottenham formasına Mansion'dan daha çok, Marshall Galatasaray formasına aveadan daha çok uyum sağlıyordu. Kannımca Türkiye'de bu reklam-forma uyumunun en iyi olduğu forma Kocaelispor'un Ford reklamlı formasıydı ki gayet hoştu. Bir de Fransız takımları var tabi. İddia ediyorum yakında çoraba ve krampon üstüne de reklam alacaklar. Bir orası kaldı çünkü. Bu girişten sonra Türkiye Ligi'ndeki takımların formalarını bir değerlendirelim.


















Son şampiyondan başlayacağım. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın klasikleri belli. Çubuklu ve parçalı formalar. Galatasaray yıllardır parçalı forma giymemek için uğraşıyor. Benim favorim sarı kırmızı parçalı formanın altına giyilen siyah şorttan ibaret. Galatasaray bu formayı en çok Greame Souness ve Fatih Terim'in ilk senelerinde kullandı. Sonra kenara attılar. Genelde İngiliz, İspanyol ve İtalyan takımlarının bir alışkanlığı vardır. Ne kadar forma tasarlarlarsa tasarlasınlar kulübün klasik formasından vazgeçmezler. Hiç kendi evlerinde olağanüstü durumlar dışında Liverpool'ın parçalı, Chelsea'nin mavi beyaz çubuklu, Milan'ın düz kırmızı ile sahaya çıktığını gördünüz mü? Üçünün de forması belli. Evet her sene başka tasarımlar yapıyorlar. Manchester United gri, Liverpool ve Barcelona sarı, Real siyah formalar giyiyorlar. Ama bunların hiçbiri klasik formalarından vazgeçmelerine sebep olmuyor. Bizde öyle değil. Fenerbahçe buna biraz daha sadık gibi ama onlar da çok sık sapıyorlar. Galatasaray ise daha da kötü. Galatasaray Lucescu'nun Jardel'li döneminde nerede ise parçalı formayı hiç giymiyordu. Bir kulübün kendi klasik formasını bu kadar az giydiği bir sezon dünyada görülmemiştir herhalde. Bu sene de 3 parçalı bir forma piyasaya sürüldü. Kötünün iyisi diyebilirim. Turuncu formaya hiç bulaşmayayım. Terim'in ikinci dönemindeki gümüş ve altın renkli formanın sonu neresi olduysa orası olur. Yıllar önce İstanbulspor'un da yaptığı ve Barca'nın da son zamanlarda kullandığı üstten dik inen çizgili beyaz formanın da pek hoş olduğunu söyleyemem. Ayrıca yine de 1 numaralı forma görünen parçalı formanın reklam kısmının neden ısrarla kırmızı bir dikdörtgen içine alındığını da çözemiyorum. Arka fon olmadan doğrudan bir "avea" yazısı olabilir.


























Fenerbahçe'nin bu sene en çok göze çarpan enine çizgili formasındaki bir yanlışa değinerek başlayalım. Tasarım birçok yerde yazıldığı gibi Celtic'e değil geçtiğimiz seneki Bayern Münh formasına benziyor. Zira Celtic formasındaki çizgiler bu kadar kalın değiller. Formanın dizaynı güzel ancak renk seçimi kötü. Bu kadar göze çarpan bir dizayna bu kadar resesif iki renk kullanılması bence yanlış seçim. Aynı stilde bir sarı lacivert gayet hoş durabilirdi. Klasik çubuklularına bir lafımız yok. Onlar bu konuda biraz daha geleneğe bağlılar. Fenerbahçe'nin sorunu ikinci ve üçüncü formalarında. Çok kötü renk ve tasarım seçimleri yapıyorlar. Turkuaz, lacivert-yeşil karışımı acaip formalar çıktı son 2 senede. Bunun yerine tamamen lacivert bir forma kullanılmıyor yıllardır. En son Gerson'lu Fenerbahçe'nin bir Sarıyer maçında bu formayı giydiğini hatırlarım. İyi bir seçim olabilir. Beyaz üzerine göğüs hizasındaki İspanya bayrağı tarzı iki lacivert arasındaki sarı çizgili forma geçtiğimiz dönemlerden daha iyi bir alternatif forma seçimi. Bu arada geçen seneden beri aynı şeyi düşünüyorum. İnter formasında haç var diye ortalığı ayağa kaldıranlar Fenerbahçe'nin geçen seneki klasik çubuklu formasının orta kısmına bakabilirler mi? Ben farklı bir şey mi görüyorum? Bu yaygara neden hiç çözebilmiş değilim. zaten forma da bu sene değişti.

Beşiktaş'ın yıllardır renklerinden getirdiği bir avantajı var.Türkçe'de zıt anlamlı kullanılması resmi olan iki rengi formasına alıyor Beşiktaş. İki zıt kutbun uyumu formasına olumlu yansıyor. Ama buna rağmen Beşiktaş son 10 yılda 100. yıl yakadan ipli forması dışında kalıcı bir forma üretemedi. Yıllar önce Gordon Milne döneminde giyilen beyaz üzerine ince siyah şeritli forma da artık hiç kullanılmıyor. Örneğin Hamburg ve bu sene Borussia Dortmund bu tasarıma başvurdular. Dolayısı ile bu iki renkten çok kötü tasarılar çıkarmak için özel bir yetenek gerekiyor. Şimdilik bir facia görmedik Beşiktaş'tan. Real Madrid'inki gibi hiç beyaz içermeyen bir siyah formanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.


























Trabzonspor 2008-09 formalarını açıklamadan önce taraftar sitelerine bir bakıp kopyala yapıştır yapsaydı, bu senenin en güzel forma tasarımlarını görebilirdi. Yapmadılar, yine klasik West-Ham ve Aston Villa dizaynı ve düz mavi ve turuncu formalarda karar kıldılar. Öncelikle söyleyeyim bu tür, gövde tek renk, iki kol farklı renk formaları görünüş açısından güzel olmuyor. Bu yüzden Arsenal'in klasik formasının benzer bir sıkıntısı var. Tümünü bordo kullansalar daha iyi olacak düşüncesindeyim. Nitekim bu sene böyle bir formaları var, bordo t-shirt ve mavi şort şeklinde. 70'li yılları hatırlatan bir dizayn. Keza Turuncu t-shirt beyaz şort stilinin de 1974 Hollandasını hatırlattığını söylemek lazım.

Geri kalan takımlari içerisinde Denizlispor formasının bu sene göze çarptığını söylemeliyim. Çok iyi bir yeşil-siyah parçalı forma tasarımına gitmiş durumdalar. Bana doğu blokunun lokomotif gibi işleyen zorlu takımlarını hatırlattılar, hem forma renkleri hem de tasarımı ile. Ayrıca açık sarı renkli bir formaları daha varki bu formanın önemli bir avantajı var, bu yolu kullanan tüm takımlar bunun semeresini aldılar. Formanın göğüs kısmında kulüp amblemini ortaya yerleştirmek. Bunu Boca Juniors yıllardır çok iyi kullanıyor.

Bursaspor yıllar geçtikçe Ajax'ın 3 parçalı tasarımından çok düz yeşil formayı kullanmaya başladı. Biz daha önce belirttiğimiz gibi ilkinin efsane bir özelliği olduğunu düşünüyoruz.Aynı zamanda Bursa'ya karakter kazandıran bir forma idi. Düz tasarımı oturtmak tamamen forma dışındaki diğer ekipmana ve renge bağlı. Yeşilin bu tasarım için iyi bir renk olduğunu söyleyemiyoruz şahsen.

Bu sene farkettiğimiz bir nokta turuncu renge olan genel eğilim. Bunda 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Hollanda taraftarlarının televizyonu açtığınızda göze ilk çarpan şey olmasının payı büyük elbet. 40.00 kişilik bir stadyumda 100 tane turuncu renkte kişi yanyana geldiğinde anında bir ahenk oluşuyor. Ancak ülkenin bir numaralı geleneksel rengini alıp ikinci üçüncü formalara oturtmak ve yayılmasını beklemek çok sağlıklı bir düşünce değil. Örneğin Galatasaray taraftarları turuncu formayı bu senenin en kötü tasarımı olarak görüyorlar.

Aslında çok fazla takıma değinemedik. En önemli sebebi forma dizaynında bu takımlardan büyük atılımlar görememek. Geri kalan takımlar genel olarak çubuklu veya düz renk tasarımları tercih ediyorlar. Ama bu takımların en büyük falsosu formalara aldıkları reklamları çok kötü yerleştirmeleri. Kırmızı, siyah bir formada bembeyaz arka planlı reklamlar görüyoruz örneğin. Tam bir facia. Onların da örneğin Denizlispor gibi bu işe biraz daha ciddi eğilmeleri kaliteyi artıracaktır.

IRON 0 - 0 MAIDEN



























































Maiden Twickenham Stadium

STEVEN FLETCHER

















İskoç futbolu yıllardır dünya futboluna iyi bir oyuncu çıkaramıyor. Barry Ferguson ve Darren Fletcher belki de İskoçların bu alanda son zamanlardaki en ünlü iki oyuncusu. Bir Kenny Dalglish ve Greame Souness'ı uzun yıllardır göremiyoruz sahalarda. Hal böyleyken Hibernian'lı 20 yaşındaki golcü Steven Fletcher bu zinciri kırmak için en iddialı aday haline geldi. Edinburgh merkezli Hibernian'ın altyapısında yetişmiş bir golcü Fletcher. Geçtiğimiz yıl daha önceki senelerde yedek kalmışken Garry O'Connor'ın Lokomotiv Moskova'ya, Derek Riordan'ın da Celtic'e satılması ile düzenli olarak oynamaya başladı ve İskoçya'da yılın genç oyuncusu seçildi. Real Madrid'in 4,5 milyon poundluk bir teklif ile Hibs'in kapısını çalacağı söyleniyor. Gol sayısı açısından makine tarzı bir oyuncu değil. Yine de henüz 20 yaşında iken 120'nin üzerinde maç oynamak kolay bir iş değil. Tahminimiz bu sene de takımda kalacaktır. Ama istikrarlı olarak artırdığı gol rakamı yine yukarıya çıkarsa, onu Edinburgh'da tutmak çok mümkün olmayabilir.

AMSTERDAM'IN CHE'Sİ




Ajax'ın yeni transferi Oleguer basına dün böyle tanıtıldı. "Katalan isyancısı, politik aktivist, Amsterdam'ın Che'si Oleguer."

Futbolcu mu alıyorsunuz, Spartaküs mü arkadaş? Tamam Ajax'tan mütevellit Yunan tanrıları ile aranız iyi ama adam futbol oynamaya geldi, Che ne oluyor. Bir de başına kep takın bari maçta. Açık söylüyorum Oleguer o sakalı kessin Che'likten atıp traş bıçağı reklamına transfer ederler. Sakalımız yok ki dinletelim.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

BİBER

















Cumartesi günü oynanan Dinamo Moskova-Zenith Petersburg maçından. O koltuklar o hale nasıl gelmiş sormak lazım.

THE DARK KNIGHT

























Bu yazı yazıldığında IMDB gelmiş geçmiş TOP 250 listesinde tüm zamanların en iyi filmi (124,766 kişinin oyu ile 9,5 puan ortalaması), izleyicilerin hepsine göre tüm zamanların en iyi Batman filmi, en iyi çizgi roman uyarlaması, en iyi suç filmi, en iyi süper kahraman filmi ve kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi film. Ayrıca Joker'i canlandıran Heath Ledger'ın da gelmiş geçmiş en iyi kötü karakter performansı ve açılış sahnesinin sinema tarihinin en iyi açılış sahnesi olduğu söyleniyordu.

Bu öngörüler ışığında gittik filme. Bu kadar lafa rağmen hiçbir önyargı altında kalmamaya dikkat ederek ve olabildiğince kusur aramamaya çalışarak izledik filmi. Bir filmi değerlendirmek için üzerinden belli bir süre geçmesi gerekiyor kesinlikle, bu süre değişiti tabi. Öncelikle şunu söylemek lazım ortada temposu gayet iyi olan, oyunculukları 1-2 tanesi dışında vasatın üzerine çıkan sağlam yapılmış bir filmle karşı karşıyayız. Normal Batman filmlerindeki süper kahraman temasından çok farklı bir anlayış var filmde. Daha çok bir kara-suç filmi gibi ama tabi süper kahraman sosuyla. Ama söyleyelim gösterim öncesi etrafta dolaşan en karanlık Gotham ve Batman gilmi lafı biraz boş çıktı. Bunu söyleyenler Tim Burton'ın ilk 2 Batmanini hiç izlememiş sanırım. Dolayısıyla "Goodfellas" gibi bir şey beklememek lazım. Oyunculuklardan başlayalım. Hala Michael Keaton benim için en iyi Batman'dir. Ama Christian Bale de hemen onun arkasından geliyor. Daha önce hiç bir Batman'in yapmadığı bir şeyi yapıyor Bale. Bruce Wayne ve Batman karakterlerinin sesi düpedüz farklı. Bu da tanınmamazlık için iyi bir maske. Michael Keane, Morgan Freeman, Aaron Eckhart, Gary Oldman işlerini her zamanki gibi yapıyorlar.Tabi Gary Oldman'ı böyle naif, sakin polis rollerinde görünce insan şaşırıyor. Canlandırdığı bir dolu uçuk karakteri görünce. Filmin falsolarının ilki Maggie Gylenhall. Çok edilgen ve donuktu filmde (gerçi yüz ifadesi zaten öyle), bunu bana dedirteceğini düşünmemiştim ama Katie Holmes ondan daha iyi bir esas kızdı Batman Begins'te. Hele Michellle Pfeiffer gibi bir kadın karakteri görmüş bizlerin bununla tatmin olması mümkün değil.

Sona bıraktık herkesin yaptığı gibi. Heath Ledger. Rahat uyusun, hep bu rolle hatırlanacak Ledger. Filmin kesinlikle en güzel yanıydı. Özellikle ikinci yarıda performansını zirveye çıkardı. Filmin ilk başına kalemi kaybettiği sahnede sinemadakileri yerden toplamak zorunda kaldık. Sanırız birçok ödül alacaktı ve evet Jack Nicholson'ın Joker'inden daha eğlenceli ve daha sadistti. En önemli özelliği ise "komik kötü adam" ve "duygusuz kötü adam" klişelerinin ortasını çok iyi tutturmuş olmasıydı (yine Batman Forever'Daki Jim Carrey ve Green Mile'daki Percy karakter klişeleri gibi). Ama yukarıdaki unvana gelirsek tüm zamanların en iyi kötü adam karakteri lafı Silence Of The Lambs'deki Anthony Hopkins, Shining'deki Jack Nicholson, Misery'deki Kathy Bates veya Usual Suspects ve Seven'daki Kevin Spacey'e çok büyük haksızlık oluyor.

Gelelim filmin kusurlarına. Söyleyeyim filmi izlemeyenler bu kısmı geçebilir. Hatta geçse iyi olur. Şahsen bu tür filmlerde herhangi bir yere varmak için üretilen "elektronik sistemimiz var" felsefesine takılıyorum. Yani çok zorlama oluyor. Morgan Freeman'ın önünde durduğu ekran tamamen Joker'in yerini tespit etmek için yapılmış ama sanki o anda icad edilmiş bir şey gibi çok sevimsiz durdu perdede. Keza James Gordon'un sahte ölümünün ne zaman planlandığı, zira Joker'in tören takımındaki polislerin arasında olduğunun o an öğrenildiği, cenazesinin hiç yapılmadığı, otopsi için hiç kimseye haber verilmediği gibi şeyler havada kaldı. Ayrıca iki gemide vuku bulan oylama sahnelerinin de çok iyi bir fikir olduğunu söyleyemem. Orası Joker'i mat etmek için kullanılmış gibi dursa da fazla Amerikanvari idi. .Bakın bizim içimizde "iyi" var felsefesiyle. Nolan pek bu yollara başvurmaz ama yine de Amerikalıları "bakın biz insan öldürme sevdalısı değiliz" havasında gösterme çabası buram buram kokuyordu. Yılda 10.000 silahlı cinayetin olduğu bu ülkede kimse azılı katillerin bulunduğu öbür gemiyi patlatmayacak öyle mi? Külahıma anlatsınlar. Harvey Dent makyajının çok abartılı olduğunu da söyleyelim, doktorların bu konuyu incelemesi lazım.

Dolayısıyla ne tüm zamanların en iyi Batman filmiyle, ne en iyi çizgi roman uyarlamasıyla (benim için hala V For Vendetta'dır), ne en iyi suç filmiyle, ne en iyi süper kahraman filmiyle ve doğal olarak gelmiş geçmiş en iyi filmle karşı karşıyayız. Karşımızda çok iyi kotarılmış sağlam bir film var. Son olarak belirteyim film öncesi fragmanı verilen Guillermo Del Toro imzalı ikinci Hellboy filmi Hellboy: Golden Army'i de gülümseyerek izledim. Fragmanlara aldanmamak lazım ama enfes bir film geliyor görüntüsü var onu söyleyeyim.

EMIRATES UÇAĞI ARSENAL İÇİN KALKTI























Arsene Wenger ve Arsenal'in genç futbolculara olan yatırımı biliniyor. Londra kulübünün yatırımının diğer kulüplerden ayrılan tarafı özellikle Fransızca konuşulan ülkelerdeki (Fransa ve Afrika ülkeleri) gençleri bularak takıma kazandırmaları ve bu oyuncuları tabir-i caizse reşit olmaları ile ilk onbirde sahaya sürmeleri. Hatta Wenger'in bu felsefeyi tüm kulüp bünyesine yerleştirmesi ile, birkaç yıldır İngiltere'de edindiği servetle görevini bıraktıktan sonra Arsenal'in başkanı olacağı söyleniyor. Ama şimdilik bu sadece bir söylenti. Wenger böyle bir planı olmadığını açıklamıştı 1-2 ay önce.

Arsenal şimdi de yüzünü Hindistan'a çevirdi. Bu çok normal. Nüfusun çoğunun İngilizce bildiği ve bir kısmının İngiliz kültürüyle yaşadığı, yıllarca süren İngiliz egemenliği ile bunun kaçınılmaz olduğu bir ülke Hindistan. Dolayısıyla bu gençlerin dil ve kültür konusunda (bu insanlara yapılan etnik kökene dayalı ırkçılık dışında, gerçi Arsenal bunun olabileceği son kulüp) çok büyük bir zorluk çekmeleri beklenemez. Tabi bunda Arsenal'in Ortadoğu kökenli bir sponsorunun (Emirates) olmasının da payı büyük. Yaşları 10 ve 15 arasında değişen 16 tane Hintli genç futbolcuyu Arsenal akademisinde eğitim görüyor. Bu gençler Hindistan Kalküta'daki 2 haftalık bir ön eğitim sonucu seçildiler. Her türlü ekipman ve malzeme sağlanarak. Çok yakında Bayern Münih, Chelsea ve Manchester United'ın da bu pazara girmesi bekleniyor. Geçtiğimiz yıl Mohan Bagan-Bayern Münih maçını Salt Lake Stadium'unda 100.000 kişi izlemişti. Japonya'dan sonra Avrupa kulüpleri bir gelir kapısı daha bulmak üzereler.

İngilizler bunu Hindistan'da yapıyorlar. Çünkü onların kültüründe, egemenliğinde yaşamış İngilizceyi konuşabilen insanların yetiştiği bir ülke. Peki biz bunu Kıbrıs ve Azerbaycan'da neden yapmıyoruz? Milli takımın Avrupa Şampiyonası'nda en çok göze çarpan ve yabancı basının ön plana çıkardığı isimlerden birisi Colin-Kazım Richards'tı. Annesi bir Kıbrıslı Kazım'ın. Onu İngilizler keşfetti (tabi Londra doğumlu olmasının da etkisiyle). Biz sonradan kadroya dahil ettik. Arsenal'in Hindistan'da yaptığını biz bu 2 ülkede yapabiliriz pekala. Ben Kıbrıs'lı ve Azerbaycan'lı çocukların Hintli çocuklardan daha yeteneksz olduklarını düşünmüyorum. Üstelik coğrafya açısından bu iki ülke ve Türkiye, İngiltere-Hindistan'dan çok çok daha yakınlar. O halde neden hiçbir atılım yapılmıyor bu konuda? Gerçi yanı başımızdaki yetenekleri bile A takımlara çıkarmakta bu kadar acizken sınır ötesi atılımlar beklemek çok iyimser oluyor belki ama yine de Galatasaray'ın Arda Turan'dan 1-2 yıl içinde kazanabileceği, Beşiktaş'ın Nihat'tankazandığı para göz önüne alınınca bunun sadece sportif başarı değil, ekonomik açıdan da ne kadar kazançlı olduğu ortaya çıkıyor. Yetenekler kulüplere çok yakın. Biz para harcamayı seviyoruz. Anladığım bu.

TÜRK SEYİRCİSİNİ YIKAN MAÇLAR 2/10: 1995-96 BEŞİKTAŞ-ROSENBORG
















"İçinizden hakem Batta'ya söylediklerinizi duyuyorum, ben de içimden söylüyorum". Efsanevi bir Ercan Taner repliğidir bu. 9 Ağustos 1995 tarihinde Norveç'in Trondheim kentinde Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Rosenborg'a Aumann'ın çok kötü performansıyla 3-0 mağlup olan Beşiktaş (ki maçı Bülent Karpat'ın "eeealllpaaay" sesleri süslemiştir), kendi evindeki rövanş maçında İnönü Stadı'na, çok fazla şansı olmamasına rağmen 40 bin taraftarı çekmeyi başarmıştır. Bunun üzerine istediği erken golü henüz ilk 10 dakika içinde Mehmet Özdilek'in ortasına Stefan Kuntz'un vurduğu kafayla bulmuş ve geri kalan dakikalarda Rosenborg kalesini ablukaya almıştır. Maçın 50. dakikaları civarı Norveçlilerin Beşiktaşlı olanı Ronny Johnsen ceza sahası içindeki bir pozisyonda topu kaleye göndermiş, tekrar görüntülerinde net bir biçimde çizgiyi geçmiş olan topu Hoftun içeriden çıkarmış ancak Fransız hakem Marc Batta pozisyonu gol olarak geçerli saymamıştır. Bu ablukadan Türk futbol tarihinin gördüğü en büyük hakem faciasıyla çıkan Rosenborg Bretbakk'ın golü ile skoru 1-1'e getirmiş ve birkaç dakika sonra Norveç defansı Kuntz'un ceza sahası dışından attığı bir şutu göz göre göre eliyle kesmiş ancak Batta pozisyonu yine es geçmiştir. Bu da bir nevi Beşiktaşlı taraftarların hakeme duydukları isyanın futbolculara dönmesine sebep olmuştur. Zira o dakikadan maçın sonuna kadar Beşiktaş takımında Aumann, Rıza, Recep, Mehmet gibi oyuncular dahil Kuntz dışındaki tüm oyuncular top ayaklarına geldiğinde protesto edilmiştir. Daha sonra Alpay'ın düşürülmesi ile kazanılan penaltıyı Stefan Kuntz gole çevirmiş, maçın sonlarında Şifo Mehmet bir gol daha atarak maçı 3-1'e getirmiş, Ercan Taner'in "evet çocuklar yensinler ama bu maçı unutmasınlar" serzenişi duyulmuş ama atı alan Rosenborg Dolmabahçe'yi geçmiştir. Maç sonu karşılaşmayı salonundan anlatır gibi anlatan Ercan Taner "kara vicdanlı, kara gömlekli hakem" yakıştırması ile spikerlik tarihine bir incisini daha yerleştirmiştir.





Beşiktaş tarihinde seyirciyi kahreden bir çok maçtır elbet ama şahsımın şahit olduğu ve başarıya bu kadar yakınken, dış bir gücün tek taraflı yönetimi ile siyah-beyazlıları başarıdan ettiği en önemli maç budur. İlginç olan Batta'nın bu maç sonrası Beşiktaş yöneticileri tarafından Çiçek Pasajı'nda ağırlanması ve UEFA tarafından 1996 Avrupa Şampiyonası'nda maç yönetecek hakemler arasına seçilmiş olmasıdır.











Serinin tamamı için

TAM GULLİT'İN OLİMPİYATIYDI



















Olimpiyat oyunlarının futbol tarafı bu sene bir acaipleşti açık konuşmak gerekirse. Olimpiyatların sadece futbol yanında olan bir gelenek var. Takımlar 18 adet oyuncu bildirebiliyor ve bu kadroda 3 adet 23 yaş üstü futbolcu bulundurabiliyorsunuz. Genelde her takım bu hakkını kullanıyor ama bunun olimpiyatların seyir zevki ve ruh açısından çok büyük bir katkısı olduğunu düşünmüyorum. Birincisi bu 3 oyuncunun seçimi tam bir yılan hikayesine dönüyor. Hollanda takımı için neredeyse 10 oyuncunun ismi gündeme geldi. En sonunda Hollanda 34 yaşındaki Gerald Sibon, 33 yaşındaki Roy Makaay ve 29 yaşındaki Kew Jaliens'de karar kıldı. Foppe De Haan'ın yaptığı (ki kendisi Hollanda'da sevilen bir teknik adamdır) tam anlamıyla işgüzarlık. Bu turnuvaya gidene kadar Afelay'larla Amrabat'larla forvet hattını oluşturuyordu. Şimdi o gençlerin emeğini 2 adet kariyerinin sonunu yaşayan oyuncuya verecek. Tam bir adaletsizlik. ABD 36 yaşındaki Brian McBride'ı (sanırım bir daha uluslararası bir turnuva göremeyeceğinden) kadroya aldı. Casıraghi'nin İtalya'sının tek falsosu 30 yaşındaki Lazio'lu Rocchi. Fildişi Kıyısı ve Japonya bu haklarını kullanmadılar örneğin. Arjantin Riquelme'yi kadroya dahil etti. Macherano, Pareja diğer isimler.

Olimpiyatlar genelde bu 30 yaş üstü isimlerin değil geleceğin yıldızlarının arenası oluyordu. Ama artık dünya futbolunda piyasaya çıkma yaşı 25'lerden 20'lere hatta 18'e düştü. Dolayısıyla kadroda yer alacak birçok isim zaten ünlü oyuncular olacak. 2004 Olimpiyatlarının şampiyonu Arjantin kadrosunda Saviola, Tevez, D'Alessandro, Rosales, Burdisso, Mascherano, Coloccini gibi isimleri bulunduruyordu. Bu oyuncular olimpiyatlardan sonra şöhretlerini giderek artırdılar. Şimdi ise Arjantin'deki Ezequiel Garay, Banega, Gago, Agüero, Messi gibi isimleri tüm dünya zaten tanıyor. Takımdaki 18 oyuncunun sadece 3 tanesi kendi ülkesinde top koşturuyor. 2004 yılında bu sayı 9 idi. Dolayısıyla bu olimpiyat mini bir dünya kupası gibi olacak. Arjantin zaten 15 oyuncu ile kadrosunda yurt dışında top koşturan oyuncu sayısı en fazla olan ikinci takım. Bu alanda lider 16 oyuncu ile Kamerun. İtalya milli takımında ise Villarreal'li Rossi dışında bütün oyuncular İtalya Ligi'nde top koşturuyor. 2004 olimpiyatlarında ise bu rakam 18'de 18'di.

Diğer olimpiyatlardan çok daha zevkli mücadeleler olacak gibi görünüyor ama yeni yetenek keşfi diğer geçmiş oyunlardaki gibi olmayacak. Çünkü 20 yaşlarının başındaki bir çok oyuncuyu Avrupa'nın önde gelen kulüplerinden zaten tanıyor olacağız. Buyurun Brezilya'nın 3 forvetinden Jo Manchester City'nin yeni transferi, Pato Milan'da, Sobis ise Real Betis'de. Nijerya, Avustralya, Güney Kore Honduras ve Brezilya'nın hala kendi ülkesinde oynayan bazı gençleri belki yeni aday çıkartabilirler. Bunun dışında yeni çıkışları görmek pek mümkün olmayabilir. Tanıdık yüzlerin altın madalya savaşı olacak anlayacağınız.

Oyunlar başlamadan önce grupları ve geneli içeren bir öngörü yaparız.

27 Temmuz 2008 Pazar

HAFTANIN MENÜSÜ-17





















1 - Kalmah - The Black Waltz

2 - Metallica - Damage, Inc.

3 - Opeth - Porcelain Heart

4 - Saurom - La Musa Y El Espíritu

5 - Sonata Arctica - The Misery


by Barad-dur

25 Temmuz 2008 Cuma

EZELİ REKABET-20






Nike Air Jordan vs. Reebok Pump

Demirgibiyiz blogundan "vertumnus"un nostaljik bir ezeli rekabet vurgusu. Kendisine buradan sesleniyorum, ben Reebok Pumpçıydım. Fıslata fıslata giyerdim.











Ezeli rekabet


Herkese iyi tatiller.

RUNNING WILD

























Daha önce blogda bir kaç kez belirtmiştik. Özellikle heavy metal ve rock camiasında her ne kadar yaptıkları müzik tarafımıza hitap etmese de yıllar geçtikçe türünden taviz veren gittikçe soft, bilgisayar destekli doğal olarak da altyapısı zayıf türlere kayan grupların yanında kale gibi sağlam ekolleriyle ayakta duran istikrarlı gruplara saygımız büyüktür. Örneğin Within Temptation ve Metallica ilk aklıma gelenler. Bu 2 gruptan birincisi piyasaya Evanescence'den önce çıkmasına ve çok kaliteli işler yapmasına rağmen her albümünün bir diğerinden daha çok nu-metale kayması ile geleceği hakkında iyi sinyaller vermiyor. Metallica olayına hiç girmiyorum, hayranları ile kapışırız. Efsane olmanın kıyısından dönen bir gruptur bence Metallica, efsane değildir. Load, Reload ve St. Anger albümü onlara çok fazla şey kaybettirmiştir. Giderek zayıflayan altyapıda 2 albüm ve ardından gelen metalcore saçmalığı. Yeni albüm onların ya çıkışı olur ya bitişi söyleyeyim. Geçmişlerine lafım yok ama ortada 20 yıldır tavizsiz gruplar dururken onlara efsane denmesine katılmıyorum. Bu anlamda Iron Maiden, Judas Priest, Motörhead, Manowar, Blind Guardian, Kreator gibi gruplar çok daha öndeler bana sorarsanız.

Bu karakterin enönemli gruplarından birisidir Running Wild. Blind Guardian'a "canım orta dünyadan çal çal şarkı yap" diyen sığ müzik ulemaları, aynı eleştiriyi Running Wild için "korsan literatürü" üzerinden yaparlar. Gerçekçi olursak Runing Wild tarafında biraz da haklıdırlar, şarkı isimlerinden, üstad Andreas Marschall'ın çizdiği albüm kapaklarına, sahne kostümlerinden, web site tasarımlarına kadar her şeyinden denizlerin haydutlarının esintisi okunur. 32 yılı devirdi Hamburg'lu grup. Grubun beyni Rolf "Rock'n'Rolf" Kasparek'in önderliğinde 32 yıl boyunca yelkenleri hep fora olan grup bu süreye 13 stüdyo albümü, 2 konser albümü sığdırdı. Her biri destansı nitelik taşıyan Treasure Island (Define Adası romanından uyarlama), War and Peace (Tolstoy'un ünlü romanından uyarlama), The Battle Of Waterloo, The Ballad of William Kidd gibi 10 dakikanın üzerindeki şarkılarla beraber Lead Or Gold, Riding Storm, Freewind Rider, Under Jolly Roger, Welcome To Hell, The Rivalry, Port Royal, Victory, Rebel At Heart gibi klasikler bu dönemin ürünüdür. 2005'te çıkardıkları "Rogues and Vouge" albümünden beri suskun olan gruptan şimdilik yeni albümle ilgili bir çıkış tarihi gelmese de bize klasikler yetiyor çoğu zaman. İlginçtir yukarıda saydığımız şarkıların dışında Running Wild'ın en sevdiğim şarkısı 1984 tarihli ilk albüm "Branded and Exiled" albümüde yer alan "Prisoners Of Our Time" şarkısıdır. İlginç olan tarafı genelin aksine korsanlarla ilgili olmayan bu şarkının sözlerini grubun şarkılarının % 99.99999'unu yazan Rolf Kosparek değil, 1984-85 yıllarında grupta elektro gitarda çalan Gerald "Preacher" Warnecke yazmıştır.


We are prisoners of our time
But we are still alive
Fight for the freedom, Fight for the right
We are Running Wild

ONLAR PROLETER





"If they are slaves, what the hell are the rest of us?"

Eğer onlar köleyse, geri kalanlar ne oluyor yahu?

Wigan menajeri Steve Bruce, Sepp Blatter'in çok kazanan yıldız futbolcuları köleye benzetmesi üzerine enfes bir yorum yapıyor.

GREEN STREET TEKAÜT















West Ham United'ın sezon öncesi hazırlıkları için geçtiğimiz hafta yaptığı Kanada yolculuğu ve Columbus Crew maçı tam bir kabusa dönüştü. Önce futbolcular sonra da meşhur "green street elite" fırsatlar ülkesinden refüze olup geri döndüler. İş ilk önce ABD yolculuğu sırasında başladı. West Ham kulübünde uçak bileti işlerini kim hallediyorsa eli sıkı bir arkadaşmış onu anladık. Oyuncular ilk olarak daha önce örneğine rastlamadığım şekilde 1 yerine 2 uçakla seyahat etmek zorunda bırakıldılar daha sonra da yolculuklarını Economy Class'da yapmak zorunda kaldılar. Yani halk arasında birinci mevki diye tabir edilen Business Class'ın arkasında kalan biz sefil ortalama insanların arasında. Şİkayet etmiş tabi oyuncular, "istesek bir haftalık maaşla uçağı kapatırız bu ne rezalet" diye (ondan sonra da Lampard ile Joe Cole neden West Ham'dan gitti diye dövünüyorlar). Tabi daha başlarına geleceklerden habersiz biçimde. Futbolcuların yediği şamar yetmemiş tribünde de nasibini almış takım.

İngiltere'nin en meşhur "casuals" gruplarından "Green Street Elite" ve"Inter City Firm" mensubu 30 kadar taraftar, ABD Ligi takımlarından Columbus Crew ile oynanan maçta kuzey doğu tribününde bulunan "Hudson Street Hooligans" grubu mensubu 100 kadar azılı Columbus taraftarının yanına oturunca karizmayı çizdirmişler. Bu iş öyle kot pantolonla adam kovalamaya, ağıza kredi kartı sökmeye benzemez, Ohio çiftliklerinde tek kolu ile sığırla güreşen adam var karşında. Dayağı yemişler tabi. Yetmemiş polisin biber gazını da yiyip tutuklanıp götürülmüşler. Hatta maçı izleyen Arsenal taraftarı Peter Witham "ömrüm boyunca Premier Lig maçlarına giderim, böyle bir meydan dayağını ilk kez görüyorum" diyor. Özellikle aşağıdaki 3 numaralı videoyu izleyin derim. Tipik bir tavuk boğazlama aksiyonu göreceksiniz. Elijah Wood tıfılını oynattınız, bu hale geldiniz derim başka bir şey demem West Ham taraftarlarına. Şimdi Steve Harris'le Bruce Dickinson mahalleyi toplayıp Ohio'ya gitmezler mi?

Tabi bu olaydan sonra "Hudson Street Hooligans" grubunu incelemek farz oldu.

1 , 2, 3, 4

SİR

24 Temmuz 2008 Perşembe

JAAP STAM

























Yıl 1995, Willem II formasıyla

TÜRK FUTBOLU'NUN EFSANE KADROLARI 6/10: ESKİŞEHİRSPOR 1969-73


















1969-70, 1970-71 ve 1972-73 sezonlarında lig ikinciliği, 1970-71 sezonunda Türkiye Kupası Şampiyonu, 1969-70 yılında aynı kupanın finalisti ve 1970-71 yılında Fuar Şehirleri Kupası'nda (UEFA) efsanevi bir Sevilla maçı sonrası ikinci tur. 1969-73 yılları arasındaki dönemde bu başarıların tümünün altına imzasını atan Eskişehirspor tam anlamıyla 43 yıllık kulüp tarihinin en büyük başarısına imza atmıştır. Üstelik bu başarıları ölümsüz yapan kulübün kuruluş yılı olan 1965'in sadece 4-5 yıl sonrasına rastlamalarıdır. Bu anlamda kulüp Türk futbol tarihinde Trabzonspor'dan sonra şampiyonluğu Anadolu'ya götürmeye en çok yaklaşmış takımdır. Kırmızı Şimşekler bu yüzden unvanını sonuna kadar hakeden bir takımdır.













Yıllar geçtikçe bu unvanın üzerine "ters gelen takım" unvanı da eklenmiştir. Tabi bu başarıya imza atan kadroyu anmamak olmaz. Mümin, İlhan, Necdet, Abdurrahman, Süreyya, Doğan, Halil, Kamuran, İsmail, Nuri, Nihat (Atacan), Vahap, Fethi (Heper) , Büyük Burhan ve Ender (Konca)'den oluşan efsane kadro o dönemde A Milli takıma tam 8 oyuncu vermektedir ki bu unvanı 2000 yılında Galatasaray ancak kırabilmiştir. Efsanevi "Fethi, Nihat, Ender Filelere Gönder" tezahüratı yine bu kadronun bir ürünüdür.



















Türk futbolunun en spektaküler kadrolarından birinin şampiyonluk kazanmadan dağılmış olması bana sorarsanız büyük bir eksikliktir ki bu anlamda 1974 yılının Hollandası ve 1982 yılının Brezilyasına çok benzemektedir. Her yönüyle şampiyonluğa yakışacak ama o unvana hiçbir zaman erişememiş bir kadro. Türkiye'nin ilk amigosu efsane "Amigo Orhan"ın başını çektiği 15.000 kişilik topluluklarla deplasmana taraftar çıkarması yapmaya sebebiyet veren kadro. Kadınların deplasmanda onları izlemek için bileziklerini bozdurduğu traktör üzerinde deplasmana götüren kadro, Abdullah Gegiç'in kulübede harikalar yarattığı kadro. Yukarıda bahsettiğimiz efsane maçta Sevilla'yı deplasmandaki maçı 1-0 kaybetmiş ve kendi evinde 1-0 mağlup duruma düşmüşken Fethi Heper'in son 10 dakikadaki 3 golüyle kazanıp tarihi değiştiren kadro.....























Efsane kadronun 4 nesil sonrasında takım İkinci Lig'den geri döndü. Bu sene kırmızı şimşek Eskişehir semalarında yine çakacak. Biz de her golde o efsane takım geri dönüyor mu diye birbirimize soracağız. Umarım.


















Efsane Kadrolar

BELÇİKA TAŞI TOPRAĞI İDRAR



















Yer Belçika, Brüksel. Tarih 19 Temmuz 2008. Saat 18:00 suları. Brüksel'in merkez istasyonu. 45-50 yaşlarında takım elbiseli, Belçikalı bir adam (göçmen değil düpedüz Flaman bir adam) istasyonun bir köşesine indirdi ve işedi. Bu Brüksel'de aldığım ne ilk sidik kokusuydu ne son. Belçikalılar Avrupa'nın başkenti diyorlar Brüksel'e. Umumi Helası demek daha doğru olur. Bir ülkenin her istasyonu, her köprü altı, her kuytu köşesi sidik kokar mı? Kokuyormuş demek ki? Dönüş yolunda Hollanda'Ya girdiğimiz ilk sitasyon olan Roosendaal'da trenden inip toprağı öpecektim neredeyse. Şunu biliyorum, eğer Belçika Avrupa Birliği üyesi ise, Türkiye'nin Mars Birliği Hollanda'nın Samanyolu Galaksisi Uygarlıklar Birliği'ne falan üye olması lazım. Ömrümde bir daha bu kadar overrated bir ülke görür müyüm bilmiyorum.

17 Temmuz 2008 günü vardık Belçika'ya. Ülkeye girer girmez benim benzetmelerim başladı. Herhangi bir insanı alın, 1 gün boyunca İstanbul'u, 1 gün boyunca da Brükel'i gezdirin. Daha sonra da önüne fotoğrafları koyun.Boğaz fotoğrafları dışında doğru tahmin edebildiği kaç tane olur şüpheliyim. Yıkık evler, çöp olarak kullanılan boş apartman araları, neredeyse her köşe başını yer tutmuş dilenciler....Böyle bir yer Brüksel. Merkezi güzel derseniz Taksim derim işin içinden sıyrılırım. Ha hiç mi güzelliği yok. Var. 3-4 tane katedral, bir kaç Japon bahçesi, bir kaç göze çarpan yapısı..O kadar. En büyük simgeleri "Manneken Pis". Yaklaşık 45-50 cm boyunda resimde yer alan heykel. İki adet efsanesi var. Birincisi şu. 1142 yılında 2 yaşında Leuven kralı olan III. Godfrey askerleri tarafından savaş alanına götürülüp moral olsun diye bir ağaca asılırmış ve o da Leuven'li askerlerin savaştığı düşman askerlerinin kafasına işermiş. İkinci efsane de 14. yüzyıldan. Buna göre bir Belçikalı ufaklı, şehri havaya uçurmak isteyen düşmanların kurduğu patlayıcıların fitiline işeyerek söndürmüş ve şehri kurtarmış. İşte bu efsanelerdeki çocuğu simgeleyen heykeli görmek ve fotoğraf çektirmek için insanlar birbirlerini yiyor. Biz de çektik, uzaktan yemeden, neyini çekeyim. Bu adamlar Kaşıkçı Elmasını görse toplu olarak intihar ederler herhalde.

Yolumuz Belçika'ya düşünce, Heysel'e uğramadan geçmedik tabi. Lanetli stadın yerinde inşa edilen, Hakan Şükür'ün Belçika kalecisi Filip De Wilde'nin üzerinde yükselerek Türkiye'yi Euro 2000'de çeyrek finale çıkardığı stad. Kral Baudouin Stadyumu'nun önüne kadar gittik. Dışarıdan bir beton yığınını andırıyor. Ne İnönü, ne Şükrü Saraçoğlu ne de Ali Sami Yen Stadı'nın o çekiciliğini bulamadık. Ayrıldık önünden. Belki de yıllar önceki facianın laneti stadın görünümünü bile etkilemiştir diyerek.

Bir günlüğüne Gent'e kaçıyoruz. Nefes alarak. Öğrencilerin ve tarihin kenti olarka bilinen Gent bize de Brüksel'den daha hoş geliyor. Tabi bunda şehre gititğimizde başlayan 1 haftalık festivalin önemi büyük. Festival sebebi ile tüm kurumların 1 hafta boyunca tatil olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz ve şehrin arka sokaklarında "Mezze Restaurant" da Türkiye dışındaki ilk rakımızı içiyoruz. Özlemişiz. Mezeleri de tabi. Zira daha 1 gün önce midye siparişi verip içinde sadece midyenin kendisinin olduğu bir rezalet yaşamışız. Saat 2 olduğunda ise ertesi günkü Brüksel yolculuğu için tekrar eve dönüyoruz. Ertesi gece Brüksel sokaklarında uygun bir bar bulmaya çalışırken ilk üç niyetimizde öpüşen 2 erkek ve akabindeki 3 gay barla tanışıyoruz. Kısacası Polis Akademisi'ndeki Mavi İstiridye Barı hadisesinin kıyısından geçiyoruz.Sonraki Irish Pub'da U2 ve Cranberries şarkıları beklerken karşımıza çıkan Technotronic ve Indeep oluyor. Geceyi kapatıyoruz. Ertesi günkü Hollanda yolculuğunu iple çekerek. Almanlar Hollanda için "Almanya'dan Hollanda'ya yolculuk ederken ineklerin kadınlardan güzel olmaya başladığı an Hollanda'ya girmişsiniz demektir" derler (tabi çok ayıp ederler, göz var nizam var), ben de "Holanda'dan Belçika'ya yolculuk ederken çimen kokusu yerini sidik kokusuna bıraktığı an Belçika'ya girmişsiniz demektir" deyip kaçıyorum kusura bakmayın. Bir daha Brüksel mi? Not Without My Team..Deplasman olmadan asla.

AİDİYET






















Emre Belözoğlu dün Fenerbahçe ile 4 yıllık anlaşma imzaladı. Başkan Aziz Yıldırım'ın yanında. İmza töreninde ve daha sonra basına poz verirken surat ifadesine dikkat ettiniz mi? Bir şeyler eksikti yüzünde, daha doğrusu yüzünde garip bir ifade vardı. Daha imzayı attığı anda kafasında bir sürü şey geçiyordu. Aklından geçen şey şuydu, eğer bu transferi Fenerbahçe kulübüne olan gönül bağıyla yaptımsa Galatasaray dönemi ne olacak, yok eğer para için yaptığımı söylersem de kendimi daha fazla ateşte atmaktan nasıl kurtarırım. İki ezeli rakip arasında yolculuk eden yerli oyuncuların sorunu onda da vardı. Emre Fenerbahçe'de oynarken hangi motivasyon ile oynayacak. Renklere olan aşkı, camiaya olan sevgisi, Aziz Yıldırım'a olan saygısı, Fenerbahçe taraftarına duyduğu hayranlık....Bunların hiçbirisi Emre'de yok. Elvir Balic'te olmadığı gibi, Fatih Akyel'de olmadığı gibi. Çünkü her biri geçmişlerini, güvenilirliklerini, futbolun ruhuna olan inançlarıyla ilgili her türlü inandırıcılıklarını yitirmişlerdi. Emre'ye de olan buydu.

İki ezeli rakip arasına giden futbolcuları hiç sevmemişimdir öteden beri. Yabancı oyuncular bu konuda ayrı tutulmalı tabi (Elvir Balic'i sizi bilmem ama pek yabancı sayamıyorum). Onlar bir anlamda ne kadar uzun süre hizmet etseler de o ülkenin kendi dinamiklerine tam olarak kendilerini adapte edemiyorlar. Peter Schmeichel'ın yıllarca Manchester şehrinin kırmızı tarafıyla almadık kupa bırakmadıktan sonra mavi tarafa geçmesini yadırgamıştık ama Danimarkalı'ya çok fazla kızamadık. Bu anlamda Stepan Tomas da çok fazla yadırganmadı belki de. Ama türk oyuncuların nasıl bir motivasyonla kendilerini bu maceraya attıklarından emin değilim. Öyle ya hemen hepsi bunun para için yapılmış transferler olmadığını ileri sürüp duruyorlar. Zaten bunu itiraf eden de çok az adam var dünyada. İskoç Garry O'Connor 2 sene önce Hibernian'dan Locomotiv Moskova'ya transfer olduğunda tek sebebin henüz 23 yaşında olmasına rağmen ailesinin geleceğini garantiye alacak fazlalıktaki para olduğunu söylemişti. Tomas Radzisnki 2001 yılında Anderlecht'ten Everton'a geldiğinde geliş sebebinin Anderlecht'te kazandığı paranın 3 katı fazlasını içeren bir teklif olduğunu belirterek, "Everton büyük bir kulüp değil, Avrupa kupalarında yoklar ama işin içinde maddi unsurlar var" demişti. Peki bizde durum ne? Takımların ortalama 40 maç yaptıkları 2 ligde 7 sene oynadı Emre ve toplam çıktığı maç sayısı 150'yi geçmedi. Yani neredeyse iki maçta bir kadroda yoktu Emre. Sürekli sakatlık gerekçeleriyle. Böyle bir haldeyken ona yıllık 3,5 milyon veren bir kulübe koşarak geldi tabi. Ama dün basın toplantısında profesyonellikten, camiaya yararlı olmaktan konuşuldu yine. Aynen Elvir Balic'te olduğu gibi.....O Galatasaray'da ne kadar başarılı olduysa Emre'nin de Fenerbahçe'de o kadar başarılı olmasını bekliyorum. Çünkü onu harekete geçirecek hiçbir motivasyonu yok. Evet bu iş profesyonellik içeriyor. Ama çok değil 5-6 sene önce tribünlerinin önüne gidip ağız dolusu küfürler ettiğin taraftara bu sefer gol sevinci ile koşacak kadar değil. Türkiye'den ayrılırken mevcut kulübünden kaçarcasına uzaklaşan, sonraki kariyeri istikrarsızlıklarla dolu olan samimiyetsiz bir adamı transfer etti Fenerbahçe. Böylece yurt dışına gidip başarılı olamayınca soluğu tekrar içeride alanların listesine bir yenisi daha eklendi. Kusura bakmayın ama amatörlüğü geçtim o ruhu öldürdük ama böyle profesyonellik de olmaz.

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-14




















İtalya milli takımı ve Milan'ın efsane kaptanı Maldini uzun kariyerinin de etkisi ile koleksiyonunda en çok gümüş madalya bulunduran isimdir. Maldini 3 Şampiyonlar Ligi (1993, 1995, 2005), 3 Kıtalararası Kupa (1993, 1994, 2003), 2 İtalya Kupası (1990, 1998), 3 İtalya Süper Kupası (1996, 1999, 2003), 1 Süper Kupa (1993),1 Dünya Kupası (1994) ve 1 Avrupa Şampiyonası (2000) finalinde ikincilik madalyasını ve Serie A'da 3 ikincilik (1990, 1991, 2005) alarak toplam 17 ikincilik ile kariyerinde en çok ikincilik bulunduran futbolcudur. Onu 15 ikincilikle Glasgow Rangers'lı Sandy Jardine, 12 ikincilikle Celtic'li Paul McStay izlemektedir. Ancak bu oyuncuların hepsinin aynı zamanda kazandığı bir çok şampiyonluk olduğundan oran açısından Michael Ballack rakipsiz görünmektedir. Ballack son 10 yılda kazandığı 8 şampiyonluğa karşılık (Bundesliga, Almanya Kupası ve Chelsea il 2007 Lig Kupası) kulüpler bazında 10, milli takımlar bazında 2 ikincilik kazanmıştır. Bu ikinciliklerin 4 tanesi bu sene gerçekleşmiştir (İngiltere Premier Ligi, Şampiyonlar Ligi, İngiltere Lig Kupası ve Avrupa Şampiyonası).

Seyir Defteri

RAFA LİSE KAPILARINDA



















Rafa Benitez Liverpool'ın makus talihini döndürmenin yolunu Arsene Wenger politikasında arayacak gibi. En azından şu ana kadarki transferler bunu gösteriyor. Tabi getirdiği gençlerin A takıma girdiğini görecek kadar koltuğunda kalırsa. Önce sezon başında Danimarka'nın Herfølge takımından, sadece vikinglerin değil tüm Avrupa'nın en çok gelecek vaad eden forvetlerinden 16 yaşındaki Nikola Saric'i (resimde soldaki) transfer ettiler. Daha sonra Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi 2. ön eleme turundaki rakibi Macar MTK Budapest'ten orta saha oyuncusu Zsolt Poloskei'yi Anfield'a getirdiler. Furya 15 gün önce AZ'den gelen 17 yaşındaki Hollandalı defans oyuncusu Lucas Weijl ile devam etti. Dün de İspanya 3. Lig temsilcisi Murcia'nın sağ beki 18 yaşındaki Emmanuel Mendy Liverpool saflarına katıldı. Böylece İsviçreli Philipp Degen, İtalyan Andrea Dossena ve Brezilyalı Diego Cavalieri Benitez'in ekibini güçlendirirken 2 nesil sonrasının da temelleri atılıyor. Tabi dediğimiz gibi bu oyuncuların A takıma yükseldiği günleri Spaniard görür mü bilemiyorum.

Zaman zaman blogda dile getirdiğim bir şey var. İspanya'da Atletico Madrid'in, İngiltere'de Liverpool'ın kola kolay döndüremeyecekleri bir kaderi var. Bu 2 takımın talihinin dönmesi için ekstra bir şeyler gerekiyor. Inter'i 17 yılın uykusundan uyandıran Juventus'un küme düşürülüp Milan'ın puan cezası alması oldu. Böyle bir şey bu iki ülke futbolunda olmazsa Kırmızı Beyazlı iki takım taraftarının (Liverpool 18 yıldır, Atletico 12 yıldır şampiyonluğa hasret) yakın zamanda mutlu günleri göreceğini hiç sanmıyorum. İddialı konuşmak gibi olmasın ama en az bir 15 sene daha belki.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

TOSUN PAŞA



















18 Temmuz 2008, Brüksel






































19 Temmuz 2008 Heysel

AMR ZAKY






















Premier Lig’de sezonun ilginç transferlerinden birisi. Mısır Milli Takımı'nın ve El Zamalek’in gol makinesi, daha önce Afrika Kupası sırasında kendisinden bahsettiğimiz Amr Zaky, Steve Bruce’un ekibi Wigan Athletic ile Premier Lig sahalarında boy gösterecek. Oyuncu kulübü ile 2012 yılına dek anlaşma imzaladıktan sonra kiralık olarak kendisini adaya götürecek uçağa atladı. Zamalek bu kira sözleşmesinden toplam 1.6 milyon pound gelir elde ederken, oyuncu Premier Lig’de 10 gol atma başarısını gösterirse 500 bin pound daha gelir elde edecek. Ayrıca Wigan oyuncunun başına 1 yıl boyunca herhangi bir sakatıik gelmesi halinde, futbolcunun bonservis sahibi Zamalek’e 6 milyon pound ödenmesini içeren bir sigorta poliçesine de imza koydu. Bir kiralama sozleşmesi için muhtemel 2 milyon poundluk bir gelir. Zamalek için harika bir sozleşme. Wigan için iyi olup olmadığını göreceğiz. Premier Lig’de daha önce Mısırlı oyuncuların buyuk işler yaptığına pek rastlamadık. Son örnek Mido M’Boro’da geçen sene sakatlıkların da etkisiyle yedek kulübesine çakılıydı. İlaveten bu Zaky’nin ilk yurt dışı denemesi değil. Oyuncu daha önce Rus takımlarının rüzgarına kapılarak Lokomotiv Moskova’ya transfer olmuş ancak tek bir maça dahi çıkmadan Mısır’a geri dönmüştü.

Milli formayla 48 maçta 27 golü var Zaky’nin. Bu neredeyse 2 maç başına 1 gol demek ki milli takımlarda gerçekleştirilmesi kolay bir istatistik değil. 2006 ve 2008 Afrika Uluslar Kupası Şampiyonu olan takımın en golcü 2 isminden biriydi ve son kupada 4 gol attı ki bunların üçü çeyrek final ve yarı finaldeydi. Turnuvanın en iyi onbirinde Angola’lı Manucho ile beraber hucum hattında yer aldı. 170 maçta 80 golün altına imza atan efsane Hossam Hassan’ın yüzdesi de aşaği yukarı bu seviyedeydi. Onun da kısa Avrupa macerasının çok parlak olduğu söylenemez. PAOK ve Neuchatel Xamax gibi orta karar takımlarda birer yıl ve 15 golün altında kalan bir performans. Steve Bruce buna rağmen umutlu. “Her iki maçta bir gol atan bir adam kalenin nerede olduğunu biliyordur” diyor. Ben Bruce kadar iyimser değilim. Önce bir sükse, sonra yavaştan yedek kalma, daha sonra da ülkesine geri dönme gibi bir performans bekliyorum. Sonuçta bizim Bratu da kalenin yerini biliyordu. İs onunla bitmiyor.

GÖTİNGEN HIRS KÜPÜ




















Ben bu hazırlık kampı denen hadiseye takmış durumdayım. Herkes bilir yıllardır Rus, Alman ve Hollanda’nın orta karar takımları sezon öncesi kampı için Antalya’ya, 3 büyükler Almanya’ya, Trabzonspor Gerede’ye olmadı o da Almanya’ya, geri kalan takımlar da Kızılcahamam’da kampa girerler. Bu yıllardır boyledir. Bunu hiç değiştirmedik. Sezon öncesi hazırlık macı yapılan takımların Mahallenin Muhtarlarıspor karakterinden hiç kurtulmadıkları gibi. Türk takımları bu kamplar çerçevesinde öyle takımlarla maç yaptılar ki kulübün yer aldığı kasaba toplasanız 30 tane haneden oluşuyor. Amaç ne? 34 haftalık lig maratonu ve Avrupa Kupaları öncesi hazırlık. 2 sene önce Galatasaray ve Fenerbahce bakalım hangimiz amatör takımları daha farklı mağlup edeceğiz diye sıraya girmişlerdi. Almanya 7. lig ekiplerini 18-0, 21-0 gibi skorlarla yenmişti iki ekip. Basınımıza da gün doğuyordu tabi. Rekabetin sırtından para kazanmak için bir fırsat daha. Peki bu kampların kulüplere kattıkları? Koskoca bir hiç. Artık bir kaç sene önce katıldıkları turnuvalara da katılmıyor ekipler. Devre arasındaki Efes Pilsen Cup tek tesellimiz. Amsterdam Arena’daki dörtlü turnuvalar hayal artık. Yakında Faroe Adaları’na gidip B36, YU75, F16, AK47 gibi takımlarla maç yapmaya başlayacaklar ondan korkuyorum.

Mustafa Denizli hazırlık maçlarını hiç sevmeyen bir hocaydı ki bunu milli takımdaki dönemlerinde de uygulamıştır. Daha önce de söylemiştim blogda, 1970 Brezilyası ile 1986 Arjantini zaman makinesine binip bugüne gelip hazırlık maçı yapsalar, diger yanda da Forfar Athletic-Stirling Albion İskoç Lig Kupası 2. tur mücadelesi olsa ben gidip ikincisini izlerim. Zira ucunda ulaşılması gereken bir hedef vardır. Peki hal böyleyken hazırlık kamplarını çekici hale getirmenin yolu ne? Kulübün tanıtımı. Manchester United ve Liverpool kulübün çok parası olduğundan ve şahsi şovları için mi Japonya’ya ve Güney Afrika’ya gidiyor acaba? Biliyorlar ki oraya gitmek demek satacakları 5000 forma demek. Galatasaray’ın Fatih Terim dönemindeki ABD kampını hatırlayın. Enfes tasarlanmış bir kamptı. 2002 yılında milli takımın Kore’de ve Japonya’da yarattığı etkiyi hiçbir kulüp kullanmayı düşünmedi. Beşiktaş eğer o sene hazırlıklarını İlhan Mansız etkisiyle Japonya’ya taşısaydı elde edeceği gelir muazzam olabilirdi. Yapmadılar. Uzak Doğu insanı bu anlamda bulunmaz bir maden. Herkesi sevdikleri anda kucaklayan bir toplum. Bir sürü bahane olabilir bu ülkelere gidilmemesi için. Hepsi altı boş bahaneler. Vücut saatinin değişimi arada bir ileri sürülen bir konu. Ancak kimse oraya yerleşin demiyor ki? 15 günlük bir kamp ne metabolizmaya bir zarar verecektir, ne de oyuncuların bir anda bonzaiye dönmesine. Kulüpler maddi yükün de önemli bir zorluk olduğu düşüncesinde. 17 milyon euroya İspanya Gol Kralı, 10 milyon euroya Schalke orta sahasının beynini transfer eden bir takımın bu bahanelerinin de içini doldurması gerekiyor.

Tabi bunları yazdık ama bilinen bir gerçek var. Yarın Hossenshatle Kommenzschaft ile bir hazırlık maçı yapan sarı kırmızılı takım yurda döner. Biz de bu hazırlık kampı olayını unuturuz. Dünya kulübü olmanın anlamı “tüm dünyanın sizi tanıması” ile beraber “sizin tüm dünyaya kendinizi tanıtmanız”dan da geçiyor. Temmuz Ağustos boyunca geçirilen ölü aylar da bunun için bulunmaz bir fırsat.

BACARDI




İçki konusu hassas bir konudur içen ve seven için. Yaşadığımız şehir de gece hayatını sapına kadar barındıran ve yaşatan bir şehir olduğundan dışarıda tonla para dökersin kadehine ya da şişesine. Karşılığını da almak istersin fazlasıyla ki bu açıdan en risklilerinden biri de mojito belki de. Hani şu son dönem hammaddesi Bacardi olan ve reklam single’ı sinema salonlarını inlettiğinden beri ünlenen içki. Ama zahmetli sayılabilecek hazırlığı barmenleri zorluyor belli ki, o yüzden dışarıda pek içemiyoruz ağız tadıyla.






Blog tayfasından iyi olmasın sevdiğimiz bir arkadaşımız, cumartesi günü bu işin dibine vurdu. Öncelikle uzun uğraşlarla bulduğumuz limon şurubu (ne ararsan bulabileceğin belki de tek yer ama nedense bizim aklımıza en son gelen Anadolu yakasının teki; Kardeşler Şarküteri), soda, esmer şeker, taze nane yaprağı, yeşil limon (lime) ve tabii esasoğlan Bacardi. Püf nokta, esmer şekerlerin iyi ezilmesi ve nane yapraklarıyla bütünleşmesi. Çok küçük buz parçaları da olayın son noktası elbet. Bu efsane karışımla yoğun övgü aldı almasına da, PS ‘de Torres’le Cech’i çalımlayıp 3. golü atarken, o ne kederli fondipti be hocam.

Barad-dur’un bu herif kafayı iyice yedi iç geçirmelerini hissediyorum. Ne yapalım lige daha var. Biz de kulvarı değiştirdik. Valla bir an önce başlasın yoksa haftaya terbiyeli köfte tarifi veririm.

by forzabrian

BROKEN WINGS



















Haber İtalya'dan olunca çok şaşırmamak gerekiyor. Napoli şehrinin Campania beldesi eşrafında ün yapan Camorra mafyasından Casalesi ailesi uyuşturucu ticaretinden kazandığı 24 milyon euroyu Macaristan'dan İtalya'ya sevkettikten sonra parayı aklamanın yolunun kulüp satın almaktan geçtiğini düşününce gidip Lazio başkanı Claudio Lotito'nun kapısını çalıyorlar. Tabi pek nazikçe değil. Kulüpteki hisselerini kendilerine devretmesini emreden bir zorlama ile tabi ki. İşin içinde eski Lazio'lu futbolcu Giorgio Chinaglia da var. Bu Chinaglia'nın ilk hadisesi değil. İtalyan futbolcu geçtiğimiz sene de kulüp hisselerindeki usulsüz uyglamalar sebebiyle tutuklanan 9 kişilik grubun içindeydi. Bu onun Lazio kulübü üzerinden gerçekleştirilen kara para operasyonundaki ikinci rolü ve tutuklanması. İtalyan polisi toplam 7 kişiyi tutukladı. Operasyonun adı "Broken Wings". "Kırık Kanatlar" anlamına geliyor ki, Lazio'nun amblemindeki kartala bir gönderme. İişin içinde bu sefer Lazio'nun taraftar grubu Irriducibili de var. Casalesilerin dünyaca ünlü taraftar grubundan başkanı etkilemek için yardım aldığı da bildiriliyor. Kısacası İtalya'da işler karışacak gibi. Tabi Roma taraftarlarına konuşacak konu çıktı o da işin eğlencesi.

22 Temmuz 2008 Salı

STRANGE CM HAPPENINGS vol.8




















Yıllardır diyoruz değil mi? "Gerçeklik konusunda bu CM ve FM serilerinin üzerine yok" diye. Alın blog okuyucularından Murat bey yakalamış göndermiş. Yıl 2002. Aziz Yıldırım Mustafa Denizli'ye tekmeyi vuruyor. Sebep? Ligdeki kötü durum. Ligdeki kötü durum ne peki? Fenerbahçe lig lideri. Kabul edelim Aziz başkan her yerde büyük başkan. Sanal alemde bile. Ara çok açıldı.










Strange CM Happenings